petition
stringlengths
176
32.8k
petition_length
int64
26
4.41k
Esas Sayısı : 2010/71 Karar Sayısı : 2011/143 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: '4720 sayılı TMK'nun 303/2. maddesindeki 'Hiç kayyım atanmamışsa çocuğun ergin olduğu tarihte işlemeye başlar.' ibaresinin Anayasa'nın 2., 5., 10., 13., 17., 36., 40. ve 41. maddelerine aykırı olduğu gerekçesi ile iptal başvurusu Mahkememizde yargılaması yürütülen 2010/356 esas sayılı dava dosyasında; davacının babasının ... olduğu, babası ile annesinin resmi nikahları olmadan evlilik dışı birliktelik yaşadıklarını ancak babasının resmi nikahını yapmadan öldüğünü bu nedenle babasının nüfusuna yazılmak istediğini beyan ederek dava açmıştır. Açılan bu dava soybağının tespitine ilişkin dava olduğundan TMK'nun 303/2. maddesindeki hak düşürücü süre nedeniyle davanın reddedilmesi gerekeceğinden; duruşmaya çıkan C. Savcısı bu maddenin Medeni Kanundaki 289. madde ile benzer olduğunu, 289. maddedeki baba yönünde getirilen hak düşürücü sürenin Anayasa Mahkemesi'nce iptal edildiğini, bu maddedeki ibarenin de iptal edilmesi amacıyla Anayasa Mahkemesi'ne götürülmesini talep etmiştir. Bu hususla ilgili olarak davalı nüfus idaresi temsilcisini ve davacının da Anayasaya aykırılık iddiasına karşılık beyanları alınmış, davalı nüfus idaresi temsilcisi ve davacı aykırılık iddiasına katılmışlardır. Anayasa'nın 152. maddesi ile Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkındaki Kanunun 28. maddesine göre mahkemeler, bakmakta oldukları davalarda uygulayacakları kanun hükümlerini Anayasa'ya aykırı olduğunu görür veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırlarsa, o hükmün iptali için Anayasa Mahkemesi'ne başvurma yetkilerinin olduğu belirtilmektedir. Bu kurallar gereğince bir mahkemenin Anayasa Mahkemesi'ne başvurabilmesi için o mahkemede yargılaması devam eden ve usulünce açılmış, mahkemenin görevine giren bir davanın bulunması iptali istenen hükmünde bu dava da doğrudan uygulanacak hüküm olması gerekmektedir. Mahkememizde açılan 2010/356 esas sayılı dava dosyasının derdest olduğu, yargılamasının devam ettiği, TMK'nun 303/2. maddesi bu dava da doğrudan uygulanan ve bu davanın sonucunu etkileyen bir hüküm olması nedeniyle C.savcısının talebi de dikkate alınarak hükmün iptali amacıyla Anayasa Mahkemesi'ne götürülmesine karar verilmiştir. HUKUKSAL OLAY: TMK'nun 303/2. maddesinde düzenlenen babalık davasının, çocuğun doğumundan önce veya sonra açılabileceğini, annenin dava hakkının doğumdan başlayarak 1 yıl geçmekle düşeceğini belirtmiştir. Anne açısından biyolojik olarak nesebin karışıklığa yol açması mümkün değildir. Zira çocuğu doğuran çocuğun annesidir. Ancak bu imkan biyolojik olarak baba ve çocuk için mümkün değildir. Soybağı hem kamu düzenini ilgilendirmekte, hem de hısımlık hukukunu doğrudan ilgilendirmektedir. Soybağı ilişkisi aile hukukunun en önemli konularından birisidir. Çocuğun fiziksel ve psikolojik gelişimi üzerinde doğrudan etkisi olan bir husustur.Esas Sayısı : 2010/71 Karar Sayısı : 2011/143 2 Soybağının kurulması, tespiti ve reddi gibi hususlar yenilik doğrucu haklardandır. Soybağında istikrarı sağlamak ve çocuğun çıkarlarını güvence altına almak sağlıklı aile yapısı oluşturmak ve sağlıklı toplum oluşturmak için çok önemli hususlardandır. Soybağı çocuk ile anne ve baba arasındaki bağlantıyı ifade ettiği gibi çocuğun ecdadı, üst soyu arasındaki biyolojik ve doğal bağlantıyı da ifade eder. 4721 sayılı TMK'na göre anne ile çocuk arasındaki soybağı doğumla kurulur. Baba ile çocuk arasındaki soybağı ilişkisi ile anne ile evlilik, tanıma veya hakim hükmü ile kurulacağını düzenlemiştir. Açılan davada soybağının hakim hükmüyle kurulması talep edilmiştir. ANAYASA'YA AYKIRILIĞI İDDİA EDİLEN KANUN MADDESİ: Davacı hakkında uygulanacak olan TMK'nun 303/2. maddesinde düzenlenen 'Hiç kayyım atanmamışsa çocuğun ergin olduğu tarihte işlemeye başlar.' kanun maddesindeki ibarenin Anayasa'ya aykırılığı iddiasıdır. İLGİLİ ANAYASA MADDELERİ: Anayasa'nın 2. maddesinde düzenlenen; Türkiye Cumhuriyeti, İnsan Hakları'na ve başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, milli, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir. demek suretiyle Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin Anayasasının 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti olduğu insan haklarına dayandığı, hak ve özgürlüklerin güçlendirerek koruma altına aldığı, idarenin her türlü eylem ve işlemini hukuka uygun olması gerektiği Anayasa'ya aykırı olan tutum ve davranışlardan kaçındığı hukuku tüm devlet organlarına egemen kıldığı, Anayasa ve yasalarla kendini bağlı saydığı, yargı denetiminin açık olduğu bir devlettir. Bu nitelikleri nedeniyle Anayasa'ya aykırı olan bir hükmün davada uygulanamayacağı bir gerçektir. Anayasa'nın 5. maddesinde; Devletin temel amaçları ve görevleri düzenlenmiştir. Bu temel amaç ve görevlerden kişilerin refah ve huzuru ile hak ve hürriyetlerinin güvence altına almak, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmak, maddi ve manevi varlığını geliştirip güçlendirmesi için gerekli koşulları hazırlamak ve bunun için çalışmak görevi verilmiştir. Bu madde gereğince soybağının doğru tespit edilmesi kişinin maddi ve manevi varlığını geliştirmesi ile doğrudan ilgilidir. Kişinin soybağını tespitine yönelik sınırlandırma getirmek bu maddenin özü ve sözü ile bağdaşmamaktadır. Anayasa'nın 10. maddesinde; herkesin ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğu hususu düzenlenmiştir. Daha önce Anayasa Mahkemesi'ne iptal başvurusu ile TMK'nun 289. maddesi ile ilgili olarak yapılan başvuruyu, Anayasa Mahkemesi baba yönünden doğumdan itibaren işleyecek 5 yıllık süreyi iptal etmiştir. Ekonomik ve sosyal açıdan daha güçlü durumda olan baba için Anayasa Mahkemesi'nin iptal ettiği yasa maddesi ile TMK'nun 303/2. maddesindeki ibare arasında doğrudan ilişki olması nedeniyle bu ibarenin iptal edilmemesi durumunda çocuk için soybağının tespiti açısından bu maddenin lafzına ve yorumuna aykırı bir durum yaratılmış olacaktır. Anayasa'nın 13. maddesinde; temel hak ve özgülüklerin ancak kanunla sınırlanabileceği, bu sınırlamanın da Anayasa'nın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı olmayacağı şeklinde sınırlamanın olabileceğini hükme bağlamıştır. Kişinin soybağını bilmesi en temel haklarından birisidir. Kişinin babası olmayanEsas Sayısı : 2010/71 Karar Sayısı : 2011/143 3 birisinin üzerine nüfusa tescil edilmiş olması kişinin daha sonra bunu öğrenmesi durumunda belli bir süre ile sınırlandırmak Anayasa'nın temel ilkelerine ve demokratik toplum düzeninin gereklerine uygun değildir. Bu nedenle TMK'nun 303/2. maddesindeki ibarenin bu maddeden çıkarılması gerekmektedir. Anayasa'nın 17. maddesinde; herkesin maddi ve manevi varlığını koruma, geliştirme hakkına sahip olduğu, bunu engellemenin Anayasa'nın temel ilkeleri ile demokratik toplum düzeninin gereklerine uygun olmadığı açıkça ortadadır. Anayasa'nın 36. maddesinde; hak arama hürriyeti düzenlenmiş, herkesin yargı mercileri önünde davacı ve davalı sıfatıyla hak arama hürriyetine sahip olduğunu düzenlemiştir. Hiç kimsenin hak arama hürriyeti engellenemeyeceği bir Anayasa kuralı haline getirmiştir. Hak arama hürriyetinin belli bir süreyle kısıtlamanın Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 6. maddesinde düzenlenen Adil Yargılanma Hakkına aykırı olacağı yadsınamaz bir gerçektir. Anayasa'nın 40. maddesinde; Temel Hak ve Hürriyetlerin korunması düzenlenmiştir. Kişinin fiili hayatta sahip olmuş olduğu soy bağını nüfusa tescil ettirmemesi bu madde ile açıkça çelişmektedir. Ayrıca Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 5. maddesinde düzenlenen özgürlük ve güvenlik hakkına da açıkça aykırı olduğu bir gerçektir. Anayasa'nın 41. maddesinde; Ailenin Türk toplumunun temeli olduğu, Devletin ailenin huzurunu sağlamak zorunda olduğu, özelikle annenin ve çocukların korunması için devlete bir yükümlülük getirdiği görülmektedir. Kişinin mensup olmadığı bir aile de, nüfus kayıtlarında bu ailenin bir ferdi olarak görülmesi hem ailenin sağlıklı gelişimini, hem de çocuğun sağlıklı bir birey olarak gelişimini engelleyecektir. Ayrıca Aile Hukukunu ilgilendiren Medeni Kanunun getirmiş olduğu yükümlülükler ve haklar açısından da ölçüsüz bir durum ortaya çıkacaktır. Anayasamızın 90. maddesinin son fıkrasına göre usulüne uygun olarak yürürlüğe giren uluslararası sözleşmeler yasal mevzuatımız niteliğinde olduğu için Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 8. maddesi değerlendirildiğinde, yukarıda kısaca özetlenen Anayasa hükümleri ile bu maddenin uyum içinde olduğu TMK'nun 303/2.deki 'Hiç kayyım atanmamışsa çocuğun ergin olduğu tarihte işlemeye başlar.' ibaresi hem Anayasamıza hem de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 8. ve yukarıda zikredilen diğer maddelerine açıkça aykırı olduğu görülmektedir. UYGULAMADA HAKKANİYETİN SAĞLANMASI: Anayasa Mahkemesi'nin 25/06/2009 tarihli, 2008/30 esas, 2009/96 sayılı kararı ile TMK'nun 289/1. maddesindeki 'Her halde doğumda başlayarak beş yıl içinde açmak zorundadır.' ibaresindeki 5 yıllık süreyi iptal etmiştir. Baba çocuğun kendi çocuğu olmadığını öğrendiği tarihten itibaren bir yıl içinde davasını açabilecektir. Baba için tanınan bu imkanın çocuk için tanınmaması hakkaniyet ve nesafet ölçütlerine aykırı olacaktır. Yapılacak değerlendirmede bu hususun da gözönünde bulundurulması gerekmektedir. Aksine babası olmadığını bildiği bir kişiye mirasçı olunabilecek bu da hem bu kişinin mirasçıları açısından aleyhe bir durum oluşturacak, hem de dava açacak olan kişinin mirasçıları lehine bir duruma sebebiyet verecektir. Van gibi Ülkemizin Doğusu ve Güneydoğusunda Feodal Toplum Düzeninin henüz tam çözülmemiş olması, ülkemizde son yıllarda gelişen ekonomik ve sosyal durum, insanların eğitim ve bilinç düzeyini yükseltmiş olması, e devlet projesinin bir çok kurumda işler hale gelmiş olması nedeniyle bu yöre de gerçek hayatta düz çizgi hısımı olmadıkları halde nüfus kaydında evli görünen çok sayı da kişinin olması bununla birlikte mahkemelere soybağı ile ilgili olarak çok sayıda davanın açılmış olması, açılan bu davalarınEsas Sayısı : 2010/71 Karar Sayısı : 2011/143 4 büyük bir çoğunluğunun TMK'nun 303/2. maddesindeki hak düşürücü süre nedeniyle reddedildiği bir gerçektir. Hak düşürücü süre re'sen gözönünde bulundurulması gereken, davanın şartlarından olan bir husus olması nedeniyle taraflar hak düşürücü süreyi ileri sürmeseler bile hakim tarafından re'sen gözönünde bulundurma zorunluluğu nedeniyle davalar reddedilmektedir. Bu hususta toplumda miras, aile ilişkileri, aile hukuku gibi konularda karışıklığa neden olmaktadır. Bu karışıklığı gidermek ancak TMK.nun 303/2. maddesindeki 'hiç kayyım atanmamışsa çocuğun ergin olduğu tarihte işlemeye başlar.' ibaresinin iptali ile mümkün olabilecektir. SONUÇ: Yukarıda izahı yapılan TMK.nun 303/2. maddesindeki 'Hiç kayyım atanmamışsa çocuğun ergin olduğu tarihte işlemeye başlar.' cümlesi Anayasa'nın zikredilen maddeleri uygulamadaki sorunlar dikkate alındığında, mahkememizde yargılanması devam eden davacının davasında uygulanacak olan TMK.nun 303/2. maddesindeki 'Hiç kayyım atanmamışsa çocuğun ergin olduğu tarihte işlemeye başlar.' cümlesi Anayasa'nın belirtilen hükümlerine aykırı olduğu, TMK.nun 303/2. maddesindeki 'Hiç kayyım atanmamışsa çocuğun ergin olduğu tarihte işlemeye başlar.' ibaresinin yasal metinden çıkarılarak iptal edilmesini saygılarımla arz ve talep ederim. 16.7.2010'"
1,425
Esas Sayısı : 2015/54 Karar Sayısı : 2015/83 1 Anayasanın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir. yazılıdır. Mahkememiz, Türk Ceza Kanununun 106/1. maddesinin ilk cümlesinde yer alan ..altı aydan ibaresinin, öngörülen yaptırım miktarı açısından, alt sınır itibarı ile Anayasanın adalet ve ölçülülük ilkelerine ve dolayısıyla ‘hukuk devleti ilkesine aykırı olduğu kanısındadır. Şöyle ki; Anayasa Mahkemesinin 15.06.2012 Tarih, 2012/24 Esas, 2012/95 K, karar sayılı kararında ölçülülük ... Eylem ile yaptırım arasında adil bir dengenin bulunması, hukuk devleti ilkesinin gereğidir . Eylem ile yaptırım arasında bulunması gereken adil dengenin kurulabilmesi için bunun ölçülülük ilkelerinden olan Elverişlik ilkesi, öngörülen yaptırımın ulaşlılmak istenen amaç için elverişli olmasını, zorunluluk ilkesi, öngürülen yaptırımın ulaşılmak istenen amaç bakımından zorunlu olmasını ve ‘orantılılık ilkesi ise öngörülen yaptırım ile ulaşılmak istenen amaç arasında olması gereken orantıyı ifade etmektedir. şeklinde açıklanmıştır. Anayasa Mahkemesi, 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanununun 48. maddesinin altıncı fıkrasında yer alan ...sürücü belgeleri süresiz olarak geri alınır. ibaresinin, Anayasaya aykırı olduğu savıyla yapılan iptal başvurusunu incelerken Yasakoyucu, kamu düzeninin korunması amacıyla ceza hukuku alanında düzenleme yaparken Anayasaya ve ceza hukukunun temel ilkelerine bağlı kalmak koşuluyla toplumda hangi eylemlerin suç sayılacağı ve suç sayılan bu eylemlerin hangi tür ve ölçüde cezai yaptırıma bağlanacağı konusunda anayasal sınırlar içinde takdir yetkisine sahiptir. Bu yetki, idari yaptırımlar bakımından da geçerlidir. Bu bağlamda hukuk devletinde, ceza hukuku alanında olduğu gibi idari yaptırımlara ilişkin düzenlemelerde de kuralların, önleme ve iyileştirme amaçlarına uygun olarak ölçülü, adil ve orantılı olması gerekir. Ceza hukuku alanında olduğu gibi hak yoksunluğu getiren diğer düzenlemelerde de hukuka aykırı eylem ile yaptırım arasında adalet ve hakkaniyet ilkelerine uygunluk bulunmalıdır. demiş, açıklanan nedenlerle ölçülü görmediği kuralı, Anayasanın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti ilkesine aykırı görerek iptal etmiştir. Başka bir davada Mahkeme ...Ölçülülük ilkesiyle devlet, cezalandırmanın sağladığı kamu yararı ile bireyin hak ve özgürlükleri arasında adil bir dengeyi sağlamakla yükümlüdür. Askeri disiplinin tesisinde zafiyeti önlemek amacıyla getirilen kural ve gerekçesi dikkate alındığında, belirli suçlar açısından askeri disiplinin tesisinin suçluların yalnızca hapis cezasıyla cezalandırılmalarıyla sağlanabileceği şeklinde bir yaklaşımın benimsendiği görülmektedir. Yasa koyucunun, 1632 sayılı Kanunda erteleme kapsamı dışındaki suçları belirlerken suçların niteliğini, işleniş şekillerini, ağırlığını, askeri disiplin üzerindeki etkisini, öngörülen ceza miktarlarını ve suçla korunan hukuki yarar gibi etkenleri gözeteceği açıktır. Oysa itiraz konusu kuralla erteleme kapsamının dışında tutulan suçlar arasında savaş ve seferberlik halinde işlenen suçlar ile ceza üst sınırı on yıl hatta müebbet hapis cezası olanlarla birlikte cezası çok hafif olan suçlar da bulunmaktadır. Bu yaklaşım daha hafif suçlar açısından, suçla yaptırım arasında olması gereken adil dengenin, çağdaş ceza hukukundaki ceza ve ceza yerine uygulanabilecek olan alternatiflerin ve cezanın şahsileştirilmesi ilkesinin göz ardı edildiğini göstermektedir. Bu durumda, izin tecavüzü suçunun ağırlığı, düzenleniş amacı ve askeri disiplin üzerindeki etkisi dikkate alındığında itiraz konusu kuralın, kamu yararı ile bireyin hak ve özgürlükleri arasındaEsas Sayısı : 2015/54 Karar Sayısı : 2015/83 2 adil bir denge oluşturamadığından ölçülülük ilkesine ve dolayısıyla hukuk devleti ilkesine aykırılık oluşturduğu açıktır. Açıklanan nedenlerle, itiraz konusu kural ‘izin tecavüzü suçu yönünden Anayasanın 2. maddesine aykırıdır. İptali gerekir. gerekçesi ile, ilgili yasal düzenlemeyi iptal etmiştir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemeside, orantılılık incelemesi yaparken; Mahkeme içtihatlarında orantılılık değerlendirilmesinde şu hususların dikkate alındığı görülmektedir: Yapılan sınırlamaya ilişkin gerekli ve yeterli nedenler verilmiş mi? Daha az sınırlayıcı bir önlem mevcut muydu? Karar verilirken usulü açıdan adil bir prosedür gözetilmiş mi? Kötüye kullanmaya karşı koruyucu önlemler bulunuyor mu? Söz konusu sınırlama hakkın temelini zedeliyor mu? Sorularının yanıtlarını aramaktadır. Somut davada uygulanması istenen yasa maddesinin yaptırımı da, yukarıdaki orantısızlık tanımına uymaktadır. TCK 86/1 2..maddesi uyarınca başkasını kasten yaralama suçunun adli para cezası seçenek yaptırımına tabi tutulduğu, hatta eğer TCK 86/3. maddesinde sayılan özel koşullar oluşmamış ise, mağdurun şikayetten vazgeçmesi halinde basit yaralama suçundan açılan kamu davasının düşeceği öngörülmüştür. Oysa, fail eğer kasten yaralamak yerine, mağduru kasten yaralamak ile tehdit etse, hakkında TCK 106/1. maddesi hükümleri uygulanıp, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılmasına karar vermek gerekecek, üstelik şikayetten vazgeçilse bile dava düşmeyecektir. Bir başka söylemle; mevcut yasal düzenlemeler karşısında, eğer fail, mağduru basit tıbbi müdahale ile giderilebilecek ölçüde, silah kullanmaksızın yaralamışsa, mağdurun şikayetçi olması şartı ile sanık hakkında TCK 86/2, 52. maddeleri uyarınca, 5 gün karşılığı 100 (yüz) TL adli para cezası ile cezalandırılmasına karar verilebilecek, Ancak; yaralamak yerine onu yaralayacağından bahisle tehdit ederse, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılacaktır. Son durumda, şikayetten vazgeçme halinde bile dava düşmeyecektir. Bu durum, Anayasanın 2 ve l3. maddelerinde düzenlenen adalet, ölçülülük ve dolayısıyla hukuk devleti ilkeleriyle bağdaşmadığından, ilgili yasa hükümünün iptali istemiyle Anayasa Mahkemesine başvuru yapma zorunluluğu doğmuştur. Yukarıda anlatılan gerekçelerle, 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 106/1 maddesi ve fıkrasında belirtilen suç yönüyle ceza yaptırımının alt sınırına ilişkin olarak 6 aydan ibaresinin İPTALİNE karar verilmesi için dosyanın içerisinde bulunan iddianame ve duruşma tutanağı ile gerekli belgelerinin Anayasa Mahkemesine gönderilmesine 30/04/2015 tarihinde karar verildi.
802
Esas Sayısı : 1997/3 Karar Sayısı : 1997/2 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Danıştay Beşinci Dairesi'nin başvuru kararı şöyledir: "Sanayi ve Ticaret Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname ile Sanayi ve Ticaret Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında 13.12.1983 tarihli ve 185 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin Bazı Hükümlerinin Değiştirilmesine Dair Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulüne Dair (494 sayılı KHK.'nin 1. maddesi ile değişik: Sanayi ve Ticaret Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun) 3143 sayılı Kanunun dava konusu Tüzüğün dayanağını oluşturan, "Teftiş Kurulu Başkanlığı" başlıklı 18. maddesinde "Teftiş Kurulu Başkanlığı, Bakanın emri veya onayı üzerine Bakan adına aşağıdaki görevleri yapar: a) Bakanlık Teşkilatı ile Bakanlığa bağlı ve ilgili kuruluşların her türlü faaliyet ve işlemleriyle ilgili olarak teftiş, inceleme ve soruşturma işlerini yürütmek, b) Bakanlığın amaçlarını daha iyi gerçekleştirmek, mevzuata, plan ve programa uygun çalışmasını temin etmek maksadıyla gerekli teklifleri hazırlamak ve Bakana sunmak, c) Özel kanunlarla verilen diğer görevleri yapmak. Teftiş Kurulu ve müfettişlerin görev, yetki ve sorumlulukları ile çalışma usulleri tüzükle düzenlenir." hükmüne yer verilmiş; anılan maddenin birinci fıkrasının birinci cümlesi, 9.9.1993 günlü, 21693 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 10.8.1993 tarihli, 494 sayılı KHK'nin 6. maddesi ile değiştirilerek "Teftiş Kurulu, Teftiş Kurulu Başkanının yönetiminde Sanayi Müfettişleri ile Ticaret Müfettişlerinden oluşur ve Bakanın emri veya onayı üzerine, Bakan adına aşağıdaki görevleri yapar." şeklini almış olup, bu düzenleme sonucunda önceki metne göre Bakanlık Müfettişleri olanlar bundan böyle Sanayi Müfettişleri ve Ticaret Müfettişleri olarak ikiye ayrılmış ve sözkonusu değişikliğe paralel olarak düzenlenen "Sanayi ve Ticaret Bakanlığı Teftiş Kurulu Tüzüğü" Danıştay incelemesinden geçerek 14.7.1994 günlü, 94/5799 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile kabul edilmiş ve 31.8.1994 günlü, 22037 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe konulmuş bulunmaktadır. Dava konusu edilen Tüzüğün dayanağını oluşturan 3143 sayılı Yasanın 18. maddesini değiştiren 494 sayılı "3143 ve 657 sayılı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname"nin dayanağı olan 24.6.1993 günlü, 3911 sayılı "Memurlar ve Diğer Kamu Görevlileri Hakkında Bazı Kanunlar ile Teşkilat Kanunlarında Değişiklik Yapılmasına Dair Yetki Kanunu"nun tümünün iptali yolunda Anayasa Mahkemesince Anamuhalefet Partisinin Türkiye Büyük Millet Meclisi Grubu Adına Grup Başkanının başvurusu üzerine verilen 16.9.1993 günlü, E:1993/26, K:1993/28 sayılı iptal kararı 8.10.1993 günlü, 21722 sayılı Resmi Gazetede yayımlanmış olup; iptal hükmünün yürürlüğe gireceği tarih konusunda ayrık bir hükme yer verilmediğinden anılan kararın yayımı tarihinde yürürlüğe girdiği anlaşılmaktadır. 3143 sayılı Yasanın bakılan davada uygulanacak kural niteliğini taşıyan ve metni yukarıya alınan 18. maddesinin birinci fıkrasının birinci cümlesini değiştiren 494 sayılı KHK'nin 6. maddesi Dairemizce yapılan incelemede aşağıda yazılı nedenlerle Anayasaya aykırı görülmüştür.Esas Sayısı : 1997/3 Karar Sayısı : 1997/2 2 Anayasa Mahkemesinin anılan kararında da belirtildiği gibi: "Anayasanın 7. maddesinde, yasama yetkisinin Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisine ait olduğu ve bu yetkinin devredilemeyeceği; 8. maddesinde, yürütme yetkisi ve görevinin Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından Anayasa ve kanunlara uygun olarak kullanılacağı ve yerine getirileceği; 9. maddesinde ise, yargı yetkisinin bağımsız mahkemelerce kullanılacağı belirtilmiştir. Böylece egemenliğin kullanılmasında yetkili organlar belirlenmiş ve kuvvetler ayrımı Anayasa'nın temel ilkesi olarak kabul edilmiştir. Bu ilke, Türkiye Cumhuriyetinin, Anayasanın 2. maddesinde sayılan ve Başlangıç'ta belirtilen temel ilkelere dayalı demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti niteliklerinin de dayanağıdır. Anayasa'nın Başlangıç Bölümünde belirtildiği gibi kuvvetler ayrımı, Devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, belli Devlet yetkilerinin kullanılması ve bununla sınırlı uygar bir işbölümü ve işbirliğidir; üstünlük, ancak Anayasa ve yasalardadır. Yetki Yasası ve KHK'lerle ilgili hükümler Anayasa'nın 87. ve 91. maddelerinde yer almıştır. 87. maddede, Bakanlar Kuruluna "belli konularda" KHK çıkarma yetkisinin verilmesi, T.B.M,M.'nin görev ve yetkileri arasında sayılmış; 91. maddede ise, KHK çıkarılmasına yetki veren yasada bulunacak ögeler belirtilmiştir. Buna göre, yetki yasasında, çıkarılacak KHK'nin amacının, kapsamının, ilkelerinin, kullanma süresinin ve süresi içinde birden fazla kararname çıkarılıp çıkarılamayacağının gösterilmesi zorunludur. (....)" "(....) KHK çıkarılmasına yetki verilmesi, yasama yetkisinin devri değil, yalnızca Yasama Organının yetki yasasında belirlediği konu, amaç, kapsam ve ilke sınırları içerisinde düzenleme yetkisinin yürütme organınca kullanılmasıdır. Anayasa'nın 11. ve 153. maddelerinde öngörülen "Anayasa'nın bağlayıcılığı ve üstünlüğü" ile "Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığı" ilkeleri gözönüne alındığında, bir yetki yasasının Anayasa'ya uygun görülebilmesi, Anayasa'daki öge ve ölçütlere Anayasa Mahkemesi kararlarıyla getirilen yorumlar çerçevesinde uygun olmasıyla olanaklıdır." KHK'ler işlevsel yönden yasama işlemi niteliğinde olduklarından, yargısal denetimlerinin yapılması görev ve yetkisi de Anayasa Mahkemesine ait olup; Anayasanın 148., 150., 151., 152. ve 153. maddelerine göre, KHK'lerin Anayasaya biçim ve esas bakımlarından uygunluğunun Anayasa Mahkemesi'nce denetleneceği kuşkusuzdur. Bakılan davada uygulanacak kural niteliğini taşıyan 494 sayılı KHK'nin dayanağını oluşturan 3911 sayılı Yetki Yasası, Anayasa'nın Başlangıç bölümünün altıncı fıkrası ile 2., 7., 87., 91. ve 153. maddelerine aykırı bulunarak Anayasa Mahkemesinin 16.9.1993 günlü, E:1993/26, K:1993/28 sayılı kararıyla iptal edilmiş olup; Anayasa'ya aykırılığı saptanan ve iptaline karar verilen yetki yasasına dayanan KHK'lerin de, Anayasa'nın Başlangıcındaki "Hiçbir kişi ve kuruluşun bu Anayasa'da gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı", 2. maddesindeki "Hukuk Devleti", 6. maddesindeki "Hiç kimse veya organ kaynağını Anayasa'dan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz" ilke ve kurallarıyla, KHK çıkarma yetkisine ilişkin 91. maddesi hükmüyle bağdaştırılmasına olanak bulunmadığından, anılan 494 sayılı KHK'nin de Anayasa'ya aykırı olduğu açıktır.Esas Sayısı : 1997/3 Karar Sayısı : 1997/2 3 Aynı Yetki Yasasına dayanılarak çıkarılmış bulunan 501 sayılı KHK'nin iptali yolunda Anayasa Mahkemesince verilen ve 10.11.1993 günlü, 21754 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 6.10.1993 günlü, E:1993/32, K:1993/32 sayılı kararda yer alan hukuksal gerekçeler Dairemizce de aynen benimsendiğinden burada yinelenmesine gerek bulunmadığı ve anılan karara yollama yapılmasıyla yetinilmesinin uygun ve yeterli olacağı görüşüne varılmıştır. Açıklanan nedenlerle ve bir davaya bakmakta olan mahkemenin, o dava sebebiyle uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasa'ya aykırı görmesi durumunda bu yoldaki gerekçeli kararı ile Anayasa Mahkemesine başvurması gerektiğini düzenleyen 2949 sayılı Yasanın 28. maddesinin 1. fıkrası gereğince 494 sayılı KHK'nin 6. maddesi ile değiştirilen 3143 sayılı Yasanın 18. maddesinin birinci fıkrasının birinci cümlesinin iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, dosyada bulunan ilgili belgelerin onaylı birer örneğinin Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davanın geri bırakılmasına, 30.9.1996 tarihinde oybirliği ile karar verildi.""
959
Esas Sayısı : 2016/155 Karar Sayısı : 2016/147 1 Anayasaya Aykırılığın Değerlendirilmesi 1 Anayasa Mahkemesi kararlarında da belirtildiği gibi, Anayasanın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık, yasaların üstünde, yasa koruyucunun uyması gereken Anayasa ve temel hukuk ilkelerinin bulunduğu bilincinde olan devlettir. Sosyal hukuk devleti de, insan haklarına dayanan, kişilerin huzur, refah ve mutluluk içinde yaşamalarını güvence altına alan, kişi hak ve özgürlükleriyle kamu yararı arasında adil bir denge kurabilen, çalışma hayatını geliştirmek ve ekonomik önlemler alarak çalışanları koruyan, onların insan onuruna uygun hayat sürdürmelerini sağlayan, milli gelirin adalete uygun biçimde dağıtılması için gerekli önlemleri alan, sosyal güvenlik hakkını yaşama geçirebilen, güçsüzleri güçlüler karşısında koruyarak sosyal adaleti ve toplumsal dengeleri gözeten devlettir. Sosyal hukuk devletinin somut göstergelerinden biri sosyal güvenlik hakkıdır. Niteliği itibarı ile ekonomik ve sosyal bir hak olarak sosyal güvenlik hakkı, devlete bu hakkı hayata geçirmek için gereken tedbirleri almak ve teşkilatı kurmak gibi bir yükümlülük yükler. Sosyal güvenlik hakkı, pozitif statü hakları arasında yer alır ve bu anlamda insanlar için bir hak, devletler için ise bir ödev, bir yükümlülüktür. Pozitif statü hakları, bireylere devletten olumlu bir davranış, bir hizmet, bir yardım isteme imkanını tanıyan haklardır. Şu halde devlet, toplumda yaşayan bireylere ekonomik destek sağlamak, toplumu genel olarak risk kabul edilen iş kazası, hastalık, yaşlılık, maluliyet, işsizlik gibi olaylara ve olgulara karşı korumak ve toplumda yaşayan herkesin kişiliğinin gelişmesini sağlamak için kanuni düzenlemeleri yapmak ve herkesin sosyal güvenliğini sağlayacak tedbirleri almakla yükümlüdür. Anayasa Mahkemesi sosyal güvenlik hakkı ile sosyal hukuk devleti arasındaki ilişkiyi kararlarında sık sık vurgulamaktadır; Bireylere gelecekte karşılaşacakları sosyal riskler karşısında yoksulluğa düşmemeleri için asgari ölçüde bir yaşam düzeyi sağlamakla yükümlüdür; Sosyal güvenlik, sosyal riskler (işsizlik gibi) karşısında asgari yaşam düzeyinin sağlanmasını amaçlar.(29.5.2008 T., 2002/45 E., 2008/109 K. RG, 06.11.2008, 27046).; Sosyal güvenlik, bireylerin istek ve iradeleri dışında oluşan sosyal risklerin kendilerinin ve geçindirmekle yükümlü oldukları kişilerin üzerlerindeki gelir azaltıcı ve harcama artırıcı etkilerini en aza indirmek, ayrıca sağlıklı ve asgari hayat standardını güvence altına alabilmektir 17.4.2007 T., 2003/81 E., 2007/50 K. RG, 09.11.2007,26695) 6308 sayılı Yasa ile getirilen ikinci eczacı çalıştırma yükümlülüğü, bu anlamda devletin sosyal güvenliği sağlayacak tedbirlerinden değil bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır. Devlet, çalışma alanını düzenlerken zorlayıcı değil, teşvik edici olmalıdır. Eczacılara istihdam oluşturmak için sadece belli bir ciroyu aşan eczacılara ikinci eczacı çalıştırması zorunluluğu getirilmesi, tedbir değil zorlamadır. Bir kısım bireylere gelecekte karşılaşacakları sosyal riskler karşısında yoksulluğa düşmemeleri için asgari ölçüde bir yaşam düzeyi sağlamaya çalışırken diğer bir kesimin bunun yükünü çekmek zorunda bırakılması devletin sosyal güvenlik yükümlülüğünü yerine getirdiği anlamına gelmez. Serbest eczanelerde reçeteEsas Sayısı : 2016/155 Karar Sayısı : 2016/147 2 sayısı ve/veya ciro gibi kriterlere göre belirlenen sayıda ikinci eczacı çalıştırılması zorunluluğu, kişinin istemediği birisiyle çalışmak zorunda bırakılarak maaş ödeme yükümlülüğü Anayasanın 48. maddesine, Anayasanın 60. maddesiyle Devlete verilen sosyal riskler (işsizlik gibi) karşısında asgari yaşam düzeyinin sağlanması ödevinin bir kısım eczacılara yüklenmesi, Anayasanın 60.maddesine aykırıdır. Beri taraftan olayın tersinden bakıldığında da bir önceki yılın ciro verilerine göre ikinci eczacıyı çalıştırmak zorunda olan serbest eczacıların da, o yılki cirosunun düşmesi halinde, çalışmaya başlamış ikinci eczacının bir sonraki sene işten çıkarılmaları söz konusu olacaktır. İptali istenen Yönetmeliğin 16.maddesi hükmüne göre; 2015 yılına ait cirosu üç milyon TL. olan bir serbest eczacı, ikinci bir eczacıyı çalıştırmak zorunda olup otuz gün içinde işe başlatmak ve İl Sağlık Müdürlüğüne bildirmek zorundadır. Şayet eczacı bundan imtina ederse, ruhsatının otuz gün süreyle askıya alınacağı, hatta verilen otuz günlük süre sonunda da ikinci eczacıyı işe başlatmazsa sonunda ruhsatının süresiz askıya alınacağını bilen ve iş yerinin kapanmasını istemeyen serbest eczacı, ikinci bir eczacıyı işe başlatmak zorunda kalacak, prosedüre uyarak durumun bilgisini verecek ve Yönetmelikte öngörülen ücretten aşağı olmamak üzere ikinci eczacıyı çalıştırmaya başlayacaktır. 2016 yılına gelindiğinde serbest eczacının cirosunun farklı değişkenler nedeniyle Kurumun güncellediği ciro miktarından aşağı düştüğünü varsaydığımızda da 2017 yılında artık serbest eczacının kanunla öngörülmüş olan ikinci eczacı çalıştırmak zorunluluğu ortadan kalkmış olacaktır. Bu durumda ikinci eczacı olarak işe başlamış ve hayatını bu işe göre kurgulamış eczacının işten çıkarılması karşısında, tekrar iş arama, tekrar düzen kurma sıkıntıları baş gösterecektir. Bu durumda da ikinci eczacının sosyal güvenlik hakkının hayata geçirildiğinden ve iş güvenliği hakkından bahsedilemeyecektir. Ayrıca bu durum, hukuk devleti ilkesinin önkoşullarından biri olan, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasa düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılan hukuk güvenliği ilkesine de aykırılık oluşturacaktır. Bir başka husus da 6308 sayılı Kanunun hem genel gerekçesinde hem de madde gerekçesinde, ülkemizde eczane sayısının fazla, eczacı sayısının yetersiz olduğu vurgulanmakta, ancak eczacı istihdamının arttırılmasından bahsedilmektedir. Eczacı sayısı ülkemizde yetersiz ise eczacıların istihdamının arttırılması maksadı ile ikinci eczacı olarak çalıştırılmak istenilmeleri, kanunun gerekçesinde kendi içinde çelişmektedir. II) Anayasanın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyetinin Başlangıçla belirtilen temel ilkelere dayanan bir Devlet olduğu vurgulanmış, 176. maddesi ile Anayasa metni içinde olduğu açıklanan Başlangıç bölümünde ise, kuvvetler ayrımı ilkesine yer verilmiştir. Bu ilke gereği yasama, yürütme ve yargı, bu yetkileri kullanacak organlar olarak belirlenmiş; Anayasanın 7. maddesinde; Yasama yetkisinin Türkiye Büyük Millet Meclisince kullanılacağı ve devredilemeyeceği kurala bağlanmıştır. Bu kural karşısında, Anayasada yasayla düzenlenmesi öngörülen konularda yürütme organına genel ve sınırları belirsiz bir düzenleme yetkisinin verilmesi olanaklı değildir. Yürütmenin düzenleme yetkisi, sınırlı, tamamlayıcı ve bağımlı bir yetkidir. Bu nedenle, Anayasada öngörülen ayrık durumlar dışında, yasalarla düzenlenmemiş bir alanda, yasa ile yürütmeye genel nitelikte kural koyma yetkisi verilemeyeceği açıktır.Esas Sayısı : 2016/155 Karar Sayısı : 2016/147 3 Yürütme organına düzenleme yetkisi veren bir yasa kuralının Anayasanın 7. maddesine uygun olabilmesi için, temel ilkeleri koyması, çerçeveyi çizmesi, sınırsız, belirsiz, geniş bir alanı yönetimin düzenlemesine bırakmaması gerekmektedir. Temel kuralları koymadan, ölçüsünü belirlemeden ve sınırları çizmeden, yürütmeye düzenleme yetkisi veren bir kuralın, Anayasanın 7. maddesine aykırı düşeceğinde kuşku bulunmamaktadır. Yasa ile yetkilendirme, Anayasanın öngördüğü biçimde yasa ile düzenleme anlamına gelmeyeceği gibi, yasa koyucu, gerektiğinde sınırlarını belirlemek koşuluyla bazı konuların düzenlenmesini idareye bırakabilir. Anayasanın 2. maddesindeki hukuk devleti ilkesi de 7. maddenin bu şekilde değerlendirilmesini ve uygulamaya geçirilmesini gerektirir. 6197 sayılı Kanununun 5. maddesinin 10. fıkrasında yer alan düzenlemeye bakıldığında ise, yardımcı eczacı ve ikinci eczacı çalıştırılmasına yönelik usul ve esasları belirleme, bu konuda düzenleme yapma yetkisinin bütünüyle yürütme organına bırakıldığı görülmüştür. Yasama organı tarafından, çerçevesi çizilmeden, ilk defa uygulamaya konulacak belirsiz ve geniş bir alanı düzenleme yetkisinin yürütme organına bırakılması, Anayasanın 13. ve 20. maddelerine aykırı olduğu gibi, yasama yetkisinin devredilemeyeceğine ilişkin Anayasanın 7. maddesine ve sonuçta Anayasanın 2. maddesindeki hukuk devleti ilkesine aykırı bulunmaktadır. III Çalışma hakkı, sözleşme hürriyeti ve özel teşebbüs kurma serbestiyeti temel hak ve özgürlükler arasında sayıldığından, Anayasanın 13. maddesi uyarınca bu hakların kullanımına getirilen sınırlamaların, her türlü keyfilikten uzak, objektif ve ölçülü olması, özel sektör tarafından sunulan bu hizmetlerin sunumuna getirilen kısıtlamalarla güdülen kamu yararı ile kişisel hak ve menfaatler arasında adil bir denge gözetilmesi, getirilen kural ve kısıtlamaların, hakkın özünü zedelemeyecek, yani çalışma hakkı, sözleşme hürriyeti ve özel teşebbüs kurma serbestiyetini güçleştirmeyecek, halihazırda çalışan kişilerin kazanılmış haklarını kullanmalarını engellemeyecek düzeyde olması gerekmektedir. İkinci eczacı ve yardımcı eczacıyı çalıştırmak zorunda olan serbest eczaneler için söz konusu yasal düzenleme ile Anayasa ile teminat altına alınmış çalışma ve sözleşme hürriyeti çiğnenmiş olmaktadır. Şöyle ki; Kanun gereği, serbest eczane açmak isteyen yeni mezun olmuş bir eczacının en az bir yıl hizmet sözleşmesine bağlı olarak mesul müdür eczacı ile birlikte yardımcı eczacı olarak çalışmak zorunluluğu olduğu kadar, kendisine müracaat edilen ya da Bölge Eczacı Odası tarafından Kurumca belirlenen limitin üzerinde olan eczaneler arasından seçilen serbest eczacının da yardımcı eczacıyı çalıştırmak zorunluluğu bulunmaktadır. Aynı şekilde kriteri tutan serbest eczacı da ikinci eczacıyı çalıştırmak zorundadır. Bu durumda yardımcı eczacı ve ikinci eczacı için çalışma hakkı, onları çalıştıracak serbest eczacılar için sözleşme hürriyetini ortadan kaldırmaktadır. Nitekim ikinci eczacıyı ve Bölge Eczacı Odasının yerleştirme yaptığı yardımcı eczacıyı çalıştırmak zorunda olan serbest eczacıya, sözleşme yapıp yapmama, süresini belirleme serbestisi ve sözleşmenin tarafını seçme hakkı tanınmamaktadır. En az bir yıl müddetle aynı mekanda ve kesintisiz birlikte çalışacağı insanı seçmeden, süresini belirlemeden sözleşme yapmak zorunda bırakılmaktadırlar. Bu sebeple söz konusu yasal düzenleme, çalışma ve sözleşme hürriyetine aykırı olup, çalışma hürriyetine getirilen bu sınırlama hakkın özünü ortadan kaldıracak nitelikte olup, kamu yararı ile kişisel hak ve menfaatler arasında adil bir denge oluşturmadığından, ölçülülük ilkesine de aykırıdır.Esas Sayısı : 2016/155 Karar Sayısı : 2016/147 4 Yardımcı eczacılık kavramının getirildiği 6308 sayılı Kanunun gerekçesinde, gerek hizmet sunumu gerekse eczacı istihdamını artırmak ve yeni mezun eczacıların eczane açmadan önce eczane hakkında bilgi ve mesleki deneyim edinmelerini sağlatmak amacı ile yardımcı eczacı çalıştırılması düzenlemesi getirildiği ifade edilmiştir. Sözleşme hürriyeti en geniş anlamda temel yasalardan olan Türk Borçlar Kanununda düzenlenmiştir. Kanunun 26. maddesinde Taraflar, bir sözleşmenin içeriğini kanunda öngörülen sınırlar içinde özgürce belirleyebilirler. hükmüne yer verilmiştir. Kişilerin emredici kurallara, ahlaka, kamu düzenine, kişilik haklarına aykırı olmadıkça her konuda sözleşme yapıp yapmamakta karar verme serbestisi olarak ifade edilen ve Borçlar Hukukuna hakim olan sözleşme serbestisi ilkesi uyarınca, kanuni sınırlamalara uyulmak kaydıyla kişinin dilediği kişiyle, istediği içerik ve şekilde sözleşme yapabileceği tartışmasızdır. Anayasanın 13. maddesine göre temel hak ve özgürlükler ancak, Anayasanın özüne ve ruhuna uygun olarak, Yasa ile sınırlanabilir. Anayasanın temel insan hak ve hürriyetlerinden olan çalışma hürriyetinin, Yasa ile sınırlanması sırasında da, kamusal gereklilikler ile temel insan hak ve özgürlükleri yönünden ölçülülük ilkesi gözetilerek düzenleme yapılması esastır. Sözleşme özgürlüğü ilkesini sınırlandıran durumlardan birisi, Kanunla, bazı hallerde işverene sözleşme yapma zorunluluğunun getirilmesidir. 4857 sayılı İş Kanunu, özel ve Devlete ait belli koşulları taşıyan işyerlerinde belirtilen oranlarda engelli ve eski hükümlü çalıştırma yükümlülüğü getirmektedir. Kanunla getirilen yükümlülüğün, engelli ve eski hükümlü olmalarından dolayı çalışma hayatında dezavantajlı konumda olan kişilerin, çalışma hayatına kazandırılarak insan onuruna yaraşır hayat sürmelerini amaçladığından, Anayasanın 2. maddesindeki sosyal devlet ilkesinin bir sonucu olduğu söylenebilir. Ancak sadece istihdamın arttırılması saikiyle reçete ve/veya kriteri tutan serbest eczacının asgari ücretin üç katından aşağı olmamak üzere ücret ödemek zorunda bırakılarak, ikinci eczacı çalıştırılmasının korunmaya üstün bir kamu yararı olduğu söylenemez. Aynı şekilde yardımcı eczacı ve ikinci eczacı için ödenecek ücretin alt sınırının belirlenmesi de sözleşme serbestisine aykırıdır. Bu sebeple 6197 sayılı Kanunun iptali istenen hükümleri Anayasanın 48. maddesindeki çalışma ve sözleşme hürriyetine aykırı bulunmaktadır. Açıklanan nedenlerle, bir davaya bakmakta olan mahkemenin, o davada uygulanacak bir kanun hükmünü Anayasaya aykırı görmesi durumunda, bu kanaatini içeren gerekçeli kararı ile Anayasa Mahkemesine başvurması gerektiğini düzenleyen 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 40.maddesinin 1. fıkrası gereğince, 6197 sayılı Kanunun 5. maddesinin 8., 9. ve 10. fıkralarının Anayasanın 2., 7., 13., 60., 48. ve 49. maddelerine aykırı olduğu kanısına ulaşılması nedeniyle Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, dosyada bulunan belgelerin onaylı bir örneğinin Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine, 6197 sayılı Kanunun 5. maddesinin 8. ve 9. fıkraları yönünden oyçokluğu, anılan maddenin 10. fıkrası yönünden oybirliğiyle 18.05.2016 tarihinde karar verildi.
1,757
Esas Sayısı:1970/41 Karar sayısı:1971/37 1 "... I İPTAL DAVASININ GEREKÇESİ : Dâva dilekçesinde iptal nedenleri şöylece açıklanmaktadır : l Usul bakımından : A Anayasamızın 155. maddesi : "Anayasanın değiştirilmesi hak kındaki tekliflerin ivedilikle görüşülemiyeceği" hükmünü vazetmiş ve bu maddenin ikinci fıkrası "Anayasanın değiştirilmesi hakkındaki tekliflerin görüşülmesi ve kabulü 1. fıkradaki kayıtlar dışında, kanunların görüşülmesi ve kabulü hakkındaki hükümlere tabidir" demek suretiyle, birinci fıkradaki "ivedilikle görüşülemez" hükmünü perçinlemiştir. Bu da pek tabiîdir. Anayasa değişikliği bir milletin hayatında son derece önemli ağırlığı olan bir mesele teşkil eder. Gerek değiştirme tekliflerinde, gerekse değiştirme isteğinin kabulünde vasıflı çoğunlukların aranmış olması gibi tekliflerin ivedilikle görüşülmesinin önlenmiş olması da, bu ağırlıktan, bu önemden ileri gelmektedir. İstenmiştir ki, Anayasa değiştirilirken, milletvekilleri ve senatörler salimen düşünmek, teklifi gerçeklerin ve toplumun menfaatleri mihengine vurmak suretiyle değerlendirmek imkân ve fırsatına malik bulunsunlar; ve bu maksatla Anayasa değişiklikleri hakkındaki teklifler mutlaka iki müzakereye tabi olsun, T.B.M.M. içtüzüğünün 106. maddesi ise, "İkinci müzakere, birinci müzakereden ancak 5 gün geçtikten sonra gündeme alınır" demektedir. Oysa Anayasamızın 73. maddesini değiştiren ve geçici bir maddeyi yürürlüğe koyan teklif, Millet Meclisinde olsun, Cumhuriyet Senatosunda olsun bu müddete riayet edilmeksizin müzakere ve kabul edilmiştir. Her ne kadar içtüzüğün 76. maddesi hükümet veya ilgili komisyonun gerekçeli isteği üzerine ikinci müzakerenin 5 günden önce yapılabileceğini yazmakta ise de, Anayasamızın 155. maddesinin ruhu muvacehesinde bu yolun tutulması caiz değildir. Zira iki görüşme arasındaki müddetia kısaltılması hali, aslında ivedilik istenmesine muadil bir durum yaratmaktadır. Teklifin iki kere görüşülmesi, bir şekil meselesi olarak mütalaa edilemez Anayasa değişikliği gibi hayatî bir konuda ivedilik istenemiyeceği hakkındaki Anayasa hükmü, milletvekili ve senatörlerin konuyu enine boyuna düşünmek, değerlendirmek için gerekli zamana malik olmalarım sağlamak amacıyla sevkedilmiştir. İki müzekkerenin birbirini takip eden birleşimlerde yapılması ise, bu düşünce süresini asgariye indirmek suretiyle, dolambaçlı yoldan ivedilikle görüşülme sonucunu doğurmaktadır. Binaenaleyh Anayasa değişikliklerinin peşin bir kararla birbirini hemen takip eden birleşimlerin gündemine alınması, Anayasa'mızın 155 inci maddesinin ruhuna, hatta açık lâfzına aykırıdır. İçtüzüğün 76 ncı maddesinin uygulanması pek istisnaî olarak ve zaruret bulunması halinde ancak mümkün olabilir. Değiştirme teklifi gündeme alındıktan ve l inci müzakeresi yapıldıktan sonra, önceden kestirilmesi mümkün olmayan bir durum meydana gelir ve hükümet veya ilgili komisyon buna dayanarak, önceden kestirilemeyen olay gerekçesiyle, 5 günlük süreyi kısaltabilir. Oysa bu teklifin müzakeresinde böyle bir durum yoktur, olmamıştır. Teklifin Millet Meclisinde gündeme alındıktan sonra öncelik isteğinin kabulü üzerine ilk müzakeresi 13/4/1970 günü yapılarak, ertesi gün, yani 14/4/1970 günü ikinci müzakeresi tamamlanmış ve teklif kabul edilmiştir. Aynı usulsüzlük Cumhuriyet Senatosunda da yapılmıştır. Birinci müzakere 16/4/1970 de ikinci müzakere de 17/4/1970 de olmuştur. Bu itibarla birinci müzakerenin üzerinden 5 gün geçmeden, ikinci müzakerenin yapılmış olması, Anayasa'mızın 155 inci maddesinin ruhuna ve açık hükmüne aykırıdır. B Gene Anayasa'mız 155 inci maddesinde : "Değiştirme tekliflerinin kabulü, Meclislerin ayrı ayrı üye tamsayılarının üçte iki çoğunluğunun oyuyla mümkündür" der.Esas Sayısı:1970/41 Karar sayısı:1971/37 2 Yüksek Mahkemenizin daha önceki bir dâvayla ilgili olarak verdiği bir kararda belirtildiği gibi bu 2/3 çoğunluğun, kanunun her iki Mecliste ve her iki müzakeresinde, gerek tümü, gerek maddelerinin oylanması sırasında aranması zorunluğu vardır. Oysa bu zorunluluk kanun teklifinin, Millet Meclisinin birinci müzakeresinde tümündeki oylamalarda ve ikinci müzakeresinde maddelerin oylanması sırasında Anayasamızın ruhuna uygun olarak yerine getirilmemiştir. "Kabul edenler, etmiyenler" şeklinde bir işari oyla geçiştirilmek istenmiştir. Gerçi Başkan oylamaya geçilmeden önce verdiği izahatta "kabul edilmiştir" dendiği zaman, bu, "Anayasanın aradığı 2/3 nisap dairesinde kabul edilmiş manasınadır" demiştir. Ancak Meclîs üye tam sayısının üçte iki çoğunluğunun o sırada salonda bulunup "kabul oyu" verdiğinin işari oyla, yani göz karan ile bir bakışta tespitine fiilen imkân yoktur. Tutanaklarda, Senatoca uygulanan usulün aksine, sayım yapıldığı hakkında bir sarahat da yoktur. Bu durumda, "ivedilik" konusunda olduğu gibi dolanbaçlı yoldan; 2/3 çoğunluk ariyan Anayasamızın 155. maddesinin ruhuna ve âmir hükmüne aykırı şekilde teklif kanunlaştırılmıştır. C Teknik yönden bu kanunla ve Yüksek Mahkemenizin daha önce verdiği iptal karan dolayısiyle, bugün halen yürürlükte iki tane geçici 11. madde ortaya çıkmıştır. Anayasa gibi bir milletin hayatında son derece önemli bir mevkii olan bir vesikada böylesine bir zühule her halde yer olmamak gerekir. 2 ESAS BAKIMINDAN : A Anayasamızın 73 ve 74. maddesine açıkça aykırı davranılmıştır. 73. madde çok kesin olarak senatörlerin süresini 6 yıl olarak tespit etmiş; 74. madde ise, seçimlerin ancak "savaş" halinde ve ancak bir yıl geriye bırakılabilmesini hükme bağlamıştır. Oysa adı geçen kanun halen Senatör olan her üç grubun senatörlük müddetlerini neticede l yıl 4 ay uzatmakta, kendilerine 7 yıl 4 ay senatörlük yapma imkânını vermektedir. İleri sürülen gerekçe ne olursa olsun. Anayasamızın 74. maddesinin açık hükmü ve genel esprisi içinde buna cevaz yoktur. B Anayasamız 10., 11, ve 55. maddelerinde herkesin temel hak ve hürriyetlere sahip olduğunu, seçme ve seçilme hakkını tanımış, bu hakların özüne dokunulamıyacağını kabul etmiştir. Oysa bu erteleme kanunu ile vatandaşların bu hakları l yıl 4 ay müddetle geri bırakılmış engellenmiştir. C Anayasamız, 4. maddesinde "hiçbir kimse veya organ, kaynağını Anayasadan almıyan bir devlet yetkisi kulanmaz" demesine rağmen, bu kanunla süresi uzatılan senatörler için, Anayasamızın yukarıdaki maddesine aykırı durum doğmasına yol açılmıştır. D Nihayet, neticede senatörlerin kendi oylarıyle kendi senelerini uzatmalarına ve birer yıl 4 ay daha ödenek ve yolluk almalarına yol açan bu kanun Anayasanın genel esprisine tamamen aykırıdır. Başka hiç bir bakımdan Anayasaya aykırı olması dahi, bu kanunun oy veren senatörlere değil, kendilerinden sonra geleceklere uygulanabilecek bir nitelikte olması gerekirdi. Bu konuda Anayasamızın 82. maddesinin son fıkrası bir örnek olarak gösterilebilir. E Son olarak şunu belirtmek isteriz: Teklif sahiplerince ileri sürülen, ilgili komisyonların raporlarında ve kanunun lehinde bulunan T.B.M.M. üyelerinin konuşmalarında belirtilen gerekçe; bu kanunla sağlanmak istenen maksadın, Anayasanın esprisine uygun olarakEsas Sayısı:1970/41 Karar sayısı:1971/37 3 her yıl seçim yapılmasının önlenmesi ve seçim takviminin 4 yılda bir genel seçim, genel seçimden sonraki ikinci yıllarda da ara seçimi ve senato üçte bir yenileme seçimi yapılacak şekilde düzeltilmesinin sağlanmasıdır. Bu takvimin bozulduğu ve düzeltilmesi gerektiği açıktır. Ancak bunu bozan neden 1963 Ekiminde Senato ara seçimleri yapılacak şekilde C. Senatosu seçim kanununda değişiklik yapılmasının o zaman ihmal edilmiş olmasıdır. Bunda Anayasanın kendisine atfedilecek herhangi bir kusur yoktur. Kanun yolu ile bozulmuş olan seçim takviminin, Anayasamızın 69. maddesinin verdiği imkândan yararlanarak gene kanunla, Anayasayı değiştirmek yoluna gidilmeksizin düzeltilmesi mümkündür. Bu durumda ileri sürülen gerekçenin bir geçerliliği olamaz. Sonuç: Yukarıda ayrıntılariyle belirtilmeye çalışılan ve Yüksek Mahkemenizin incelemesi sırasında günışığına çıkarabileceği diğer nedenler dolayısiyle, Anayasamızın 73. maddesini değiştiren ve geçici bir madde ekliyen 1254 sayılı Kanunun tümünün iptaline karar verilmesini arz ve teklif ederiz."
1,035
Esas Sayısı : 2000/82 Karar Sayısı : 2002/193 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: "l Sanığın eyleminin sabit olması halinde itiraza konu olan kuralın sanık hakkında uygulanması mutlaktır. Çünkü mahkememizce de benimsenen Yargıtay Ceza Genel Kurulu'nun devamlılık arzeden kararları gereğince genel nüfus sayımının yapıldığı sırada iptali istenen 219 sayılı KHK.nin 32. maddesinin 1. fıkrasının 1. cümlesinde açık olarak "Genel nüfus sayımlarında sokağa çıkma yasağı konur..." kuralı konulmuş olup, il veya ilçenin en büyük mülki idare amirinin tespit edeceği zaman dilimi içinde konulan sokağa çıkma yasağı usulünce halka ilan edildiğinde ve bu zaman diliminde sokağa çıkıldığında TCK.nun 526/1. maddesinde düzenlenen yetkili merciilerin emir ve yasaklarına uymamak suçu oluşur. 2 2709 sayılı T.C. Anayasasının;176/1. maddesi delaletiyle başlangıç bölümünde (hükümlerinde) ve 2, 5 ve 6. maddelerinde; Türkiye Cumhuriyeti Devleti Hukuk devleti olup, kimsenin hukuk devleti dışına çıkamayacağı ve üstünlüğün Anayasa ve Kanunlarda olduğu, hiçbir kimsenin veya organın kaynağının Anayasadan almayan bir devlet yetkisini kullanamayacağı, 7. maddesinde; yasama yetkisi ile donatılmış olan T.B.MM'nin yasama yetkisini devredemeyeceği, 11. maddesinde; Anayasa kurallarının tüm kurumları ve kişileri bağlayacağı ve kanunların Anayasa'ya aykırı olamayacağı, 13. maddesinde; temel hak ve hürriyetlerin Anayasa'nın sözüne ve ruhuna uygun olarak kanunla sınırlanabileceği, sınırlamanın da DEMOKRATİK TOPLUM DÜZENİNİN GEREKLERİNE AYKIRI OLAMAYACAĞI, 17. maddesinde; kimsenin insan haysiyeti ile bağdaşmayan bir ceza ve muameleye tabi tutulamayacağı, 22. maddesinde; herkesin haberleşme hürriyetine sahip olduğu ve bunun gizliliğinin esas olduğu, 23. maddesinde; herkesin yerleşme ve seyahat hürriyetine sahip olduğu ve bunun ancak kanunla sınırlanabileceği, 24. maddesinde; herkesin vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine ve ibadet, dini ayin ve tören yapma hakkına sahip olduğu, 38. maddesinde ve genel hüküm niteliğindeki TCK.nun l, 10 ve 29/1. maddelerinde suç ve cezaların kanunla takdir ve tayin edilebileceği, 42. maddesinde; kimsenin eğitim ve öğrenim hakkından yoksun bırakılamayacağı, 49. maddesinde; çalışmanın herkesin hakkı ve ödevi olduğu,Esas Sayısı : 2000/82 Karar Sayısı : 2002/193 2 87. maddesinde; T.B.M.M'nin kanun koyma, kanunu değiştirme ve kanunu kaldırma görev ve yetkisinin olduğunu, 91. maddesinde; T.B.M.M'nin Bakanlar Kuruluna kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi verebileceği ancak sıkıyönetim ve olağanüstü durumlar haricinde Anayasa' nın ikinci ve ikinci bölümlerinde yer alan (ki yukarıda sözü edilen Anayasa'nın 13, 17, 22, 23, 24, 38. maddeleri bu bölümler kapsamındadır) Temel haklar kişi hakları ve ödevleri ile dördüncü bölümde yer alan siyasi haklar ve ödevlerin kanun hükmünde kararname ile düzenlenemeyeceğini, emreden amir kurallardır. 3 Özet olarak belirtilen amir kurallar gereğince temel hak ve hürriyetlerin kısıtlanması ancak kanunla tayin edileceğinden, kanun koyma yetkisi T.B.M.M.'ne ait olduğundan yürütme organı olan Bakanlar Kurulu'nun 21. yüzyıla girdiğimiz 2000 yılında teknik yöntemlerle nüfus sayımını gerçekleştirmesi mümkün iken sırf yerleşim yerlerinin ve ülkemizin genel nüfusunun tespiti amacıyla sayım günü sokağa çıkma yasağı konulması, sayılan vatandaşlar için dahi sokağa çıkma yasağının ilan edilecek zamana kadar devam ettirilmesi ve işbu yasağın devam edeceği sürenin mülki idare amirlerinin (idarenin) takdirine bırakılması, kimi yerlerde sayım günü sokağa çıkma yasağının kaldırılmasının diğer yerlere göre daha erken veya daha geç olabileceği bunun da ülkedeki vatandaşlar ve misafir yabancılar için eşitlik ilkesine aykırı olması ve sokağa çıkma yasağı nedeniyle yasak süresince Anayasa'nın yukarıda belirtilen maddelerinde ve daha nice maddelerinde belirtilen temel hak ve hürriyetlerin kanun yerine, kanun hükmünde kararname ile kısıtlanması hususu kaynağını Anayasa'dan almadığından, bu şekilde düzenleme yapılması Anayasa'nın sözüne ve özüne uygun düşmediğinden, Demokratik toplumlarda basit tedbirler ve masraflarla yapılabilecek bir uygulamanın katı bir şekilde sokağa çıkma yasağı konularak halledilmesi de sözkonusu olamayacağından itiraza konu kural Anayasa'nın sözüne ve özüne aykırıdır. 4 Belirtilen ve Yüksek Mahkemenizce resen nazara alınacak diğer nedenlerle itiraza konu kanun hükmünde kararnamenin 32. maddesinin 1. fıkrasının 1. cümlesinin Anayasa'ya aykırı olması ve yerinde olmaması nedenleriyle Anayasa'nın 152. maddesi gereğince Mahkememizce resen itirazen İPTALİNE karar verilmesi itiraz ve arz olunur.""
601
Esas Sayısı : 2008/93 Karar Sayısı : 2009/41 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçesinin ilgili bölümü şöyledir: "Yargılamaya konu olayda mağdura yönelik eylemi üvey annesinde gerçekleştirebilmesi mümkün olduğuna ve hükmün konuluş amacı Yasanın gerekçesinde "Cinsel istismarın çocukla aralarında belli akrabalık ilişkisi bulunan kişiler tarafından ... gerçekleştirilmesi, daha ağır cezayla cezalandırılmayı gerektirmektedir" cümleleriyle açıklanmış olduğuna göre, yalnızca üvey baba açısından düzenleme yapılmış olması durumu, Anayasa Mahkemesi kararlarında belirtilen kavramlarla ifade etmek gerekirse, Ceza hukukunun genel ilkeleri, ülkenin genel durumu, sosyal hayatın gereksinmelerine göre saptanacak ceza politikası gereği olduğunu, adalet ilkesini gözettiğini, adil kural olduğunu, hakkaniyet ölçütünü gözettiğini ve haklı nedenle cinsiyete dayalı bir ayrımı yansıtan kural olduğunu kabul etmek mümkün olmadığı gibi, yaratılan eşitsizliğin anlaşılabilir, amaçla ilgili makul ve adil olduğunu kabul etmekte mümkün değildir. Bu nedenle hukuk devleti olma ilkesine aykırılık söz konusu olduğu gibi, Bu ayrımın haklı nedenlere dayalı olduğunu kabul etmek de mümkün olmadığından eşitlik ilkesine aykırılık da açıktır. Anayasa Mahkemesinin 23.09.1996 gün ve 1995/15 Esas, 1996/36 Karar sayılı kararında, bu konu şu cümlelerle vurgulanmıştır. "Eşitlik ilkesi, aynı konumda bulunan kadın ve erkeğin yasalar önünde eşit haklara sahip olmasını gerektirir. Kişinin cinsiyeti nedeniyle karşı cinse göre ayrıcalıklı duruma getirilmesi, bu ilkeye aykırı düşer. Cinsiyet, yasa önünde eşitliği engelleyen bir neden olamaz... Kimi kişilerin böyle kurallara bağlı tutulmasında haklı nedenler varsa, yasa önünde eşitlik ilkesine aykırılıktan söz edilemez. Bu nedenle, yaradılış ve işlevsel özelliklerin zorunlu kaldığı ayırımlar haklı bir nedene dayandıkları için eşitliği bozmadıkları halde cinsiyetten başka bir nedene dayanmayan ayırımlar eşitlik ilkesine açık bir aykırılık oluştururlar." Somut olay ve uygulanması gereken normdaki cinsiyete dayalı ayrımın, yaradılış ya da işlevsel özelliklere dayalı olduğu da savunulamayacağına göre eşitlik ilkesine aykırılık açıktır. Bu nedenlerle, 5237 Sayılı Türk Ceza Kanunu'nun 103. maddenin 3. fıkrasında yer alan "üvey baba" sözcüklerinin 103. maddenin 1. fıkra (b) bendi ile bağlantılı olarak Anayasanın 2 ve 10. maddeye aykırı olduğu anlaşılmakla iptali konusunda Anayasa Mahkemesine başvurulmasına ve başvuru sonucunun 5 ay süreyle beklenmesi gerektiği kanısına varılmıştır.""
321
Esas Sayısı : 2009/20 Karar Sayısı : 2010/23 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'ANAYASAYA AYKIRILIK NEDENLERİ: a) İtiraz Konusu Kanun Hükmünün Anlam ve Kapsamı Olaya uygulanacak olan 5525 sayılı Memurlar ile Diğer Kamu Görevlilerinin Bazı Disiplin Cezalarının Affı Hakkında Kanun'un 1. maddesinin 1. fıkrasındaki düzenleme ile 2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanununun 68 inci maddesinin ikinci fıkrasının (e) ve (f) bentlerine göre verilmiş yer değiştirme cezaları ve 69 uncu maddesine göre verilmiş meslekten çıkarma cezaları hariç olmak üzere hâkim ve savcı olanlar hakkında23.4.1999 tarihinden14.2.2005 tarihine kadar işlenmiş fiillerden dolayı verilmiş disiplin cezaları bütün sonuçları ile affedilmiştir. Halen Bilecik Cumhuriyet Savcısı olan davacıya Şebinkarahisar Ağır Ceza Mahkemesinde yargılanması sonucu aldığı ceza nedeniyle verilen yer değiştirme cezası konu itibariyle 5525 sayılı Kanun'un kapsamına alınan disiplin cezaları arasında olmakla birlikte cezaya neden olan fiil 23.4.1999 tarihinden önce işlenmesi nedeniyle zaman itibariyle anılan Kanunun hükmünün kapsamına girmemektedir. 3.9.1999 tarihli ve 23805 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren uygulanma imkanı kalmadığı için 2.5.2007 tarih ve 26510 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 5637 sayılı Kanun'un 1. maddesi ile yürürlükten kaldırılan 4455 sayılı Memurlar ile Diğer Kamu Görevlilerinin Disiplin Cezalarının Affı Hakkında Kanun'un 1. maddesi ile 23 Nisan 1999 tarihinden önce işlenmiş, 2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanununun 68 inci maddesinin (e) ve (f) bentlerine ve 69 uncu maddesinin biriladördüncü fıkralarına göre verilmiş yer değiştirme veya meslekten çıkarma ile mülga 2556 sayılı Hâkimler Kanununun 92 nci maddesinin bir, iki, dört ve altıncı fıkralarına göre verilmiş meslekten çıkarma cezaları hariç olmak üzere hâkim ve savcı olanlar hakkında verilmiş disiplin cezaları bütün sonuçları ile affedilmiştir. Davacının sicilden silinmesini istediği yer değiştirme disiplin cezasına konu fiil 23 Nisan 1999 tarihinden önce işlendiği için zaman bakımından 4455 sayılı Memurlar ile Diğer Kamu Görevlilerinin Disiplin Cezalarının Affı Hakkında Kanun'un kapsamına girmekle beraber söz konusu disiplin cezası 2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanunu'nun 69/2 maddesi delaletiyle 68. madde uyarınca verildiği için konu bakımından anılan 4455 sayılı Kanun'un kapsamına girmemektedir. 5525 sayılı Memurlar ile Diğer Kamu Görevlilerinin Bazı Disiplin Cezalarının Affı Hakkında Kanun'ungenel gerekçesinde,memurlar ve diğer kamu görevlilerinin disiplin cezalarının affedilmesine yönelik olarak 25.12.1985 tarihli ve 3249 sayılı Memurlar ile Diğer Kamu Görevlilerinin Bazı Disiplin Cezalarının Affı Hakkında Kanun, 18.06.1992 tarihli ve 3817 sayılı Memurlar ile Diğer Kamu Görevlilerinin Disiplin Cezalarının Affı Hakkında Kanun ve son olarak 28.08.1999 tarihli ve 4455 sayılı Memurlar ile Diğer Kamu Görevlilerinin Disiplin Cezalarının Affı Hakkında Kanun'un yürürlüğe girdiği ve 5525 sayılı Memurlar ileEsas Sayısı : 2009/20 Karar Sayısı : 2010/23 2 Diğer Kamu Görevlilerinin Bazı Disiplin Cezalarının Affı Hakkında Kanun'a ait tasarının da anılan af kanunlarında yer alan hükümlereparalelolarak hazırlandığı belirtilmiştir. 2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanunu'nun 69/2 maddesi delaletiyle 68. madde uyarınca davacıya verilen yer değiştirme cezasını gerektiren fiili farklı zamanlarda işleyen iki kişiden birinin af kapsamına girmesine diğerinin girmemesine neden olmasından dolayı 3249 sayılı, 3817 sayılı ve 4455 sayılı kanunlarda yer alan hükümlere paralel düzenlemeler getirmek amacıyla çıkartılan 5525 sayılı Memurlar ile Diğer Kamu Görevlilerinin Bazı Disiplin Cezalarının Affı Hakkında Kanun'un 1. maddesinin 1. fıkrasında yer alan '... 23.04.1999 tarihinden...' ibaresinin Anayasanın 2. ve 10. maddelerine aykırı olduğu kanaatine varılmıştır. b) Anayasanın 2. Maddesi Yönünden Değerlendirme Anayasanın 2. maddesinde 'Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.' hükmüne yer verilmektedir. Hukuk devleti, insan haklarına saygılı ve bu hakları koruyucu, adil bir hukuk düzeni kuran ve bunu sürdürmekle kendini yükümlü sayan bütün eylem ve işlemleri ile eşitlik ve hakkaniyeti gözeten devlettir. Bu bağlamda yasa koyucunun yasal düzenlemeler yaparken takdiri, sınırsız ve keyfi olmayıp hukuk devleti ilkeleriyle sınırlıdır. Yasa koyucu 5525 sayılı Memurlar ile Diğer Kamu Görevlilerinin Bazı Disiplin Cezalarının Affı Hakkında Kanun'u yaparken daha önceleri yürürlüğe giren af kanunları ile af kapsamına giren disiplin cezaları bakımından hem zaman hem de konu bakımından paralellik başka bir ifadeyle birbirini tamamlamayı amaçlamış olup bu hususa da 5525 sayılı Kanunu'nun genel gerekçesinde de yer verdiği halde 1995 ve 1996 yıllarında işlenen fiiller nedeniyle 2802 sayılı Yasanın 69/2 maddesi delaletiyle 68. maddesi uyarınca verilen ve 4455 sayılı Kanun'un zaman bakımından kapsamına giren ve fakat konu bakımından kapsamına girmeyen disiplin cezasının 4455 sayılı Yasayla paralellik oluşturmak amacıyla çıkartılan 5525 sayılı Kanun'un konu bakımından kapsamına girmesi ve fakat zaman bakımından kapsamına girmemesi kanun koyucunun iki yasa arasındaki paralellik oluşturma amacına aykırılık oluşturmaktadır. Ayrıca bu durum davacının aldığı cezanın aynısı ile cezalandırılan kişinin aldığı disiplin cezasına konu fiilin yalnızca 23.04.1999 tarihinden sonra işlenmesi nedeniyle affedilmesi sonucunu doğururken aynı fiili 23.04.1999 tarihinden önce işleyen davacının aldığı disiplin cezasının affedilmemesi sonucu doğuracağından Anayasanın 2. maddesine aykırılık oluşturacaktır. c) Anayasanın 10. Maddesi Yönünden Değerlendirme Anayasanın 10. maddesinde; herkesin, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğu, hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamayacağı, Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorunda olduğu düzenlenmiştir. Anayasanın 10. maddesinde düzenlenen 'kanun önünde eşitlik ilkesi' ile bireylerin dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri ayrımlar gözetilmeksizin eşit olduğu ve eşit muameleye tabi tutulması gerekmektedir. 'Kanunun önünde eşitlik ilkesi' hukuksal durumlarıbenzer olan bireyler içinsöz konusudur. Bu ilke ile yasa önünde eşitlik yani hukuksal eşitlik öngörülmektedir. Eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan kişilerin yasalarca aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak ve kişilere yasa karşısında ayrımEsas Sayısı : 2009/20 Karar Sayısı : 2010/23 3 yapılmasını ve ayrıcalık yapılmasını önlemektir. Bu ilkeye, aynı durumda bulunan kimi kişi ve topluluklara ayrı kurallar uygulanarak yasa karşısında eşitliğin çiğnenmesi yasaklanmıştır. Durum ve konumlarındaki özellikler, kimi kişiler ya da topluluklar için değişik kuralları gerekli kılabilir. Özellikle aykırılıklara dayandığı için haklı olan nedenler, ayrı düzenlemeyi eşitlik ilkesine aykırı değil, geçerli kılar. Anayasanın amaçladığı eylemli değil, hukuksal eşitliktir. Aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumlar ayrı kurallara tabi tutulursa Anayasanın öngördüğü eşitlik ilkesi çiğnenmiş olmaz. Kişisel nitelikleri ve durumları özdeş olanlar için yasalarla değişik kurallar konulamaz. Ancak aynı hukuksal durumda olanlar için kamu yararına dayanılarak farklı kurallar getirilmesinde, eşitlik ilkesine aykırılık yoktur. 2802 sayılı Yasanın 69/2 maddesi delaletiyle 68. maddesi uyarınca verilen yer değiştirme cezalarının af edilmesi bakımından fiilin işlendiği tarih baz alınmak suretiyle yapılan ayrım nitelik ve durumları özdeş olan kişilere farklı uygulama yapılmasını sağlamaya yeterli ve haklı bir neden olmadığı bu nedenle itiraza konu 5525 sayılı Memurlar ile Diğer Kamu Görevlilerinin Bazı Disiplin Cezalarının Affı Hakkında Kanun'un 1. maddesinin 1. fıkrasında yer alan '... 23.04.1999 tarihinden ...' ibaresinin eşitlik ilkesini düzenleyen Anayasanın 10. maddesine aykırılık oluşturmaktadır. SONUÇ : 1 Mahkememizce bakılmakta olan iş bu davada; Danıştay Onikinci Dairesi'nin 10.10.2008 tarih ve E: 2008/1516, K:2008/5054 sayılı bozma kararına uyulmasına, 2 Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 152. ve 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluş ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 28. maddesi uyarınca, yukarıda açıklanan nedenlerle, davanın çözümünde doğrudan etkisi bulunan 5525 sayılı Memurlar ile Diğer Kamu Görevlilerinin Bazı Disiplin Cezalarının Affı Hakkında Kanun'un 1. maddesinin 1. fıkrasında yer alan '...23.04.1999 tarihinden...' ibaresinin Anayasanın 2. ve 10. maddelerine aykırı olduğu kanısına varılması üzerine bu düzenlemenin iptali istemiyle konunun Anayasa Mahkemesi'ne intikal ettirilmesine, Kanun hükmünün uygulanması halinde telafisi güç zararlar doğabileceğinden, öncelikle yürürlüğünün durdurulması isteminde bulunulmasına, bu kararla birlikte dava dosyasının onaylı bir örneğinin Anayasa Mahkemesi'ne gönderilmesine ve Anayasa Mahkemesi'nin bu konuda vereceği karara kadar davanın geri bırakılmasına, Anayasa Mahkemesi'nce beş ay içinde bir karar verilmemesi durumunda davaya kaldığı yerden devam edilmesine, 04/02/2009 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.'"
1,208
Esas Sayısı : 2017/177 Karar Sayısı : 2017/174 1 .... 5607 Sayılı Kaçakçılıkla Mücadele Kanununun 3. maddesinin 6545 sayılı Kanun ile değişik 18. fıkrasına göre; Ambalajlarında bandrol, etiket, hologram, pul, damga veya benzeri işaret bulunmayan ya da taklit veya yanıltıcı bandrol, etiket, hologram, pul, damga veya benzeri işaretleri taşıyan tütün mamulleri, etil alkol, metanol ve alkollü içkileri; a) Ticari amaçla üreten, bulunduran veya nakleden, b) Satışa arz eden veya satan, c) Bu özelliğini bilerek ve ticari amaçla satın alan, kişi üç yıldan altı yıla kadar hapis ve yirmi bin güne kadar adli para cezası ile cezalandırılır. Ancak, tütün mamullerinin etil alkol, metanol ve alkollü içkilerin kaçak olarak yurda sokulduğunun anlaşılması hâlinde, onuncu fıkra hükmüne istinaden cezaya hükmolunur. Hükmü yer almakta olup; şayet kaçak sigara ve alkollü içki yurt içinde üretilmiş ise ilk fıkra uyarınca ceza tayin edilecek; buna karşılık yurt dışından ülkeye sokulmuş ise 18. fıkranın son cümlesi atfıyla 3. maddenin 10. fıkrası hükümleri uygulanacaktır. Eldeki davaya konu sigaraların kaçak yollardan yurda sokulduğu iddiası yer almakta, bilirkişi raporu da bu iddiayı desteklemektedir. 5607 sayılı Kanunun 3. maddesinin 10. fıkrasında 6545 sayılı Kanun değişikliği öncesinde kaçakçılık suçunu işleyen kişi iki yıldan beş yıla kadar hapis ve yirmi bin güne kadar adli para cezası ile cezalandırılır hükmü yer alıyorken; 28.06.2014 tarihinde yürürlüğe giren 6545 sayılı Kanunun 89. maddesi ile bu düzenleme değiştirilerek yukarıdaki fıkralara göre verilecek cezalar yarısından iki katına kadar artırılır, ancak bu fıkranın uygulanması suretiyle verilecek ceza üç yıldan az olamaz hükmü getirilmiştir. Kanunun 3/10. maddesi; 6545 sayılı Kanun değişikliğinden sonra müstakil bir ceza maddesi olmayıp, önceki fıkralara göre belirlenecek cezalardan artırım ön görmekte, bu sebeple yurt dışından ülkeye sokulan kaçak sigara veya alkollü içkiler nedeniyle açılan ceza davalarında 3. maddenin 5. fıkrasına göre temel ceza belirlenip, bu ceza üzerinden 3/10. madde uyarınca artırım yapılmakta, sonuç hapis cezası 3 yılın altında kaldığında son cümle hükmüne göre ceza doğrudan 3 yıla çıkarılmaktadır. Anayasa Mahkemesi kararlarında vurgulandığı üzere ceza siyasetinin bir gereği olarak suç olan eylemleri ve bunların karşılığı olan ceza yaptırımını belirleme yetkisi yasama organının takdir hakkı kapsamında olmakla birlikte; Yasama organı bu yetkisini kullanırken suç ve ceza arasındaki adil dengenin korunmasını da dikkate almak zorundadır. (Anayasa Mahkemesinin 12.11.2015 tarih ve 2015/43 Esas 2015/101 Karar sayılı kararı) İptali istenen hüküm; somut uyuşmazlıklarda uygulandığında en az zarar doğuran eylem ile ondan daha çok zarar doğuran eylem arasında olması gereken ceza adaletini bozan ve hakime sanığın kişilik durumunu ve eylemle fail arasında cezanın bireyselleştirilmesine imkan vermeyen ve sonuçta eşitlik ilkesini zedeleyen bir nitelik arz etmektedir.Esas Sayısı : 2017/177 Karar Sayısı : 2017/174 2 Konuyu bir örnekle açıklayacak olursak; gıda ve bandrollü sigara satışı yapılan bir büfede yapılan aramada yurda kaçak yollardan girdiği tespit edilen 15 paket sigara ele geçirildiğinde bu eylemde ticari kasıt mevcut olduğundan fail hakkında eylemin ağırlığının fazla olmaması nazara alınarak 5607 sayılı Kanunun 3/5. maddesine göre en alt sınırdan 1 yıl hapis cezası tayin edilmiş olsun. Bu cezada 3/10. maddeye göre yine alt sınırdan yarı oranda artırım yapılarak hapis cezasının süresi 1 yıl 6 ay olacak; ancak bu ceza miktarı 3 yıldan az olduğu için 3/10 son cümle hükmüne göre hapis cezası doğrudan 3 yıla çıkarılacaktır. Fail hakkında takdiri indirim sebeplerinin varlığı halinde TCK'nun 62. maddesine göre 1/6 oranında indirim yapıldığında failin 15 paket kaçak sigarayı ticari maksatla satışa arz etmek eyleminden alacağı netice hapis cezası 2 yıl 6 ay olacaktır. İşlettiği büfede yurda kaçak yollardan sokulmuş 1000 paket sigara yakalanan sanık hakkında ise eylemin ağırlığına göre 5607 sayılı Kanunun 3/5. maddesine göre alt sınırdan uzaklaşılarak hapis cezası 2 yıl hapis tayin edilmiş olsun; bu cezada 3/10. maddeye göre yine alt sınırdan yarı oranda artırım yapılarak ceza 3 yıl hapis cezası olacak; ancak bu ceza miktarı 3 yıldan az olmadığı için 3/10 son cümle hükmü uygulanmayacak, fail hakkında takdiri indirim sebeplerinin varlığı halinde TCK'nun 62. maddesine göre 1/6 oranında indirim yapıldığında failin 1000 paket kaçak sigarayı ticari maksatla satışa arz etmek eyleminden alacağı netice hapis cezası da 2 yıl 6 ay hapis cezası olacaktır. Görüldüğü üzere 15 paket kaçak sigarayı ticari maksatla satışa arz eden ile 1000 paket kaçak sigarayı ticari maksatla satışa arz eden faillerin alacağı netice hapis cezası aynı olmaktadır. Burada 1000 paket sigara bulunduran fail bakımından adli para cezasının üst sınırdan belirlenmesi de tek başına ceza adaletini sağlamaya yetmez; zira adli para cezası ile hapis cezaları farklı infaz usullerine tabidir ve kişi bakımından sonuçları daha farklıdır. Örneğin 1 yıldan fazla hapis cezası memuriyete girişe engel olurken adli para cezaları için böyle bir sınır yoktur; yine hükmün açıklanmasının geri bırakılması bakımından da hapis cezası ile adli para cezaları arasında ceza üst sınırı bakımından farklılık vardır. Örnek olarak verdiğimiz ikinci olayda 3/10. maddedeki artırım oranın yarı yerine bir kat belirlenmesi de sorunu çözmez nitekim uygulamada 1000 paket kaçak sigara bulundurmak eyleminde artırımın 1 kat olarak uygulanması fahiş bir artırım olur ve 50 bin paket bulunduran veya 100.000 bin paket bulunduranlar bakımından ceza adaleti bozulur. Oysa ki ; 6545 sayılı Kanun değişikliğinden önce 3/10. maddede 2 yıldan 5 yıla kadar hapis ve yirmi bin güne kadar adli para cezası öngörülerek somut olayda hakime cezanın failin kişiliğine uydurulması konusunda takdir hakkı tanınmıştır. Bunlardan ayrı olarak hükümde cezanın 3 yıla çıkarılacağı belirtilmiş olmakla birlikte sadece hapis cezasının mı yoksa hapis ile birlikte adli para cezası gün biriminin de mi 3 yıla çıkarılacağı konusunda bir netlik olmayıp bu yönüyle de cezaların belirliliği ilkesine aykırıdır. SONUÇ: Tüm bu sebeplerle; 5607 sayılı Kanunun 3. maddesinin 6545 sayılı Kanunla değişik 10. fıkrasının son cümlesinde yer alan ancak bu fıkranın uygulanması suretiyle verilecek ceza üç yıldan az olamaz hükmünün somut olaylarda hakime ceza adaletini sağlama yönünde takdir hakkı tanımaması ve en az eylemi gerçekleştiren ile daha çoğunu gerçekleştirenin aynı cezayı almasına ve bu nedenle ceza adaletinin ve eşitlik ilkesini bozulmasına neden olduğu; bu haliyle hükmün Anayasanın 2. maddesinde ön görülen hukuk devleti ilkesi, Anayasanın 10.Esas Sayısı : 2017/177 Karar Sayısı : 2017/174 3 maddesinde ön görülen eşitlik ilkesi ile 13. maddesinde ön görülen ölçülülük ilkelerine ve hükümde belirlilik bulunmadığından Anayasanın 38. maddesine aykırı olduğu kanaatine varıldığından iptali için Anayasanın 152. maddesi uyarınca Anayasa Mahkemesine başvurulmasına karar verilmiş olup; takdiri Yüksek Mahkemenizden arz olunur.
1,007
Esas Sayısı : 2008/44 Karar Sayısı : 2011/21 1 "... II İTİRAZLARIN GEREKÇESİ A Ankara 9. İdare Mahkemesinin Başvuru Kararının Gerekçe Bölümü Şöyledir: '01.06.2005 tarih ve 25832 sayılı Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren 5352 sayılı Adli Sicil Kanununun 9. maddesinin l/a bendinde 'adli sicildeki bilgiler cezanın veya güvenlik tedbirinin infazının tamamlanması halinde Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğünce silinerek arşiv kaydına alınır' aynı maddenin 3. bendinin son cümlesinde 'Adli para cezasına mahkumiyet hükümleri ile cezanın ertelenmesine ilişkin hükümler, adli sicil kaydına alınmadan doğrudan arşive kaydedilir.' ve yine aynı Kanunun 12. maddesinin 1. bendinde ise, 'Arşiv bilgileri ilgilinin ölümü üzerine ve her halde kaydın girildiği tarihten itibaren seksen yılın geçmesiyle tamamen silinir' hükümleri yer almıştır. Hukuk, devleti bütün faaliyetlerinde hukukun genel ilkeleri ile bağlayıcılığı ve üstünlüğü olan Anayasa hükümlerine uygun hareket etmek zorundadır. T.C Anayasasının 5. maddesinde, kişilerin ve toplumun, refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak, kişinin temel hak ve hürriyetlerini sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlandıran ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmak, insanın maddi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak, yine Anayasanın 2. maddesinde sosyal hukuk devleti niteliği vurgulanan Türkiye Cumhuriyeti Devletinin temel amaç ve görevleri arasında sayılmıştır. Öte yandan, Anayasanın 'Kanun Önünde Eşitlik' başlıklı 10. maddesinde, 'Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.' hükmü yer almıştır. T.C Anayasasının 11. maddesinde de, 'Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır. Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz.' hükmüne yer verilmiştir. Dava dosyasının incelenmesinden, davacının, 1988 yılındaki evrakta sahtekarlık suçundan dolayı 19.07.1991 tarih ve E: 1991/49, K:1991/81 sayılı Ankara 8. Ağır Ceza Mahkemesinin kararıyla 1 ay müddetle hapis cezasına çarptırıldığı, Türk Ceza Kanununun 59. maddesi uyarınca cezası 1/6 oranında indirildiği ve neticeden 10.000 TL Ağır Para Cezası ile tecziyesine karar verildiği, davacının 26.03.2003 tarihli dilekçesi üzerine Ankara 8. Ağır Ceza Mahkemesince 26.03.2003 tarih ve E:2003/56 kararı ile adli sicil kaydının silinmesine karar verildiği, adli sicil kaydı silinen davacının arşiv kaydına alındığı, bu arşiv kaydının silinmesi istemiyle yaptığı başvurunun 26.01.2007 tarih ve 1712 sayılı Adalet Bakanlığı Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğü işlemi ile reddedildiği anlaşılmaktadır. Olayda, davacının 1988 yılında işlediği suçtan dolayı 10.000 TL Ağır Para Cezası ile cezalandırıldığı, 26.03.2003 tarih ve E:2003/56 sayılı Ankara 8. Ağır Ceza Mahkemesi kararıyla Adli Sicil kaydının silindiği ve adli sicil kaydının silinmesi ile işlediği suçtan dolayı kişinin etkin pişmanlık duymasının sağlanıp tekrar topluma kazandırılması amaçlanmışEsas Sayısı : 2008/44 Karar Sayısı : 2011/21 2 olduğuna göre, aynı amacın arşiv kaydına alınmasına ilişkin 5352 sayılı Yasa hükümleri için de gözetilmesi gerekecektir. Her ne kadar Adli Sicil Kanununda arşiv bilgilerinin kişinin kendisi veya vekaletnamede belirtilmiş olmak koşuluyla vekili, Cumhuriyet başsavcılıkları, hakim veya mahkemeler ve yetkili seçim kurulları tarafından istenebileceği belirtilmiş ise de, Adli Sicil Kayıtlarında sicil kayıtları silinen kişilerin arşiv kayıtlarının olduğu, arşiv sicil kayıtlarının hangi koşullarla silindiği 5352 sayılı Yasanın 12. maddesinde açıkça düzenlendiği ve bu arşiv kaydının da ya ilgilinin ölümü ya da kaydın girildiği tarihten itibaren 80 yılın geçmesiyle silineceği göz önüne alındığında, topluma kazandırma amacının gerçekleştirilemeyeceği açıktır. Bu durumda, adli sicil kaydı silinen kişilerin Adli sicil bilgilerinin arşiv kaydına alınmasını ve 80 yıl boyunca arşiv kaydında tutulmasının, Anayasanın eşitlik ilkesine aykırı olduğu ve insan haklarına saygılı, sosyal hukuk devleti ilkesini ihlal ettiği anlaşıldığından, 01.06.2005 tarih ve 25832 sayılı Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren 5352 sayılı Adli Sicil Kanununun 9. maddesinin l/a bendinde 'adli sicildeki bilgiler; cezanın veya güvenlik tedbirinin infazının tamamlanması halinde Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğünce silinerek arşiv kaydına alınır' aynı maddenin 3. bendinin son cümlesinde 'Adli para cezasına mahkumiyet hükümleri ile cezanın ertelenmesine ilişkin hükümler, adli sicil kaydına alınmadan doğrudan arşive kaydedilir.' Aynı Kanunun 12. maddesinin 1. bendinde ise, 'Arşiv bilgileri ilgilinin ölümü üzerine ve her halde kaydın girildiği tarihten itibaren seksen yılın geçmesiyle tamamen silinir' hükümlerinin, Anayasanın 2., 5., 10. ve 11. maddelerine aykırılık oluşturmaktadır. Yukarıda açıklanan nedenlerle, 0l.06.2005 tarih ve 25832 sayılı Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren 5352 sayılı Adli Sicil Kanununun 9. maddesinin l/a bendinde 'adli sicildeki bilgiler; cezanın veya güvenlik tedbirinin infazının tamamlanması halinde Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğünce silinerek arşiv kaydına alınır' aynı maddenin 3. bendinin son cümlesinde 'Adli para cezasına mahkumiyet hükümleri ile cezanın ertelenmesine ilişkin hükümler, adli sicil kaydına alınmadan doğrudan arşive kaydedilir.' aynı Kanunun 12. maddesinin 1. bendinde ise, 'Arşiv bilgileri ilgilinin ölümü üzerine ve her halde kaydının girildiği tarihten itibaren seksen yılın geçmesiyle tamamen silinir' hükümlerinin Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, dosyada bulunan belgelerin onaylı birer örneğinin Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine, kararın taraflara tebliğine, 14.12.2.007 tarihinde oybirliği ile karar verildi.' B Şanlıurfa 3. Asliye Ceza Mahkemesinin Başvuru Kararının Gerekçe Bölümü Şöyledir: 'İncelenen evrak kapsamına göre talep eden H.A.'nın silinmesini istediği arşiv kaydı 5352 sayılı Adli Sicil Kanunun geçici 2. maddesi ile Mülga 3682 sayılı Adli Sicil Kanununun 8. maddesindeki şartların oluşması halinde madde metinlerinde 'Affa uğramış olsalar bile' ibaresi bulunan başta Anayasanın 76. maddesi ile bazı özel kanunlarda (2839sayılı Milletvekili Seçim Kanunun 11. maddesi, 657 s. K.nun 48. maddesi, 6136. s. K.7 .md.vb. gibi) sayılan suç ve cezalar hakkında 5352 sayılı Adli Sicil Kanunun 10. maddesine istinaden istenildiğinde verilmek üzere arşiv kaydına alınmasına, aynı Adli Sicil Kanunu'nun 12. maddesine ilişkin olup 1993 yılında Özel Belgede Sahtecilik suçundan erteli ceza alan ve aynı zamanda doktor olan talep edenin adli sicil kaydını 11/07/2000 tarihinde İstanbul 5.Ağır Ceza Mahkemesine müracaatı ile sildirmesine karşın talep dosyasında ayrıntılı geçtiği üzere özetle, sonradan doktor olması ve yeniden suç işlememesine karşın memuriyetinde tıpda uzmanlık sınavında veEsas Sayısı : 2008/44 Karar Sayısı : 2011/21 3 hayatının her aşamasında karşısına çıkarak kendisine mağdur ettiği ve bu durumun onurunu ve vicdanını uzun yıllar rencide eden ve her an hatırladıkça sanki o andaymışçasına pişmanlık ve üzüntü yaşadığından bahisle arşiv kaydının silinmesini istediği anlaşılan olayda her ne kadar mahkememizin 08/07/2010 tarih ve 2010/121 değişik iş sayılı kararı ile talebi kabul edilmiş ve arşiv kaydının silinmesine karar verilmiş ise de, 12.08.2010 tarih 2379 sayılı Adlı Sicil İstatistik Genel Müdürlüğünün yazısı üzerine Cumhuriyet Savcılığının talebi uyarınca kararımızın kaldırılması talep edilmiş ise de, Kararın kaldırılmasına mesnet yapılan 5352 sayılı Adli Sicil Kanununun geçici 2.maddesi ile arşiv kaydına ilişkin 10. ve silinmesine ilişkin 12. maddelerinin; a Anayasamızın 5. maddesindeki Devletin Temel Amaç ve Görevleri içinde sayılan kişilerin sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleri ile bağdaşmayacak surette sınırlamaların giderilmesi ilkesine, talep edenin doktor olması, toplumda bir konumu olması, 1993 yılında işlemiş olduğu bir suçun erteleme şartlarını karşılamasına, bir daha hiç bir suç işlememesine ve adli sicil kaydının silinmesine karşın arşiv kaydında sürekli görünmesi nedeniyle tayin, terfi, tıpta uzmanlık sınavı ve benzeri resmi işlemler nedeni ile sürekli yüz kızartıcı mahiyette karşısına çıkması nedeni ile aykırı olması, b Anayasamızın 10/1. maddesindeki herkesin kanun önünde ayrım gözetilmeksizin eşitliği ilkesi ile 10/5. fıkrasındaki Devlet Organları ve İdare Makamlarının bütün işlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorunda olmaları ilkesine, (a) fıkrasında yazılı resmi işlemler için müracaat etmesinde ve yükselmesinde sürekli karşısına getirilmesi nedeni ile eşit şartlarda hayat yarışına katılmasına engel teşkil etmesi, c Anayasamızın 11/2. fıkrasındaki kanunların Anayasaya aykırı olamayacağı ilkesine, (a) ve (b) fıkralarındaki gerekçelerle aykırı olması, d Anayasamızın 12/1. fıkrasındaki herkesin kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahip olması ilkesine, (a) ve (b)fıkralarındaki gerekçelerle aykırı olması, e Anayasamızın 17/1. fıkrasındaki herkesin maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahip olması ilkesine, (a) ve (b) fıkralarındaki gerekçelerle aykırı olması, f Anayasamızın 20/3. fıkrasındaki herkesin kendisi ile ilgili verilerin silinmesini talep etme ilkesine, (a) ve (b) fıkralarındaki gerekçelerle aykırı olması, g Anayasamızın 40/1. fıkrasındaki Anayasa ile tanınmış hak ve hürriyeti ihlal eden herkesin yetkili makama geciktirilmeden başvurma imkanının sağlanmasını isteme hakkına sahip olma ilkesine, (a) ve (b) fıkralarındaki gerekçelerle aykırı olması nedenleri ile aykırılık teşkil ettiği, Kaldı ki 2709 sayılı 1982 Anayasasının 76. maddesi lafzi ve ga i yorumunda adli sicil kaydının silinmesi koşulları oluşmayan ilgili süreleri suç işleme tarihinden itibaren henüz dolmayan kişilerin işledikleri bir kısım suçlara yönelik affa uğramış olsalar bile millet vekili seçilemeyeceklerine yönelik olup, ömür boyu arşiv kaydında bulunduğundan bahisle ilk defa suç işledikten sonra kalan ömürlerinde suç işlemeyerek topluma yeniden uyum sağlayan ve kazandırılan insanları kapsamamaktadır. Aksini düşünmek bir insanın bir defa 76. maddeye giren suçlardan birini işledikten sonra, ömür boyu milletvekili seçilememe, 657 sayılı YasaEsas Sayısı : 2008/44 Karar Sayısı : 2011/21 4 gereği memur olamama ve benzeri kısıtlamaları gündeme getirebileceğinden, ayrıca ilk defa suç işledikten sonra yeniden suç işleyen insanla arasındaki ayrımı ortadan kaldıracağından eşitlik ilkesine aykırılık teşkil edecektir ve bu durumda yeniden suç işleyen insanla arasında hiç bir ayrım kalmadığını gören bir kısım insanlar madem farkımız yok yeniden suç işleyebilirim diye düşünebilecektir. Profesör Doktor Faruk EREM'in 'Bir Ceza Avukatının Anıları' isimli kitabının ön sözünde de belirttiği üzere 'Suçluyu kazıyınız, altından insan çıkar' sözünden de anlaşılacağı üzere neticede herkes insan olup bir defa suç işledi diye, adli sicil kaydından çıkarılması koşulları oluşmasına karşın, arşiv kaydında ömür boyu sabıkalı görülmesini sağlamak Anayasanın yukarıda belirtilen ilgili maddelerine aykırılık teşkil edebilecek, insanlık onurunu zedeleyebilecek mahiyette görülmüş olduğundan 2709 sayılı 1982 Anayasasının 152/1. fıkrası gereği Anayasa Mahkemesine müracaat ve vereceği karara kadar davanın geri bırakılmasına karar verilmesi gerekmiştir.'"
1,514
Esas Sayısı : 1997/33 Karar Sayısı : 1997/39 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ İtiraz yoluna başvuran Mahkeme'nin iptal istemiyle ilgili gerekçesi özetle şöyledir : 6831 sayılı Yasanın 91. maddesinin 1. fıkrasında asgari iki ay hapis cezasının öngörüldüğü, bu cezaya 3. fıkradaki artırımla bir misli denilmekle birlikte uygulamada misli rakama bir ilâve edilmek suretiyle yapıldığından cezanın 4 aya çıktığı, ileri sürülen savın fidan emvalleri olduğundan belirtilen cezaya 4. fıkra uyarınca 5 misli uygulanarak 6 ile çarpımı sonucu hapis cezasının asgari 24 aya ulaştığı, ayrıca sanığın suçu işlediği yer, nüfusa kayıtlı olduğu mahal dışında olduğundan maddenin son fıkrası uygulanarak bu cezanın 72 ay olacağı, böylece maddenin fıkralarında belirtilen misli artırımların, temel ceza üzerinden olmayıp bir önceki fıkrada temel cezaya yapılan artırım sonucu tekrar artırım yapılmak suretiyle olduğu, buna karşın orman suçlarının en ağırı olan ormandan tarla açmaya ilişkin suçun cezasının ise, aynı Yasa'nın 93/2. maddesi uyarınca bir yıl hapis cezası olacağı, miktarın çok olması halinde de verilen cezanın yarı oranında artırılarak nihayet birbuçuk yıl ceza verilebileceği anlaşılmaktadır. Yargısal makamların, norm denetimi yaptıkları ve yapmaları gerektiği Anayasa'nın temel kurallarından olmakla birlikte, sosyal olgu ve adalet boyutunun ihmal edilmesini gerektiren bir kural da söz konusu değildir. Ülkemizdeki yargının sembolü olan Anayasa Mahkemesi, hukuk kurallarını, sosyal olgu ve adalet boyutu açısından değerlendirerek en geniş denetleme yetkisine sahip yargısal makamdır. Yerindelik denetimi yapamayacağına ilişkin Anayasa'da da bir kural yoktur. Bu sebeplerle, 6831 sayılı Yasa'nın 2896 sayılı Yasa ile değişik 91. maddesinin 3., 4. ve son fıkrasındaki artırıma ilişkin kuralları, yasakoyucunun amacını da aşan sonuçlar doğurduğundan, ayrıca bu uygulamadan kaynaklanan cezanın, orman tahribatını çok daha fazla gerçekleştiren eylemlere verilen cezalardan daha fazla olması nedeni ile sosyal olgu ve adalet esasları yönünden, Anayasa'nın temel hak ve hürriyetlerin sınırlanmasına ilişkin 13/2. ve yasanın amacı bakımından cezaların yasallığı ilkesini içeren 38/1. maddelerine aykırılığı sebebiyle iptalleri için doğrudan Anayasa Mahkemesine başvurulmasına karar verilmiştir. III YASA METİNLERİ"
305
Esas Sayısı: 2000/45 Karar Sayısı: 2000/27 1 "... I İPTAL İSTEMİNİN GEREKÇESİ 18.7.2000 günlü dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir : "A MADDENİN ANAYASA'YA AYKIRILIK DURUMU: 29.6.2000 tarih ve 4588 sayılı Kanun'un 1. maddesi, Anayasa'nın "Başlangıç" kısmının 4. fıkrası ile 2., 6., 7., 11., 87. 91. ve 153. maddelerine aykırıdır. 1) Anayasa'nın Başlangıç Kısmının 4. fıkrasına Aykırılık: "Amaç ve Kapsam" başlığını taşıyan 1. madde, "Yürütme Organı"na "Yasama Organı" aleyhine amaç ve kapsamı belli olmayan, sınırsız bir şekilde kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi vermektedir. Böylesine geniş bir "yetki devri" Anayasa'nın öngördüğü "kuvvetler dengesi"ni Yasama Organı'nın aleyhine, Yürütme Organı'nın lehine olmak üzere bozacak; böylece Yürütme Organını Yasama Organı karşısında üstün bir konuma getirecektir. Halbuki anılan (4.) fıkrada, "Kuvvetler ayırımının, Devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, belli Devlet yetkilerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medeni bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda bulunduğu;" kesin olarak belirtilmiştir. Yetki Kanunu'nun 1. maddesi ise bu hükme (4. fıkra hükmüne) açıkça aykırıdır. 2) Anayasa'nın 2., 6. ve 11. Maddelerine Aykırılık: Yetki Kanunu'nun 1. maddesi Anayasa'nın 2., 6. ve 11. maddelerine de aykırıdır: Anayasa'nın 2. maddesine göre: "Türkiye Cumhuriyeti, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik bir hukuk Devletidir." "Amaç ve Kapsamı" belirsiz olan çok geniş "Yetki Kanunu" ile Başlangıç'ta belirtilen temel ilkelerden "kuvvetler ayrılığı dengesi" zedelenmiş, böylece, Anayasa'nın Başlangıç'ta belirtilen temel ilkelere dayanan 2. maddesi de ihlâl edilmiştir. Ayrıca Anayasa'nın 2. maddesinde ifadesini bulan "Hukuk Devleti" ilkesine göre: "Herkes, tüm kişi ve kurumlar, önceden va'z edilmiş hukuk kuralları ile bağlıdır. Hiçbir kamu organı bu kuralların dışına çıkamaz." Bu ilke, Anayasa'nın 6. maddesinin son cümlesinde şu şekilde ifade edilmiştir:Esas Sayısı: 2000/45 Karar Sayısı: 2000/27 2 "Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasa'dan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz" Yasama Organı, Yürütme Organı'na ancak ve ancak Anayasa'nın belirttiği ölçüler dahilinde kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi verebilir. Oysa 4588 sayılı Yetki Kanunu ile bu ölçülere dikkat edilmemiştir. Böylece Anayasa'nın 2., 6. ve 11. maddelerine aykırı davranılmıştır. 3) Anayasa'nın 7. Maddesine Aykırılık: Anayasa'nın 7. maddesine göre: "Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez." Halbuki Yasama Organı, amaç ve kapsamı belirsiz olan 4588 sayılı Yetki Kanunu ile, birçok alanda yasama yetkisini Yürütme Organı'na devretmiştir. Kısaca, 4588 sayılı Kanun'un 1. maddesi "yetki devri" bakımından Anayasa'nın 7. maddesine aykırıdır. 4) Anayasa'nın 87. ve 91. Maddelerine Aykırılık: 4588 sayılı Yetki Kanunu'nun 1. maddesi Anayasa'nın 87. ve 91. maddelerine de aykırıdır. Anayasa'nın 87. maddesine göre Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin görev ve yetkilerinden biri de: "Bakanlar Kurulu'na belli konularda kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi vermek"tir. 91. madde ise yetki kanununda bulunması gereken unsurları (ögeleri) belirtmektedir. "Buna göre yetki yasasında, çıkarılacak KHK'nin amacının, kapsamının, ilkelerinin, kullanma süresinin ve süresi içinde birden fazla kararname çıkarılıp çıkarılamayacağının gösterilmesi zorunludur. Bakanlar Kurulu'na verilen yetki, yasada öngörülen konu, amaç, kapsam, ilke ve süre ile sınırlı bir yetkidir. O halde, yetki yasasının, Anayasa'nın belirlediği ögeleri belli bir içeriğe kavuşturarak somutlaştırılması ve verilen yetkiyi açıkça sınırlayarak Bakanlar Kurulu'na çerçeve çizmesi gerekir. Ayrıca, 91. maddenin sekizinci fıkrasında, yetki yasalarının ve bunlara dayanan KHK'lerin, TBMM Komisyonları ve Genel Kurulu'nda öncelik ve ivedilikle görüşüleceği öngörülmüştür. Anayasa'nın görüşülmesinde bile "öncelik ve ivedilik" aradığı KHK çıkarma yetkisinin; Anayasa'nın yukarıda açıklanan kuralları gözetilerek yerine getirilmesinde zorunluluk bulunan, belli yöntemlere göre yasa çıkarmaya zamanın elvermemesi gibi ivedi durumlarda kullanılması gerekir. Çünkü, Anayasa'nın 87. ve 91. maddelerinde de yetkinin "devrinden" değil, "verilmesinden" sözedilmektedir. Yetkinin verilmesi ile devri, hukuksalEsas Sayısı: 2000/45 Karar Sayısı: 2000/27 3 sonuçları yönünden farklıdır. Devir durumunda yetki devredilene geçer; devredenin o yetkiyi kullanması söz konusu olamaz. Oysa KHK çıkarma yetkisinin verilmesinde yetkiyi veren yasama organı yetkiyi kaldırabilir, kapsamına giren konularda kendisi düzenleme yapabilir." (AYMK, T.16.9.1993, E.1993/26, K:1993/28). Yukarıda da belirtildiği gibi "KHK.ler, ancak ivedilik isteyen belli konularda, kısa süreli yetki yasaları temel alınarak etkin önlemler ve zorunlu düzenlemeler için yürürlüğe konulur. Nitekim, maddenin Danışma Meclisi'nde görüşülmesi sırasında KHK çıkarabilmesi için hükümete yetki verilmesinin nedeni, Anayasa Komisyonu sözcüsü tarafından, "...çok acele hallerde hükümetin elinde uygulanacak seri bir kural olmadığı için, acele olarak çıkarılıp ve hemen olayın üstüne gidilmesi gereken hallerde çıkarılması için bu düzenleme getirilmiştir..." biçiminde açıklanmış; Anayasa Komisyonu Başkanı da, "...Kanun kuvvetinde kararname, ...yasama meclisinin acil bir durumda kanun yapmak için geçecek sürede çıkartacağı, kanunun ihtiyaca, halledilmesi gereken meseleyi çözemeyeceğine; o zaman çok geç kalınacağı endişesinden kaynaklanan bir müessesedir ve bu müessese bunun için konmuştur" diyerek aynı doğrultuda görüş bildirmiştir. (Danışma Meclisi Tutanak Dergisi, Cilt 9, Birleşim 137 146, Yasama yılı: 1, Sayfa: 152, 153) 87. ve 91. maddelerin birlikte değerlendirilmesinden anlaşılacağı gibi 4588 sayılı Yetki Kanunu, Anayasa'nın kanun hükmünde kararnameler için aradığı şartların hiçbirini taşımamaktadır. Şöyle ki: a) "Konu" belli değildir: 4588 sayılı Kanun, Bakanlar Kurulu'na "belli konular"da değil, hemen her konuda KHK çıkarma yetkisi vermiştir. "Halbuki Anayasa'nın 87. maddesinde "Bakanlar Kuruluna belli konularda kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisini vermek..." TBMM.nin görev ve yetkileri arasında sayılmaktadır. Bu durumda TBMM Bakanlar Kurulu'na ancak belli konularda bu yetkiyi verebilir; her konuyu kapsayacak biçimde genel bir yetki veremez" (AYMK; T.16.9.1993, E.1993/26, K.1993/28) Kısaca, "yetki yasasında Bakanlar Kurulu'nun hangi konularda KHK çıkarabileceği açıkça belirtilmeli ve verilen yetki konu yönünden mutlaka belirgin olmalıdır." b) "Kapsam" belli değildir: "Anayasa'da, kimi konuların KHK'lerle düzenlenmesi yasaklanmaktadır. 91. maddenin birinci fıkrasına göre, sıkıyönetim ve olağanüstü haller saklı kalmak üzere, Anayasa'nın ikinci kısmının birinci ve ikinci bölümlerinde yer alan temel haklar, kişi hakları ve ödevleri ileEsas Sayısı: 2000/45 Karar Sayısı: 2000/27 4 dördüncü bölümde yer alan siyasi haklar ve ödevler kanun hükmünde kararnamelerle düzenlenemez. 163. maddesine göre de, Bakanlar Kurulu'na kanun hükmünde kararname ile bütçede değişiklik yapmak yetkisi verilemez." Anayasa Mahkemesi'nin birçok kararında belirtildiği gibi:; "Yetki yasasında, Bakanlar Kurulu'na verilen yetkinin "amacı", "kapsamı" ve ilkeleri"nin belirtilmesinden amaç, Bakanlar Kurulu'nun kendisine verilen yetki ile neleri gerçekleştireceğinin açıklıkla gösterilmesidir. KHK'nin amacı, kapsamı ve ilkeleri de konusu gibi geniş içerikli, her yöne çekilebilecek, yuvarlak ve genel anlatımlarla gösterilmemeli; değişik biçimlerde yorumlanmaya elverişli olmamalıdır." "Bu durumda, TBMM, Bakanlar Kurulu'na önemli, ivedi ve zorunlu durumlarda, somutlaştırılmış belirgin konu, amaç, kapsam ve ilkelerle bu yetkiyi verebilecektir. Yetkinin, Bakanlar Kurulu'nca ivedi ve zorunlu durumun konu, amaç, kapsam ve ilkeler yönünden TBMM tarafından saptanıp, somut durumun belirlenerek verilmesi gerekir. Verilen yetkinin konu, amaç, kapsam ve ilkeler yönünden genel anlam içermesinden ve duraksamalardan kurtarılarak belli, belirgin hale getirilmesi diğer bir anlatım ile somutlaştırılması; yürürlüğe konulacak KHK'lerin yetki yasası kapsamı içinde kalıp kalmadıklarının, 91. maddede belirlenen yasak alana girip girmediklerinin; önemli, ivedi ve zorunlu bir durum için olup olmadıklarının saptanması yönünden gereklidir." c) Yetki Kanunu'nun Öngördüğü Konular KHK ile Düzenlenebilecek Konular Değildir: Anayasa Mahkemesi tarafından sık sık vurgulandığı gibi: "TBMM Bakanlar Kurulu'na KHK çıkarma yetkisini ancak somut konularda, önemli, zorunlu ve ivedi durumlarda kısa süreli olarak verebilir." (AYMK, T:12.12.1991, E.1991/27, K:1991/50) Halbuki Yetki Kanunu'nun 1. maddesinde zikredilen konular, Türkiye'nin en kronik ve en ağır problemleridir. Bu tür problemler, ciddi ve yoğun çalışmalarla ancak uzun zaman içinde çözülebilir. 4588 sayılı Yetki Kanunu'nun, çok yoğun ve çok uzun süreli çalışmayı gerektiren 1. maddesi aynen şöyledir: "Bu Kanunun amacı, kamu hizmetlerinin düzenli, hızlı ve etkin bir biçimde yürütülmesini sağlamak ve kamu mali yönetiminde disiplini temin etmek üzere; kamu kurum ve kuruluşlarının (Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Sekreterliği Teşkilat Kanunları ile diğer kanun ve kanun hükmünde kararnamelerin bu teşkilatlarla ilgili hükümleri hariç) teşkilat, görev ve yetkilerine, personel kanunları veya kendi özel kuruluş kanunları uyarınca aylık veya ücret alan memurlar ve diğer her türlü kamu görevlileri ile bunların emeklilerine ve kamu mali yönetimine ilişkin kanun ve kanun hükmünde kararnamelerde değişiklikler yapmak ve aynı konularda yeni düzenlemelerde bulunmak amacıyla Bakanlar Kuruluna kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi vermektir." Böylesine önemli problemleri "ivedi durumlar" için çıkarılan "kısa süreli" yetki kanunlarına dayanılarak çözmek mümkün değildir.Esas Sayısı: 2000/45 Karar Sayısı: 2000/27 5 Nitekim bu tür problemlerin çözümü için (8.2.1984 tarihinden bu yana) birçok yetki kanunu çıkarılmış, bu yetki kanunlarına dayanılarak da yüzlerce KHK yürürlüğe konulmuştur. "Önemli, zorunlu ve ivedi durumlar" için verilen yetki kanunlarına dayanılarak çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnamelerden birkaç örnek (AMKD, Sayı:26, sayfa:107 110'dan): 192 sayılı KHK, 2644 sayılı Tapu Yasası'nın 26. maddesine bir fıkra ekliyerek kamu kurum ve kuruluşlarınca açılacak kredilere karşılık teminat gösterilen taşınmazların ipotek işlemlerini, resmi senet düzenlenmeksizin kredi sözleşmesine dayanılarak tapuya tesciline olanak vermiştir. 194 sayılı KHK, 7338 sayılı Veraset ve İntikal Vergisi Yasası'nın değişik 19. maddesinin ikinci fıkrasını değiştirmiş ve intikal eden taşınmazların tescil işleminin veraset ve intikal vergisinin tahakkuku beklenmeksizin yapılacağı kuralını getirmiştir. 196 sayılı KHK, 6085 sayılı Karayolları Trafik Yasası'nın kimi maddelerinde değişiklik yaparak iki madde eklemiş ve özellikle sürücü ehliyetnamelerinin verilmesine, vize edilmesine ve ehliyetnamenin geri alınmasına ilişkin hükümler ihdas etmiştir. Ek maddeler hükümleri ile ehliyetname alınmasında bazı yöntem kuralları getirilmiştir. 239 sayılı KHK, 1587 sayılı Nüfus Yasası'nın kimi maddelerinde değişiklik yapmış, bu Yasa'ya kimi maddeler ekliyerek, doğum, ölüm, evlenme ve yer değiştirme işlemleri konularında yeni düzenlemeler getirmiştir. 240 sayılı KHK, 5682 sayılı Pasaport Yasası'nın kimi maddelerinde değişiklikle iki ek madde ekleyerek; giriş ve çıkış kapılarının tesbiti, pasaport ve pasaport yerine geçecek vesikaların türlerine, bunların koşullarına ilişkin hükümler getirmiştir. 242 sayılı KHK, yaz saati uygulaması için Bakanlar Kurulu'nun yetkili kılınmasını öngörmüştür. 245 sayılı KHK, 2918 sayılı Karayolları Trafik Yasası'nın kimi maddelerinde değişiklik yaparak Milli Eğitim Gençlik ve Spor, Sağlık ve Sosyal Yardım, Ulaştırma, Tarım Orman ve Köyişleri Bakanlığı ve Belediye'nin görev ve yetkilerine ilişkin hükümler getirmiş ve il ve ilçe trafik komisyonlarının kuruluşu, Belediye sınırları içinde bulunan karayolu kenarındaki yapı ve tesislerin yapımı için izin alınması, izin almayanlar hakkında uygulanacak para ve hapis cezasının miktarı, tescil süresi ve bildirme mecburiyeti, satış ve devirlerde noterlerin sorumluluğu (ki burada para ve hapis cezası öngörülmüş, araçların karayoluna uygunluğunu ve teknik esasların tesbitine yetkili kuruluşlar, sürücü belgesi için asgari yaşın tesbitine, sürücü kursları sınavları ve sürücü belgesi verilmesi esaslarına ve suç ve cezada tutanak tutmaya yetkili kuruluşlar ile cezanın tahsil usulüne ilişkin hükümler yer almıştır. 346 sayılı KHK, 2644 sayılı Tapu Yasası'na bir fıkra ekliyerek tarımsal kredilerde bankalara veya kamu kuruluşlarına teminat gösterilen taşınmazların ipotek işlemlerini düzenlemiştir. 247 ve 250 sayılı KHK'ler de, 755 sayılı Gecekondu Yasası'nda değişiklik yaparak bu kanun ile Bayındırlık ve İskan Bakanlığı'na tanınan hak, yetki ve görevler Belediye veya Toplu Konut ve Kamu Ortaklığı İdaresi'ne devir edilmiştir.Esas Sayısı: 2000/45 Karar Sayısı: 2000/27 6 243 sayılı KHK ile, TRT Kurum Gelirleri Yasası'nda değişiklik yapılarak ücret ödeme tarihi ileri bir tarihe alınmıştır. 249 sayılı KHK ile, 4792 sayılı Sosyal Sigortalar Kurumu Yasası'nda değişiklik yapılarak kurumca aktedilecek sözleşmelerde veya yapılacak işlerde yönetim kurulunun karar verme yetkisi genişletilmiştir. 251 sayılı KHK ile, 506 sayılı Sosyal Sigortalar Yasası'nın bir maddesinde değişiklik yapılarak sigortalılara sosyal yardım aylığı bağlanmıştır. 252 sayılı KHK, 1479 sayılı Esnaf ve Sanatkar ve Diğer Bağımsız Çalışanlar Sosyal Sigortalar Kurumu Yasası'nın bir maddesinde değişiklik yaparak kuruma borçlu bulunan sigortalıların birikmiş borçlarını ödemeleri durumunda gecikme zammı ve faizden doğan borçların erteleneceğine ilişkin hükümler getirmiştir. 253 sayılı KHK ile, 5682 sayılı Pasaport Yasası'nda yapılan bir değişiklikle "Ancak, yabancı memleketlere gitmeleri mahkemelerce yasaklananlar dışında kalan sanıklara zaruri hallerde İçişleri Bakanı'nın teklifi ve Başbakan'ın onayı ile pasaport veya pasaport yerine geçen seyahat belgesi verilebilir." hükmü getirilmiştir. 254 sayılı KHK ile, 625 sayılı Özel Öğretim Kurumları ve 222 sayılı İlk Öğretim ve Eğitim Yasası'nın kimi hükümlerinde değişiklik yapılarak okul binası yapılacak yerlerin ve çevrelerin özellikleri hüküm altına alınmıştır. 257 sayılı KHK ile, tescil edilmemiş lastik tekerlekli traktörlerin tescili için bir yıllık süre verilmiştir. 262 sayılı KHK ile, 647 sayılı Cezaların İnfazı Hakkında Yasa'nın kimi maddeleri değiştirilmiştir. 273 sayılı KHK ile, 2022 sayılı 65 yaşını Doldurmuş Muhtaç, Güçsüz ve Kimsesiz Türk Vatandaşlarına Aylık Bağlanması Hakkında Yasa'da değişiklik yapılarak tam teşekküllü hastahanenin sağlık kurulu raporu verme, resmi sağlık kurumlarında görevli bir hekimin vereceği raporun yeterli olacağı hükmü getirilmiştir. 277 sayılı KHK ile, 506 sayılı Sosyal Sigortalar Yasası'na üç geçici madde eklenerek işverenlerden kuruma borçlu olanların belli sürede borçlarını faizsiz olarak ödemelerine olanak sağlamıştır. 278 sayılı KHK ile, BAĞ KUR'a borçlu olanları belli sürede borçlarını faizsiz olarak ödemelerine olanak verilmiştir. 284 sayılı KHK, 3096 sayılı TEK Dışındaki Kuruluşların Elektrik Üretimi, İletimi, Dağıtım ve Ticareti ile Görevlendirilmesi Hakkında Yasa'da değişiklik yaparak, tesislerin işletilmesi ve devri ile ilgili hususlarda Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'na yönetmelik çıkarma yetkisi vermiştir. 291 sayılı KHK, kimi yasaların madde no.larını değiştirmiştir.Esas Sayısı: 2000/45 Karar Sayısı: 2000/27 7 316 sayılı KHK, muhafazasına lüzum kalmayan evrak ve malzemelerin yok edilmesini öngörmüştür. 323 sayılı KHK ile, 506 sayılı Sosyal Sigortalar Yasası'na geçici madde eklenerek prim borcunun ödenmesi için ek süre tanınmıştır. 326 sayılı KHK ile, 625 sayılı Özel Öğretim Kurumları Yasası'nda değişiklik yapılarak özel öğretim kurumlarının ücretlerinin her yıl Mayıs ayında tesbit ve ilan edileceği hüküm altına alınmıştır. 330 sayılı KHK ile, 2918 sayılı Karayolları Trafik Yasası'nda değişiklik yapılarak Emniyet Genel Müdürlüğü'nün trafik kuruluşlarına verilmiş olan denetim, yönetim ve düzenleme görevlerinin bazı koşullarda belediyeye verilebilmesi öngörülmekte ve sigorta yükümlülüğü ile ilgili hükümler getirilmiştir. 334 sayılı KHK, 3167 sayılı Kara Avcılığı Yasası'nda değişiklik yaparak av tezkeresinin süresini beş yıla sınırlamıştır. 336 sayılı KHK ile, kimi yasaların Bakanlar Kurulu'na yetki veren hükümlerinde değişiklik yapılmıştır ki, bu değişiklik 41 yasanın 52 maddesini kapsamaktadır. 353 sayılı KHK, işyeri açma ve çalışma ruhsatlarına dair hususları yeniden düzenlemiş, işyeri açma ve çalışma ruhsatı vermeye yetkili mercileri saymış, bu husus için çıkarılacak yönetmeliğe esas olacak kriterleri belirlemiştir. 394 sayılı KHK, 3093 sayılı Türkiye Radyo Televizyon Gelirleri Yasası'nın bir maddesinde değişiklik yapmıştır. 5) Anayasa'nın 153. Maddesine Aykırılık: 4588 sayılı Yetki Kanunu'nun 1. Maddesi Anayasa'nın 153. Maddesine Aykırıdır: Bilindiği gibi 1982 Anayasası'nın yürürlüğe girdiği tarihten bu yana, dava konusu 4588 sayılı Yetki Kanunu ile hemen hemen aynı mahiyette olan birçok yetki kanunu çıkarılmıştır. Meselâ: 02.02.1984 tarih ve 2977, 12.03.1986 tarih ve 3268, 12.10.1988 tarih ve 3479, 20.10.1988 tarih ve 3481, 06.06.1991 tarih ve 3755, 24.06.1993 tarih ve 3911, 18.05.1994 tarih ve 3990,Esas Sayısı: 2000/45 Karar Sayısı: 2000/27 8 31.08.1996 tarih ve 4183, sayılı Kanunlar gibi. Ancak, bunlardan haklarında iptal davası açılmamış olan 02.02.1984 tarih ve 2977 sayılı, 12.03.1986 tarih ve 3268 sayılı Kanunlar hariç olmak üzere, diğerlerinin tamamı, Yüksek Mahkeme'nizin, aşağıda belirtilen tarih ve sayılı kararlarıyla iptal edilmiştir: 3479 sayılı Kanun: 01.02.1990 tarih ve 64/2 sayılı kararla, 3481 sayılı Kanun: 06.02.1990 tarih ve 62/3 sayılı kararla, 3755 sayılı Kanun: 12.12.1991 tarih ve 27/50 sayılı kararla, 3911 sayılı Kanun: 16.09.1993 tarih ve 26/28 sayılı kararla, 3990 sayılı Kanun: 05.07.1994 tarih ve 50/44 2 sayılı kararla, 4183 sayılı Kanun: 02.10.1996 tarih ve 61/35 sayılı kararla. Malumları olduğu üzere; "Anayasa'nın 153. maddesinin son fıkrasında, Anayasa Mahkemesi kararlarının yasama, yürütme ve yargı organları ile yönetim makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlayacağı öngörülmüştür. Bu kural gereğince, Yasama Organı, yapacağı düzenlemelerde daha önce aynı konuda verilen Anayasa Mahkemesi kararlarını gözönünde bulundurmak, bu kararları etkisiz kılacak biçimde yasa çıkarmamak, Anayasa'ya aykırı bulunarak iptal edilen kuralları tekrar yasalaştırmamak yükümlülüğündedir. Başta Yasama Organı olmak üzere tüm organlar kararların yalnız sonuçları ile değil, bir bütünlük içinde gerekçeler ile de bağlıdır. Kararlar gerekçeleriyle, yasama işlemlerini değerlendirme ölçütlerini içerirler ve yasama etkinliklerini yönlendirme işlevi de görürler. Bu nedenle, yasama organı düzenlemelerde bulunurken iptal edilen yasalara ilişkin kararların sonuçları ile birlikte gerekçelerini de gözönünde bulundurmak zorundadır. İptal edilen yasalarla sözcükleri ayrı da olsa aynı doğrultu, içerik ya da nitelikte yeni yasa çıkarılması Anayasa'nın 153. maddesine aykırı olur." (AYMK, T.2.10.1996, E.1996/61, K.1996/35) 4588 sayılı Yetki Kanunu, Anayasa Mahkemesi tarafından daha önce iptal edilen birçok yetki kanunu ile aynı içerik ve niteliktedir. B) 4588 SAYILI YETKİ KANUNU'NUN 2. MADDESİNİN ANAYASA'YA AYKIRILIK DURUMU: 4588 sayılı Kanun'un, "İlkeler ve yetki süresi" başlığını taşıyan 2. maddesinin 7 bentten (a, b, c, d, e, f, g bentlerinden) oluşan "ilkeler" kısmı, Anayasa'nın yukarıda (1. maddeyle ilgili olarak) zikredilen maddelerine açıkça aykırıdır.Esas Sayısı: 2000/45 Karar Sayısı: 2000/27 9 Aykırılık sebepleri, yukarıda 1. madde sebebiyle yeterince açıklandığı için, burada tekrar edilmiyecektir. Başka bir deyişle, 1. madde için belirtilen Anayasa'ya aykırılık sebepleri 2. madde için de aynen geçerlidir. Kaldı ki, 1. madde iptal edilirse, ("konu" ile "amaç" ve "ilkeleri" birbirine karıştırmış olan) 2. maddenin de, uygulanma imkanı kalmayacağı için, 2949 sayılı Kanun'un 29. maddesi uyarınca iptali gerekecektir. C) 4588 SAYILI KANUN'UN (3.) VE (4.) MADDELERİNİN DURUMU: 4588 sayılı Kanun'un 1. ve 2. maddelerinin iptali ile (3.) ve (4.) maddelerin uygulanma imkanları kalmayacaktır. Bu sebeplerle 3. ve 4. maddelerin de iptal edilmeleri gerekir.""
2,610
Esas Sayısı:1981/5 Karar Sayısı:1981/14 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ : İtirazcı mahkemenin dayandığı gerekçe özetle şöyledir: 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu'nun 2167 sayılı Kanunla eklenen 7. madde ile Ek 8. maddenin; 1975 1980 yılları arasında yüksek tavandan prim ödeyen davacıya daha aşağı dereceden aylık bağlanmasına neden olmak suretiyle Anayasa'nın sosyal güvenlik ilkesini belirleyen 2. maddesiyle eşitlik ilkesini saptayan 12. maddesine aykırı bulunmalarıdır."
62
Esas Sayısı : 2010/31 Karar Sayısı : 2011/167 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'Vergi Ödevi' 1982 Anayasası'nın 'Temel Hak ve Ödevler' başlıklı ikinci kısmının 'Siyasi Hak ve Ödevler' başlıklı dördüncü bölümünde 73. madde numarasıyla düzenlenmiştir. Anılan maddenin 3. fıkrasında; vergi, resim, harç ve benzeri mali yükümlülüklerin kanunla konulup, değiştirileceği veya kaldırılacağı, 4. fıkrasında ise; vergi, resim, harç ve benzeri malî yükümlülüklerin muaflık, istisnalar ve indirimleriyle oranlarına ilişkin hükümlerinde kanunun belirttiği yukarı ve aşağı sınırlar içinde değişiklik yapmak yetkisinin Bakanlar Kuruluna verilebileceği öngörülmüştür. 1982 Anayasası'nın 91. maddesinin 1. fıkrasında ise Türkiye Büyük Millet Meclisinin, Bakanlar Kuruluna kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi verebileceği, ancak sıkıyönetim ve olağanüstü haller saklı kalmak üzere, Anayasanın ikinci kısmının birinci ve ikinci bölümlerinde yer alan temel haklar, kişi hakları ve ödevleri iledördüncü bölümünde yer alan siyasi haklar ve ödevlerin kanun hükmünde kararnamelerle düzenlenemeyeceği hükmü yer almıştır. Yukarıda yer verilen Anayasa hükümlerinin birlikte değerlendirilmesinden sıkıyönetim ve olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleri haricinde düzenlenen kanun hükmünde kararnameler ile vergi, resim ve harç benzeri mali yükümlülüklerin konulamayacağı, değiştirilemeyeceği ve kaldırılamayacağı, bu yükümlülüklerin ancak ve ancak kanunla veya sıkıyönetim ve olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleri ile konulup, değiştirileceği veya kaldırılacağı anlaşılmaktadır. Bu durum aynı zamanda verginin kanuniliğini de ifade etmektedir. Vergilendirme yetkisinin sınırlandırılması, anayasal demokrasinin gelişimiyle paralellik arz eder. Vergilendirme yetkisinin sınırlandırılmasının en temel aracından birisi olan verginin yasallığı ilkesi, tarihi süreç içerisinde demokratik mücadelenin bir sonucu olarak bugünkü anayasal konumunu kazanmıştır. Vergilendirmeye ilişkin düzenlemelerin halkoyu ile seçilen parlamento tarafından kanunla yapılması ile vergilemede keyfiliğin yerini temsil, hukukun üstünlüğü ve hukuki güvenlik almıştır. Başka bir deyişle, verginin yasallığı ilkesi, keyfi ve takdiri uygulamaları önleyecek ilkelerin kanunda yer alması zorunluluğunu getirerek bireyin temel hak ve hürriyetlerini devlete karşı korur. Bu kapsamda; vergide yasallık ilkesi, vergiyi doğuran olayın, verginin konusunun, matrahının ve oranının kanun ile belirlenmesini gerektirmektedir. Öte yandan; verginin yasallığı ilkesi kamu gücüne dayalı olarak getirilen bütün mali yükümlülükleri kapsar. Bir başka deyişle, verginin yanında, resim, harç ve benzeri yükümlülükler de bu ilkenin kapsamındadır. Anayasa Mahkemesi'nin 18.7.1994 gün ve E:1994/46, K:1994/57 sayılı kararında da belirtildiği üzere, vergi ve malî yükümlülüklerin kanunla konulmasını öngören 73. madde, malî yükümlülüğün yalnızca yasa ile konulabileceği ve yasanın hiçbir şekilde bu konuda yürütme organını ve idareyi yetkili kılamayacağı anlamındadır.Esas Sayısı : 2010/31 Karar Sayısı : 2011/167 2 Yukarıda da açıklandığı üzere uyuşmazlığımızda uygulanacak norm niteliğinde olan 552 sayılı Yaş Sebze ve Meyve Ticaretinin Düzenlenmesi ve Toptancı Halleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname'nin Belediye ve İşletme Payı başlıklı 17. maddesinde yer alan 'Toptancı hallerde satılan malların toptan satış bedelinin % 2'sini geçmemek şartıyla belediye meclislerince düzenlenecek tarifeye göre belediye payı tahsil edilir. Bu şekilde tahsil edilen paylardan en az % 10'u, izleyen yıl belediye bütçesine toptancı hal ihtiyaçları için harcanmak üzere ödenek olarak konur ve yalnız bu amaçla harcanır. Gerçek ve tüzel kişilerce kurulacak özel toptancı hallerde malların satış bedelinin % 2'sini geçmemek üzere birinci fıkrada belirtilen esaslar çerçevesinde belirlenen belediye payı, işletme payı olarak hal işletmecisi tarafından tahsil olunur ve bunun yarısı belediye payı olarak ilgili belediyeye ödenir. Üretildiği il veya ilçe dışına sevkedilen mallar satışa sunulacağı yer haline girer ve bunlardan alınacak belediye payı, malın satışa sunulduğu yer belediyesince tahsil edilir. Malın sevkiyatında, sevk veya taşıma irsaliyesi veya ziraat odası kaydı belgelerinden birinin bulunması ve kontroller sırasında ibrazı zorunludur. Belediye sınırları ve mücavir alanlar içinde toptancı hal dışında malların toptan veya her ne şekilde olursa olsun toptancı halden satın alınmadan perakende satışa sunulduğunun tespiti halinde, malların toptancı hale girişi sağlanarak hal müdürlüğünce açık artırma ile satışı yapılır veya yaptırılır. Bu durumda belediye veya işletme payı yüzde yirmibeş olarak uygulanır. Üçüncü fıkra çerçevesinde görevlilerce yakalanan malların hal müdürlüğünce satılarak elde edilen hasılatından alınacak belediye payının yarısı malları yakalayan görevliler arasında eşit oranda ödül olarak dağıtılır. Hal müdürlüğü, üçüncü fıkraya göre malın hale girişi ve satışı ile ilgili olarak yapılacak işlemleri hakem kurulunun belirlediği esaslar çerçevesinde düzenlemeye yetkili ve görevlidir. Belediye sınırları ve mücavir alanlar içerisinde toptan veya perakende mal satmak üzere münhasıran fatura veya müstahsil makbuzu ile üreticilerden mal satın alanlar satış işlemine başlamadan önce bunları fatura veya müstahsil makbuzu örnekleriyle toptancı hal müdürlüklerine bildirmek zorundadırlar. Bu durumda malların toptancı hale girişi yapılmaz ve fatura veya müstahsil makbuzunda gösterilen bedel üzerinden % 15 oranında belediye payı tahsil olunur. Bildirim yükümlülüğünün ilgililerce yerine getirilmemesi veya miktar ve değer yönünden gerçeğe aykırı bildirimde bulunulması hallerinde, belediye payı malların hakem kurullarınca tespit edilecek gerçek değer ve miktarları üzerinden % 30 oranında uygulanır.'hükmü ilgili mükelleflere vergi, resim ve harç benzeri mali yükümlülük getirilmektedir. Uyuşmazlığa konu belediye payı; vergi, resim ve harç adı altında tahsil edilmemekle birlikte ilgililere mali külfetler getirdiği kuşkusuzdur. Bu bakımdan belediye payı adı altında tahsil edilen tutarların vergi, resim ve harç benzeri mali yükümlüklerdendir ve ne kanunla ne de sıkıyönetim ve olağanüstü hal kanun hükmünde kararnamelerine konu edilmiştir. Anılan düzenleme olağan dönem kanun hükmünde kararnamesine konu edilmiştir. Vergilendirme konusunda Bakanlar Kuruluna yasama organı tarafından Anayasanın 73. maddesinin 4. fıkrasında açıklandığı şekilde sadece 'Vergi, resim, harç ve benzeri mali yükümlülüklerin muaflık, istisnalar ve indirimleriyle oranlarına ilişkin hükümlerinde kanunun belirttiği yukarı ve aşağı sınırlar içinde değişiklik yapmak yetkisi' verilebilir. Bunun dışında vergi, resim ve harç benzeri mali yükümlülük getirme yetkisi verilmesi yürürlükte bulunanEsas Sayısı : 2010/31 Karar Sayısı : 2011/167 3 1982 Anayasası'na göre mümkün değildir. Aksi takdirde, anayasal demokrasinin gelişiminde bir mihenk taşı niteliğinde olan verginin yasallığı ilkesi zedelenmiş olur ve bunun sonucu olarak da, bireylerin temel hak ve hürriyetlerinin, takdiri ve keyfi idare uygulamalarından korunması olanaksız hale gelir. Sonuç olarak; vergi, resim ve harç benzeri mali yükümlülük doğuran 552 sayılı Yaş Sebze ve Meyve Ticaretinin Düzenlenmesi ve Toptancı Halleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname hükmü, 1982 Anayasası'nın 91. maddesinin 1. fıkrasında yer alan 'Türkiye Büyük Millet Meclisi, Bakanlar Kuruluna kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi verebilir. Ancak sıkıyönetim ve olağanüstü haller saklı kalmak üzere, Anayasanın ikinci kısmının birinci ve ikinci bölümlerinde yer alan temel haklar, kişi hakları ve ödevleri ile dördüncü bölümünde yer alan siyasi haklar ve ödevler kanun hükmünde kararnamelerle düzenlenemez.' hükmü 1982 Anayasası'nın 73. maddesinin 3. fıkrasındaki 'Vergi, resim, harç ve benzeri malî yükümlülükler kanunla konulur, değiştirilir veya kaldırılır.' hükmüne aykırı bulunmaktadır. Açıklanan nedenlerle, Anayasa'nın 152. ve bir davaya bakmakta olan mahkemenin, o dava sebebiyle uygulanacak olan bir kanun hükmünün Anayasa'ya aykırı olduğu kanısına götüren görüşünü açıklayan kararı ile Anayasa Mahkemesine başvurması gerektiğini düzenleyen 2949 sayılı Kanun'un 28. maddesinin 1. fıkrası gereğince 552 sayılı Yaş Sebze ve Meyve Ticaretinin Düzenlenmesi ve Toptancı Halleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname'nin 'Belediye ve İşletme Payı' başlıklı 17. maddesi hükmünün,1982 Anayasası'nın 91. ve 73. maddesine aykırı olduğu kanaati ile bu hükmün iptali ve bakılan davalar açısından bu hükmün uygulanmasından doğacak sonradan giderilmesi güç veya olanaksız durum ve zararların önlenmesi için iptali istenilen hükmün yürürlüğünün durdurulması istemiyle Anayasa Mahkemesine başvurulmasına ve dosyadaki belgelerin onaylı birer örneklerinin Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine, 23.12.2009 tarihinde karar verildi.'"
1,114
Esas Sayısı : 2017/37 Karar Sayısı : 2017/22 1 II. ŞEKİL AYKIRILIĞI NEDENİYLE İPTAL İSTEMİNİN GEREKÇESİ 1) 6770 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 6. Maddesi: MADDE 6 24/5/1983 tarihli ve 2828 sayılı Sosyal Hizmetler Kanununa aşağıdaki geçici madde eklenmiştir. GEÇİCİ MADDE 15 Gerçeğe uygun olmayan belge ve sağlık kurulu raporu kullanımı nedeniyle yapılan ödemeler hariç olmak üzere, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihe kadar bu Kanunun ek 7 nci maddesi kapsamında fazla ve yersiz ödenen ve geri alınması gereken tutarlar ile bunlardan doğan faizler terkin olunur. Bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce bu kapsamda tahsil edilmiş olan tutarlar bakımından ilgili kişiler lehine hiçbir şekilde alacak hakkı doğmaz ve yapılmış olan tahsilatlar iade edilmez. Açılmış olan davalarda yargılama gideri ile vekâlet ücretine hükmolunmaz, hükmolunanlar tahsil edilmez. hükmünü içermektedir. . Söz konusu maddenin Plan ve Bütçe Komisyonuna komisyona sevk olunan hükümet tasarısındaki hali aşağıdaki gibidir. 24/5/1983 tarihli ve 2828 sayılı Sosyal Hizmetler Kanununa aşağıdaki geçici madde eklenmiştir. GEÇİCİ MADDE 15 Bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce bu Kanunun ek 7 nci maddesine istinaden kendilerine ödeme yapılmış olanlara, anılan maddenin birinci fıkrasında belirtilen gelir ölçütünün aşılması nedeniyle yersiz olarak ödenen tutarlar birinci fıkrada belirtilen gelir ölçütünün geçildiği oranda yasal faizi ile birlikte takip ve tahsil edilir. Söz konusu gelir ölçütünün bir kat veya daha fazla aşılması halinde yapılan yersiz ödemenin tamamı yasal faizi ile birlikte tahsil edilir. Bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce bu kapsamda tahsil edilmiş olan tutarlar bakımından ilgili kişiler lehine hiçbir şekilde alacak hakkı doğmaz. Söz konusu maddenin gerekçesinde ise; Mevcut durumda 2828 sayılı Kanunun ek 7 nci maddesinin son fıkrasına göre, hane içinde kişi başına düşen gelir, asgari ücretin aylık net tutarının 2/3'ünü geçtiği takdirde evde bakım yardımı kesilmekte ve yapılan yersiz ödemelerin tamamı yasal faizi ile birlikle geri alınmaktadır. Madde ile, 2828 sayılı Kanuna geçici madde eklenmek suretiyle, mevcut muhtaçlık sınırı (asgari ücretin aylık net tutarının 2/3'ü) gelir artışı nedeniyle hangi oranda aşıldıysa yine aynı oranda (gelir artış oranı kadar) yersiz ödemenin tahsili yoluna gidilmesi sağlanarak daha önce 4/7/2012 tarihli ve 6353 sayılı Kanunun 13 üncü maddesiyle 2828 sayılı Kanuna eklenen geçici 9 uncu maddeyle uygulanan hükmün yeniden uygulanması amaçlanmaktadır. denilmektedir.Esas Sayısı : 2017/37 Karar Sayısı : 2017/22 2 Komisyon görüşmeleri sırasında verilen önerge ile maddede değişikliğe gidilerek, anılan kanun maddesi uyarınca yapılan yersiz ödemelerden takibe alınıp da tahsil edilemeyen tutarların ve buna ilişkin faizlerin istenmemesine ve terkinine yönelik bir düzenleme yapılmış olup, 24/5/1983 tarihli ve 2828 sayılı Sosyal Hizmetler Kanununa daha önceden benzeri bir düzenlemeyi içeren 4/7/2012 tarihli ve 6353 sayılı Kanunun 13 üncü maddesiyle 2828 sayılı Kanuna eklenen geçici 9 uncu maddeyle uygulanan hükümden çok farklı bir uygulama amaçlanmıştır. Komisyon görüşmeleri sırasında grubumuzun uyarısı üzerine gerçeğe uygun olmayan belge ve sağlık kurulu raporu kullanımı nedeniyle yapılan ödemeler bu düzenleme dışına çıkarılmıştır. Bilindiği gibi; 2828 sayılı Sosyal Hizmetler Kanununun Ek 7 nci maddesinin birinci fıkrasında; Her ne ad altında olursa olsun her türlü gelirler toplamı esas alınmak suretiyle, hane içinde kişi başına düşen ortalama aylık gelir tutarı, asgarî ücretin aylık net tutarının 2/3ünden daha az olan bakıma ihtiyacı olan engellilere, resmî veya özel bakım merkezlerinde bakım hizmeti ya da sosyal yardım yapılmak suretiyle evde bakımına destek verilmesi sağlanır., son fıkrasında ise, ..Birinci fıkra ile belirlenen hane halkı gelir ölçütünü aşan gelir değişikliğinin tespiti halinde bu madde kapsamında yapılan ödemeler durdurulur ve değişikliğin meydana geldiği tarihten itibaren yasal faizi ile birlikte genel hükümlere göre takip ve tahsil edilir. hükmü yer almaktadır. Bu hükümler doğrultusunda; gelir ölçütünün aşıldığının tespiti halinde, yapılan ödemelerin durdurulması ve yersiz olarak ödenen tutarların yasal faizi ile birlikte (genel hükümlere göre) takip ve tahsil edilmesi temel ilke olarak benimsenmiştir. Söz konusu Kanuna 6353 sayılı Kanunun 13 ncü maddesiyle eklenen Geçiçi 9 uncu madde de yer alan; Bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce bu Kanunun ek 7 nci maddesine istinaden kendilerine engelliye ikametgâhında bakım hizmeti vermesi dolayısıyla ödeme yapılmış kişilere anılan maddenin birinci fıkrasında belirtilen gelir ölçütünün aşılması nedeniyle yersiz olarak ödenen tutarlar birinci fıkrada belirtilen gelir ölçütünün geçildiği oranda yasal faizi ile birlikte takip ve tahsil edilir. Söz konusu gelir ölçütünün bir kat veya daha fazla aşılması halinde yapılan yersiz ödemenin tamamı yasal faizi ile birlikte tahsil edilir. Bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce bu kapsamda tahsil edilmiş olan tutarlar bakımından ilgili kişiler lehine hiçbir şekilde alacak hakkı doğmaz yolundaki hüküm, anılan temel ilke doğrultusunda düzenlenmiştir. Oysa, komisyonda son şeklini alan kanunun 6. Maddesi ile aynı Kanuna eklenmek istenen Geçici 15nci Madde hükmünün yukarıda yer verilen hükümle hiçbir ilgisi olmayıp, tamamen af niteliğini taşıyan yepyeni bir hüküm ihtiva etmiş hale getirilmiştir. Komisyon görüşmeleri sırasında yapılan açıklamalarda; söz konusu yersiz ödeme tutarının 57 milyon TLye ulaştığı, yaklaşık 10.000 kişiden tahsilat yapılması gerektiği, bu tutarın yaklaşık 3 milyon TL sinin sahte ve yanıltıcı rapor ve belge düzenleyenlerle ilgili olduğu, bu düzenleme ile 54 Milyon TL alacağın takibinden vazgeçildiği, bu duruma sorumlu idare tarafından yeteri ölçüde etkin bir ödeme ve izleme mekanizmasının kurulmamasının neden olduğu ifade edilmiştir.Esas Sayısı : 2017/37 Karar Sayısı : 2017/22 3 Ne var ki; ilgili idare söz konusu hatalı ve yanlış işlemlerini bir an evvel gidermek yerine, bunları bir kanun maddesiyle halletme yolunu tercih etmiş, bu sebeple söz konusu Kanuna Geçici 9 ncu maddenin eklenmesi sağlanmış, bundan da bir sonuç alınamayınca, bu defa gelir ölçütünü aşan 10.000 kişiye yersiz olarak yapılan ödemelerin affını sağlamaya yönelik anılan tasarının 6. maddesinde yer alan düzenleme getirilmek istenmiştir. İdarenin bu tavrını, görevlerini tam ve zamanında yapmak yerine, belki de bir kısmı baştan beri ilgili gelir ölçütünü aşmasına rağmen kendisine haksız yere bakım hizmeti ya da sosyal yardım verilen, ya da tahsil imkanı bulunan kişilere yapılan yersiz ödemelere kanunda yazılı temel ilkelere aykırı olarak af getirilerek hukuka aykırı işlemlerin ödüllendirilmesi şeklinde değerlendirmek mümkündür. Af niteliğinde hükümler içermesi nedeniyle; söz konusu maddenin TBMM Genel Kurulunda görüşülmesi sırasında kabulü için Anayasanın 87 nci maddesi gereğince TBMM üye tam sayısının beşte üç çoğunluğunun aranması gerekmesine rağmen bu gereklilik oylama sırasında yerine getirilmemiştir. Anayasanın 88 inci maddesinin ikinci fıkrasında kanun tasarı ve tekliflerinin TBMMnde görüşülme usul ve esaslarının İçtüzükle düzenleneceği açıklanmıştır. Anayasa'nın 148 inci maddesinin ikinci fıkrasında, kanunların şekil bakımından denetlenmesinin, son oylamanın öngörülen çoğunlukla yapılıp yapılmadığı hususu ile sınırlı olduğu, 88 inci maddesinin ikinci fıkrasında, kanun tasarı ve tekliflerinin Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde görüşülme usul ve esaslarının İçtüzük'le düzenleneceği belirtilmiş, TBMM İçtüzüğü'nün 92 nci maddesinin ikinci fıkrasında da, Genel veya özel af ilanını içeren tasarı veya tekliflerin Genel Kurulda kabulü Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının beşte üç çoğunluğunun kararı ile mümkündür. Gerekli çoğunluk, söz konusu tasarı veya tekliflerin afla ilgili maddelerinde ve tümünün oylamasında ayrı ayrı aranır. Tasarı veya teklif hakkında verilen genel veya özel af ilanını içeren değişiklik önergesinin kabulü halinde, kabul için gerekli beşte üç çoğunluğun tespiti için bu önergenin oylanması açık oylama suretiyle tekrarlanır. denilmiştir. 6770 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 6. maddesi 3.01.2017 günlü 50. Birleşimin 6. oturumunda Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulunda oylanırken beşte üç çoğunluk aranmamıştır. Bu durumda, 6770 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 6. maddesi Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının beşte üç çoğunluğu yani 330 kabul oyu ile kabul edilmediğinden, TBMM İçtüzüğünün 92 nci maddesine, dolayısı ile Anayasanın 88 inci maddesinin ikinci fıkrasına ve Anayasanın 87 nci maddesi gereğince oylamanın Anayasada öngörülen çoğunlukla yapılmamış olması nedeniyle Anayasa Mahkemesinin şekil bakımından denetim alanına giren bir durum ortaya çıkmış bulunmaktadır. Anayasanın herhangi bir hükmüne aykırı bir durumun Anayasanın 11 inci maddesinde ifade edilen Anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ve Anayasanın 2 nci maddesinde yer alan hukuk devleti ilkeleri ile bağdaşması da mümkün değildir.Esas Sayısı : 2017/37 Karar Sayısı : 2017/22 4 Anayasanın 148 inci maddesine göre Anayasa Mahkemesinin denetim alanına giren ve yukarıda açıklanan nedenlerle Anayasanın 2., 11., 87. ve 88 inci maddelerine aykırı bir görünüm taşıyan söz konusu şekil aykırılığı nedeniyle 6770 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 6. maddesinin iptal edilmesi gerekmektedir. 2) 6770 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 38. maddesi: MADDE 38 – 26/9/2011 tarihli ve 655 sayılı Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnameye aşağıdaki geçici madde eklenmiştir. Yabancı bayrak çekilmiş olan yat, kotra, tekne ve gezinti gemilerinin Türk bayrağına geçişine ilişkin istisnalar GEÇİCİ MADDE 9 (1) Bu maddenin yürürlüğe girdiği tarih itibarıyla yurtdışında bulunan veya yabancı bayrak çekilmiş olan Türk Gümrük Tarife Cetvelinin 8901.10.10.00.11 ve 8901.10.90.00.11 numaralarında yer alan mallar ile 89.03 tarife pozisyonunda yer alan mallardan yat, kotra, tekne ve gezinti gemilerinin, Türkiyedeki gerçek veya tüzel kişilere bedelsiz olarak intikali veraset ve intikal vergisinden; bunların Türkiyeye ithali ile kayıt ve tesciline ilişkin iş ve işlemler, 2/7/1964 tarihli ve 492 sayılı Harçlar Kanununa bağlı (8) sayılı tarifede yer alan bağlama kütüğü ruhsatnamelerinden alınacak harçlar hariç olmak üzere, gümrük vergisi dahil her türlü vergi, resim, harç, fon ve paylardan müstesnadır. (2) Birinci fıkra kapsamına giren gemi, yat, kotra, tekne ve gezinti gemilerinin, Türkiyeye ithali veya kayıt ve tescili öncesi dönemlere ilişkin olarak, bunları Türkiyeye ithal edenler veya adlarına kayıt ve tescil ettirenler hakkında bunların ediniminden kaynaklı vergi incelemesi veya tarhiyat yapılmaz, daha önce yapılmış olan tarhiyatlardan varsa açılmış davalardan feragat edilmesi kaydıyla vazgeçilir, tahakkuk eden tutarlar terkin edilir, tahsil edilen tutarlar red ve iade edilmez. Bu maddenin uygulamasına ilişkin usul ve esasları belirlemeye Maliye Bakanlığı yetkilidir. hükmünü içermektedir. Maddenin gerekçesinde; Madde ile, Türk bayrağının çekilmesinin teşvik edilmesi amacıyla, maddenin yürürlüğe girdiği tarih itibarıyla yurtdışında bulunan veya yabancı bayrak çekilmiş olan Türk Gümrük Tarife Cetvelinin 8901.10.10.00.11 ve 8901.10.90.00.11 numaralarında yer alan mallar ile 89.03 tarife pozisyonunda yer alan mallardan yat, kotra, tekne ve gezinti gemilerinin Türkiye'de bulunan gerçek veya tüzel kişilere bedelsiz olarak intikalinden 8/6/1959 tarihli ve 7338 sayılı Veraset ve İntikal Vergisi Kanununa göre alınan veraset ve intikal vergisinin alınmaması; bunların Türkiye'ye ithali ile kayıt ve tesciline ilişkin iş ve işlemlerin gümrük vergisi dahil her türlü vergi, resim, harç, fon ve paylarından istisna edilmesi sağlanmaktadır. Ancak, söz konusu gemilerin Türkiye'de bağlama kütüğüne kaydı nedeniyle, bağlama kütüğü ruhsatnamelerinden alınacak harçların alınması öngörülmektedir.Esas Sayısı : 2017/37 Karar Sayısı : 2017/22 5 Madde ile ayrıca, kapsama giren gemi, yat, kotra, tekne ve gezinti gemilerinin, Türkiye'ye ithali veya kayıt ve tescili öncesi dönemlere ilişkin olarak, bunların ediniminden kaynaklı vergi incelemesi veya tarhiyat yapılmayacağı hususu düzenlenmektedir. açıklaması yer almaktadır. Söz konusu maddenin komisyon ve genel kurul görüşmeleri sırasında öncelikle bu değişikliğin, denizlerimizde ve marinalarımızda bulunan 5600 civarında olduğu tahmin edilen Türk sahipli ve yabancı bayraklı teknenin Türk Bayraklı haline getirilmesini sağlamak, amacıyla yapıldığı ifade edilmesine ve madde gerekçesinde de benzeri açıklamaya yer verilmesine karşın, bu maddenin ilk fıkra hükmünün tamamen bu amacın dışında yurtdışında bulunan veya yabancı bayrak çekilmiş olan Türk Gümrük Tarife Cetvelinin 8901.10.10.00.11 ve 8901.10.90.00.11 numaralarında yer alan mallar ile 89.03 tarife pozisyonunda yer alan mallardan yat, kotra, tekne ve gezinti gemilerinin, Türkiyedeki gerçek veya tüzel kişilere bedelsiz olarak intikalinin veraset ve intikal vergisinden; bunların Türkiyeye ithali ile kayıt ve tesciline ilişkin iş ve işlemlerin, 2/7/1964 tarihli ve 492 sayılı Harçlar Kanununa bağlı (8) sayılı tarifede yer alan bağlama kütüğü ruhsatnamelerinden alınacak harçlar hariç olmak üzere, gümrük vergisi dahil her türlü vergi, resim, harç, fon ve paylardan istisna tutulması ile ilgili olduğu, sadece 5600 tane Türk sahipli ve yabancı bayraklı teknenin Türk Bayraklı haline getirilmesini sağlamak ile ilgili olmadığı anlaşılmıştır. Böylesi bir düzenleme yurt dışında tutulan ve tanımı maddenin 1. fıkrası girişinde verilen varlıkların herhangi bir bedel, vergi, harç ödemeksizin, herhangi bir inceleme ve araştırmaya tabi tutulmaksızın değişik yöntemlerle, hatta üçüncü şahıslar da kullanılarak yurt içi servet unsurlarına katılması yani bir nevi varlık barışı düzenlemesi niteliğindedir. Bu düzenleme örtülü bir şekilde sadece Türk sahipli ve yabancı bayraklı teknenin Türk Bayraklı haline getirilmesini sağlamak amacıyla yapıldığı gerekçe gösterilerek gerçekleştirilmek istenilmektedir. Öte yandan; Kanunun 38. maddesiyle 26.09.2011 tarihli ve 655 sayılı Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnameye eklenen Geçici Madde 9 un ikinci fıkrasında yer alan hükümlerle; bazı gemi, yat, kotra, tekne ve gezinti gemilerini Türkiyeye ithal, adlarına kayıt ve tescil ettirenler hakkında, ithal, kayıt ve tescil öncesi dönemlere ilişkin ve bunların ediniminden kaynaklı vergi incelemesi veya tarhiyat kaldırılmakta, daha önce yapılmış tarhiyatlardan ve varsa açılmış davalardan feragat edilmesi koşuluyla vazgeçilmekte, tahakkuk eden tutarlar ise terkin edilmek suretiyle, Kanunların genel ve kapsayıcı niteliği göz ardı edilerek, geçmişteki işlem ve fiilleri ile bu tür inceleme ve maddi yükümlülüklere muhatap kalmış olan bazı mükellefler kayrılmış olmaktadır. Af niteliğinde hükümler içermesi nedeniyle; söz konusu maddenin TBMM Genel Kurulunda görüşülmesi sırasında kabulü için Anayasanın 87 nci maddesi gereğince üye tam sayısının beşte üç çoğunluğunun aranması gerekmesine rağmen bu gereklilik yerine getirilmemiştir. Anayasanın 88 inci maddesinin ikinci fıkrasında kanun tasarı ve tekliflerinin TBMMnde görüşülme usul ve esaslarının İçtüzükle düzenleneceği açıklanmıştır.Esas Sayısı : 2017/37 Karar Sayısı : 2017/22 6 Anayasa'nın 148 inci maddesinin ikinci fıkrasında, kanunların şekil bakımından denetlenmesinin, son oylamanın öngörülen çoğunlukla yapılıp yapılmadığı hususu ile sınırlı olduğu, 88 inci maddesinin ikinci fıkrasında, kanun tasarı ve tekliflerinin Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde görüşülme usul ve esaslarının İçtüzük'le düzenleneceği belirtilmiş, TBMM İçtüzüğü'nün 92 nci maddesinin ikinci fıkrasında da, Genel veya özel af ilanını içeren tasarı veya tekliflerin Genel Kurulda kabulü Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının beşte üç çoğunluğunun kararı ile mümkündür. Gerekli çoğunluk, söz konusu tasarı veya tekliflerin afla ilgili maddelerinde ve tümünün oylamasında ayrı ayrı aranır. Tasarı veya teklif hakkında verilen genel veya özel af ilanını içeren değişiklik önergesinin kabulü halinde, kabul için gerekli beşte üç çoğunluğun tespiti için bu önergenin oylanması açık oylama suretiyle tekrarlanır. denilmiştir. 6770 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 38. maddesi Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulunun 17.01.2017 günlü 60. Birleşiminin 6. oturumunda oylanırken beşte üç çoğunluk aranmamıştır. Söz konusu oylamadan önce maddenin oylamasında Anayasanın 87 nci maddesi gereğince üye tam sayısının beşte üç çoğunluğunun aranması gerekliliğini bildirilmesine rağmen bu gereklilik yerine getirilmemiştir. Oturum sırasında; bu konuda, geçmişte Anayasa Mahkemesinin sadece hürriyeti bağlayıcı cezalarda Meclisin af yetkisini kullanırken nitelikli çoğunluk aramasıyla ilgili bir kararının olduğunun bilindiği, ancak bu maddelerde kovuşturma dışı bırakılan, yürümekte olan ve henüz sonuçlanmayan ve hürriyeti bağlayıcı ceza gerektiren bazı davaların var olabileceği bu nedenle konunun söz konusu Anayasa Mahkemesi Kararı kapsamında değerlendirilmemesi istenilmiştir. Oturumu yöneten Başkan bu konuda; ..tasarının 6ncı ve 36ncı maddelerinin içeriğine bakıldığında ceza indirimi veya cezanın genel affı olarak bir durum olmadığı, 6ncı maddede fazla ve yersiz ödenen ve geri alınması gereken tutarlar ile bunlardan doğan faizlerin terkinine, 36ncı maddede ise yabancı bayrak çekilmiş olan yat, kotra, tekne ve gezinti gemilerinin Türk Bayrağına geçişine ilişkin istisnalar düzenlenmiş, bu işlemin gümrük vergisi dâhil her türlü vergi, resim, harç, fon ve paylardan müstesna olduğu hükme bağlanmıştır. Her iki maddede de ekonomik istisnanın söz konusu olduğu, ceza hukuku anlamında bir af olmadığı görülmektedir. Bu nedenle, Anayasanın 87nci maddesinde ve İç Tüzükün 92nci maddesinde öngörülen nitelikli çoğunluklu bir kabul şartına bakmak uygun değildir. Konuya ilişkin, Anayasa Mahkemesinin 22/11/2007 tarihinde yayımlanan 22/12/2006 tarihli 120 sayılı kararında Anayasanın 87nci maddesinde düzenlenen genel af ve özel af kapsamının maddi ceza hukukuyla sınırlı olarak anlaşılması gerektiği, genel af ve özel af kavramlarının ceza hukukuna özgü kavramlar olduğu, ceza hukuku alanı dışında kullanılmadığı, bu kavramların tanımlarının, hüküm ve sonuçlarının da ceza hukukunca düzenlendiği açıklanmıştır. Bu nedenle, yapılan bu işlemin geçmiş uygulamalarla uyumluEsas Sayısı : 2017/37 Karar Sayısı : 2017/22 7 olduğu da görülmektedir. Nitekim, Genel Kurulun 9/11/2016 tarihli 18inci Birleşiminde ve 4/11/2004 tarihli 14üncü Birleşiminde de ertelemeye ve şartlı salıvermeye ilişkin maddelerin oylamalarında nitelikli çoğunluk aranmamıştır. Bu nedenlerden dolayı itirazlara ilişkin Başkanlığımızın yapacağı herhangi bir işlem olmadığını bildiriyorum. şeklinde değerlendirmede bulunmuş, oylamada nitelikli çoğunluk aramamıştır. Bu durumda, 6770 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı Kanunun ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 38. maddesi Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının beşte üç çoğunluğu yani 330 kabul oyu ile kabul edilmediğinden, TBMM İçtüzüğünün 92 nci maddesine, dolayısı ile Anayasanın 88 inci maddesinin ikinci fıkrasına ve oylamanın Anayasanın 87. maddesinde öngörülen çoğunlukla yapılmamış olması nedeniyle Anayasa Mahkemesinin şekil bakımından denetim alanına giren bir durum ortaya çıkmış bulunmaktadır. Anayasanın herhangi bir hükmüne aykırı bir durumun Anayasanın 11 inci maddesinde ifade edilen Anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ve Anayasanın 2 nci maddesinde yer alan hukuk devleti ilkeleri ile bağdaşması da mümkün değildir. Anayasanın 148 inci maddesine göre Anayasa Mahkemesinin denetim alanına giren ve yukarıda açıklanan nedenlerle Anayasanın 2., 11., 87. ve 88 inci maddelerine aykırı bir görünüm taşıyan söz konusu şekil aykırılığı nedeniyle 6770 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı Kanunun ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 38. maddesinin iptal edilmesi gerekmektedir. III. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ 18.01.2017 tarih ve 6770 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı Kanunun ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 6. ve 38. maddeleri şekil şartları yerine getirilmeden yasalaştırıldığı için Anayasanın 2., 11., 87. ve 88inci maddelerine açıkça aykırıdır. İptali istenen düzenlemeler af niteliğinde olduğu için haklarında yürürlüğü durdurma kararı verilmediği takdirde ilerleyen evrelerde verilecek iptal kararının etkililiğinin de ötesinde hükmü ortadan kalkacağından, böylesi bir durumun sonradan giderilmesi güç ya da olanaksız zararlara yol açacağı da kuşkusuzdur. Öte yandan, Anayasal düzenin hukuka aykırı kural ve düzenlemelerden en kısa sürede arındırılması, hukuk devleti sayılmanın en önemli gerekleri arasında sayılmaktadır. Anayasaya aykırılıkların sürdürülmesi, özenle korunması gereken hukukun üstünlüğü ilkesini de zedeleyecektir. Hukukun üstünlüğünün sağlanamadığı bir düzende, kişi hak ve özgürlükleri güvence altında sayılamayacağından, bu ilkenin zedelenmesi hukuk devleti yönünden giderilmesi olanaksız durum ve zararlara da yol açacaktır. Bu zarar ve durumların doğmasını önlemek amacıyla, Anayasaya açıkça aykırı olan ve iptali istenen hükümlerin iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüklerinin de durdurulması istenerek Anayasa Mahkemesine dava açılmıştır.Esas Sayısı : 2017/37 Karar Sayısı : 2017/22 8 Bu nedenle, iptali istenen maddelerin iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüğünün de durdurulması gerekmektedir. IV. SONUÇ VE İSTEM Anayasanın 151 inci maddesi hükmünde öngörülen süre içerisinde, şimdilik şekil aykırılığı nedeniyle 6. ve 38. maddelerinin iptalini istediğimiz 18.01.2017 tarih ve 6770 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun esas bakımından Anayasaya aykırılığını ileri sürmek suretiyle iptal davası hakkımızı saklı tutmak kaydıyla; Yukarıda açıklanan gerekçelerle 18.01.2017 tarih ve 6770 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun; 6. ve 38. maddelerinin şekil aykırılığı nedeniyle Anayasanın 2., 11., 87. ve 88inci maddelerine aykırı oldukları için iptallerine, ve iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüğünün durdurulmasına karar verilmesine ilişkin istemimizi saygı ile arz ederiz.
3,040
Esas Sayısı : 2011/134 Karar Sayısı : 2012/83 1 "... II İTİRAZLARIN GEREKÇELERİ A E.2011/134 Sayılı İtiraz Başvurusunun Gerekçe Bölümü Şöyledir: 'Mahkememize açılan dava işçinin çalışmasından kaynaklanan kıdem tazminatı, fazla mesai, ihbar tazminatı, yıllık izin alacağı ve milli bayramlarda çalışma ücretine dayalı işçi alacağı davasıdır. Davacı dava dilekçesinde belirttiği işçilik alacaklarını talep ederek, fazlaya ilişkin hakkını saklı tutmuştur. HMK 107. maddede belirsiz alacaklarda asgari bir miktar üzerinden kısmi dava açılabileceği bildirilmiştir. HMK 109/2. maddesinde ise talep konusunun miktarı taraflar arasında tartışmasız ve açıkça belli ise kısmi dava açılamayacağı hükmünü içermektedir. Bu durumda davacının talep ettiği işçilik alacaklarının belirsiz bir alacak mı yoksa belirlenebilir bir alacak mı olduğu önem taşımaktadır. Adalet Bakanlığınca düzenlenen HMK seminerinde seminer veren öğretim görevlileri tarafından da belirtildiği üzere bir işçi bir işyerinde ne kadar süre ile çalıştığını, ne kadar maaş aldığını, ne zaman mesaiye kaldığını ve davalıdan talep edebileceği işçilik alacağının ne kadar olduğunu açıkça bileceğinden işçilik alacakları belirlenebilir alacaklardandır. Bu nedenle davacı tarafından fazlaya ilişkin hakkı saklı tutularak açılan işçilik alacaklarından doğan davalarda HMK 109/2. madde gereğince kısmi davanın açılamama durumu söz konusu olup, derdest davamızda HMK 109/2. maddesinin uygulanma ihtimali bulunmaktadır. Yani HMK 109/2. madde gereğince davacı fazlaya ilişkin hakkını saklı tutarak kısmi dava açamaz açılan bu davanın HMK 109/2. maddesi gereği 'Usulden reddi' gerekmektedir. Ancak davaya uygulanma ihtimali bulunan 6100 s. K (HMK) 109/2. madde TC. Anayasasının 36. maddesine aykırıdır. Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 36. maddesinde 'Herkes meşru vasıta ve yollardan faydalanmak sureti ile yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir. Hiçbir mahkeme görev ve yetkisi içindeki davaya bakmaktan kaçamaz' hükmü düzenlenmiştir. Keza Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 6. maddesi; 1 Herkes, gerek medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili nizalar, gerek cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan, yasayla kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak görülmesini istemek hakkına sahiptir. Hüküm açık oturumda verilir; ancak, demokratik bir toplumda genel ahlak, kamu düzeni ve ulusal güvenlik yararına, küçüklerin korunması veya davaya taraf olanların özel hayatlarının gizliliği gerektirdiğinde, veya davanın açık oturumdaEsas Sayısı : 2011/134 Karar Sayısı : 2012/83 2 görülmesinin adaletin selametine zarar verebileceği bazı özel durumlarda, mahkemenin zorunlu göreceği ölçüde, duruşmalar dava süresince tamamen veya kısmen basına ve dinleyicilere kapalı olarak sürdürülebilir.' Hükmünü içermektedir. Ayrıca davamıza konu olaya uygulanması muhtemel olan 6100 sayılı Kanunun 109/2. maddesi aynı zamanda Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi olarak bilinen İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin Sözleşmenin 6. maddesinde belirtilen adil yargılanma hakkına da aykırıdır. 6100 s. K (HMK) 109/2. maddesi TC. Anayasasının 36. maddesinde belirtilen 'hak arama hürriyeti' ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesinde belirtilen 'Adil yargılanma ilkesine' aykırı olduğundan Anayasamızın 152. maddesi gereğince Anayasa Mahkemesine başvurulmasına karar verilmiş olup; Gereği takdirlerinize saygıyla arz olunur.' B E.2012/26 Sayılı İtiraz Başvurusunun Gerekçe Bölümü Şöyledir: 'DAVA: Davacı vekili mahkememize verdiği 02.01.2012 havale tarihli dava dilekçesi ile taraflar arasında iş akdi yapıldığını ve davacının 23.05.2006 tarihinde işçi olarak işe başladığını, davacının ücretinin aylık 680,00. TL olduğunu, davalı işverenin davacının ücretlerini zamanında ve tam ödemediğini, ayrıca davacıya fazla mesai ücretlerinin de ödenmediğini, bu nedenlerle davacının iş akdini haklı nedenle feshettiğini belirterek, fazlaya ilişkin haklarını saklı tutmak suretiyle 4.000,00. TL net kıdem tazminatının ve 100,00. TL net yıllık ücretli izin alacağının fesih tarihinden itibaren mevduata uygulanan en yüksek faizi ile birlikte davalıdan tahsilini talep ve dava etmiştir. CEVAP: Davalı vekili ise 03.02.2012 havale tarihli dilekçesinde, davacının bildirim süresine uymadan iş akdini feshettiğini ve fesih ile hakkın kötüye kullanıldığını belirterek davanın reddini talep etmiştir. İTİRAZ KONUSU NORM: 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun 109. maddesinin ikinci fıkrası, 'Talep konusunun miktarı, taraflar arasında tartışmasız veya açıkça belirli ise kısmi dava açılamaz.' hükmündedir. İLGİLİ ANAYASA MADDELERİ: 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 2. maddesi, 'Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.', 13. maddesi, 'Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.', 36. maddesi, 'Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.', 141/4. maddesi, 'Davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılması, yargının görevidir.' hükümlerini içermektedir.Esas Sayısı : 2011/134 Karar Sayısı : 2012/83 3 İLGİLİ ULUSLARARASI METİNLER: Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6/1. maddesinde, 'Herkes, gerek medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili nizalar, gerek cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan, yasayla kurulmuş, bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak görülmesini isteme hakkına sahiptir.' denilmektedir. ANAYASA'YA AYKIRILIK GEREKÇELERİ: 04/02/2011 tarihli Resmi Gazete'de yayımlanan 12/01/2011 tarihli ve 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu (H.M.K.), bu Kanunun 451. maddesine göre 01.10.2011 tarihinde yürürlüğe girmiş olup, Kanunun 450. maddesi ile de, 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu yürürlükten kaldırılmıştır. 6100 sayılı H.M.K.'nun ikinci kısmının birinci bölümünde 105. 113. maddeleri arasında dava çeşitleri, bu Kanunun 109. maddesi ile de, kısmi dava düzenlenmiştir. Anılan madde ile, talep konusunun niteliği itibariyle bölünebilir olduğu durumlarda kısmi dava açılabileceği, ancak talep konusu miktarının taraflar arasında tartışmasız veya açıkça belirli olması durumunda kısmi dava açılamayacağı hükme bağlanmıştır. Maddenin ikinci fıkrasının gerekçesinde, 'Maddenin ikinci fıkrasında talep konusunun miktarının taraflar arasında tartışmasız ve açıkça belirli olması durumunda kısmi davanın açılamayacağı hüküm altına alınmıştır. Bununla kısmi dava kurumunun amaç dışı kullanılmasının önüne geçilmek istenmiş, yani sözü edilen hâlde davacının kısmi dava açmakta hukuki yararının bulunmadığı kabul edilmiştir.' denilmiştir. Görüldüğü üzere, 6100 sayılı H.M.K.'nun 109/2. maddesi ile, kısmi dava açılması sınırlandırılmıştır. Yine bu Kanunun 107. maddesinde de, belirsiz alacak davası düzenlenmiş, alacağın miktarı yahut değerinin tam ve kesin olarak belirlenememesi veya bunun imkansızlaştığı hallerde belirsiz alacak davası açılabileceği öngörülmüştür. Şartları oluşmadan, doğrudan belirsiz alacak, tespit davası veya kısmi dava açılması durumunda, hukuki yarar yokluğundan davanın usulden reddine karar verilecektir. H.M.K.'nun 114/1 h bendi uyarınca, hukuki yarar dava şartıdır. H.M.K.'nun 115/2. maddesinde de mahkemenin, dava şartı noksanlığını tespit ederse, davanın usulden reddine karar vereceği; ancak, dava şartı noksanlığının giderilmesi mümkün ise bunun tamamlanması için kesin süre vereceği; bu süre içinde dava şartı noksanlığı giderilmemişse davayı dava şartı yokluğu sebebiyle usulden reddedeceği belirtilmiştir. Ayrıca, fazlaya ilişkin hak sonradan dava konusu yapılamamaktadır. Yasa tasarısı taslağının hazırlanışında görev yapan öğretim üyelerinden Özekes, 'Bugüne kadar fazlaya ilişkin hakların saklı tutulması anlayışı terk edilmiş, böyle bir ifade olmasa dahi daha sonra fazlaya ilişkin hakların dava edilmesi teorik olarak mümkün kılınmıştır. Fakat, eğer alacak belirli veya tarafça belirlenebilir ise, tarafın kısmi dava açma imkanı ortadan kaldırılmıştır. Bu çerçevede, özellikle iş hukuku gibi alanlarda pilot dava, ön dava gibi açılan davalar artık belirli ya da belirlenebilir alacaklar bakımından mümkün değildir, açılırsa dava hukuki yarar yokluğundan redde mahkumdur. Bu sebeple, davayı parçalara ayırarak açma dönemi kural olarak bitmiştir.' demektedir (ÖZEKES, Muhammed, Hukuk Muhakemeleri Kanunu Ne Getiriyor, Esas Dergisi, Sayı: 1, sayfa: 7 8). Yine öğretide, kısmi dava açılması durumunda hukuki yararın bulunmadığından bahisle davanın reddi gerektiği belirtilmekte, örnek olarak da işçi alacakları davaları gösterilmektedir (PEKCANITEZ, Hakan/ATALAY, Oğuz/ÖZEKES, Muhammed, Hukuk Muhakemeleri Kanunu, Yetkin Yayınları, sayfa:316 320). Öğretide bazı görüşler de, '...ülkemizde işçilik alacakları ile ilgili davaların belirsiz alacak veya kısmi dava türünde açılamayacağını ileri sürmek, adli sonuçlar doğurmayacağı gibi iş hukukuna hakim ilkelerden, işçinin korunması ilkesinin de ihlaline yol açabilir.' yönündedir.Esas Sayısı : 2011/134 Karar Sayısı : 2012/83 4 (ÇİL, Şahin/KAR, Bektaş, 6100 sayılı HMK'ya Göre İş Yargısında Belirsiz Alacak Davası ve Kısmi Dava, Yetkin Yayınları, sayfa 136). Görüldüğü üzere yeni düzenleme, bazı belirsizlikler getirmiştir ve adil olmayan sonuçlara yol açabilir; 1 Her şeyden önce, öğreti ve uygulamada, halen hangi davaların kısmi dava olarak açılamayacağı tartışılmaktadır. Kanunun kabul edildiği tarih dikkate alındığında, aradan geçen zamana rağmen henüz hukukçuların dahi görüş birliğine varamadığı bir konuda, ülkemizde dava açmak için avukat tutma zorunluluğu da bulunmadığına göre, vatandaşın hangi davayı kısmi olarak açabileceği, hangisini açamayacağı konusunda tereddüde düşeceği kuşkusuzdur. Yine, değinildiği üzere kısmi davanın hangi hallerde açılabileceği hususu her somut olaya göre değişmektedir. Halbuki bir hukuk devletinde her uyuşmazlığa uygulanacak usul hükümlerinin çok açık ve belirli bir şekilde düzenlenmesi gerekmektedir. Ayrıca, karşı tarafın verdiği bilgi veya tahkikat sonucu alacağın miktarı veya değerinin tam ve kesin olarak belirlenebilmesi veya talep konusunun miktarının, taraflar arasında tartışmasız veya açıkça belirli olmasını dava tarihinde öğrenmesi mümkün olmayan davacının belirli bir yönde dava açmanın olumsuz sonuçlarına (yargılama giderleri, zamanaşımı gibi) katlanmak zorunda bırakılması hukuki güvenlik ilkesi ile bağdaşmamaktadır. Usul kurallarının karmaşık ve muğlak olmaması; adil yargılanma ilkesi ve hukuk devleti ilkesinin gerekleridir. Nitekim Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Airey İrlanda davasının kararında (9 Ekim 1979, Seri A No. 32, s. 12 14, paragraf 24), AİHM'e üye Devletler'in mahkemelere etkili erişim hakkını garanti etmesi gerektiğini belirtme fırsatı bulmuştur. Bu davada AİHM, usul kurallarının karmaşık olması nedeniyle AİHS'nin 6. madde'nin birinci fıkrasının ihlal edildiğine karar vermiştir. Ayrıca, Bellet Fransa davasının kararı (4 Aralık 1995, Seri A No. 333 B, paragraf 37 38) kan nakli neticesinde enfeksiyon kapan hemofili hastalarıyla ilgilidir. Mağdurlara tazminat fonundan tazminat ödenmesiyle dava açma hakkından feragat edilmiş sayılıp sayılmayacağı konusunda taraflar anlaşmaya varamamıştır. Paris İstinaf Mahkemesi davanın açılmasında fayda tespit edemediğinden, davanın reddedildiğini bildirmiştir. AİHM şu beyanda bulunmuştur: 'Neticede, sistem, mevcut yolların kullanılması için gereken usuller ve bunların eşzamanlı kullanımından kaynaklanan kısıtlamalar konusunda yeterince açık olmadığı gibi, bir yanlış anlamayı önleyecek güvencelerle de donatılmamıştır. Davanın tüm koşullarına bakıldığında, Mahkeme başvurucunun Paris İstinaf Mahkemesi önündeki dava sürecinde somut ve etkin bir erişim hakkından faydalanamadığını tespit etmiştir. Dolayısıyla, 6. madde'nin 1. fıkrası (madde 6 1) ihlal edilmiştir.' 2 Aynı hukuki ilişkiden doğan dava konusu taleplerden bazılarının belirli, bazılarının belirsiz, bazılarının da kısmi davaya konu olabilecek nitelikte bulunması durumunda, bunların ayrılarak açılması da Anayasa'nın 141/4. maddesinde öngörülen usul ekonomisine (davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılması) de aykırıdır. 3 İtiraz konusu anılan madde ile, hakkın kullanımının, zamanaşımı süresi içinde hak arayanın tercih ve kararına bırakılmamış olması ve alacağın tamamı için dava açma zorunluluğu getirilmesi hukuk devleti ilkesi ile bağdaşmadığı gibi temel hak ve özgürlüklerin ve hak arama özgürlüğünün sınırlandırılması sonucunu da doğurmaktadır. Hakkın kötüye kullanılması yasağına aykırı olmamak kaydıyla davacı alacağının bir kısmını dava etmek hakkına sahipEsas Sayısı : 2011/134 Karar Sayısı : 2012/83 5 olmalıdır, esasen kimi zaman bunda hukuki yararı da olabilir. Aksine bir düzenleme ile bu hakkı tamamen sınırlamak AİHS'nin 6/1. maddesine de aykırıdır. 4 Anılan maddenin gerekçesi olarak, eski Kanun döneminde her bir dava için ayrı vekalet ücreti almak amacıyla kısmi dava açıldığı gösterilmektedir (PEKCANITEZ/ATALAY/ÖZEKES, adı geçen eser, sayfa 319 dipnot). Ancak bahsi geçen örnek olayda açıkça hakkın kötüye kullanılması söz konusu olup, 4721 sayılı T.M.K.'nun 2. maddesine göre değerlendirme yapılması ile sorun aşılabilmektedir. T.M.K.'nun 2. maddesi zaten başlı başına hakkın kötüye kullanılmasının sınırlandırılması için getirilmiştir. Üstelik, Avukatlık Asgari Ücret Tarifesinde değişiklik yapılmak suretiyle belirtilen sakıncanın önüne geçilmesi mümkün olup, nitekim tarifenin 12. maddesindeki değere ilişkin davalarda vekalet ücretinin maktu vekalet ücretinden az olamayacağı yönündeki düzenleme Danıştay'ca 2011 yılında iptal edilmiş ve 2012 yılına ait tarifede de, söz konusu sakıncayı aşacak şekilde düzenleme yapılmıştır. Dolayısıyla öğretide itiraz konusu norma ilişkin olarak ileri sürülen bu gerekçenin de bir dayanağı bulunmamaktadır. Bu nedenlerle, kısmi dava açılmasının sınırlandırılmasına ilişkin getirilen 6100 sayılı H.M.K.'nun 109/2. maddesi hükmünün; Anayasa'nın 2. maddesinde düzenlenen hukuk devleti ilkesine, 13. maddesinde düzenlenen temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılamayacağı kuralına, 36. maddesinde düzenlenen hak arama özgürlüğü kuralına ve 141. maddesinde öngörülen usul ekonomisi ilkesine aykırılık teşkil ettiği kanaatiyle, itiraz konusu normun iptali için Anayasa'nın 151. maddesine göre Anayasa Mahkemesine başvuruda bulunması gerektiği sonucuna varılmıştır. SONUÇ VE İSTEM: Yukarıda açıklanan ve Yüksek Mahkemece gözetilecek diğer nedenlerle, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun 109. maddesinin ikinci fıkrasının 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 2., 13. ve 36. ile 141. maddelerine aykırı olduğunun TESPİT EDİLEREK İPTALİNE karar verilmesi Anayasa'nın 152. maddesi uyarınca arz ve talep olunur.'"
1,934
Esas Sayısı:1968/39, 1968/42, 45, 54, 68 ve 1969/6 ile birleşik. Karar Sayısı:1969/15 1 "... II İTİRAZA İLİŞKİN GEREKÇELER: l Anayasa'ya aykırılık iddiasında bulunan müdahil vekillerinin gerekçeleri Özeti : (birleştirilmiş olarak), a) Avukatlık Kanununun 130. maddesine göre yargı mercilerindeki işlemlerle öteki işlerden alınacak ücretlerin asgarî haddini gösteren tarifeleri barolar düzenler ve tarifeler Adalet Bakanlığının onaması ile yürürlüğe girer. Esas kuralın bu olmasına karşılık 6831 sayılı Orman Kanununun kapsamına giren suçlardan dolayı açılmış olup orman İdaresince müdahil sıfatiyle ve avukat eliyle takip edilen ceza dâvalarında idare lehine takdir edilecek vekâlet ücreti için uygulanacak esaslar 1056 sayılı kanunla düzenlenmektedir. Bu çeşit tarifelerin düzenlenmesi yetkisi tümü ile ya yasama yahut da yürütme organınındır. Yetkinin bölünmesi; kimi konularda yasama organına, kimi konularda ise yürütme organına bırakılması hukuka yabancı düşer. b) Anayasa'nın 12. maddesine göre herkes kanun önünde eşittir; hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz, 1056 sayılı kanun Orman Kanunu kapsamına giren suçlara ilişkin dâvalarda hüküm giyecek sanıkları, avukatlık ücreti bakımından, asgarî ücret tarifesinin asgarî miktarının yansım geçmeyecek bîr para ile yükümlü tutmuştur. Orman dâvaları dışındaki işlerde ise tarafların avukatlık ücreti bakımından hak ve yükümlülükleri yine eskisi gibi tam tarifeye tâbidir. Böylece Orman Kanunu kapsamına giren suçların sanıklarına imtiyaz tanınmakta; kanun önünde eşitlik ilkesi bunlar lehine ve müdahil idare ve avukatları aleyhine bozulmaktadır. c) 1056 sayılı Kanunun gerekçesi orman ceza dâvalarında hüküm giyenlerin çoğunlukla yoksul köylüler oldukları için tarifedeki ücretleri ödeyemedikleri ana fikrine dayanmaktadır. Her dâvada, hükümlülük, kişiye göre değişen ölçülerde güçlükler getirir. Bir zümreye, ötekilerden ayrı olarak kanunla imtiyazlı durum sağlanamaz. Öte yandan 1056 sayılı kanunu desteklemek üzere "Orman suçlusunun mahkûm olduğu tazminat ve vekâlet ücretini ödeyebilmek için tekrar orman suçu işleyeceği" görüşü savunulmuştur. Bu görüş öteki suçlulara da teşmil edilirse dolandırıcılıktan veya kaçakçılıktan başka işleri olmayanların da mahkûm edilmemeleri gerekecektir. Çünkü bunlar da mahkûm oldukları para cezalarını ödeyebilmek için dolandırıcılık ve kaçakçılık yapacaklardır. Böyle bir görüş suçların önlenmesine değil ancak suçluların daha da yüreklenmelerine yol açar. Ç) 6831 sayılı Kanunla konulan müeyyideler ormanları korumak için getirilmiştir. Hükümlülük halinde ceza, tazminat yargılama gideri ve bu arada vekâlet ücreti yükümlülüğü birbirinden ayrılmaz bir bütündür; sabit olan suçluluğun tabiî sonucu ve kanunî müeyyidesidir. Sonucu ağır sayan ve bununla karşılaşmamak isteyen kişi orman suçu işlemez. Böylece, müeyyidelerden beklenen ormanlar: koruma ereği gerçekleşmiş olur. Genel Ceza Kanunu ölçülerine göre zaten hafif olan 6831 sayılı Kanundaki cezalar, orman dâvaları dolayısıyle müdahil lehine hükmedilecek vekâlet ücretinin de düşürülmesi üzerine büsbütün etkisiz hale gelecek ve ormanlar için zararlı eylemler gelişecektir. 1056 sayılı Kanun 6831 sayılı kanunun etkisini azaltmıştır. Oysa Anayasa'nın 131. maddesinin üçüncü fıkrası ormanlara zarar verebilecek hiçbir faaliyet ve eyleme müsaade edilemeyeceğini hükme bağlamaktadır.Esas Sayısı:1968/39, 1968/42, 45, 54, 68 ve 1969/6 ile birleşik. Karar Sayısı:1969/15 2 d) Mahkemelerce hükmedilen vekâlet ücreti aslında avukata değil, onun temsil ettiği tarafa ait ise de orman avukatları 3904 sayılı Kanunun 7. maddesi aracılığı ile 1389 sayılı kanunda ve 12/8/1961 günlü ve 5/1560 sayılı Bakanlar Kurulu kararında yazılı haklardan yararlandıkları için tahsil edilen vekâlet ücretinin yüzde yetmişini dâvayı takip edip sonuçlandıran avukat veya dâva vekili almakta, yüzde otuzu ise merkezde Hukuk Müşavirliği kuruluşunda çalışanlara dağıtılmaktadır. 1056 sayılı kanunun yalnız orman idaresinin müdahil olarak girdiği dâvalarda hükmedilecek vekâlet ücretinin tavanını avukatlık asgarî ücret tarifesinde yazılı asgarî miktarın yansı ile sınırlamış olması, 1389 sayılı kanundan yararlanan avukatların istihkakları arasında büyük fark ve eşitsizlik doğurmuştur. 6831 sayılı kanunun 45 49. maddeleriyle tanıdığı kamu tüzel kişilerine ait ormanlarda işlenen suçlara ilişkin dâvalarda söz gelimi orman sahibi belediye veya özel idare lehine hükmedilecek vekâlet ücreti ile Devlet ormanına ilişkin aynı nitelikteki bir ceza dâvasında hükmedilecek vekâlet ücreti arasındaki tutarsızlık bu büyük çark ve eşitsizliği daha açık bir biçimde ortaya koyabilir. Hattâ 1056 sayılı kanunda avukat eliyle takibedilen dâvadan söz edildiğine göre orman idaresini dâva vekilinin temsil etmesi halinde her bakımdan aynı nitelikteki ceza dâvalarında orman avukatları ile orman dâva vekilleri arasında bile birincilerin aleyhine kendini gösterecek eşitsizlik de ortadadır. Öte yandan 1056 sayılı kanun vekâlet ücretinin tavanını sınırlamış; fakat tabana bir sınır koymamıştır. Hüküm böylece keyfiliğe yol açacak niteliktedir. Nitekim orman ceza dâvalarında on lira, on iki buçuk lira vekâlet ücreti takdir eden mahkemeler olmuştur. Anayasa'nın 12. maddesinin mefhumu muhalifine göre hiçbir kişi, aile, zümre veya sınıf ötekine karşı daha aşağı duruma sokulmaz. 1056 sayılı Kanun ise orman idaresi avukatlarını öteki kuruluşlardaki meslekdaşlarına göre geniş ölçüde mağdur duruma düşürmüştür. e) Yargıtay'ın 17/11/1968 günlü ve 5/8 sayılı içtihadı birleştirme kararında da belirtildiği üzere mahkemece tayin edilecek ücretin tarifede yazılı miktarın asgarî haddinden aşağı olmaması avukatlara tanınan temel haklardandır. Avukatlık Kanununun 131. maddesinde de "mahkûm aleyhine tahmil olunacak ücret, tarifede yazılı hadden aşağı olamaz." denilmektedir. 1056 sayılı kanun, avukatların bu temel hakkının özüne dokunmuştur onun için de Anayasa'nın 11. maddesine aykırıdır. f) Orman idaresinin müdahil sıfatiyle ve avukat eliyle takip ettiği ceza dâvasının sanığı kendisine, avukat tutarsa ve tarifedeki asgarî ücret 225 lira ise sanık avukatı için öngörülen 225 liraya karşılık öteki tarafa on lira hatta bir lira vekâlet ücreti takdir edilebilmesi yolunu açan 1056 sayılı kanunun getirdiği hüküm, hiçbir Anayasa hükmü ve hukuk ilkesi ile bağdaştırılamaz. Aynı dâvada aynı işi yapan iki avukat için öngörülen ücretlerdeki bu büyük fark Anayasa'nın çalışanların ücretlerinde adalet sağlanmasını hükme bağlayan 45. maddesine aykırı bir durumu ortaya çıkarmaktadır. g) Vekâlet ücretinin saptanmasında "Orman Kanunu kapsamına giren suçlara ilişkin ceza dâvaları" için ayırım yapılmasının hukuk tarihinde benzeri yoktur. Avukata, takip ettiği dâva için vekâlet ücreti takdirinde uygulanan kanunun bir etkisi olması düşünülemez. Burada önemli olan avukatın mesaisidir; müvekkilin kimliği veya uygulanan Kanunun niteliği değildir. Bu hükmün, asıl yeri Avukatlık Kanunu olduğu halde hukuku zedelediği için Avukatlık Kanununa değil, Orman Kanununa eklenmiştir. h) Kanuna dayanılarak hazırlanmış ücret tarifelerinde asgarî had vardır. Bir dâva vekille takip edilirse asgarî vekâlet ücreti hakkı doğar. Mahkeme, avukatın mesaisini gözönündeEsas Sayısı:1968/39, 1968/42, 45, 54, 68 ve 1969/6 ile birleşik. Karar Sayısı:1969/15 3 tutarak asgarî haddin üzerinde bir ücret takdirine de yetkilidir. 1056 sayılı Kanun, Anayasa'nın hâkime tanıdığı takdir hakkına da müdahale etmektedir. i) Orman dâvalarında, avukatların mesaisi öteki dâvalardakinden az değil çoktur. Orman dâvaları çok kez tarla açma, ağaç kesme gibi eylemlerden doğan. müddeabihi çoğu zaman yüksek rakamları bulan, keşifsiz bitmeyen, özel ilgi ve takip isteyen dâvalardır. Öte yandan kanunun getirdiği hüküm, Devlet teşekkülleri avukatlarından yalnız orman idaresi avukatlarına yöneldiği için âdilce değildir. ı) Hakları zedelenen orman idaresi avukatları başka işlere kayacaklardır. Ceza dâvaları bu yüzden gereği gibi takip edilemiyecek, uzayacak ve zaman aşımından düşecektir. Anayasa, 131. maddesiyle orman suçları için genel af çıkarılmasını yasakladığı halde, ceza dâvalarının düşmesiyle, bu sonuç gene de elde edilmiş olacaktır. Kanunun gerçek ereği siyasidir; orman suçu işleyen zümreyi korumak, memnun etmektir. j) Orman idaresi avukatlarının meslekî tazminatları yoktur, aylıkları düşüktür. Vekâlet ücretlerinden alacakları paylar bir dereceye kadar bu dar durumu karşılarken şimdi o yol da kapanmaktadır. Kanun çıkarılırken Anayasa'nın 42 45. maddeleri hükümlerinin gerekleri, Özellikle çalışanların yaptıkları işe uygun ve insanlık haysiyetine yaraşır bir yaşayış seviyesi sağlamalarına elverişli adaletli bir ücret elde etmeleri yolunda Devlete yöneltilen yüküm, orman idaresi avukatları yönünden, hiç nazara alınmamıştır. Kanunun orman avukatları için öngördüğü durum, tüccarın veya çiftçinin elinden kazancını yahut malını almakla birdir. Bu Anayasa'nın koruduğu hukuk devletinde kabul edilebilir bir yol değildir. 2 ANAYASA'YA AYKIRILIK İDDİASINI CİDDİ GÖREN MAHKEMELERİN GEREKÇELERİ ÖZETİ . (Birleştirilmiş olarak) a) Serbest avukatlar ve öteki kurumların avukatları için asgarî ücret tarifelerine göre maktu ve nisbî avukatlık ücreti hesap .edilirken 1056 sayılı Kanuna göre yalnız orman idaresi avukatlarıma asgarî haddin yansım geçmemek üzere ücret takdiri gerekmektedir. Bu, Anayasa'nın 10., 11. ve 12. maddelerinde açıklanan temel haklara, bunların özüne dokunulamıyacağına ve eşitlik ilkesine ilişkin hükümlerle çelişir bir durumdur. b) Herkesin dilediği alanda çalışma ve sözleşme hürriyetine sahip olması Anayasa teminatı altındadır. (Madde 40) 1056 sayılı kanun bu hürriyeti kısıtlamaktadır. c) Orman Kanunu kapsamına giren suçlardan dolayı açılmış dâvaların sanıklarını 1056 sayılı kanun vekâlet ücreti bakımından imtiyazlı duruma getirmektedir. Kanun bu yönden de Anayasa'nın 8. ve 12. maddelerine aykırıdır. ç) İtiraz konusu kanun, niteliği ve doğuracağı sonuçlar yönünden Anayasa'nın ormanların korunmasına ve geliştirilmesine ilişkin 131. maddesine aykırıdır."
1,289
Esas Sayısı : 2019/20 Karar Sayısı: 2019/95 ... Davacı vekili 03/12/2018 havale tarihli dilekçesinde özetle; 5510 sayılı Yasanın 53/2 maddesinin Anayasanın sosyal hukuk devleti ve eşitlik ilkelerine aykırı olduğunu beyanla Anayasa aykırılık iddiasının incelenmesi için Anayasa Mahkemesine gönderilmesi isteminde bulunmuştur. Anayasaya aykırılığı ileri sürülerek iptali istenen kanun metni şu şekildedir; 5510 sayılı Yasanın 53/2 maddesi (Ek fıkra: 17/4/2008 5754/33 md.) 4 üncü maddenin birinci fıkrasının (b) bendi kapsamında sayılanlar, kendilerine ait veya ortak oldukları işyerlerinden dolayı, 4 üncü maddenin birinci fıkrasının (a) bendi kapsamında sigortalı bildirilemezler. Anayasanın 152. maddesine göre; bir davaya bakmakta olan mahkeme, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır. Buna göre Anayasaya aykırılık iddiası davacı vekilinin 03/12/2018 havale tarihli dilekçesinde belirtilen hususlardan ötürü ciddi bulunmuştur. Davacı vekilinin dilekçesinde ayrıntılı olarak belirtildiği üzere, söz konusu kanun maddesi ile aynı nitelikte olan veya durumları birbirine çok benzer konumdaki kişilerden bazıları kendilerine ait veya ortak oldukları işyerlerinden dolayı, 5510 sayılı Yasanın 4 üncü maddenin birinci fıkrasının (a) bendi kapsamında sigortalı bildirilemezlerken bazıları bildirilebilmektedir. Bu husus eşitlik ilkesine aykırılık teşkil etmektedir. Anayasanın sosyal hukuk devleti ve eşitlik ilkelerine göre, farklı uygulamayı haklı kılacak objektif bir neden bulunmadıkça tüm bireyler sosyal güvenlik anlamında eşit hak ve yükümlülüklere sahip olmalıdır. Ancak benzer konumdaki bireyler açısından eşit olmayan bu kanuni düzenlemeyi açıklayacak, haklı gösterecek mantıki bir gerekçe bulunmamaktadır. Açıklanan nedenlerle Anayasaya aykırılık hususunda değerlendirme yapılmak üzere aşağıdaki şekilde karar verilmiştir. GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ: 5510 sayılı Yasanın (5754 sayılı Yasanın 33. maddesi ile eklenen) 53/2 maddesinin Anayasanın 2. maddesinde belirtilen sosyal hukuk devleti ve 10. maddesinde belirtilen eşitlik ilkelerine aykırılığı konusunda değerlendirme yapılması ve aykırı bulunduğu takdirde iptal edilmesi için dosyanın Anayasa Mahkemesine gönderilmesine, Kararın taraf vekillerine tebliğine, Dosya üzerinde yapılan inceleme neticesinde karar verildi.
304
Esas Sayısı : 1995/20 Karar Sayısı : 1996/4 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararında Anayasa'ya aykırılık konusunda aynen şöyle denilmektedir: "Anayasa'nın 2. maddesinin son fıkrasında Cumhuriyetin nitelikleri belirtilirken "Sosyal bir hukuk devletidir" denilerek devletin hukuk devleti olduğu özellikle vurgulanmıştır. Yine Anayasa'nın 10. maddesinde ise "Hiçbir kimseye, aileye, zümreye veya kişiye imtiyaz tanınamaz" denilerek kanun önünde eşitlik ilkesini kabul etmiştir. Sanık hakkında uygulanması istenilen 1918 sayılı Yasa'nın 25/2 maddesinde suçun sabit olması halinde gümrük kaçağı eşyanın gümrüklenmiş değeri kadar ağır para cezası ile cezalandırılması öngörülmüştür. Ayrıca; eşyanın tekel'e tabi olması halinde veya yasaklanmış olması halinde hapis cezası da öngörülmüştür. İhracat ve ithalat rejimlerinde ithali veya ihracı yasak malların adedi çok az olup bunlarda uyuşturucu madde, bir kısım uyuşturucu ilaç ve silahtır. Genelde tüm malların ithali serbesttir. Yasa koyucu kaçakçılık suçunda temel olarak ekonomik suç görüşünü kabul etmiştir. Yani çeşitli rejim kararları, yönetmelikler, teşvik kararları ile kabul edilen ticari müeyyideler de nazara alındığında kanun koyucunun kaçakçılık suçları ile mücadelede esasta idari müeyyideler ile mali müeyyideleri kafi gördüğü hürriyeti bağlayıcı cezaları ancak büyük çapta organize veya ithal veya ihracı yasak yahut Tekel'e tabi eşya kaçakçılığından başvurma yoluna gittiği açıkça anlaşılmaktadır. Bu madde ile öngörülen para cezası tazmini nitelikte olup başka gerekçeler ile indirimi söz konusu değildir. Örneğin; yaş küçüklüğü sebebiyle tazminat kabilinden para cezalarında indirim yapılamaz. Ayrıca; genel ceza hukuk prensipleri içinde incelendiğinde yasa maddelerinde ahenk ve cezalarda adalet gözetilmesi esastır. Kanun koyucu kaçakçılık suçlarında idari ve mali müeyyideler öngörürken cezaların yüksekliğini kabul etmemiştir. Makül bir ceza yeterli görülmüştür. Yukarda açıklandığı gibi ana ceza maddesinde maktu veya nisbi para cezası değil tazmini nitelikte para cezası verilmektedir. Son fıkra ile de 2. tazmini para cezası verilmesi Anayasa'nın 2. ve 10. maddesindeki esaslara aykırıdır.""
280
Esas Sayısı : 2017/103 Karar Sayısı : 2017/108 1 İptali İstenilen Kanun Hükmünün Anayasaca Aykırılığının Değerlendirilmesi: Anayasanın Anayasaya aykırılığın diğer mahkemelerde ileri sürülmesi başlıklı 152. Maddesinde; Bir davaya bakmakta olan mahkeme, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır. hükmü ve yine 03.04.2011 ve 27894 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun Anayasaya aykırılığın mahkemelerce ileri sürülmesi başlıklı 40. maddesinde; (l) Bir davaya bakmakta olan mahkeme, bu davada uygulanacak bir kanun veya kanan hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa; a) İptali istenen kuralların Anayasanın hangi maddelerine aykırı olduklarını açıklayan gerekçeli başvuru kararının aslını, b) Başvuru kararına ilişkin tutanağın onaylı örneğini, c) Dava dilekçesi, iddianame veya davayı açan belgeler ile dosyanın ilgili bölümlerinin onaylı örneklerini, dizi listesine bağlayarak Anayasa Mahkemesine gönderir. (2) Taraflarca ileri sürülen Anayasaya aykırılık iddiası davaya bakan mahkemece ciddi görülmezse bu konudaki talep, gerekçeleri de gösterilmek suretiyle reddedilir. Bu husus esas hükümle birlikte temyiz konusu yapılabilir. (3) Genel Sekreterlik gelen evrakı kaleme havale eder ve keyfiyeti başvuran mahkemeye bir yazı ile bildirir. (4) Evrakın kayda girişinden itibaren on gün içinde başvurunun yöntemine uygun olup olmadığı incelenir. Açık bir şekilde dayanaktan yoksun veya yöntemine uygun olmayan itiraz başvurulan, Mahkeme tarafından esas incelemeye geçilmeksizin gerekçeleriyle reddedilir. (5) Anayasa Mahkemesi, işin kendisine noksansız olarak gelişinden başlamak üzere beş ay içinde kararını verir ve açıklar. Bu süre içinde karar verilmezse ilgili mahkeme davayı yürürlükteki hükümlere göre sonuçlandırır. Ancak, Anayasa Mahkemesinin kararı, esas hakkındaki karar kesinleşinceye kadar gelirse mahkeme buna uymak zorundadır. hükümlerine yer verildiği görülmektedir. 1982 Anayasasının Cumhuriyetin Nitelikleri başlıklı 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyetinin bir hukuk devleti olduğu kurala bağlanmıştır. Anayasanın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti; insan haklarına saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa1 ya aykırı durum ve tutumlardanEsas Sayısı : 2017/103 Karar Sayısı : 2017/108 2 kaçman, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir. Hukuk devletinde, ceza hukukuna ilişkin düzenlemelerde olduğu gibi, idari yaptırımlar açısından da hangi eylemlerin kabahat sayılacağı, bunlara uygulanacak yaptırımın türü ve ölçüsü, yaptırımın ağırlaştırıcı ve hafifleştirici nedenlerinin belirlenmesi gibi konularda kanun koyucu takdir yetkisine sahiptir. Ancak, kanun koyucunun, kendisine tanınan takdir yetkisini anayasal sınırlar içinde adalet, hakkaniyet ve kamu yaran ölçütlerini göz önünde tutarak kullanması gerekir. Spesifik bir alandaki kamu düzenini korumak veya belli bir sektörü regüle etmek amacıyla o konularda özel olarak yetkilendirilmiş idari makamlar tarafından verilen idari cezalar, doktrinde regülatif cezalar olarak tanımlanmıştır. Bağımsız idari otoritelerin verdiği cezalar bu kategoriye girmektedir. Öte yandan, suç oluşturmayan, daha basit mevzuat ihlâlleri olarak kabul edilen kabahatler için de cezalar öngörülmektedir. Kamu düzeninin korunması amacıyla genel kolluk yetkileri kapsamında verilen bu çeşit kabahat cezaları da daha çok para cezası olarak uygulamaya konu olmaktadır. Kabahat olarak verilen idari para cezaları genel itibarıyla maktudur. Bu tip cezaların düşük meblağlı olmaları sebebiyle maktu olarak uygulanmasında bir sorun görülmeyebilir. Buna karşılık, regülatif cezalar açısından durum farklıdır. Çünkü, bu cezalar genellikle meblağ, etki ve sonuçlarıyla muhataptan üzerinde çok ağır sonuçlar doğuran ve genellikle gerçek kişilere değil, tüzel kişilere uygulanan cezalardır. Bu nedenle ya cezaya muhatap işletmenin cirosu, geliri ve kârı gibi objektif bir referans baz alınarak nispi şekilde belirlenmeli, ya da maktu olarak belirlenecek ise mutlaka alt ve üst limit belirlenerek fiilin ağırlığı ve hafıfletici ağırlaştırıcı nedenler dikkate alınmalıdır. Bu iki seçenekten ikisinin de benimsenmediği, yani hem cezanın nispî değil, maktu olarak belirlendiği ve hem de buna ilave olarak alt ve üst limit de öngörülmediği hâllerde ceza ölçülü ve adil olmayacaktır. (Bkz. Prof. Dr. Ali ULUSOY, İdari Yaptırımlar, s. 125 vd.) Ölçülülük ilkesi, temel hak ve hürriyetlerin sınırlandırılmasında, hukuksal güvencelere bağlı kalınarak, elde edilmek istenen amaca uygun sınırlandırma araçları ile o amaca ulaşılmasını ifade etmektedir. Bu ilke, elverişlilik, gereklilik ve orantılılık olmak üzere üç alt ilkeden oluşmaktadır. Elverişlilik, getirilen kuralın, ulaşılmak istenen amaç için elverişli olmasını; gereklilik, getirilen kuralın, ulaşılmak istenen amaç bakımından gerekli olmasını ve orantılılık ise, getirilen kural ve ulaşılmak istenen amaç arasında olması gereken ölçüyü ifade etmektedir. Öte yandan, idarelerin kanunlarla verilen görevleri yerine getirirken ne tür kararlar almaları gerektiğinin, her türlü olay ve olgu göz önünde bulundurularak önceden hukuk kurallarıyla belirlenmesi mümkün olmadığı gibi, kamu hizmetlerinin ve toplumsal ihtiyaçların değişkenliği dikkate alındığında uygun bir yöntem de değildir. Bu nedenle, idarelerin karşılaştıkları farklı durumlar karşısında en uygun çözümü üretebilmeleri için takdir yetkisiyle donatılmaları zorunludur. Takdir yetkisinin amacı, idareye farklı çözümler arasından uygun ve yerinde olanı seçme serbestisi tanımaktır. Ayrıca, her eylem biçimi için kanunla tek ceza tayin edilmesi ve idareye takdir yetkisi tanınmaması, bazı durumlarda adalete aykırı sonuçlar da doğurabilir.Esas Sayısı : 2017/103 Karar Sayısı : 2017/108 3 Yine, 5326 sayılı Kabahatler Kanununun genel hükümleri içinde yer alan 17. maddesinde, idari para cezası uygulanırken hangi ölçütlerin esas alınacağı gösterilmiştir. Söz konusu maddenin ikinci fıkrasına göre, idari para cezasının, kanunda alt ve üst sınırı gösterilmek suretiyle belirlendiği durumlarda, idari para cezasının miktarı tespit edilirken işlenen kabahatin haksızlık içeriği ile failin kusuru ve ekonomik durumunun birlikte göz önünde bulundurulması gerekmektedir. Anılan düzenleme, her ne kadar Anayasaya uygunluk denetimine doğrudan esas alınamasa da, yukarıda belirtilen ölçülülük ilkesinin bir tezahürü olması itibarıyla önem arz etmektedir. Regülasyon kuramlarının tamamına yakınında, uygulanan idari para cezalarının nispi olduğu veya maktu olmakla birlikte alt ve üst sınır belirlendiği görülmektedir. Gerçekten, Rekabet Kurumunca, mevzuat ihlallerinde, 4054 sayılı Rekabetin Korunması Hakkında Kanunun 16. maddesi uyarınca, yıllık gayrisafı gelir miktarının binde birinden binde beşine kadar idari para cezası verileceğinin; Radyo ve Televizyon Üst Kurulunca, yayın ihlallerinde, 6112 sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayın Hizmetleri Hakkında Kanunun 32. maddesi uyarınca, ihlâlin tespit edildiği aydan bir önceki aydaki brüt ticari iletişim gelirinin yüzde ikisinden beşine kadar idari para cezası verileceğinin; Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurulunca, 5809 sayılı Elektronik Haberleşme Kanununun 60. maddesinin birinci fıkrası uyarınca, işletmecilere bir önceki takvim yılındaki net satışlarının yüzde üçüne kadar; ikinci fıkrası uyarınca, bin liradan bir milyon liraya kadar idari para cezası verileceğinin; Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurulunca, 4733 sayılı Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurumu Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanunun 8. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca, duruma göre 50.000 TL 250.000 TL, 10.000 TL 50.000 TL, 50.000 TL 500.000 TL arasında idari para cezası verileceğinin belirtildiği görülmektedir. Bu örnekler çoğaltılabilir. Somut olayda, 6446 sayılı Elektrik Piyasası Kanunu uyarınca elektrik üretim lisansına sahip olan davacı şirketin, 2015 yılı Ocak ayı primer frekans kontrol rezerv miktarını, ilgili Yönetmelikte belirtilen tolerans dahilinde katılma yükümlülüğünü eksik yerine getirmesi ve yapılan uyarıya rağmen 2015 yılı Mart ayında da ihlali aynı şekilde devam ettirdiği gerekçesiyle 572.186.00 TL idari para cezası verildiği görülmektedir. Ortaya konulan bu tespit üzerine, düzenleyici kurum olan Enerji Piyasası Düzenleme Kurumunun, vereceği idari para cezasının miktarını belirleme imkânı bulunmamaktadır. Bir başka deyişle, fiil sübuta ermiş ise verilecek idari para cezası miktarı tektir. Bu bağlamda, yukarıda anılan fiili işleyenler açısından bir ayrım (işletmenin büyüklüğü, failin kusur durumu vd.) öngörülmediği gibi, ilgili maddede sayılan tüm durumlar için de uygulanan ceza miktarı aynıdır. Diğer yandan, ilgili maddede, Bu Kanun, ikincil mevzuat veya lisans hükümlerine aykırılık yapılmış olduktan sonra niteliği itibarıyla düzeltme imkânı olmayacak şekilde aykırı davranılması düzenlemesiyle; hukuk devletinin alt ilkeleri olan öngörülebilirlik, ölçülülük ve belirlilik ilkeleriyle bağdaşmadığı; Kanun, ikincil mevzuat, lisans hükümleri ilkelerine aykırılık halleri denilmek suretiyle hangi fiile hangi yaptırımın uygulanacağına ilişkin gerçekleşen olay ve konu bazında ayrımlara gidilmeden genel ifadelerle ve neredeyse Elektrik Piyasası alanındaki düzenlemelere aykırılık teşkil eden fiil, durum ve olaylar madde kapsamına dahil edilmek suretiyle miktarı maktu olarak belirlenmiş bir idari para cezasının verilmesi sonucunun doğmasına sebep olunduğu görülmektedir. Hukuk devletinin kendini yansıtabileceği ve esasen belirlilik ve öngörülebilirlik ilkelerini de içinde barındıran hukuki güvenlik ilkesi, herkesin bağlı olacağı hukuk kurallarını önceden bilmesi, tutum ve davranışlarım buna göre güvenle düzene sokabilmesi anlamına gelir. Hukuki güvenlik ilkesinin anlam ve kapsamının somut olay bakımından bir diğer ifade ile açıklanması yapıldığında; Kanun maddesindeki Bu Kanun, ikincil mevzuat veya lisansEsas Sayısı : 2017/103 Karar Sayısı : 2017/108 4 hükümlerine aykırılık yapılmış olduktan sonra niteliği itibarıyla düzeltme imkânı olmayacak şekilde aykırı davranılması ifadesiyle; maddedeki yaptırımın uygulanmasına esas teşkil edecek fiillerin somut bir şekilde belirlenmediği görüldüğü gibi, bu durumun cezanın muhatabı olabilecek kişilerin/kurum/kuruluşların somut, açık ve net olmayan fiilin gerçekleşmesi halinde yatırıma muhatap olmalarım engelleyici tutum ve davranışlardan kaçınmalarını sağlayacak asgari bir öngörünüme sahip olamamalarına neden olduğu ve yine düzeltme imkanı olmayacak şekilde aykırı davranılması halinin hangi kriterlere göre belirlenerek düzeltme imkanı olan ya da düzeltme imkanı olmayan aykırılık hali şeklinde tespitinin yapılacağı konusunda açıklık içermediği görülmektedir. Yine, hukuk devletinin gereklerinden biri olarak idarenin yetki sınırlarının kanunlarla çizilmiş olması şeklinde tanımlayabileceğimiz kanunilik ilkesinin sadece belli bir konuda genel ifadelerle mevzuatsal düzenlemeler yapılması olarak algılanması mümkün değildir. Somut olayda, ilk bakışta kanunilik ilkesi gereği, Bu Kanun, ikincil mevzuat veya lisans hükümlerine aykırılık yapılmış olduktan sonra niteliği itibarıyla düzeltme imkânı olmayacak şekilde aykırı davranılması karşılığında yaptırım uygulanacak fiil olarak belirtilmiş gibi görünse de; ikincil mevzuatın hangi düzenlemeleri kapsadığı, bu düzenlemelerin neler olduğu, fiilin düzeltme imkanının olup olmadığının nasıl belirleneceği konularında tereddütler uyandıran, kanunilik ilkesine aykırı şekilde netlik içermeyen bir düzenleme olduğu sonucuna varılmaktadır. Son olarak, hukuk devletinin olmazsa olmaz koşulu olan ve elverişlilik, gereklilik ve orantılılık gibi alt ayrımları olan ölçülülük ilkesi, aykırılık teşkil eden fiil ve bu fiile uygulanacak yaptırım arasında adalete ve hakkaniyete uygun bir düzenleme ile aykırılık teşkil eden fiille amaçlanan sonuca en uygun, elverişli, gerekli ve makul bir orantının bulunarak yaptırım uygulanması gerektiğini ifade etmektedir. Somut olayda uygulanan maddede ise; Bu Kanun, ikincil mevzuat veya lisans hükümlerine aykırılık... ifadesi ile; Kanuna aykırılık ikincil mevzuata aykırılık ayrımı ya da ikincil mevzuata aykırılık lisans hükümlerine aykırılık hali gibi çoğaltılabilecek kombinasyonlarla; adil ve makul bir denge gözetilmeden ve neredeyse Elektrik Piyasası alanındaki tüm düzenlemelere aykırılık halinin aynı kefeye konulduğu ve karşılığında da yine herhangi bir kriterle fiilin haksızlık içeriği ya da fiili gerçekleştirelim spesifik durumu gözetilmeden maktu para cezasının verileceğinin hüküm altına alındığı görüldüğünden ölçülülük ilkesine aykırılık teşkil ettiği sonucuna varılmaktadır. Bu itibarla, yukarıda anılan ve Mahkememizce Anayasaya aykırı olduğu sonucuna varılan Kanun hükmünün uygulanmasına sebep olan fiilin açık ve net şekilde ortaya konulmadığı, fiilin niteliği, kapsamı konusunda ...Kanun, ikincil mevzuat, lisans hükümleri ilkelerine aykırılık halleri denilmek suretiyle genel ifadelerle yetinilmek suretiyle belirleme yapıldığı, yine ... niteliği itibarıyla düzeltme imkânı olmayacak şekilde aykırı davranılması ifadesi ile kim tarafından, ne şekilde, hangi kriterler göz önünde bulundurularak düzeltme imkanı olan ya da düzeltme imkanı olmayan aykırılık halinin tespitinin yapılacağının belirsiz olduğu, fiili işleyenler noktasında herhangi bir haksızlık içeriği diğer bir ifade ile elektrik piyasası alanına göre hafıf ağır derecede ihlal, etki ve kapsam alanına göre etkisi büyük küçük ihlal, işletme büyüklüğü küçüklüğü gibi sayılabilecek bir nitelik, önem, etkinlik arzı ayrımına gidilmeden maktu para cezasının uygulanması sonucunu doğuran açık ve net olmayan fiillerin belirlenmesinin kanunilik ilkesi, genelinde hukuki güvenlik ilkesi ve alt ayrımlarında belirlilik ve öngörülebilirlik ilkeleriyle ve son olarak da ölçülülük ilkesiyle bağdaşmadığı, adalet ve hakkaniyete aykırı olduğu sonucuna varılmaktadır.Esas Sayısı : 2017/103 Karar Sayısı : 2017/108 5 Açıklanan nedenlerle; bir davaya bakmakta olan mahkemenin, o davada uygulanacak bir kanun hükmünü Anayasaya aykırı görürse ilgili kanun hükmünün iptali için Anayasa Mahkemesine başvurabileceğini düzenleyen 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 40. maddesinin birinci fıkrası gereğince, 6446 sayılı Elektrik Piyasası Kanununun Yaptırımlar ve Yaptırımların Uygulanmasında Usul başlıklı 16. maddesinin 1. fıkrasının (c) bendinde yer alan Bu Kanun, ikincil mevzuat veya lisans hükümlerine aykırılık yapılmış olduktan sonra niteliği itibarıyla düzeltme imkânı olmayacak şekilde aykırı davranılması durumunda ihtara gerek kalmaksızın beş yüz bin Türk Lirası idari para cezası verilir. kuralının Anayasanın 2. maddesine aykırı olduğu kanısına ulaşılması nedeniyle bu kuralın iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulmasına; bu kuralın Anayasaya aykırılığı ve uygulanması durumunda telafisi güç veya imkânsız zararlar doğabileceği gözetilerek esas hakkında bir karar verilinceye kadar yürürlüğünün durdurulmasının istenilmesine; iptali istenen kuralın Anayasanın hangi maddelerine aykırı olduğunu açıklayan gerekçeli başvuru kararının aslının, başvuru kararına ilişkin tutanağın onaylı örneğinin, dava dilekçesi ile dosyanın ilgili bölümlerinin onaylı örneklerinin dizi listesine bağlanarak ANAYASA MAHKEMESİ BAŞKANLIĞINA GÖNDERİLMESİNE, kararın bir Örneğinin taraflara tebliğine, 12/01/2017 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
1,987
Esas Sayısı : 2005/53 Karar Sayısı : 2008/161 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'İPTALİ İSTENİLEN YASA KURALININ ANAYASAYA AYKIRILIĞI SORUNU: 1 Anayasanın 5. maddesi yönünden inceleme: 5. mad. Devletin temel amaç ve görevini belirlerken Devlete kişilerin refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak, kişinin temel hak ve hürriyetlerini sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleri ile bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli, şartları hazırlamaya çalışmak görevini vermiştir. Türk Medeni Kanununun 337. mad. kural ise çocuğun doğal babası ile velayet ilişkisinin kurulmasını engellemekte çok ağır koşullara bağlamaktadır. Bu durumda çocuk babasının nüfusuna kaydedilmek ve Medeni Kanununun 321. maddesine göre de babasının soyadını almak gibi kişiliğine bağlı temel haklara sahip olamamaktadır. Elbetteki bu durum çocuğun toplum içersinde maddi ve manevi gelişme olanağını sınırlayıcıdır. O halde Medeni Kanunun 337. maddesi çocukların temel hak ve özgürlüklerinin sosyal hukuk devletine bağdaşmayacak şekilde sınırlamakta olduğundan Anayasanın 5. maddesine aykırıdır. Bu iddia ciddi olup tartışılmalıdır. 2 Anayasanın 10. maddesi yönünden inceleme: Anayasamızın 10. maddesinde; Kanun önünde eşitlik başlığını taşımakta olup: 'Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz' demektedir. Bu duruma göre evlilik dışı doğan çocukta 'herkes' sözcüğünün kapsamı içindedir. Dolayısı ile çocuğun her çocuk gibi babasının nüfusuna kaydolmak konumuz dışında olmakla birlikte babasının soyadını almak yasal hakkıdır. Velayetin kararımızın baş kısmında belirttiğimiz kapsamı bakımından da çocuğun babasının yükümlülüklerinden ve haklarından yararlanması çocuğun kişiliğine bağlı temel hak ve özgürlüğü sayılmalıdır, evlilik içinde doğan çocuğun aynı babadan doğan diğer kardeşleri ile aynı haklara sahip olduğu düşünülürse aynı babanın bir başka kadından doğurduğu çocuğun kardeşlerinden farklı bir hukuki konumda olmaması gerekir. Aslında çocuğa karşı hak ve yükümlülüklerinde evli baba ile evli olmayan baba arasında da medeni yasamız bir farklılık getirme durumunda kalmıştır. Çocuğun kendi elinde olmayan nedenlerle evlilik dışı doğması halinde diğer çocuklardan farklı bir hukuki konumda olması eşitlik ilkesine aykırıdır ve kişiliğinin serbestçe oluşumu, gelişimi, temel hakları ile de bu durum bağdaşamaz, zaten çağdaş ve uygar ülkeler evlilik dışı ve evlilik içi doğmuş çocuk ayrımını ve bu çocuklar arasındaki eşitsizliği kaldırmıştır. Çocuklar arasındaki her türlü ayrımcılığa son verilmektedir. Çağdaş ve uygar olma yönünde büyük çabalar gösteren ülkemizin de çocuklar arasında hertürlü ayrımcılığa son verilmesi yönünde düzenleme yapması gerekmektedir. Bu nedenle TMK 337. maddesi Anayasamızın 10. maddesine aykırıdır kanısındayız.Esas Sayısı : 2005/53 Karar Sayısı : 2008/161 2 3 Anayasamızın 12. maddesi yönünden inceleme: Bu maddede herkesin kişiliğine bağlı dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlerinin bulunduğu belirtilmiş ve 'Temel hak ve hürriyetler, kişinin topluma, ailesine ve diğer kişilere karşı ödev ve sorumluluklarını da ihtiva eder' denmiştir. O halde evlilik dışı doğan çocuk ile evlilik içi doğan çocuk arasında konumuz olan velayet bakımından ve konumuz dışında kalan soyadı bakımından farklılık olması düşünülmemelidir. Çünkü evlilik dışındaki çocukta Anayasamızın 12. maddesinde geçen 'Herkes sözcüğünün kapsamı içindedir. O halde herkes sözcüğünün kapsamı içinde olan evlilik içi ve evlilik dışı çocuklar hakkındaki medeni yasamızın düzenlemesinin de benzer olması gerekir. Anayasamızdaki eşitlik kuralı nedeniyle herkesin aynı yasa kurallarına bağlı tutulmaları gerekir, ancak çok haklı nedenler varsa bazı kişiler başka kurallara bağlı tutulabilirler, çocukların farklı kurallara bağlı tutulmasında haklı bir neden yoktur, çünkü çocuğun dünyaya gelişi kendi dışında gerçekleşmektedir. Ayrıca yukarda belirtildiği gibi evlilik içi doğan çocuğun babasının velayet kapsamındaki hak ve görevleri ile evlilik dışı doğan çocuğun babasının hak ve görevleri yine farklıdır, evlilik içi doğan çocuk kararımızın giriş kısımlarında ayrıntılı şekilde gösterildiği üzere velayetin kapsamı bakımından tümü ile babasından yararlandığı halde evlilik dışı doğan çocuk bu haklardan yoksun kalmaktadır. Bu nedenlerle de Anayasaya aykırılığı ciddi bulunan TMK.337. maddesinin Anayasamızın 12. maddesine aykırı olduğu kanısındayız. 4 Anayasamızın 41. maddesi yönünden inceleme: Anayasamızın 41.maddesi: Aile Türk toplumunun temelidir. Devlet, ailenin huzur ve refahı ile özellikle ananın ve çocukların korunması ve aile planlamasının öğretimi ile uygulanmasını sağlamak için gerekli tedbirleri alır, teşkilatı kurar demektedir. Maddenin gerekçesinde '' çünkü Medeni olmadan bir aileden bahsedilemez, millet hayatı bakımından aile kutsal bir temeldir. Bu nedenle devlet ailenin refahı ve huzurunu koruyacaktır' Ailenin korunması yanında ananın ve çocuğun da korunması hükme bağlanmıştır ... çocuğun korunması, genel olarak ifade edilmekle yitirilmiş ve evlilik içi ve dışı çocuklar arasında ayrım gözetilmemesi esası benimsenmiştir. Bu sonuç esasen 'eşitlik ilkesi'nden de çıkarılabilir. Çeşitli Anayasalarda evlilik dışı çocuklar için sevk edilen hükümlere benzer bir düzenleme bu nedenle gereksiz görülmüştür.' denmiştir. O halde Anayasa gerekçesinde çok açık belirtildiği gibi evlilik dışında doğan çocukların da korunmasını devlete yüklemektedir. Medeni Kanunumuz 337. maddesi evlilik dışı doğan çocuğun belli ve ağır koşulların gerçekleşmesi dışında velayetinin doğal babaya bağlanmasını engellemektedir, evlilik dışı doğan çocuk evlilik içi doğan çocuğun birçok haklarından velayet bakımından yoksun kalmaktadır. Örneğin velayetin kapsamı bakımından evlilik içinde doğan çocuk üçüncü kişilere karşı anne babası ile birlikte velayeten temsil edilmekte iken evlilik dışı doğan çocuk yalnızca velayeten annesi tarafından temsil edilmektedir. Tüm bunların yanında çağdaş hukukta aile kavramına yeni bir yorum getirilmiş ve doğal ailenin de aile kapsamında kalacağı ve her bakımdan korunacağı kabul edilmiştir. Bu konuda yayımlanan çocuğun baba yönünden soyadı konulu yazıda: 'Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi m 8/1 anlamında 'Aile' kavramına, anne baba ve yasal olsun olmasın bunların çocuklarıyla olan ilişkilerini deEsas Sayısı : 2005/53 Karar Sayısı : 2008/161 3 dahil etmektedir. AİHM, Belçika'ya karşı Marckx ve İohnston kararlarında evli olmayan anne ile çocuk arasındaki ilişkiye de AİHS m 8/1 anlamında aile yaşamı olarak ele almış ve AİHS m 8/l'in koruma alanına 'doğal aile'nin girdiği sonucuna varmıştır.' (Bknz. DOĞAN İzzet Güncel Hukuk sayı:12 Aralık 2004 Aylık Hukuk Dergisi sayfa:46 47) Çocuk toplum içinde yalnızlığa itilmemeli yasalar yolu ile manevi yönden ezilmemeli güçsüz bırakılmamalıdır. Anayasamız evlilik içi çocuk gibi evlilik dışı çocuğu koruyarak çocuklar arasında bir denge kurmak istemiş ve bunu gerekçesinde açıkça belirtmiştir, hernekadar TMK.337. maddesi İsviçre Medeni Kanunundan alınmışsa da kararımızın yukardaki giriş kısmında belirttiğimiz gibi İsviçre Medeni Kanununda 1998 yılında yapılan değişiklikle eklenen 298. (a) maddesi Türk Medeni Hukukuna alınmamış olmakla her iki yasa arasında da farklılık doğmuştur, evlilik dışı çocuğun korunması evlilik dışı ilişkileri teşvik eder bir sonuç doğurmamaktadır, belki tam karşıtı velayeti de yüklenecek baba için bu ilişkinin caydırıcı bile olabileceği düşünülebilir, evlilik dışı çocuğun evlilik içi çocukla hukuksal bakımdan ayırımlarını kaldıran yasa değişiklikleri ve özellikle soy bağı düzgün ve soy bağı düzgün olmıyan çocuk ayrımının kaldırılmasının evlilik dışı ilişkileri teşvik edici ve bu ilişkilerin arttırıcı bir nedeni olduğu iddia olunabilinir mi' İşte bu nedenlerle TMK. 337. maddesinin Anayasanın 41. maddesine de aykırı olduğunu düşünmekteyiz.'"
1,058
Esas Sayısı : 2018/130 Karar Sayısı : 2018/97 1 ... A Fiili Durum Aa 4857 S.K 34/1.f son cümlesinde "....mevduata uygulanan en yüksek...." faiz ibaresi bulunsa da, banka uygulamasında bu hususa ilişkin iki faiz oranı bulunmaktadır: Birincisi; bankların merkez bankasına bildirmiş oldukları bankaların fiili uygulamalarını göstermeyen, uygulayabilecekleri asgari ve azami faiz oranları, İkincisi ise; bankaların her şubeden şubeye ve müşteriye göre değişen e mevduata FİİLEN uygulanan en yüksek faiz oranı. Ab 4857 S.K 34/1.f son cümlesinde "....mevduata uygulanan en yüksek...." faiz ibaresi Yargıtay'ca daha önceleri "enflasyon geçiş dönemindeki ülke gerçekleri nazara alınarak uygulanan kamu bankalarında sorulması gerek"tiği şeklende anlaşılırken daha sonra görüş değişikliği ile mevduata fiilen uygulanan en yüksek faiz oranı şeklinde anlaşılması gerektiği görüşüne varmış ve Yargıtay'da bu görüş yerleşik hale gelmiştir. B Fiili durumun yarattığı hukuki sorunlar Ba 4857 S.K 34/1.f son cümlesinde "....mevduata uygulanan en yüksek...." faiz ibaresi mevduata fiilen uygulanan en yüksek faiz oranı şeklinde anlaşılması gerektiği görüşü Yargıtay'da yerleşik hale gelmiş ise de; halen uygulanması gerektiğini zannettiğinden veya bu görüşte olduğundan işçi vekilleri tarafından Merkez Bankasına bildirilen ve Türkiye Barolar Birliğince de sitesinde yayınlanan asgari ve azami faiz oranları üzerinden icra takibi başlatılmaktadır. Bu şekilde başlatılan takiplerde; Baa Takiplerin işlemiş faiz miktarları, işleyecek faiz oranları şikayet yoluyla icra mahkemesine taşınmakta ve bu durum Baaa İşçi aleyhine vekalet ücretine hükmedilmesine Baab Alacağının ne kadar olduğunu bilmemesine Baac Şikayet davaları ile tarafların karşılıklı boğuşmasına (Mahkememizin bir dosyasının esası 2016 yılına ait olup fiilen uygulanan faizin belirlenmesindeki zorluklar nedeniyle bir çok bankaya bir çok defa yeniden müzekkere yazılmıştır.) Baad Takibin makul süre içesinde sonuçlanıp, infaz edilememesine Baae Ayrıca bazı dönemler açısından sıklıkla da işçi alacağına, kanuni faizin altında faiz oranı uygulanmasına neden olmaktadır. C Fiili sorunların uygulamadan mı kanundan mı kaynaklandığı?Esas Sayısı : 2018/130 Karar Sayısı : 2018/97 2 Ca Öncelikle, 4857 S.K 34/1.f son cümlesinde "....mevduata uygulanan en yüksek...." faiz ibaresi mevduata fiilen uygulanan en yüksek faiz oranı şeklinde anlaşılması gerektiğinde şüphe bulunmamaktadır. Aksi halde mevduat sahibinin fiiliyatta hiç bir bankadan alamayacağı faizi, azama faiz oranı bildirimlerine dayanarak almasına neden olunacaktır. Cb Bu maddenin yerleşik uygulama doğrultusunda fiilen uygulanan faiz olarak yorumlanmasında hata yoksa da; fiilen uygulanan faiz oranları Cba Her bankaya göre faiz oranı değiştiği gibi Cbb Bir bankanın her şubesine göre değişmekte ve hatta Cbc Bir bankanın aynı şubesinin fiilen uyguladıkları faiz oranları müşterine göre değişmektedir ki QNB Finansbank'ın 29.01.2018 tarihli yazı cevabı bu hususları açıkça ortaya koymaktadır. Cbd Tüm bu durumlar gerek işçinin fiilen uygulanan en yüksek faizin hangi bankanın hangi şubesinin hangi müşterisine uyguladığı faiz oranı olduğunu tespit edebilmesinin imkansızlığını doğuracak olması gerek ise bu durumun borçlu açısından da geçerli olması ve gerekse de uygulanacak faiz oranlarının iş sözleşmesinin feshi tarihi ve ıslah tarihi olmak üzere iki tarih açısından bu tarihlere göre 1'er yıllık devreler halinde devrenin bittiği tarihteki faiz oranlarının tespiti gerekliliği nedeniyle imkansızlığı daha artırmaktadır. Cbe Kaldı ki takip açıldıktan sonra her ayın faiz oranı yine imkansız bu yöntem ile tespiti gerekmektedir ki şikayet konusu olmasın. D Anayasaya Aykırılık Tüm bu nedenler sorunun kaynağı, uygulama değil kanundaki bu düzenlemedir. İşçi lehine olduğu düşünülen bu düzenleme bazı dönemler açısından yasal faizin altında kalması, tespitinin neredeyse imkansıza yakınlıkta zor olması, her aşamada şikayete konu olması nedenleriyle öncelikle işçi ve sonrasında işveren aleyhinedir. Düzenleme bu haliyle yasal düzenlemeye dayanarak erişilebilir, bilinebilir ve öngörülebilir niteliksel gereklilikleri karşılamadığından Anayasanın 2. maddesinde yer alan hukuk devletinin temel ilkelerinden biri olan belirlilik ilkesine aykırıdır. Ayrıca hak arayana en kısa sürede ve en az masrafla ve rahatlıkla hakkına kavuşma, etkili sonuç elde edebilme yolunu kapatması nedeniyle Anayasanın 36. maddesinde dayanak bulan adalete erişim, düzenlemesine de aykırılık teşkil etmektedir. NETİCEİ TALEP Tüm bu nedenlerle 64857 S.K 34/1.f son cümlesindeki "....mevduata uygulanan en yüksek"... kısmının Anayasa'nın 2 ve 36. maddelerine aykırılığı savıyla iptalleri talep olunur. .
615
Esas Sayısı : 2014/176 Karar Sayısı : 2015/53 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: Bilindiği üzere her insan toplumu sosyal barışa gereksinim duyar. Sosyal barış olmaksızın toplumların yaşamları olanaksızdır. Herkesin dilediği biçimde davrandığı bir toplumda sosyal yaşantıdan söz edilemez ve sonuç olarak sosyal düzensizlik toplumun dağıtılmasını sonuçlar. Bu nedenle, her toplumda insanların ortak yaşantıları sosyal düzeni sağlayan normlar gerekçeleştirilir. Norm, olanı değil olması gerekeni ifade ettiği için, her normun yapısında ihlal edilebilirlik mevcuttur. Bu nedenle her normatif sistem zorunlu olarak ihlal edilme ihtimalini göz önünde bulundurarak bunlara karşı bir tedbirler bütünü oluşturmaktadır. Bu demektir ki, her normatif sistem kendini koruyabilmek için müeyyide tedbirlerini içermektedir. Hiç şüphesiz toplumun sağlıklı ve barış içinde hayatını sürdürmesi, toplumsal düzenin korunması bu normlara uyumla ve uygun davranmakla gerçekleştirilir. Hukuk düzeninin bir parçası olarak ceza hukuku da bu amaca hizmet eder. Ancak hukukun diğer dallarından farklı olarak kurallara uyulmaması durumunda devlet zoruna başvurulması ceza hukukunun temel öğesidir. Bu çerçevede 1632 sayılı Askeri Ceza Kanununun 153. maddesi incelendiğinde suç teşkil eden eylemin İffetsizliği anlaşılmış olan bir kimse ile bilerek evlenen veya evlilik bağını devam ettirmekte veya böyle bir kimseyi yanında bulundurmakta veya karı koca gibi herhangi bir kimse ile nikâhsız olarak devamlı surette yaşamakta ısrar etmek olduğu, eylem nedeniyle verilen cezanın ise Türk SilahlıKuvvetlerinden çıkarma erbaşlar için ise rütbenin geri alınması olduğu görülecektir. Hatırlanacağı üzere 5237 sayılı Türk Ceza Kanununda suç karşılığında uygulanan yaptırım olarak cezalar, hapis ve adlî para cezaları olarak sayılmıştır. 1632 sayılı Askeri Ceza Kanunu ise 765 sayılı Mülga Türk Ceza Kanunu sistematiğinde hazırlandığından 1632 sayılı Askeri Ceza Kanununun 153. maddesinde asli ceza bulunmamakla birlikte sadece fer i ceza olan Türk Silahlı Kuvvetlerinden çıkarma veya rütbenin geri alınması cezaları bulunmaktadır. Anayasanın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir. Kanun koyucu, ceza normu düzenlerken hukuk devleti ilkesinin bir gereği ve ceza hukukunun temel prensiplerinden olan ölçülülük ilkesiyle bağlıdır. Bu ilke ise ‘elverişlilik, ‘gereklilik ve ‘orantılılık olmak üzere üç alt ilkeden oluşmaktadır. ‘Elverişlilik, başvurulan önlemin ulaşılmak istenen amaç için elverişli olmasını, ‘gereklilik başvurulan önlemin ulaşılmak istenen amaç bakımından gerekli olması ve ‘orantılılık ise başvurulan önlem ve ulaşılmak istenen amaç arasında olması gereken ölçüyü ifade etmektedir.Esas Sayısı : 2014/176 Karar Sayısı : 2015/53 2 Ölçülülük ilkesiyle devlet, cezalandırmanın sağladığı kamu yararı ile bireyin hak ve özgürlükleri arasında adil bir dengeyi sağlamakla yükümlüdür. İtiraz konusu kural, maddede belirtilen eylem ve cezanın ağırlığını, öngörülen cezadan beklenen sosyal faydanın zaman içinde azalacağını dikkate almaması (nitekim kanunun ilk hali itibariyle zina suçuna paralel olarak düzenlendiği düşünülen itiraza konu maddenin günümüze kadar kanun başlığı dışında hiç değişmeden orijinal hali ile kaldığı sadece madde başlığının değiştiği görülmektedir), disiplin yeniden tesisine etkin bir katkı sağlamayacak olmasına rağmen (nitekim 6413 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri Disiplin Kanununun 20/1 (g) maddesi ile müzekker eylem TSK.den çıkarılmayı gerektiren bir disiplinsizlik eylemi olarak düzenlenmiştir.) kamu yararı ile bireyin hak ve özgürlükleri arasında adil bir denge oluşturduğu söylenemeyeceğinden bu yönüyle ölçülülük ilkesine aykırıdır. Diğer taraftan askerlik vazife ve hizmetinin kendine has kuralları bulunduğu tartışmasız kabul edilen bir gerçektir. Bu nedenle birçok ülkede genel ceza kanunlarından ayrı olarak askeri ceza kanunları bulunmaktadır. Askeri ceza kanunları tarafından aynı veya benzer eylemler, genel ceza kanunlarına nispeten daha ağır veya daha hafif cezalandırabilmektedir. Hatta genel ceza kanunlarında öngörülmemiş bazı eylemlerin askeri ceza kanunları ile cezalandırılması da mümkün olabilir. Böyle olmasının en önemli gerekçesi askerlik hizmetinin kendine has kurallarının bulunmasıdır. Bu nedenle de askeri ceza yargılamasının uygulama alanı askerlik hizmet ve gerekleri ile sınırlandırılmıştır. Kişinin özel hayatı ve aile hayatını, askerlik hizmet ve gereklerinin ötesinde ve üzerinde tutmak gerekir. Nitekim bu alan, sadece ilgilinin müsaade ettiği oranda başkalarının sirayet edebileceği bir alandır. Bu nedenle özel alan ile aile hayatı gerek Anayasa gerekse uluslararası sözleşmeler ile güvence altına alınmıştır. Hatta bu alanın güvenliği için özellikle İHAM kararları ile otoritelere yükümlülükler yüklenmiştir. Yine İHAM aile alanının evlilik akdiyle kurulu bir düzen olarak kabul etmemiş ve fakat bu düzeni de kapsayan ve daha geniş olarak yorumlanan potansiyel aileyi de koruma altına almak gerektiğini belirtmiştir (Bkz. Obst Almanya, Anayo Almanya kararı)Hal böyleyken devlet tarafından koruma yükümlülüğü bulunan bir alana müdahalede bulunarak kişilerin cezalandırılmasının yerinde olmadığı düşünülmektedir. Bu bilgiler ışığında maddi olay incelendiğinde sanığın askerlik hizmet ve gerekleri ile hiçbir bağlantısı bulunmayan tamamen sanığın özel hayatına ve aile hayatına ilişkin bir durum nedeniyle yargılanması, neticede fer i de olsa bir ceza alması hukuk alanında uygun görülmemelidir. Bu müdahalenin de Anayasanın 20 ve 41. maddelerine aykırılık teşkil ettiği değerlendirilmektedir. Yukarıda açıklanan nedenlerle, As.C.K.nun 153üncü maddesinin birinci fıkrasında yer alan ...veya karı koca gibi herhangi bir kimse ile nikahsız olarak devamlı surette yaşamakta... hükmünün, Anayasanın 2., 20. ve 41inci maddelerine aykırı olduğu değerlendirildiğinden iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulmasına karar vermek gerekmiştir. V. SONUÇ VE KARAR: 1 Askeri Savcılığın öne sürdüğü As.C.K.nun 153/1. maddesinde düzenlenen İffetsizliği anlaşılmış olan bir kimse ile bilerek evlenen veya evlilik bağını devam ettirmekte veya böyle bir kimseyi yanında bulundurmakta veya karı koca gibi herhangi bir kimse ileEsas Sayısı : 2014/176 Karar Sayısı : 2015/53 3 nikahsız olarak devamlı surette yaşamakta ısrar eden asker kişiler hakkında Türk Silahlı Kuvvetlerinden çıkarma cezasına, erbaşlar hakkında rütbenin geri alınmasına hükmolunur. hükmünün maddi olaya uygulanması ihtimali bulunan ...veya karı koca gibi herhangi bir kimse ile nikahsız olarak devamlı surette yaşamakta... kısmının Anayasanın 2. 20. ve 41inci maddelerine aykırılık iddiaları Askeri Mahkememizce ciddi görüldüğünden As.C.K.nun 153/1. maddesindeki ...veya karı koca gibi herhangi bir kimse ile nikahsız olarak devamlı surette yaşamakta... hükmünün iptali için Anayasanın 152nci maddesi uyarınca Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, 2 Anayasa Mahkemesi Başkanlığına sunulmak üzere tüm dava dosyasının onaylı bir suretinin Anayasa Mahkemesi Genel Sekreterliğine gönderilmek üzere Askeri Savcılığa tevdiine, 3 Sanığın talebi üzerine duruşmalardan bağışık tutulmasına, 4 Bu nedenlerle duruşmanın 25.03.2015 günü saat 09.30a bırakılmasına oy birliği ile karar verildi."
974
Esas Sayısı:1980/45 Karar Sayısı:1981/11 1 "... I İTİRAZIN GEREKÇESİ : İtirazcı Mahkeme başvuruyu özetle şu gerekçeye dayandırmaktadır. 1 Türk Ceza Yasası'nın 536. maddesi, Kabahatler başlığı altındaki " üçüncü kitap" da yer almasına karşın, sözü edilen maddede, birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü fıkralar gereğince verilen cezaların tecil edilemiyeceği, 647 sayılı Yasanın 4. maddesinde belirtilen ceza ve tedbirlerin uygulanamıyacağı kurala bağlandığından hâkimlerin takdir yetkileri kısıtlanmıştır. 2248 sayılı Yasanın 28. maddesiyle, 1918 sayılı Yasanın 6829 sayılı Yasayla değişik 58. maddesinin 2. fıkrasındaki cezaların teciline ilişkin yasak kaldırılırken, aynı yasanın 22. maddesiyle 536. madde değiştirilerek böyle bir yasağın konulması suretiyle yasa kendi içinde çelişkiye düşmüştür. 2 Cürümlerde bile tecil müessesesi işlediği halde, bunun kabahat suçlarında işletilmemesi eşitliğe aykırıdır. Ayrıca cezanın eylemi değil kişiyi hedef alması, dernekle ilgisi olmayan bir eylemden dolayı sırf dernek üyesi olması yönünden bir kişinin cezasının artırılması temel hakların ihlalidir. Hukuk kuralları ile ceza kuralları çatışmamalıdır. Şayet bu kurallar çatışmakta ise hukuktan ve hukuk devletinden söz edilemez. Söz konusu hükümler, nitelikleri gereği hukuk dışı bir maksat güttüğünden Anayasa'nın 12., 20. ve 32. maddelerine aykırıdır".
173
Esas sayısı: 1985/18 Karar sayısı: 1986/7 1 "... II İtirazın Gerekçesi: Başvuran Mahkeme, davalıların vekilleri tarafından öne sürülen Anayasa'ya aykırılık iddiasını aynen benimsemiştir. Bu iddialar özetle şöyledir. Davada uygulanması istenilen hükümler, hukukun genel kurallarına Anayasa'nın eşitlik ilkesine ve adalet kavramına ters düşmektedir. 3182 sayılı Kanunun 64. maddesinin 3. fıkrasının uygulanmasının idarenin takdirine bırakılması, eşitlik ilkesini zedelediği gibi, Anayasa'nın özüne de aykırı bulunmaktadır. Öte yandan itiraz konusu hükümler objektiflikten uzak olup, yargıya müdahale niteliğini de taşımaktadır."
75
Esas Sayısı : 2006/118 Karar Sayısı : 2009/107 1 "... II İTİRAZ VE YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMLERİNİN GEREKÇELERİ A 5105 sayılı Yasa'nın 2. maddesi ile 3289 sayılı Yasaya eklenen ek 9. maddenin birinci ve beşinci fıkralarına yönelik Danıştay Onuncu Dairesinin E.2004/12049 sayılı başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'İstanbulspor Kulübü Derneği vekili Av. Taner Kıral ve Av. Buket Altufan tarafından 3289 sayılı Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğünün Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun'unun 2'nci ve Kanuna 5105 sayılı Kanun ile eklenen ek 9 uncu madde hükümlerine dayanılarak hazırlanan ve 14.7.2004 tarih ve 25522 sayılı Resmi Gazete'de yönetmelik olarak yayımlanan 'Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü Özerk Federasyonları Çerçeve Statüsü'nün tümünün iptali ve öncelikle yürütmenin durdurulması istemiyle açılan davada, dava konusu düzenlemenin dayanaklarından olan 3289 sayılı Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğünün Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanunun ek 9 uncu maddesinin Anayasaya aykırılık incelenerek gereği görüşüldü: 3289 sayılı Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğünün Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanuna 4.3.2004 tarih ve 5105 sayılı Kanun ile eklenen ek madde 9'un birinci fıkrasında 'Federasyonlara, talepte bulunmaları durumunda Merkez Danışma Kurulunun uygun görüşü, Genel Müdürlüğün bağlı olduğu Bakanın teklifi ve Başbakanın onayı ile idari ve mali özerklik verilebilir. Federasyonun kuruluşuna ilişkin kararın, Resmi Gazetede yayımlanması ile tüzel kişilik kazanılır.' kuralı, ikinci fıkrasında, 'Özerk olan federasyonlar; organları genel kurulu tarafından seçimle göreve gelen, her türlü kararlarını kendi organları içerisinde alan, bütçesi genel kurul tarafından onaylanan ve ibra edilen federasyonlardır.' kuralı, beşinci fıkrasında ise 'Özerk federasyonların; genel kurullarının toplanması ve çalışmalarına ilişkin usul ve esaslar ile kimlerin oy kullanabileceği ve Tahkim Kurulu ile ilişkileri Genel Müdürlükçe düzenlenecek çerçeve statü ile belirlenir. Özerk federasyonlarca hazırlanacak ana statü, çerçeve statüye aykırı olamaz.' kuralı, onikinci fıkrasında da, 'Özerk federasyonların her türlü faaliyet ve işlemleri Genel Müdürlüğün bağlı olduğu Bakanlığın denetimine tabidir. Bu denetim sonucunda görevi başında kalmasında sakınca görülen federasyon başkanı veya yönetim kurulu üyeleri hakkında karar almak üzere, Genel Müdürlüğün bağlı olduğu Bakan, genel kurulu olağanüstü toplantıya çağırır.' kuralı yer almaktadır. 5105 sayılı Kanunun genel gerekçesinde; Devlet bütçesinden yardım alan, Devletin siyasi ve idari birimleri tarafından yönetilmeyip ancak denetlenebilen, idari ve mali yönden özerk federasyonların kurulmasının amaçlandığı ve uluslararası federasyonlar gibi yapılanmalarına olanak sağlanmak istenildiği, böylece federasyonların faaliyetlerinin daha verimli ve süratli bir şekilde organize edilebileceği ve spor faaliyetlerinin daha geniş kitlelere ulaştırılabileceği, özerk federasyonların gelirlerinin sportif amaçlı kullanılıp kullanılmadığının denetime tabi olacağı, sportif faaliyetlerinin düzenlenmesi ve yürütülmesine ilişkin iş ve işlemlerin ise federasyonun bünyesinde oluşturulacak kurullarda görüşülerek otokontrol sisteminin işletileceği, günümüzdeki bilimsel ve teknolojik gelişmelerin ışığında toplumsal değişme hızının ortaya çıkardığı ihtiyaçları karşılamak için spor sisteminin çağdaş bir yapıya kavuşturulması, dinamik gelişmeye açık, etkinliği ve verimliliği gözeten özerk hizmetlerle spor faaliyetlerinin yürütülmesi amacıyla yasa tasarısının; hazırlandığı; Ek 9 uncu madde gerekçesinde ise; Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü'nün ana hizmet birimlerinden olan federasyon başkanlıklarının özerk hale getirilmeleri amaçlanarak uluslararası federasyonlar gibi yapılanmalarına olanak sağlandığı, böylece federasyon faaliyetlerinin daha verimli veEsas Sayısı : 2006/118 Karar Sayısı : 2009/107 2 süratli bir şekilde organize edilebileceği ve spor faaliyetlerinin daha geniş kitlelere ulaştırılabileceği, böylece federasyonların uluslararası federasyonlarca öngörülen ve Genel Müdürlükçe belirlenen esaslar dahilinde faaliyetlerini sürdürebileceği belirtilmiştir. Ek 9 uncu maddede yer alan, özerklik verilen federasyonların tüzel kişilik kazanacaklarına ve idari ve mali yönden özerk olacaklarına ve organlarının seçimle göreve geleceklerine, her türlü kararlarını kendi organları içerisinde alacaklarına, bütçelerinin genel kurul tarafından onaylanacağına ve ibra edileceğine, her türlü faaliyet ve işlemlerinin Genel Müdürlüğün bağlı olduğu Bakanlık tarafından denetleneceğine ilişkin kuralların, madde gerekçesi ile birlikte değerlendirilmesinden, özerk federasyonların;, genel idare içinde yer alan Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğüne verilen bazı görevlerin daha verimli şekilde yürütülmesi amacıyla kamu hukuku alanında faaliyet göstermek üzere, hizmet yönünden yerinden yönetim ilkesine göre kurulan, hizmetle sınırlı olmak üzere kamusal yetki kullanan ve idarenin bütünlüğü ilkesi uyarınca merkezi idarenin vesayet denetimine tabi birer kamu kurumu oldukları sonucuna ulaşılmaktadır. Özel hukuk tüzel kişisi değil, kamu kurumu olarak yapılandırılmaları karşısında, özerk federasyonların, kuruluş usul ve esaslarının Anayasanın koyduğu kurallara uygunluğunun irdelenmesi zorunlu bulunmaktadır. Anayasanın 7 nci maddesinde, 'Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez' kuralına yer verilirken, Anayasanın 8 inci maddesinde, yürütme yetkisi ve görevinin Anayasa ve yasalara uygun olarak kullanılıp, yerine getirileceğine; Anayasanın 123 üncü maddesinde de 'idare, kuruluş ve görevleriyle bir bütündür ve kanunla düzenlenir' hükmüne yer verilmiştir. Yasama yetkisi asli bir yetki olduğundan ve Türk hukukunda yasayla düzenleme alanı konu itibariyle sınırlandırılmadığından (yasama yetkisinin genelliği) yasama organı dilediği alanı kuşkusuz Anayasa ilkelerine uygun olmak koşuluyla düzenleme yetkisine haizdir. Yasayla düzenleme ilkesi, düzenlenen konudan yalnız kavram, ad ve kurum olarak söz edilmesi değil, bunların yasa metninde kurallaştırılmasıdır. Kurallaştırma ise, düzenlenen alanda temel ilkelerin konulmasını ve çerçevenin çizilmiş olmasını ifade eder. Ancak temel ilkeler konulup çerçeve çizildikten sonra uzmanlık ve teknik konulara ilişkin ayrıntıların belirlenmesi yürütme organının takdirine bırakılabilir. Anayasa'da yasayla düzenlenmesi öngörülen konularda, yürütme organına genel ve sınırları belirsiz bir düzenleme yetkisinin verilmesi olanaklı değildir. Yürütmenin düzenleme yetkisi, sınırlı, tamamlayıcı ve bağımlı bir yetkidir. Bu nedenle, Anayasa'da öngörülen ayrık durumlar dışında, yasalarla düzenlenmemiş bir alanda, yasa ile yürütmeye genel nitelikte kural koyma yetkisi verilemez. Yürütme organına düzenleme yetkisi veren bir yasa kuralının Anayasa'nın 7 nci maddesine uygun olabilmesi için temel ilkeleri koyması, çerçeveyi çizmesi, sınırsız, belirsiz, geniş bir alanı yürütmenin düzenlemesine bırakmaması gerekir Anayasanın 123 üncü maddesinde yer alan hükümle idarenin kuruluşunun, örgütlenme ve faaliyet alanının yönetim esas ve usullerinin yasayla düzenlenmesi gerektiği kurala bağlanmıştır. Dolayısıyla, kamu tüzel kişiliğinin kuruluşunu sağlayacak olan yasada idareyeEsas Sayısı : 2006/118 Karar Sayısı : 2009/107 3 herhangi bir düzenleme yetkisi tanınması halinde bu yetki; idarenin yasallığı ilkesi çerçevesinde sınırlayıcı ve tamamlayıcı bir yetki olmak durumundadır. 3289 sayılı Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğünün Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanuna 4.3.2004 tarih ve 5105 sayılı Kanun ile eklenen ek madde 9'un birinci fıkrasında 'Federasyonlara, talepte bulunmaları durumunda Merkez Danışma Kurulunun uygun görüşü, Genel Müdürlüğün bağlı olduğu Bakanın teklifi ve Başbakanın onayı ile idari ve mali özerklik verilebilir. Federasyonun kuruluşuna ilişkin kararın, Resmi Gazetede yayımlanması ile tüzel kişilik kazanılır.' kuralı ile bir federasyonun kamu kurumu olarak tüzel kişilik kazanıp kazanmayacağına ilişkin takdir yetkisi, temel kuralları konulmadan, ölçüsü belirlenmeden ve sınırları çizilmeden, tümüyle ilgili Bakan ve Başbakanın onayına bırakılmakta; ayrıca bu şekilde tüzel kişilik kazanmış olan bir federasyonun, usulde paralellik ilkesi uyarınca yine idari yolla tüzel kişiliğinin sonlandırılabileceği sonucu yaratılmaktadır. Bu şekildeki bir düzenleme Anayasa'nın yasama yetkisinin devredilemeyeceğini düzenleyen 7 nci maddesine ve idarelerin yasayla düzenleneceğini belirleyen 123 üncü maddesine aykırı görülmektedir. Öte yandan, aynı maddenin beşinci fıkrasındaki, 'Özerk federasyonların; genel kurullarının toplanması ve çalışmalarına ilişkin usul ve esaslar ile kimlerin oy kullanabileceği ve Tahkim Kurulu ile ilişkileri Genel Müdürlükçe düzenlenecek çerçeve statü ile belirlenir. Özerk federasyonlarca hazırlanacak ana statü, çerçeve statüye aykırı olamaz.' kuralı ile, yasa konusu olan bir kamu kurumunun organının oluşumu, çalışma usul ve esasları ve organlar arası ilişkilerini düzenleme işi merkezi idarenin içinde yer alan Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğüne devredilmiş olup, böylece Anayasa'nın yasama yetkisinin devredilemeyeceğini düzenleyen 7 nci maddesi, idarelerin yasayla düzenleneceğini belirleyen 123 üncü maddesi gözardı edilmiş bulunmaktadır. Esasen anılan Yasayla bir yandan belirli bir kamu hizmetini yürütmek üzere kamu kurumu niteliğinde tüzel kişiliğe sahip özerk bir yapı oluşturulması amaçlanırken, aynı düzenleme içinde, özerk spor federasyonlarının teşkilatı, genel kurulunun oluşumu, toplanması ve çalışmalarına ilişkin usul ve esaslarla, özerk federasyonların Genel Müdürlük ile Tahkim Kurulu arasındaki ilişkilerin düzenlenmesinin tümüyle denetim yetkisine sahip olan idareye bırakılmış olması, özerklik ilkesiyle ve Yasanın çıkarılma amacıyla bağdaşmamaktadır. Açıklanan nedenlerle, 3289 sayılı Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğünün Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanuna 4.3.2004 tarih ve 5105 sayılı Kanun ile eklenen ek madde 9'un birinci fıkrasında yer alan, 'Federasyonlara, talepte bulunmaları durumunda Merkez Danışma Kurulunun uygun görüşü, Genel Müdürlüğün bağlı olduğu Bakanın teklifi ve Başbakanın onayı ile idari ve mali özerklik verilebilir. Federasyonun kuruluşuna ilişkin kararın, Resmi Gazetede yayımlanması ile tüzel kişilik kazanılır.' kuralı ile aynı maddenin beşinci fıkrasında yer alan 'Özerk federasyonların; genel kurullarının toplanması ve çalışmalarına ilişkin usul ve esaslar ile kimlerin oy kullanabileceği ve Tahkim Kurulu ile ilişkileri Genel Müdürlükçe düzenlenecek çerçeve statü ile belirlenir. Özerk federasyonlarca hazırlanacak ana statü, çerçeve statüye aykırı olamaz.' kuralının, Anayasa'nın yasama yetkisinin devredilemeyeceğini düzenleyen 7 nci maddesine ve idarelerin yasayla düzenleneceğini belirleyen 123 üncü maddesine aykırı olduğu kanısına varıldığından, anılan hükümlerin iptali ve öncelikle yürürlüğünün durdurulması istemiyle Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına, dosyanın Anayasa Mahkemesi'nin bu konuda vereceği karara kadar bekletilmesine, dosyada bulunan belgelerin onaylı birer örneğinin Anayasa Mahkemesi Başkanlığı'na gönderilmesine 30.5.2006 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.'Esas Sayısı : 2006/118 Karar Sayısı : 2009/107 4 ' B 5105 sayılı Yasa'nın 2. maddesi ile 3289 sayılı Yasaya eklenen ek 9. maddenin altıncı, yedinci ve sekizinci fıkralarına yönelik Danıştay Onuncu Dairesinin E.2007/1071 sayılı başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'Darüşşafaka Spor Kulübü Derneği vekili Av. Alpaslan Özen tarafından, Semih Erden isimli oyuncunun transferine onay verilmesi işleminin iptali ve Semih Erden'in kulüplerinin izni olmadan transferinin yapılamayacağına karar verilmesi isteminin reddine ilişkin Başbakanlık Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü Tahkim Kurulu'nun 26.12.2005 tarih ve E.2005/25, K:2005/25 sayılı kararının iptali istemiyle açılan davada, Dairemizce, Türkiye Basketbol Federasyonunun 3289 sayılı Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğünün Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanuna 5105 sayılı Kanun ile eklenen Ek 9 uncu madde hükümlerine göre özerk federasyon olarak tüzel kişilik kazandığının tespiti üzerine, anılan maddede, federasyonlar ile kulüpler arasında çıkacak ihtilaflar hakkında verilecek kararları, ilgililerinin itirazı üzerine inceleyerek kesin karara bağlama yetkisi ve görevinin 'Tahkim Kurulu'na bırakıldığı, dolayısıyla bu tür uyuşmazlıklarda yargı yoluna başvurma hakkının engellendiği anlaşılmakla, 'tahkim'e ilişkin düzenleme Anayasa'ya aykırılık yönünden incelenerek gereği görüşüldü: Anayasanın 9 uncu maddesinde, yargı yetkisinin, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılacağı öngörülmüş; yargılamanın kişiler yönünden gerçek bir güvenceye kavuşturulması amacıyla, 36 ncı maddesinde 'Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir. Hiçbir mahkeme, görev ve yetkisi içindeki davaya bakmaktan kaçınamaz.' kuralına yer verilmiştir. Diğer taraftan, Anayasanın 125 inci maddesinde; 'İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır. Kamu hizmetleri ile ilgili imtiyaz şartlaşma ve sözleşmelerinde bunlardan doğan uyuşmazlıkların milli veya milletlerarası tahkim yoluyla çözülmesi öngörülebilir...' kuralı ile bir yandan idarenin her türlü eylem ve işleminin yargı denetimine açık olduğu vurgulanmış, devamında da bu genel kuralın istisnası belirtilmiştir. Anayasanın 155 inci maddesinde ise, 'Danıştay, idari mahkemelerce verilen ve kanunun başka bir idari yargı merciine bırakmadığı karar ve hükümlerin son inceleme merciidir. Kanunla gösterilen belli davalara da ilk ve son derece mahkemesi olarak bakar.' denilmek suretiyle idarenin kamu hukuku alanındaki işlemleri nedeniyle çıkan uyuşmazlıklara ilişkin olarak idari yargının görev alanı güvence altına alınmıştır. Anayasaya aykırılık sorununun çözülebilmesi için, öncelikle tahkimin idare hukuku alanında uygulanabilirliğinin irdelenmesi gerekmektedir. Türk hukukunda tahkim, özel hukuk alanına özgü bir uyuşmazlık çözme yolu olarak ortaya çıkmakta; idarelerin kamu hukukuna göre taraf oldukları uyuşmazlıklarda tahkime gidilebilmesinin tek istisnasını ise, Anayasanın 4446 sayılı Yasa ile değişik 125 inci maddesi kapsamındaki imtiyaz şartlaşma ve sözleşmeleriyle ilgili uyuşmazlıklar oluşturmaktadır. Belirtilen istisnanın dışında, idarenin kamu gücünü kullanarak yaptığı işlemlerden doğan idari uyuşmazlıklar nedeniyle mecburi tahkim yoluna gidilmesi olanağı bulunmamaktadır. 3289 sayılı Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğünün Teşkilat ve Görevleri Hâkkında Kanunun 4.3.2004 tarih ve 5105 sayılı Kanun ile eklenen Ek 9 uncu maddenin altıncıEsas Sayısı : 2006/118 Karar Sayısı : 2009/107 5 fıkrasında, 'Özerk federasyonların ceza veya disiplin kurullarınca verilen kararlara karşı Genel Müdürlük bünyesinde oluşturulacak Tahkim Kuruluna itiraz edilebilir.' kuralı, aynı maddenin yedinci fıkrasında, '...Tahkim Kurulu tarafından verilen kararlar kesindir. Tahkim Kurulunun görev, yetki ve sorumlulukları ile çalışma usul ve esasları yönetmelikle belirlenir.' kuralı, sekizinci fıkrasında da 'Tahkim Kurulu, federasyon ile kulüpler; federasyon ile hakemler, federasyon ile teknik direktör ve antrenörler; kulüpler ile teknik direktör ve antrenörler; kulüpler ile oyuncular; kulüpler ile kulüpler arasında çıkacak ihtilaflar hakkında yönetim kurulunca verilecek kararlar ile disiplin veya ceza kurulu kararlarını, ilgililerinin itirazı üzerine inceleyerek kesin karara bağlar.' kuralı bulunmaktadır. 3289 sayılı Yasanın Ek 9 uncu maddesi bir bütün olarak incelendiğinde; özerklik verilen federasyonların tüzel kişilik kazanacakları, idari ve mali yönden özerk olacakları ve organlarının seçimle göreve gelecekleri, her türlü kararlarını kendi organları içerisinde alacakları, bütçelerinin genel kurul tarafından onaylanacağı ve ibra edileceği kurala bağlanırken; uyuşmazlıkların çözümünde görevli kılınan Tahkim Kurulunun Genel Müdürlük bünyesinde oluşturulması ve üyelerinin atama yoluyla belirlenmesi kurala bağlanmıştır. Anılan yasal düzenleme çerçevesinde, özerk federasyonların, genel idare içinde yer alan Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü'ne verilen bazı görevlerin daha verimli şekilde yürütülmesi amacıyla kamu hukuku alanında faaliyet göstermek üzere hizmet yönünden yerinden yönetim ilkesine göre kurulmuş, tıpkı kamu kurumu niteliğindeki meslek kurumlarına benzeyen kamu tüzel kişileri oldukları sonucuna ulaşılmaktadır. Dolayısıyla, Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü'nün ve federasyonların kamu tüzel kişisi olduğunda ve federasyonların tesis edecekleri işlemlerin idari işlem niteliği taşıdığında ve Tahkim Kurulunun idari işlemlere ilişkin kullanacağı yetkinin, idari yargının Anayasa ile korunan görev alanıyla ilgili olacağında kuşkuya yer bulunmamaktadır. Bu itibarla, kamu tüzel kişisi olduklarında çekişme bulunmayan özerk federasyonların, birer idare olarak tesis ettikleri işlemlerin denetimi ve bu işlemlerden doğan uyuşmazlıkların çözümü için idari yargı dışında 'mecburi tahkim' yolu öngörülmesinin, Anayasanın 9 uncu, 36 ncı, 125 inci ve 155 inci maddelerine aykırılık oluşturduğu anlaşılmaktadır. Kaldı ki, 3289 sayılı Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğünün Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanuna 4.3.2004 tarih ve 5105 sayılı Kanun ile eklenen Ek 9 uncu maddesinde yer alan Tahkim Kurulunun, özerk federasyonların vesayet makamı olarak öngörülen Genel Müdürlük bünyesinde oluşturulmasına, üyelerinin atama yoluyla belirlenmesine ve Tahkim Kurulunun görev, yetki ve sorumlulukları ile çalışma usul ve esaslarının yönetmeliğe bırakılmasına ilişkin düzenlemenin tahkim kurulunun tarafsızlığı ve bağımsızlığını sağlamaktan uzak olduğu da ortadadır. Açıklanan nedenlerle, 3289 sayılı Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğünün Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanuna 4.3.2004 tarih ve 5105 sayılı Kanun ile eklenen Ek 9 uncu maddenin altıncı, yedinci ve sekizinci fıkralarında yer alan 'Tahkim Kurulu' ile ilgili düzenlemenin; Anayasanın yargı erkinin bağımsız mahkemeler eliyle kullanılacağına ilişkin 9 uncu maddesine, hak arama özgürlüğünü düzenleyen 36 ncı maddesine, idarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolunun açık olduğuna ilişkin 125 inci maddesine ve idari yargının görev alanını güvence altına alan 155 inci maddesine aykırı olduğu kanısına varıldığından, anılan hükümlerin iptali ve öncelikle yürürlüğünün durdurulması istemiyle Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına, dosyanın Anayasa Mahkemesi'nin bu konuda vereceğiEsas Sayısı : 2006/118 Karar Sayısı : 2009/107 6 karara kadar bekletilmesine, dosyada bulunan belgelerin onaylı birer örneğinin Anayasa Mahkemesi Başkanlığı'na gönderilmesine 19.3.2007 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.'"
2,291
Esas Sayısı : 2008/79 Karar Sayısı : 2011/74 1 "... I İPTAL ve YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMİNİN GEREKÇESİ '' III. GEREKÇE 1) 03.07.2008 Tarih ve 5782 Sayılı Tapu Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 1 inci Maddesiyle Değiştirilen 2644 Sayılı Tapu Kanununun 35 inci Maddesinin Yedinci Fıkrasının İkinci ve Üçüncü Cümlesinin Anayasaya Aykırılığı 03.07.2003 tarih ve 4916 sayılı Yasa ile 2644 sayılı Tapu Kanununun 35 inci maddesi değiştirilerek; karşılıklı olmak ve yasal sınırlamalara uyulmak koşuluyla yabancı uyruklu gerçek kişiler ile yabancı ülkelerde bu ülkelerin kanunlarına göre kurulan tüzel kişiliğe sahip ticaret şirketlerinin otuz hektardan fazla taşınmaz mal alımları Bakanlar Kurulu'nun iznine bağlı tutulmuş; kamu yararı ve ülke güvenliği bakımından, yabancıların taşınmaz alamayacağı yerleri belirlemeye Bakanlar Kurulu yetkili kılınmıştır. Anayasa Mahkemesinin 4916 sayılı Yasa ile 2644 sayılı Tapu Kanununun 35 inci maddesinde yapılan değişikliği iptal etmesi üzerine 29.12.2005 tarihinde 2644 sayılı Tapu Kanununun 35 inci maddesini değiştiren 5444 sayılı Kanun kabul edilmiştir. 5444 sayılı Kanun ile getirilen düzenlemede; yabancı uyruklu gerçek kişilerin, karşılıklı olmak ve kanunî sınırlamalara uyulmak kaydıyla, Türkiye'de işyeri veya mesken olarak kullanmak üzere, uygulama imar planı veya mevzii imar planı içinde bu amaçlarla ayrılıp tescil edilen taşınmazları edinebilecekleri, yabancı uyruklu bir gerçek kişinin ülke genelinde edinebileceği taşınmazlar ile bağımsız ve sürekli nitelikte sınırlı aynî hakların toplam yüzölçümünün iki buçuk hektarı geçemeyeceği ve bu fıkrada belirtilen koşullarla, yüzölçümü miktarını otuz hektara kadar artırmaya Bakanlar Kurulunun yetkili olacağı, yabancı ülkelerde kendi ülkelerinin kanunlarına göre kurulan tüzel kişiliğe sahip ticaret şirketlerinin, ancak özel kanun hükümleri çerçevesinde taşınmaz mülkiyeti ve taşınmazlar üzerinde sınırlı aynî hak edinebilecekleri, karşılıklılığın tespitinde hukukî ve fiilî durum esas alınacağı, yabancı uyruklu gerçek kişiler ile yabancı ülkelerde kendi ülkelerinin kanunlarına göre kurulan tüzel kişiliğe sahip ticaret şirketlerinin; sulama, enerji, tarım, maden, sit, inanç ve kültürel özellikleri nedeniyle korunması gereken alanlar, özel koruma alanları ile flora ve fauna özelliği nedeniyle korunması gereken hassas alanlarda ve stratejik yerlerde kamu yararı ve ülke güvenliği bakımından taşınmaz ve sınırlı aynî hak edinemeyecekleri alanları, ilgili kamu kurum ve kuruluşlarının tescile esas koordinatlı harita ve planları içeren teklifi üzerine belirlemeye ve yabancı uyruklu gerçek kişilerin il bazında edinebilecekleri taşınmazların, illere ve il yüzölçümüne göre binde beşi geçmemek üzere oranını tespite Bakanlar Kurulunun yetkili olması kabul edilmiştir. Anayasa Mahkemesi, 5444 sayılı Kanun ile Tapu Kanununun değiştirilen 35 inci maddesinin; '... Yabancı gerçek kişilerin edinebilecekleri taşınmaz yüzölçümü miktarını ikibuçuk hektardan otuz hektara kadar artırmaya Bakanlar Kurulu yetkilidir' ve '..yabancı uyruklu gerçek kişilerin il bazında edinebilecekleri taşınmazların, illere ve il yüzölçümüne göre binde beşi geçmemek üzere oranını belirlemeye Bakanlar Kurulu yetkilidir...' hükümlerinin iptaline karar vermiş, iptal kararı 16.01.2008 tarihinde Resmi Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe girmiştir.Esas Sayısı : 2008/79 Karar Sayısı : 2011/74 2 Anayasa Mahkemesi'nin 5444 sayılı Kanun hakkındaki iptal kararı üzerine 03.07.2008 tarihinde TBMM Genel kurulunda kabul edilen 5782 sayılı Yasa ile 2644 sayılı Tapu Kanunun 35 inci maddesi yeniden düzenlenmiştir. Bu yeni düzenlemede: Tapu Kanunun 35 inci maddesinin birinci fıkrasında yer alan ve Anayasa Mahkemesinin iptal ettiği '... Yabancı gerçek kişilerin edinebilecekleri taşınmaz yüzölçümü miktarını ikibuçuk hektardan otuz hektara kadar artırmaya Bakanlar Kurulu yetkilidir' cümlesi, fıkradan çıkarılmıştır. İkinci, üçüncü, dördüncü, beşinci ve altıncı fıkralarında hiçbir değişiklik yapılmamıştır. Anayasa Mahkemesi 2644 sayılı Tapu Kanununun yedinci fıkrasındaki '..yabancı uyruklu gerçek kişilerin il bazında edinebilecekleri taşınmazların, illere ve il yüzölçümüne göre binde beşi geçmemek üzere oranını belirlemeye Bakanlar Kurulu yetkilidir...' ibaresini iptal ettiği için; 5782 sayılı Yasa, 2644 sayılı Tapu Kanununun yedinci fıkrasını yeniden düzenlenmiştir. 2644 sayılı Tapu Kanununun yedinci fıkrasında Anayasa Mahkemesi'nin iptal ettiği ibare 5782 sayılı Kanunda şöyle düzenlenmiştir: 'Yabancı uyruklu gerçek kişiler merkez ilçe ve ilçeler bazında, uygulama imar planı ve mevzi imar plan sınırları içerisinde kalan toplam alanların yüzölçümünün yüzde onuna kadar kısmında taşınmaz ile bağımsız ve sürekli nitelikte sınırlı aynî hak edinebilirler. Bakanlar Kurulu, merkez ilçe ve ilçelerin altyapı, ekonomi, enerji, çevre, kültür, tarım ve güvenlik açısından önemlerini dikkate alarak, bu orandan fazla olmamak kaydıyla farklı oran belirlemeye yetkilidir.' Getirilen bu düzenleme Anayasa Mahkemesi Kararında belirtilen sakıncaları gidermekten uzaktır. Çünkü imar planı ve mevzi imar plan sınırları içerisinde kalan toplam alanların içinde sadece konut ve ticari alanlar değil, öncelikli korunması gereken tarım arazileri, su havzaları, orman ve 2B alanları, kıyı alanları, doğal sit vb. alanlar ile İmar Planı Uygulamasında Düzenleme Ortaklık Payı çerçevesinde % 40 oranına kadar tutulan ve kamusal alan olarak tahsis edilen yol, park, otopark, yeşil alan, eğitim ve sağlık yerleri, ibadet yerleri vb. alanlar da vardır. İmar planı ve mevzi imar planı sınırı içerisinde kalan alanlar üzerinden % 10 uygulaması yapılması halinde bulunacak miktarın konut ve ticaret alanlarının büyük bir bölümünü kapsama olasılığı çok yüksektir. Harita Mühendisleri Odası'nca basına yapılan açıklamaya göre, Trabzon ili merkez ilçenin imar planı alanı 3063 hektardır. Ancak, imar planının sadece 1300 hektarı konut ve ticaret alanıdır. Diğer alanlar kamuya ait yeşil alan, yol, otopark, eğitim alanı, tarım alanı vb... alanları içermektedir. İmar planının yüz ölçümü üzerinden % 10 oranına göre hesaplama yapıldığında bulunan rakam, 306 hektardır. Bu durum, Trabzon için yabancıların mülk edinebilecekleri alanın (konut ya da işyerinin) yüzölçümünün, konut ve ticaret alanlarının % 30'u düzeyinde olduğunu göstermektedir. Verilen bir başka örnek Muğla ili ile ilgilidir. Muğla ili merkez ilçenin imar planı alanı 3.965 hektardır. Ancak, imar planının sadece 639 hektarı konut ve ticaret alanıdır. Diğer alanlar kamuya ait yeşil alan, yol, park, otopark, eğitim ve sağlık alanı, maden rezerv alanı, orman, fuar+rekreasyon, askeri tesisi vb... alanları içermektedir. 396 hektar, konut ve ticaret alanlarının % 63'ü düzeyindedir. Bu rakamlar Muğla merkez ilçede konut ve yerleşim alanının % 63 nün yabancılara satılabileceği anlamına gelmektedir.Esas Sayısı : 2008/79 Karar Sayısı : 2011/74 3 Görüldüğü gibi ilden ile ilçeden ilçeye farklılık göstermekle beraber getirilen kuralın ilçelerdeki konut ve yerleşim alanlarının çok büyük bir bölümünün yabancılara satılmasına olanak verdiği anlaşılmaktadır. Yasa Bakanlar Kuruluna ilçelerin altyapı, ekonomi, enerji, çevre, kültür, tarım ve güvenlik açısından önemlerini dikkate alarak, bu orandan fazla olmamak kaydıyla % 10 oranından farklı oran belirlemeye yetkili kılmıştır. 'Uygulama İmar planı' kavramının kapsamı içerisinde kalan alanlar içinde; konut ve yerleşim alanları, öncelikli korunması gereken tarım arazileri, su havzaları, orman ve 2B alanları, kıyı alanları, doğal sit vb. alanlar ile İmar Planı Uygulamasında Düzenleme Ortaklık Payı çerçevesinde % 40 oranına kadar tutulan ve kamusal alan olarak tahsis edilen yol, park, otopark, yeşil alan, eğitim ve sağlık yerleri, ibadet yerleri vb. alanlar da vardır. Mevzi imar planı, yürürlükteki her tür ve ölçekteki plan sınırları dışındaki, imar uygulama planıyla bütünleşmeyen konumdaki, sosyal ve teknik altyapı ihtiyaçlarını kendi bünyesinde sağlayan plandır. Bu bağlamda herhangi bir gerçek kişi, uygulama imar planı dışındaki arazisinde mevzi imar planı yapmak için özel firmalara başvurabilir ve hazırlanan plan, ilgili belediyenin onaylaması halinde mevzi imar planı olarak uygulanabilir. Yabancı uyruklu gerçek kişiler için getirilen % 10 oranındaki sınırlamanın pratikte etkili bir şekilde uygulanabilirliği yoktur. Çünkü uygulama imar planları ve mevzi imar planları, o il veya ilçedeki planlanabilir alanların tümünü içeren bir doküman niteliğine haiz değildir. İlgili belediye veya valilikler mevcut imar planı veya mevzi imar planları kapsamı dışındaki alanları istedikleri zaman planlayabilir ve imar planı kapsamı içindeki alanın yüzölçümünü artırabilir. Bunu yaparken imar planı veya mevzi imar planı içine alınması gerekli olmayan yerleri bile kapsam içine alarak yabancılara satılabilecek alanları genişletebilirler. Arazi büyüklüğü uygun olduğu sürece 5 hektarlık bir alanda mevzi imar planı ya da uygulama imar planı yapmak gerekirken, 500 hektarlık bir alanda imar planı yaparak, 50 hektarlık bir alanın daha yabancılara satılması mümkün hale getirilebilir. Hatta uygulama imar planı veya mevzi imar planı kapsamında olmayan ormanlık alanlar uygulama imar planı kapsamında ormanlık alan olarak gösterilerek, yabancıların satın alabilecekleri alanların sınırı artırılabilir. Benzer şekilde imar planı kapsamında olmayan tarım arazileri, su havzaları ve 2B alanları hiçbir gereği yok iken imar planı kapsamına alınarak yabancıların fiilen hiçbir sınırlamaya tabi olmadan taşınmaz edinmelerine olanak sağlanabilir. Söz konusu düzenleme bu haliyle yabancı gerçek kişiler için getirilen sınırlamayı uygulanmaz hale getirebilecek bir düzenlemedir. İmar planı ve mevzi imar planı kapsamı içindeki 'konut ve işyerinin yüzölçümü' gibi somut ve esnekliği olmayan göstergeler üzerinden bir oran belirlemek yerine, keyfiliğe açık ve öngörülen kuralı etkisiz hale getirecek nitelikteki bir gösterge üzerinden oran belirlenmesi ve bu oranın uygulanması konusunda Bakanlar Kurulunun yetkili kılınması, ülke bütünlüğü ve egemenliği ile doğrudan ilgili olan yabancıların taşınmaz edinimi konusundaki yasal düzenlemenin sınırları belirli kurallar içermediğini göstermektedir. Bir başka ifadeyle, dava konusu kural ile yabancı gerçek kişiler için getirilen % 10 oranındaki sınır ve bu oran konusunda Bakanlar Kurulu'na tanınan yetkinin sınırı, esasları ve çerçevesi fıkrada belirlenmiş olmakla beraber, getirilen düzenleme, öngörülen yasal sınırı ortadan kaldırmayı olanaklı kılan, sınırlamanın işlevselliğini etkisiz bırakacak derecede ölçüsüzdür.Esas Sayısı : 2008/79 Karar Sayısı : 2011/74 4 Bakanlar Kurulu'na tanınan % 10 oranını geçmemek üzere farklı oranlar belirleme yetkisinin ölçüsüz olması yasama yetkisinin yürütme organına devri sonucunu doğuracağından kabul edilemez. Bu nedenle kural, Anayasanın 2 nci ve 7 nci maddelerine aykırıdır. İptali gerekir. Öte yandan, 5782 sayılı Kanunun 1 inci maddesiyle değiştirilen 2644 sayılı Tapu Kanununun 35 inci maddesinin yedinci fıkrasındaki düzenlemenin ilk cümlesinde; yabancı uyruklu gerçek kişiler ile yabancı ülkelerde kendi ülkelerinin kanunlarına göre kurulan tüzel kişiliğe sahip ticaret şirketlerinin; hangi alanlarda ve stratejik yerlerde taşınmaz ve sınırlı aynî hak edinemeyeceklerini belirlemeye Bakanlar Kurulu yetkili kılındıktan sonra ikinci cümlede; sadece yabancı uyruklu gerçek kişilerin merkez ilçe ve ilçeler bazında, uygulama imar planı ve mevzi imar plan sınırları içerisinde kalan toplam alanların yüzölçümünün yüzde onuna kadar kısmında taşınmaz ile bağımsız ve sürekli nitelikte sınırlı aynî hak edinebilecekleri hükme bağlanmıştır. Yani gerçek kişilerin edinebilecekleri taşınmazların yüzölçümü için sınırlama getirilirken yabancı ülkelerde kendi ülkelerinin kanunlarına göre kurulan tüzel kişiliğe sahip ticaret şirketleri için sınırlama getirilmemiştir. Tapu Kanununun 35 inci maddesinin ikinci ve yedinci fıkraları birlikte değerlendirildiğinde, yabancı ülkelerde kendi ülkelerinin kanunlarına göre kurulan tüzel kişiliğe sahip ticaret şirketlerinin, özel kanun hükümleri çerçevesinde olmak ve Bakanlar Kurulu'nca sulama, enerji, tarım, maden, sit, inanç ve kültürel özellikleri nedeniyle korunması gereken alanlar, özel koruma alanları ile flora ve fauna özelliği nedeniyle korunması gereken hassas alanlar ve stratejik yerler olarak kararlaştırılmış alanlardan olmamak kaydıyla yabancı gerçek kişilerin tabi olduğu miktar sınırlamasına (Hem 2.5 hektarlık hem % 10'luk sınırlamaya) tabi olmadan taşınmaz mülkiyeti ve taşınmazlar üzerinde sınırlı aynî hak edinebilecekleri anlaşılmaktadır. 2644 sayılı Tapu Kanununun 35 inci maddesinin ikinci fıkrasındaki: 'Yabancı ülkelerde kendi ülkelerinin kanunlarına göre kurulan tüzel kişiliğe sahip ticaret şirketleri, ancak özel kanun hükümleri çerçevesinde taşınmaz mülkiyeti ve taşınmazlar üzerinde sınırlı aynî hak edinebilirler' hükmü uyarınca, yabancı ülkelerde kendi ülkelerinin kanunlarına göre kurulan tüzel kişiliğe sahip ticaret şirketleri için sınırlama getirilmediğini ileri sürmek mümkün değildir. Çünkü her şeyden önce, söz konusu özel yasalarda 2644 sayılı Tapu Kanununda yer alan hükümlere benzeyen sınırlayıcı hükümler yoktur. Yabancı ülkelerde kendi ülkelerinin kanunlarına göre kurulan tüzel kişiliğe sahip ticaret şirketlerinin özel kanun hükümleri çerçevesinde taşınmaz mülkiyeti elde etmesi, bu şirketlerin taşınmaz elde etmelerine özel kanunlardaki düzenlemelerle sınırlama getirildiği anlamına gelmemektedir. Örneğin; 4737 sayılı Endüstri Bölgeleri Kanununun 4/C maddesinde: 'Münferit bir sanayi yatırımı gerçekleştirmek amacıyla, yatırımı gerçekleştirecek yerli ve/veya yabancı gerçek ya da tüzel kişilerin başvurusu üzerine Bakanlığın uygun gördüğü alanların, Kurulun değerlendirmesinin ardından Bakanlar Kurulunca bu Kanun kapsamında münferit yatırım yeri olarak tahsis edilmesine karar verilebileceği', 2634 sayılı Turizmi Teşvik Kanununun 8 inci maddesinde: 'Bakanlığın tasarrufuna geçen taşınmazları Türk ve yabancı uyruklu gerçek ve tüzel kişilere tahsis etmeye Bakanlığın yetkili olduğu' ve 'kültür ve turizm koruma ve gelişimEsas Sayısı : 2008/79 Karar Sayısı : 2011/74 5 bölgelerinde ve turizm merkezlerindeki taşınmaz malların iktisabının, 442 sayılı Köy Kanunu ile 2644 sayılı Tapu Kanununda yer alan yabancı uyruklularla ilgili tahditlerden Bakanlar Kurulu kararı ile istisna edilebileceği', 6326 sayılı Petrol Kanununun 6 ncı maddesinde: 'Devletin hudutlarından 5 kilometre mesafe dahilinde veya askeri yasak bölgeler içinde, tarihi veya dini bir yer veya tesise, petrol ameliyatiyle ilgisi bulunmayan bir yapıya bir su tesisine, bir yol veya umumi geçide 60 metre mesafe dahilinde, bir şehir veya kasaba belediye imar sahası dahilinde Bakanın mahsus müsaadesi olmadan petrol ameliyatı yapılamayacağı', 53 üncü maddesinde: 'Bir arama sahasının 50 000 hektardan fazla olamayacağı', 61 inci maddesinde: 'Bir işletme sahasının en çok 25 bin hektar olacağı', 74 üncü maddesinde: 'İşletme sahalarının yüz ölçümlerinin toplamının 150 bin hektardan fazla olamayacağı' hükümleri yer almaktadır. Görüldüğü gibi bu özel yasalarda, arama ve işletme ruhsatı verilecek alanlarla ilgili düzenlemeler yer almaktadır. Taşınmaz mülkiyeti ile ilgili sınırlama yoktur. Sadece 2634 sayılı Turizmi Teşvik Kanununda taşınmaz mülkiyeti ile ilgili düzenleme vardır. Söz konusu düzenlemede, Tapu Kanununda yabancı uyruklularla ilgili bir sınırlama varsa Bakanlar Kurulu yabancıları bu sınırlamadan istisna tutmaya yetkili kılınmıştır. Kısacası, sözü edilen yasalarda yabancı ülkelerde kendi ülkelerinin kanunlarına göre kurulan tüzel kişiliğe sahip ticaret şirketlerinin edinebilecekleri taşınmazların toplam yüzölçümü bakımından bir üst sınır öngörülmemiştir. Bu durumda; özel kanunlar çerçevesinde taşınmaz mülkiyeti ve taşınmazlar üzerinde sınırlı ayni hak edinen yabancı ülkelerde kendi ülkelerinin kanunlarına göre kurulan tüzel kişiliğe sahip ticaret şirketleri, Bakanlar Kurulunun belirlediği alanlarda hiçbir sınırlamaya tabi olmadan taşınmaz elde edebileceklerdir. Öte yandan, Tapu Kanunun 35 inci maddesinin yedinci fıkrasındaki düzenleme, ikinci fıkradaki 'özel kanunlar çerçevesinde taşınmaz mülkiyeti' edinme kuralını işlemez hale getirmiştir. Bu şirketler sadece özel kanunlar çerçevesinde taşınmaz mülkiyeti ve taşınmazlar üzerinde sınırlı ayni hak edinmeyecekler, ayrıca yedinci fıkranın birinci cümlesindeki düzenleme nedeniyle Bakanlar Kurulunun belirlediği alanlarda ve ikinci cümledeki düzenleme nedeniyle de hiçbir sınırlamaya tabi olmadan taşınmaz elde edebileceklerdir. Yabancı ülkelerde kendi ülkelerinin kanunlarına göre kurulan tüzel kişiliğe sahip ticaret şirketlerini yabancı uyruklu gerçek kişilere göre imtiyazlı duruma getiren bu düzenleme, Anayasanın eşitlik ilkesinin düzenlendiği 10 uncu maddesinin 'Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz' diyen üçüncü fıkrası hükmü ile bağdaşmadığı açıktır. Hukuk devletinin tanımına giren birçok öğeden biri de, kamu yararı düşüncesi olmaksızın, başka bir deyişle, özel çıkarlar için ya da belli kişilerin yararına olarak bir yasanın kabul edilemeyeceğidir. Kamu yararı amacı taşımayan yasaların, amaç öğesi yönünden Anayasanın 2 nci maddesindeki hukuk devleti ilkesine aykırı düşeceği açıktır. Yukarıda açıklanan nedenlerle 5782 sayılı Tapu Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 1 inci maddesiyle değiştirilen 2644 sayılı Tapu Kanununun 35 inci maddesinin yedinci fıkrasının ikinci ve üçüncü cümlesi Anayasanın 2 nci, 7 nci ve 10 uncu maddelerine aykırı olup, iptali gerekir.Esas Sayısı : 2008/79 Karar Sayısı : 2011/74 6 2) 03.07.2008 Tarih ve 5782 Sayılı Tapu Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 2 nci Maddesiyle Yeniden Düzenlenen 2644 Sayılı Tapu Kanununun 36 ncı Maddesinin Birinci Fıkrasının Birinci ve İkinci Cümlesinin Anayasaya Aykırılığı 5782 sayılı Tapu Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 2 inci maddesiyle yeniden düzenlenen 2644 sayılı Tapu Kanununun 36 ncı maddesi Tasarıda yer almadığı için yeni madde ihdasına ilişkin bir önerge verilmiştir. TBMM Genel Kurulunda önerge üzerindeki görüşmeler sırasında çıkan tartışmalar sonucu Adalet Komisyonu Başkan Vekili Hakkı Köylü, ihdas edilmek istenen yeni 2 nci maddeyi İçtüzüğün 88 inci maddesine dayanarak Komisyona geri istemiştir. Komisyonda ve Genel Kurulda yapılan görüşmeler sonunda 2644 sayılı Tapu Kanununun 36 ncı maddesinde yapılan düzenleme ile yabancı yatırımcıların Türkiye'de kurdukları veya iştirak ettikleri tüzel kişiliğe sahip şirketlerin, ana sözleşmede belirtilen faaliyet konularını yürütmek üzere taşınmaz mülkiyeti veya sınırlı ayni hak edinmesi ve kullanması kabul edilmiştir. Görüldüğü gibi, yabancı yatırımcılara mülk edinmede getirilen tek şart, edinilen taşınmazın şirketin ana sözleşmesindeki faaliyet alanı ile ilgili olması şartıdır. Getirilen düzenlemede bu esasların Türkiye'de kurulu bir başka yabancı sermayeli şirkete devir halinde ve taşınmaz maliki yerli sermayeli bir şirketin hisse devri yoluyla yabancı sermayeli hale gelmesi halinde de geçerli olduğu hükme bağlanmıştır. Kanunun TBMM Genel Kurulundaki tartışmaları sırasında hükümet sözcüleri, 2644 sayılı Tapu Kanununun 36 ncı maddesi ile getirilen yeni düzenlemenin, yabancı yatırımcıların Türk hukukuna göre kurdukları veya iştirak ettikleri şirketlerle ilgili olduğunu, bu yüzden Türkiye'deki mevzuata tabi olarak kurulan veya iştirak edilen şirketlerin taşınmaz mal edinimlerinin şirketin faaliyet alanı ile ilgili olması dışında hiçbir sınırlama getirilmediğini açıklamışlardır. 05.06.2003 tarihinde kabul edilen Doğrudan Yabancı Yatırımcılar Kanununun 3 üncü maddesinin (d) bendi Anayasa Mahkemesi tarafından 11.03.2008 tarihinde iptal edilmiştir. 4875 sayılı Yasa'nın 3 üncü maddesinin (d) bendinde, yabancı yatırımcıların Türkiye'de kurdukları veya iştirak ettikleri tüzel kişiliğe sahip şirketlerin, Türk vatandaşlarının edinimine açık olan bölgelerde karşılıklılık koşulu olmaksızın kamu yararı ve ülke güvenliği açısından belli alanlar dışlanmadan ve miktar bakımından sınırlama yapılmaksızın taşınmaz mülkiyeti veya sınırlı ayni hak edinmelerine imkân sağlanası öngörülmekte idi. Anayasa Mahkemesinin 4875 sayılı Yasanın 3 üncü maddesinin (d) bendi ile ilgili iptal kararında taşınmaz mülkiyeti veya sınırlı ayni hak edinilmesi konusunda, yabancı yatırımcıların yerli yatırımcılarla aynı statüde değerlendirildikleri, aralarında hiçbir fark gözetilmediği, yabancı yatırımcıların kurdukları veya iştirak ettikleri şirketlerin taşınmaz mülkiyeti edinmeleri konusunda miktar yönünden herhangi bir sınırlamaya yer verilmediği, herhangi bir miktar kısıtlaması olmaksızın ve yatırım faaliyeti bakımından gerekli olup olmadığına bakılmaksızın yabancı yatırımcıların Türk vatandaşlarının edinimine açık olan bölgelerde taşınmaz mülkiyeti veya sınırlı ayni hak edinebileceklerini, yabancı yatırımcıların edineceği taşınmaz mülkiyeti ve sınırlı ayni hakların iktisap amacı, kullanım şekli ve devrine ilişkin esas ve usullerin Yasada belirlenmesi gerekirken bu yönde hiçbir düzenleme yapılmamış olmasının belirsizliklere yolEsas Sayısı : 2008/79 Karar Sayısı : 2011/74 7 açtığı ve yabancı yatırımcılara sınırsız bir şekilde taşınmaz mülkiyeti ve sınırlı ayni hak edinme olanağı tanındığı belirtilerek söz konusu düzenleme iptal edilmiştir. Kanunun TBMM Genel Kurulundaki tartışmaları sırasında muhalefet sözcüleri, 2644 sayılı Tapu Kanununun 36 ncı maddesi ile getirilen yeni düzenlemenin, 4875 sayılı Doğrudan Yabancı Yatırımcılar Kanununda değişiklik yapması gerektiğini belirtmişlerse de, bu görüşleri dikkate alınmamıştır. Gerçekten de Anayasa Mahkemesinin iptal ettiği 4875 sayılı Yasanın 3 üncü maddesinin (d) bendi yerine yeni bir düzenleme getirilmemiş, fakat Tapu Kanununun yürürlükten kaldırılmış, 36 ncı maddesinde bir düzenleme yapılarak, 4875 sayılı Yasanın 3 üncü maddesinin (d) bendindeki düzenlemenin yerine geçecek aynı mahiyetteki bir kural yürürlüğe sokulmuştur. Anayasa Mahkemesinin iptal kararı ile getirilen düzenleme karşılaştırıldığında iptal edilen kural ile getirilen kuralın aynı olduğu, Anayasa Mahkemesi Kararında belirtilenlerden sadece 'faaliyet alanı' ile ilgili sınırlama getirildiği, Kararda belirtilen sakıncaların ve eksikliklerin giderilmediği açıkça görülmektedir. 4875 sayılı Kanunun 2 nci maddesinde, 'yabancı yatırımcı' ve 'doğrudan yabancı yatırım' kavramları tanımlanmıştır. Buna göre, 'yabancı yatırımcı' kavramı, Türkiye'de doğrudan yatırım yapan, yabancı gerçek kişiler ile yurt dışında ikamet eden Türk vatandaşlarını ve yabancı ülkelerin kanunlarına göre kurulmuş tüzel kişileri ve uluslararası kuruluşları ifade etmektedir. 'Doğrudan yabancı yatırım' kavramı ise Kanunun 2 nci maddesinde şu şekilde tanımlanmıştır: Doğrudan yabancı yatırım, Yabancı yatırımcı tarafından, yurt dışından getirilen; Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankasınca alım satımı yapılan konvertibl para şeklinde nakit sermaye, şirket menkul kıymetleri (Devlet tahvilleri hariç), makine ve teçhizat, sınaî ve fikrî mülkiyet hakları; yurt içinden sağlanan; yeniden yatırımda kullanılan kâr, hâsılat, para alacağı veya malî değeri olan yatırımla ilgili diğer haklar, doğal kaynakların aranması ve çıkarılmasına ilişkin haklar gibi iktisadî kıymetler aracılığıyla; yeni şirket kurmayı veya şube açmayı veya menkul kıymet borsaları dışında hisse edinimi veya menkul kıymet borsalarından en az % 10 hisse oranı ya da aynı oranda oy hakkı sağlayan edinimler yoluyla mevcut bir şirkete ortak olmayı ifade etmektedir. 4875 sayılı Yasada tanımı yapılan 'yabancı yatırımcı' ve 'doğrudan yabancı yatırım' kavramları, 2644 sayılı Tapu Kanununun 36 ncı maddesi ile getirilen yeni düzenlemenin, Anayasa Mahkemesinin iptal ettiği 4875 sayılı Yasanın 3 üncü maddesinin (d) bendindeki düzenleme ile aynı olduğunu açıkça göstermektedir. Anayasanın 2 nci maddesinde Cumhuriyetin temel nitelikleri arasında sayılan hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup, güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup, bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla bağlı, işlem ve eylemleri yargı denetimine açık, yasaların üstünde Anayasanın ve yasa koyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkelerinin bulunduğu bilincinde olan devlettir.Esas Sayısı : 2008/79 Karar Sayısı : 2011/74 8 Dava konusu yasa kuralıyla yabancı yatırımcıların Türkiye'de kurdukları veya iştirak ettikleri tüzel kişiliğe sahip şirketlerin ana sözleşmelerindeki faaliyetleri yürütmek üzere taşınmaz mülkiyeti veya sınırlı ayni hak edinebilir ve kullanabilir denilmiştir. Ayrıca, bu esasların Türkiye'de kurulu bir başka yabancı sermayeli şirkete devir halinde ve taşınmaz maliki yerli sermayeli bir şirketin hisse devri yoluyla yabancı sermayeli hale gelmesi halinde de geçerli olduğu hükme bağlanmıştır. Hukuk devletinin yukarda belirtilen işlevlerinin yaşama geçirilebilmesi bağlamında milli ekonominin ulusal çıkarlar doğrultusunda düzenlenebilmesi için, yabancı yatırımcıların edineceği taşınmaz mülkiyeti ve sınırlı ayni hakların belirsizliklere yol açmaması ve yabancı yatırımcılara sınırsız bir şekilde taşınmaz mülkiyeti ve sınırlı ayni hak edinme olanağı tanınmaması gerekir. Taşınmaz mülkiyeti veya sınırlı ayni hak edinilmesi konusunda, yabancı yatırımcıların yerli yatırımcılarla aynı statüde değerlendirildikleri, aralarında hiçbir fark gözetilmediği, yabancı yatırımcıların kurdukları veya iştirak ettikleri şirketlerin taşınmaz mülkiyeti edinmeleri konusunda miktar yönünden herhangi bir sınırlamaya yer verilmediği görülmektedir. Böylece, herhangi bir miktar kısıtlaması olmaksızın yabancı yatırımcılar Türk vatandaşlarının edinimine açık olan bölgelerde taşınmaz mülkiyeti veya sınırlı ayni hak edinebileceklerdir. Ayrıca, hukuk devletinin tanımına giren birçok öğeden biri de, kamu yararı düşüncesi olmaksızın, başka bir deyişle, özel çıkarlar için ya da belli kişilerin yararına olarak bir yasanın kabul edilemeyeceğidir. Kamu yararı amacı taşımayan yasaların, amaç öğesi yönünden Anayasanın 2 nci maddesindeki hukuk devleti ilkesine aykırı düşeceği açıktır. Yukarıda açıklanan nedenlerle 5782 sayılı Tapu Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 2 nci maddesiyle yeniden düzenlenen 2644 sayılı Tapu Kanununun 36 ncı maddesinin birinci fıkrasının birinci ve ikinci cümlesi Anayasanın 2 nci maddesine aykırı olup, iptali gerekir. 3) 03.07.2008 Tarih ve 5782 Sayılı Tapu Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 3 üncü Maddesiyle 2644 Sayılı Tapu Kanununa Eklenen Geçici 3 üncü Maddesinin İkinci Fıkrasının Anayasaya Aykırılığı 5782 sayılı Tapu Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 3 üncü maddesiyle 2644 sayılı Tapu Kanununa eklenen Geçici 3 üncü maddesinin ikinci fıkrasında yer alan düzenlemeye göre, yabancı uyruklu gerçek kişilerin merkez ilçe ve ilçeler bazında edinebilecekleri taşınmazlar ile bağımsız ve sürekli nitelikte aynî hakların miktarı tespit edilinceye kadar geçecek süre içinde, yabancı uyruklu gerçek kişilerin bu Kanunun 35 inci maddesi hükümlerine göre taşınmaz ve sınırlı aynî hakları edinebilecekleri hükme bağlanmıştır. Geçici maddedeki bu düzenleme, yabancı uyruklu gerçek kişilerin merkez ilçe ve ilçeler bazında edinebilecekleri taşınmazların miktarı tespit edilinceye kadar geçecek süre içinde taşınmaz elde edinebilmelerine olanak sağlamaktadır. Getirilen bu düzenleme, yabancı gerçek kişilerin bu süre içinde ilçe bazında tespit edilen miktar sınırlamasının üstünde taşınmaz elde edinmesine yol açacak niteliktedir. Yasanın TBMM Genel Kurulundaki görüşmeleri sırasında Hükümet sözcüleri, bu süre içinde yerel yetkililerin miktar sınırlamasına göre taşınmaz edinimine izin vereceklerini belirtmelerine karşın miktar belli olmadan sınırın geçilmemesine nasıl engel olunacağı cevapsız kalmıştır. Geçici 3 üncü Maddenin birinci fıkrasında belirtilen üç aylık süre içinde yasaylaEsas Sayısı : 2008/79 Karar Sayısı : 2011/74 9 getirilen sınırlama miktarının üstünde taşınmaz edinimini olanaklı hale sokan bu düzenleme yasaların açık ve belirgin olma özelliğine sahip değildir. Ayrıca yasa koyucunun iradesini değiştirici niteliktedir. Yasa koyucunun faaliyetlerinde Anayasa ve hukukun üstün kuralları i1e bağlı bulunduğu hukuk devletinde yasaların çıkartılması için kamu yararına bulunması şarttır. Hukuk devletinin bir diğer gereği de konulacak kurallarda adalet ve hakkaniyet ölçülerinin gözönünde tutulması, kuralların açık ve belirgin olmasıdır. Vatandaşların Devlete karşı güven duyabilmeleri, maddî ve manevî varlıklarını korkusuzca geliştirebilmeleri hukuk güvenliğinin sağlandığı bir sistem içinde olanaklıdır. Hukuk Devletinde, yasa kurallarının adalet ve hakkaniyet ölçütlerine uygun, açık, anlaşılabilir ve belirgin olması gerekir. Yukarıda açıklanan nedenlerle 5782 sayılı Tapu Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 3 üncü maddesiyle yeniden düzenlenen 2644 sayılı Tapu Kanununun 36 ncı maddesinin ikinci fıkrası Anayasanın 2 nci maddesine aykırı olup, iptali gerekir. IV. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ Anayasamızda mülkiyet ve kişi hakları Anayasanın teminatı altına alınmış, Medeni Kanununun 8 inci maddesi ile de, her kişi medeni hakları kullanmada eşit kılınmış ise de yabancıların durumunu düzenleyen Anayasanın 16 ncı maddesindeki; 'temel hak hürriyetler yabancılar için milletlerarası hukuka uygun olarak kanunla sınırlandırılabilir' hükmüyle yabancılara karşı bir farklılığın söz konusu olabileceği vurgulanmaktadır. Bu farklılığın uluslararası hukukta, 'karşılıklılık' ilkesine dayanılarak somutlaştırıldığı görülmektedir. Kuşkusuz hukuk düzenimizde, yabancıların hak ve özgürlüklerinin düzenlenmesinde Anayasamızın diğer hükümlerine de öncelikle uyulması gerekmektedir. Anayasa hükümleri ve Anayasa Mahkemesinin konuya ilişkin kararları dikkate alınmadan 5782 sayılı Tapu Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun iptali istenilen kuralların uygulanması halinde, geriye dönüşü imkânsız biçimde yasaların öngörmediği şekilde yabancıların taşınmaz edinebilecekleri, bundan giderilmesi olanaksız hukuki zarar ve durumların doğacağı açıktır. Açıklanan nedenlerle, iptali istenen kuralların yürürlüklerinin durdurulmasını istenilmiştir. VI. SONUÇ VE İSTEM 03.07.2008 tarih ve 5782 sayılı Tapu Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun; 1 inci maddesiyle değiştirilen 2644 sayılı Tapu Kanununun 35 inci maddesinin yedinci fıkrasının ikinci ve üçüncü cümlesi Anayasanın 2 nci, 7 nci ve 10 uncu maddelerine aykırı olduğundan, 1. 2 nci maddesiyle yeniden düzenlenen 2644 sayılı Tapu Kanununun 36 ncı maddesinin birinci fıkrasının birinci ve ikinci cümlesi Anayasanın 2 nci maddesine aykırı olduğundan,Esas Sayısı : 2008/79 Karar Sayısı : 2011/74 10 2. 3 üncü maddesiyle 2644 sayılı Tapu Kanununa eklenen Geçici 3 üncü Maddesinin ikinci fıkrası Anayasanın 2 nci maddesine aykırı olduğundan, iptallerine ve iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüklerinin durdurulmasına karar verilmesine ilişkin istemimizi saygı ile arz ederiz.'"
3,951
Esas Sayısı : 1997/9 Karar Sayısı : 1997/22 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuruda, itiraz konusu kuralın, Anayasa'nın 10. ve 60. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür."
26
Esas Sayısı : 2021/8 Karar Sayısı: 2021/40 1 İnsan, binlerce yıl süren deneyimler ve sorgulayan denetleyen aklın aydınlattığı or tamda; yargılama işlevinin gereksinimlerini karşılayacak kural, kavram ve kurumlar oluştura rak yargılamanın adil bir düzen içinde yapılmasını amaç edinmiştir. Bu amaçla oluşturulan ku rumlardan biri de bilirkişiliktir. Bilirkişi, bir davada hakimin hukuki bilgisiyle çözemeyeceği özel ve teknik bilgiye ilişkin konularda, hakime oy ve görüşüyle yardımcı olan kişidir. Diğer bir ifadeyle bilirkişi, hakimin özel ve teknik bilgiye ihtiyaç duyduğu konularda özel ve teknik bilgisini, tecrübesini adaletin hizmetine sunan, mahkemeyi ve tarafları aydınlatan kişidir. Ger çekten de uyuşmazlık hukuki ve teknik bilgi ile çözülmesi gereken sorunlardan oluşabilir. Ha kim hukukun uzmanı olarak, hukuki konuları bilmekle mükellef iken, özel ve teknik bilgiyi gerektiren sorunları hakimden çözmesini beklemek mümkün değildir. Çünkü davada çözümü elzem olan vakıa için fen, matematik, ziraat, inşaat, fizik, tıp gibi çok geniş konulara ihtiyaç duyulmakta, hakimin de bunları bilmesi mümkün görülmemektedir. İşte bu sebeple uyuşmaz lıktaki teknik konuların çözümü suretiyle adalete yardım edilmesi için doktrindeki bir görüşe göre hakim yardımcısı niteliğinde olan bilirkişilik kurumuna ihtiyaç zorunluluktur. Nitekim ge rek Roma Hukukunun imparatorluk devri yargılamasında, gerek İslam Hukuku yargılamasında, gerekse de Osmanlı Hukuku yargılamasında bilirkişiden yararlanılmaktaydı4. Yukarıda açıklanan saiklerle mahkememizin eldeki dosyasında muhasebe bilgisi gerek tiren bir hesap tekniği nedeniyle 12.01.2021 tarihinde dosya ek rapor için isimli bilirkişinin içinde bulunduğu heyete tevdi edilmek istenmiş ancak Adalet Bakanlığı Bilirkişilik Daire Baş kanlığının 01.01.2021 tarihinde sonraki bilirkişinin bir ayda en fazla 15 dosya alabileceği şeklindeki yeni uygulaması nedeniyle dosya bilirkişiye tevdi edilememiştir. Adalet Bakanlığı Bilirkişilik Daire Başkanlığının 01.01.2021 tarihinde sonraki bilirki şinin bir ayda en fazla 15 dosya alabileceği şeklindeki yeni uygulamasının dayanağı 6754 nu maralı Bilirkişilik Kanununun 6. maddesinin 2. fıkrasının (h) bendidir. Mahkememizce bu maddenin Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına aykırı olduğu düşünülmektedir. A Bilirkişilerin alabileceği dosyaya ilişkin kısıtlamalar en az giderle yargılanma hak kına ve makûl sürede yargılama hakkına (Ay.m.141) aykırılığa neden olmaktadır. 1 Bilirkişi adalete yardımcı olan kişidir. Tecrübesinden faydalanılır. En tecrübeli, en bilgili kimse bu kişi en doğru tespit ve değerlendirmeleri ile uyuşmazlığı çözme konusunda adalete yardımcı olur. İstisnasız tüm hakimler, savcılar ve avukatlar en bilgili, en tecrübeli, ala nına en hakim bilirkişinin raporunun dosyaya girmesini isterler. Çünkü avukat iyi bilirkişi ra poru ile iddialarını ispatlamaya çalışır, savcı iddianamesinindeki fiili bununla ispat yoluna gi der, hakim ise iyi bilirkişi raporuna hükmünü dayandırmak ister. İyi bilirkişinin raporu uyuş mazlığın teknik boyutunu en açık ve bilime en uygun şekilde hakime, savcıya, avukata, tarafa anlatır, açıklar. Yargılamanın süjeleri iyi hazırlanmış bilirkişi raporuyla uyuşmazlığa bakış açı larını şekillendirirler. Yargılamanın hiçbir süjesinin kötü bilirkişi raporundan bir menfaati bu lunamaz. İptali istenen norm ise buna meydan vermektedir. Özel ve teknik bilgiyi iyi bilen ki şiler kısa sürede 15 dosyaya ulaştığı için o bilirkişilerin engin bilgisinden faydalanılması imkanı ortadan kaldırılmakta, gerekli tecrübeye sahip olmayan kişilere mahkemeler mecbur kalmakta dır. Bu da ciddi sorunlara neden olmaktadır. 2 Özensiz, gerekçesiz, denetime ve hüküm kurmaya elverişli olmayan bilirkişi rapor larının yargılamaya ciddi maliyetleri bulunmaktadır.Esas Sayısı : 2021/8 Karar Sayısı: 2021/40 2 a Kötü bilirkişi raporu ne tarafları ne de mahkemeyi tatmin etmektedir. Hakim ek so rularla, taraflar ise itirazlarla tabiri caizse bilirkişiyi bilgilenmeye zorlayarak adalete ulaşmaya çalışmaktadır. Mahkememizin dosyalarından örnekler vermek gerekirse; 2019/135 esas sayılı dosyada: ... isimli bilirkişilerin ... tarihli raporları, i Taşınmazın uydu fotoğraflarında objektif değer artışı uygularken bahsettikleri mer kezi noktalara (pazarlama alanları, şehir merkezi, otoyollar vd.) uzaklıklarını göstermemeleri nedeniyle, ii Objektif değer artışı için her bir unsur açısından ayrı ayrı oran verilmemesi nedeniyle, iii Üretim giderlerini tek tek kalem kalem belirtmedikleri için ambalajlama ve amba lajlama işçiliğini, kira bedelini, idari giderleri, sermaye faizi ve amortisman giderlerini üretim masraflarına dahil edilip edilmediğinin anlaşılamaması nedeniyle iv İrtifak hakkı nedeniyle değer düşüklüğünü nasıl %2,7 bulduklarını belirtmemeleri nedeniyle, v acele el koyma dosyasındaki %2,7 orana itibar edilerek ayrı hesaplama yapılmaması, (kaldı ki acele el koyma dosyasındaki oran da direk yeri toplam yüz ölçümünden düşülerek hesaplanmadığı için hatalıdır) vi irtifak değer düşüklüğü hesaplanırken direk yerinin toplam yüz ölçümünden düşül mesi gerektiği şeklindeki temel hesaplama ilkesine, acele el koyma dosyasındaki bilirkişiler gibi, aykırı davranılması nedeniyle, vii bilirkişilerin daha önceki (acele el koyma dosyası arazi takdir komisyonu raporu) raporları irdeleyerek hangi sebeple bu rapordaki tespitlere katılıp hangi sebeple katılmadıklarını belirtmeleri gerekirken bunların yapılmaması nedeniyle, viii Uydu fotoğrafında taşınmaz üzerinde bina bulunduğu görülmekle bu hususunun değerlendirilmemesi, binanın cinsinin, yaşının, yıpranma payının, değerinin dikkate alınma ması nedeniyle Denetime ve hüküm kurmaya elverişli olmadığından, gerekçeli ve bilimsel olmadığın dan eksiklikleri tek tek giderir ayrıca davalıların fiili taksimine uygun 2.ek (tekiden) rapor AL DIRILMASINA, bilirkişilerin hatasına dayalı ek rapora gidilmesi nedeniyle ek ücret takdirine yer olmadığına 2018/351 esas sayılı dosyada: tarihli bilirkişi heyeti raporun emsal olarak Batıkent Mah. 5454 ada 1 parselin Şehit kamil belediyesi tarafından ... Pet... Ltd. Ştine satışının esası alınması, heyetin davacının em sallerine kurum satışı nedeniyle haklı olarak esas almamasına rağmen hem kurum satışını hem de ticaret şirketine satışı raporuna esas alması, emsal ile dava konusu taşınmazın özelliklerini açık açık karşılaştırıp oranlamaması, emsalin ve dava konusu taşınmazın merkezi noktalara uzaklığını uydu fotoğraflarında göstermemesii gibi sebeplerle raporun denetime ve hükümEsas Sayısı : 2021/8 Karar Sayısı: 2021/40 3 kurmaya elverişli olmadığı anlaşılmakla yeni emsal celbini müteakiben bilirkişilerden yeni em sale göre EK RAPOR ALDIRILMASINA, 2018/421 esas sayılı dosyada: Bilirkişiler ....nin 21.05.2019 tarihli raporlarının i taşınmazın üzerinde ekili, dikili, yapılı hiçbir şey olmaması onu kuru tarla yaptığına dair kamulaştırma temel ilkeleriyle çelişen görüşleri, ii taşınmazın üzerinde ekili, dikili, yapılı birşey olmaması taşınmazın arazi arsa vasfını etkilemediği gibi sulu kuruluk durumunu da etkilememesine rağmen fahiş derece, bilime aykırı yorum yapılması, iii taşınmazın fotoğraflarında su görünmesine rağmen, taşınmazın sulanıp sulanmadı ğının, sulanmakta ise nereden ne şekilde sulandığının (el atma nedeniyle sulama gerçekleşip gerçekleşmediğinin, el atma nedeniyle taşınmaz sulu hale gelmişse bu halde taşınmaz kuru de ğerlendirileceğinin) incelenmemesi, iv il/ilçe tarım verilerine göre zirai gelir metoduna göre değer tespiti yapılması gerekir kenticaret borsası ve serbest piyasa gibi verilerle değer hesabı yapılması, v üretim giderlerinin kalem kalem, tek tek yazılmasında hatalar yapılmış olması, genel idare giderinin, kira bedelinin, amortisman giderinin üretim giderlerine dahil edilmemesi ge rektiği halde dahil edilmesi, vi taşınmaza %50 objektif değer artırıcı unsur uygulanmasına rağmen dayanaklı şekilde gerekçelendirilmemesi, uydu fotoğraflarında taşınmazın merkezi noktalara, satış alanlarına uzaklığının gösterilmemesi, sebeplerle gerekçesiz, denetime ve hüküm kurmaya elverişli olmadığı kanaatine varıl dığından bilirkişilerden özenli şekilde ek rapor sunmalarının istenilmesine, Temel kamulaştırma hesap ilkelerinde dahi hata yapan bilirkişilere, özel ve teknik bil giye sahip olması beklenmeyen hakimin sorularıyla yön vermesi kötü raporların yargılamayı nasıl akamete uğrattığının açık bir göstergesidir. Donanımlı olmayan bilirkişilere denk gelindiği takdirde adalete ulaşmak amacıyla ne redeyse bilirkişi raporu yazılacak şekilde bilgi verilmek suretiyle bilirkişilere yön gösterilmek tedir. ayrıca aşağıdaki hususların bilirkişilere TALİMAT EDİLMESİNE, Dava konusu taşınmaz mal veya kaynağın; a) Cins ve türünü (arazi mi arsa mı olduğunu) tespit ediniz, Taşınmazın cins ve türünü belirlemek için Belediyeye yazılan yazıya verilen cevapları tetkik ediniz,Esas Sayısı : 2021/8 Karar Sayısı: 2021/40 4 b) Yüzölçümünü tespit ediniz, Kamulaştırılan taşınmazın yüzölçümü tespit edilirken, sadece zemin alanını belirle mekle yetinmeyiniz, varsa zemin üzerinde bulunan binanın kaç kat olduğu, bu katların genişli ğinin kaç metrekare olduğunu da net ölçümlerle belirleyiniz , c) Kıymetini etkileyebilecek bütün nitelik ve unsurların ve her unsurun ayrı ayrı değerini tespit ediniz, Hâkim gözleminde belirtilen hususlar da nazara alınarak (dava konusu taşınmazın il/ilçe/köy merkezine metraj itibariyle uzaklığı) ayrı ayrı somut olay değerlendiriniz, genel ve soyut ifadeler kullanmayınız, Tapu kaydında ve fiiliyatta irtifak varsa taşınmazın kıymetinde meydana getireceği değer düşüklüğünü hesaplayınız, Tapu kaydındaki haciz, ipotek, sit alanında kaldığı, askeri yasak bölgede bulunduğu gibi şerhlerin kamulaştırma bedeline olumsuz etkisi olmayacağına dikkat ediniz , d) Varsa vergi beyanını rapora dercediniz, e) Kamulaştırma tarihindeki resmi makamlarca yapılmış kıymet takdirlerini rapora der cediniz, Arsa Metrekare Rayiç Bedeli Takdir Komisyonunca dava konusu ve emsal taşınmazlar için belirlenen bedeller arasındaki oranı nazara alınız, çelişkili olacak şekilde komisyonca dü şük tespit edilene yüksek bedel hesaplamayınız, yüksek tespit edilene düşük bedel hesaplama yınız , f) Arazilerde, taşınmaz mal veya kaynağın dava tarihindeki mevkii ve şartlarına göre ve olduğu gibi kullanılması halinde getireceği net gelirini tespit ediniz, Taşınmazın bulunduğu bölgede alışılagelmiş surette ekimi yapılan münavebe ürünle rine göre değer biçiniz , Taşınmazın kuru mu sulu mu olduğu, taşınmazın fiilen sulanıp sulanmadığı, sulanı yorsa nereden ve ne şekilde sulandığı, sulama kaynağının yeterli olup olmadığını hususlarını tespit ediniz . Sulama kanalı yapılmak suretiyle kamulaştırma (veya kamulaştırmasız el atma) gerçekleştirilmiş ise kanal inşaasından önce de ne şekilde sulandığını tespit ediniz . Arazide ekimi yapılan münavebe ürünlerinin masraflarını kalem kalem dökümler ha linde belirtiniz , Taşınmaza kapama bahçe niteliği veren ağaçların gelirine göre değer biçiniz , Ambalajlama ve ambalajlama işçiliğini , kira bedelini, idari giderleri, sermaye faizi ve amortisman giderlerini üretim masraflarına dahil etmeyiniz , Motopompla veya damlama sulama sistemiyle sulanıyorsa sulama masrafını üretim masrafına ekleyiniz ,Esas Sayısı : 2021/8 Karar Sayısı: 2021/40 5 Taşınmaz kuyudan sulanıyorsa kuyunun suladığı alan ve kuyunun debisi ile sulama olanağının devamlı olup olmadığını irdeleyiniz, ayrıca araziye sulu niteliğini kazandıran ku yuya ayrıca değer biçmeyiniz, taşınmaz başka su kaynaklarından yeterince sulanıyor ve kuyu dan sadece içme amacı ile istifade ediliyorsa kuyuya da ayrıca değer biçiniz, Taşınmaza kapama bahçe niteliği vermeyen ağaçlara ayrı ayrı yaş, cins ve niteliklerine göre maktuen değer biçiniz, Taşınmaz üzerinde bulunan ağaçların enkazının alındığı hususunda bilgi ve belge bu lunmadığında kamulaştırılan ağaçların değerinden enkaz bedelini indirmeyiniz, bilgi ve belge varsa indiriniz. Sulu arazide kapitalizasyon faizini %4, kuru arazide %5 alınız, Taşınmazın sulama alanlarına, yerleşim yerlerine, devret karayoluna, il yoluna veya köy yoluna, pazara ve şehre olan uzaklıklarını uydu fotoğrafı üzerinde açıkça gösteriniz. Buna rağmen mahkemelerin deneyimsiz bilirkişilere mahkum edilmesi adalete akamete uğratacak en büyük etken olacaktır. b) Kötü bilirkişi raporları hakimleri ve tarafları tatmin etmediği için sık sık ek rapora neden olmaktadır. Rapordan aydınlanmayan hakim, adaleti bu raporla sağlayamayacağı için çoğu zaman yeni bir bilirkişiden rapor almak zorunda kalmaktadır. Aynı şekilde savunma ma kamının temsilcisi avukatlar da sık sık farklı bilirkişiden rapor alınması taleplerinde bulunmak tadır. Farklı bilirkişiden rapor alındığında ve çelişki oluştuğunda ise çelişkileri gideri ve en az 3lü heyetten yeni rapor alınmaktadır. Güncel bilirkişilik ücret tarifesine göre hesap yapıldı ğında ilk rapor için 400,00 TL, ikinci rapor için 400,00 TL, 3lü heyet raporu için ise 1.200,00 TL ödeme ile taraflar karşı karşıya kalmaktadır. Daha açık bir ifadeyle kötü bir raporun vatan daşlara maliyeti fazladan 1.600,00 TLdir. Net asgari ücretin 2.825,90 TL olduğu günümüzde vatandaşları bu şekilde bir maliyetin altına sokmak yargılamanın en az giderle sonuçlandırıl ması gerektiğine dair Anayasanın buyurucu kuralı yanında, sosyal hukuk devleti ilkesine de açıkça aykırılık teşkil etmektedir. c) Kötü bilirkişi raporları hakimleri ve tarafları tatmin etmediği, adalete hizmet etmediği için ortalama ek rapor için 3 ay dosya ertelenmekte, yeni bilirkişitayininde 3 ay daha ertelen mekte, çelişkileri giderir rapor alınması için 3lü heyette de 3 ay ertelendiği düşünüldüğünde ortalama bir kötü raporun yargıya maliyeti fazladan 6 aydır. Bu durum yargılamanın makûl sürede sonuçlandırılması gerektiğine dair Anayasanın buyurucu kuralına da açıkça aykırıdır. d) Kötü bilirkişi raporu nedeniyle dosyanın kanun yolu aşaması düşünüldüğünde ise yargılamanın en iyi ihtimalle 2 yıl uzayacağı hususu apaçıktır. 3 Bir bilirkişinin ayda en fazla 15 dosya alabileceği şeklindeki uygulama nedeniyle eldeki dosyamızda olduğu gibi dosyalar ek rapor için dahi bilirkişilere tevdi edilememekte, bilirkişilerin yeni ayı beklenmektedir. Örneğin bugün 12.01.2021 tarihinde dosya bilirkişiye tevdii edilememiştir. Bilirkişiye tevdi edilebilmesi için en az 19 gün bu dosya beklemek zorun dadır. İyi bilirkişiden rapor almak bir yana kötü bilirkişi için dahi mahkemeler sıraya girmek tedir. Mahkeme personelinin azlığı da göz önüne alındığında dosyanın 19 gün sonra bilirkişiye tevdi edilmesi hususu ağır iş yükü altında ezilen personelin dikkatinden kaçması kuvvetle muh temeldir.Esas Sayısı : 2021/8 Karar Sayısı: 2021/40 6 4 Önemle belirtmek gerekir ki eldeki dosyada rapor 4lü heyet halinde sunulmuş olup bugün yani 12.01.2021 tarihinde sadece muhasebeci bilirkişi 15 dosya sınırını aştığı için tevdi edilememiştir. 19 gün sonra yani şubat ayında heyetteki diğer bilirkişilerin dosya alamaz ko numa olması halinde yine bu dosya bilirkişi heyetine tevdi edilemeyecektir. Sarmal niteliğin deki bu durum yargılamayı sürüncemede bırakacak, heyetteki tüm bilirkişilerin hepsinin ortak olarak dosya almaya uygun oldukları âna kadar devam edecektir. Bu durum da makûl sürede yargılanma hakkını ihlal edecektir. 5 Bilirkişilerin yaptığı faaliyet nedeniyle asıl saikleri doğal olarak gelir elde etmektir. Bir ayda en fazla 15 dosya alacak olan bilirkişiler kendilerine en fazla ücretin verileceği yerler den dosya almaları bilirkişiler açısından doğal karşılanacak bir durum olmakla birlikte mahke meler açısından yüksek bedel ödenmek suretiyle gereksiz gider yapılmasına tabiri caizse bilir kişi karaborsacılığına neden olarak anayasaya aykırılığa neden olunacaktır. B Bilirkişilerin alabileceği dosyaya ilişkin kısıtlamalar adil yargılanma hakkına aykırı lığa neden olmaktadır. 1 Uyuşmazlığın çözümü için özel ve teknik bilgiye dair görüşü içeren raporun tarafların ve mahkemenin denetimine elverişli olması gerekir. Kötü bilirkişinin hazırladığı rapor tarafların denetimine engel olduğu için tarafların savunma hakları ihlal edilecektir. Rapora karşı itirazla rını gerekli şekilde ileri süremeyeceklerdir. 2 Bilindiği üzere medeni yargılamada taraf egemenliği, tasarruf yetkisi ve taleple bağ lılık ilkesi geçerlidir. Bu sebeple her iki tarafın ortak bilirkişi tayin etmeleri eşyanın tabiatı ge reğidir. Seçim yetkisinin öncelikle taraflara verilmesinin nedeni yargılamaya konu olan hak ve yükümlülüklerin tarafları ilgilendirmesi ve olgu sorununun tüm ayrıntılarını öncelikle onların bilmesidir. Uyuşamadıklarında bu yetki hakime geçer5. İşte tarafların anlaşarak ortak isim bil dirmeleri halinde eğer bu bilirkişi 15 sayı sınırını aşmış ise tarafların iradeleri ile seçtikleri bu bilirkişiye dosya tevdi edilemeyecek, taraf egemenliği, tasarruf yetkisi ve taleple bağlılık ilkesi özelinde tarafların hukuki dinlenilme hakkı ve adil yargılanma hakkı ihlal edilmiş olacaktır. C Bilirkişilerin alabileceği dosyaya ilişkin kısıtlamalar hukuk devletine (Ay.m.2) ve yargı bağımsızlığına (Ay.m.9, m.139) aykırılığa neden olmaktadır. Hakim hukuka, kanuna uygun vicdani kanaatine göre vereceği hükümle toplumsal ha yatta nizayı sona erdiren, adalet dağıtan kişidir. Hüküm, hukuki sorunların çözümüne dair ha kimin vicdanı ışığında oluşturulan bildirisidir. Her hakim en iyi şekilde, en adaletli şekilde ka rarını vermek ister. Bu da teknik konularda en iyi, en tecrübeli bilirkişilerden yararlanmak su retiyle olur. Hakimin istediği bilirkişiden rapor alamaması yargı bağımsızlığına aykırıdır. Çünkü hükmüyle uyuşmazlığı sona erdiren hakimdir. Vereceği kararı en iyi şekilde gerekçelen direbilmesi ve sahiplenebilmesi için alacağı raporu da tecrübeli bilirkişilerden alabilmesi gere kir. Kötü bilirkişi raporunu hükme esas aldığı zaman kanun yolunda orta not alan, kötü rapor nedeniyle yargıda hedef süreyi aştığı için teftişte eleştiri alan hakim olmasına rağmen bunları engellemek için bilirkişiyi bile seçememesi hakimlerin de haksızlığa uğramasına neden olacak tır. Netice itibariyle yukarıda açıklanan gerekçelerle 03.11.2016 tarihli 6754 numaralı Bi lirkişilik Kanununun 6. maddesinin 2. fıkrasının (h) bendinin anayasaya aykırı olduğu kanaa tiyle Anayasa Mahkemesine resen itirazen başvurulmasına karar vermek gerekmiştir.Esas Sayısı : 2021/8 Karar Sayısı: 2021/40 7 KARAR: Yukarıda açıklanan gerekçelerle; 1 2709 numaralı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 152. maddesi uyarınca, 03.11.2016 tarihli 6754 numaralı Bilirkişilik Kanununun 6. maddesinin 2. fıkrasının (h) ben dinde yer alan Temel ve alt uzmanlık alanlarına göre bilirkişilerin aylık olarak bakacağı iş sayısını belirlemek şeklindeki düzenlemenin iptali istemi ile resen Anayasa Mahkemesine iti raz yolu ile müracaat edilmesine ve bu hükmün iptalinin istenilmesine, 2 6216 numaralı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 40. maddesi uyarınca a Başvuru kararının aslı ile tutanağın ve dava dosyasında yer alan evrakın onaylı birer örneğinin oluşturulacak dizi listesine bağlanılarak bir dosya halinde Anayasa Mahkemesine gönderilmesine, b Başvuru dosyasının Anayasa Mahkemesine tebliğinden itibaren beş ay beklenilme sine, bu süre içinde karar verilmezse işbu davanın yürürlükteki hükümlere göre (Anayasa Mah kemesinin kararı esas hakkında karar kesinleşinceye kadar gelirse Anayasa Mahkemesi hük müne uyulması koşuluyla) sonuçlandırılmasına, Karar verildi.
2,499
Esas Sayısı : 2018/7 Karar Sayısı : 2018/80 1 1) 7061 sayılı Bazı Vergi Kanunları ile Diğer Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 04.06.1985 tarih ve 3213 sayılı Maden Kanununun 9uncu maddesine üç fıkra ilave eden 47. maddesinin Anayasaya aykırılığı. 7061 sayılı Bazı Vergi Kanunları ile Diğer Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 47. maddesi şöyledir: MADDE 47 4/6/1985 tarihli ve 3213 sayılı Maden Kanununun 9 uncu maddesine aşağıdaki fıkralar eklenmiştir. Bu Kanunun 30 uncu maddesinin üçüncü fıkrası kapsamında ihale edilecek II. Grup (c) bendi ve IV. Grup maden sahaları, 47 nci maddesinin dördüncü fıkrası kapsamında ihtisaslaşmış Devlet kuruluşları ile bunların bağlı ortaklıklarına devredilen maden sahaları, bu kuruluşlar ve bunların bağlı ortaklıkları ile Özelleştirme İdaresi Başkanlığı tarafından ihale edilecek maden sahaları için işletme izni düzenlendiği tarihten başlamak üzere, ilk on yıl süreyle 6831 sayılı Orman Kanunu kapsamında ağaçlandırma bedeli hariç herhangi bir bedel alınmaz. IV. Grup işletme izinli maden ruhsat sahalarının cinsi, rezervi, bulunduğu bölge, tenörü, istihdamı, yatırım ve ülke ihtiyaçları dikkate alınarak ara ve uç ürün üretmek şartıyla, bu ruhsatlardan işletme izni düzenlendiği tarihten başlamak üzere, on yıl süreyle 6831 sayılı Kanun kapsamında ağaçlandırma bedeli hariç diğer bedellerin alınıp alınmayacağını belirlemeye Bakanlar Kurulu yetkilidir. Bu maddenin dördüncü ve beşinci fıkraları kapsamı dışındaki sahalardan işletme izni düzenlendiği tarihten başlamak üzere ilk on yıl süreyle 6831 sayılı Kanuna göre alınan arazi izin bedelinin %50si alınır. Alınan arazi izin bedelinde her yıl 213 sayılı Vergi Usul Kanunu uyarınca belirlenen yeniden değerleme oranı nispeti artışı dışında başkaca bir artış yapılmaz. hükmünü içermektedir. Söz konusu maddenin gerekçesinde; 3213 sayılı Maden Kanununun 30 uncu maddesinin üçüncü fıkrası kapsamında Maden İşletmeleri Genel Müdürlüğü, maden sahalarım madenin cinsi, rezervi, bulunduğu bölge, tenörü, istihdam, yatırım, ülke ihtiyaçlan ve benzeri hususlar dikkate alarak ara ve uç ürün üretmek amacıyla ihale edebilmektedir. Öte yandan aynı Kanunun 47 nci maddesinin dördüncü fıkrası kapsamında Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü tarafından buluculuk hakkı kazanılan maden ruhsat sahaları, bedeli karşılığında ihtisaslaşmış Devlet kuruluşları ile bunların bağlı ortaklıklarına Bakan onayı ile devredilebilmesi mümkün bulunmaktadır. İhtisaslaşmış devlet kuruluşları ve bağlı ortaklıkları ile Özelleştirme İdaresi Başkanlığı maden sahalarını ara ve uç ürün üretmek amacıyla ihale edebilmektedir. Madde ile, 3213 sayılı Maden Kanununun 9 uncu maddesinde değişiklik yapılmak suretiyle söz konusu işlemler için işletme ruhsatı düzenlendiği tarihten başlamak üzere ilk on yıl süreyle 6831 sayılı Orman Kanunu kapsamında herhangi bir bedel alınmaması öngörülmekEsas Sayısı : 2018/7 Karar Sayısı : 2018/80 2 suretiyle, bu türden sahaların ihalesinin ve yatırımlarının cazip hale getirilmesi ve yatırım ortamının iyileştirilmesi amaçlanmaktadır açıklamasına yer verilmiştir. Söz konusu madde ile getirilen değişikliklerin anlaşılabilmesi için mevcut yasal düzenlemeler gereği maden arama ve işletme faaliyetleri nedeniyle işletme sahiplerinden kamu otoriteleri tarafından tahsil olunan devlet hakkı payı ve bezeri ödemelerle ilgili açıklamaların yapılması zorunlu bulunmaktadır. Maden Kanununun 4. maddesine göre; Madenler Devletin hüküm ve tasarrufu altında olup, içinde bulundukları arzın mülkiyetine tabi değildir. 3213 sayılı Maden Kanununa göre maden ruhsat sahibi işletmelerin yaptıkları üretim miktarları üzerinden, devlet hakkı payı ödemeleri gerekmektedir. Anılan Kanunun 7. maddesinde; Madencilik faaliyetlerinin yapılması ve ruhsatlandırma işlemlerinin yürütülmesi ile ilgili olarak yeni verilecek ruhsat alanlarına maden işletme yöntemi, faaliyetin yapıldığı bölge, madenin cinsi, yapılacak yatırımın çevresel etkileri, şehirleşme ve benzeri hususlar dikkate alınarak, temdit talepleri dahil ruhsat verilen alanlarda kazanılmış haklar korunmak kaydıyla, ilgili kurumların görüşleri alınarak Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı tarafından kısıtlama getirilebilir. Devlet ormanları içinde yapılacak maden arama ve işletme faaliyetleri ile bu faaliyetler için zorunlu ve ruhsat süresine bağlı olarak yapılan geçici tesislere 31/8/1956 tarihli ve 6831 sayılı Orman Kanunu hükümlerine göre izin verilir. hükmü yer almaktadır. Devlet hakkı payı, anılan Kanunun 3. maddesinde, maden istihracı ile sağlanacak gelirden devlet payına düşen kısım olarak tanımlanmıştır. Bu tanımda geçen istihrac sözcüğünün anlamı Türkçe sözlükte; meydana ve harice çıkarma, yer altından ve tabiattan bir kısım değerler çıkarma, maden cevheri çıkarma anlamına gelmektedir. Bu konudaki düzenleme ve belirlemelere Maden Kanununun 14 ve Maden Yönetmeliğinin 87. maddesinde yer verilmiş bulunmaktadır. Maden Yönetmeliğinin 87. maddesinde Devlet hakkı; Ocaktan çıkarılan madenin ocak başındaki satış fiyatıdırşeklinde bir belirlemeye yer verilmiş, Ocak başı satış tutarı ocaktan üretilen tüvanan cevherin bedelidir. şeklinde tanımlanmıştır. Tüvanan cevherinin manası ise, cevherin madenden çıkarılmış olduğu andaki doğal şekli olarak tanımlanmaktadır. Maden Kanununun söz konusu 14. maddesi; Madde 14 Esas Sayısı : 2018/7 Karar Sayısı : 2018/80 3 Devlet hakkı, ocaktan çıkarılan madenin ocak başındaki fiyatından alınır Üretilen madenin hammadde olarak kullanılması veya satılması hâlinde, aynı pazar ortamında madenin işletmelerdeki tüvenan olarak ocak başı satışında uygulanan fiyat, ocak başı satış fiyatıdır. Madenlerden alınan Devlet hakkına esas olan emsal ocak başı satış fiyatı, bölgeler de dikkate alınarak her madene ait ayrı ayrı ve uygulandığı yıl için belirlenerek Genel Müdürlükçe ilan edilir. Ocak başı satış bedeli, ilan edilen emsal fiyattan daha düşük olamaz. Bu fıkranın uygulanmasına ilişkin usul ve esaslar yönetmelikle belirlenir. Tüvenan madenin, herhangi bir zenginleştirme işlemine tabi tutulduktan veya bir prosesten geçirildikten sonra satış fiyatının oluştuğu durumlarda, ocak başı satış fiyatı, madenin ocakta üretiminden ilk satışının yapıldığı aşamaya kadar oluşan nakliye, zenginleştirme ve varsa farklı prosese ait kullanılan tesis ve ekipmanın amortismanı dahil giderler çıkarılarak oluşan fiyattır. Devlet hakkı; a) I. Grup (a) bendi madenlerin valilik veya il özel idaresince belirlenen ve ilan edilen boyutlandırılmış ve/veya yıkanmış piyasa satış fiyatı üzerinden %4 oranında, b) I. Grup (b) bendi madenlerden %4 oranında, c) II. Grup (a) ve (c) bendi madenlerden %4 (Kaba inşaat, baraj, gölet, liman gibi yapılarda kullanılan tüvenan hammadde dışında bu maddedeki Devlet hakkı boyutlandırılmış fiyat üzerinden alınır.) oranında, ç) II. Grup (b) bendi madenlerde doğal taşın özelliklerine ve bulunduğu bölgeye göre ocakta oluşan piyasa satış fiyatı üzerinden %4 oranında, d) III. Grup kaynak tuzlarından %1 oranında, bu grubun diğer madenlerinden %5 oranında, e) IV. Grup madenlerden; altın, gümüş, platin, bakır, kurşun, çinko, krom, alüminyum ve uranyum oksit madenlerinden ekli (3) sayılı tabloda belirtilen oranlarda, uranyum oksit dışındaki radyoaktif mineraller ve diğer radyoaktif maddelerden %8 oranında, diğerlerinden ise %2 oranında, f) V. Grup madenlerden %4 oranında, alınır Ruhsat sahibi tarafından beyan edilen ocak başı satış fiyatı Bakanlık tarafından denetlenir ve eksik beyanlar tamamlattırılır. İşletme izni olan maden ruhsatlarından her yıl en az ruhsat taban bedeli kadar Devlet hakkı alınır. Ancak, kaynak tuzlalarında alınacak Devlet hakkında bu şart aranmaz. IV. Grup (c) bendi madenlerin yurt içinde ve kendi entegre tesisinde kullanılarak metal hale getirilmesi halinde ödenmesi gereken Devlet hakkının % 50si alınmaz. Yeraltı işletme yöntemi ile üretim yapılması durumunda ödenmesi gereken Devlet hakkının % 50si alınmaz.Esas Sayısı : 2018/7 Karar Sayısı : 2018/80 4 Altın, gümüş ve platin madenleri bu madde ile getirilen herhangi bir özel indirimden istifade edemez. Ayrıca, diğer madenlerden bu madde kapsamında belirtilen özel indirimlerden istifade edenler, bu Kanunun 9 uncu maddesinin ikinci fıkrasında belirtilen teşviklerden yararlanamaz. Bu yerlerIn Devlet ormanlarına rastlaması ve Çevre ve Orman Bakanlığınca verIlen IznIn beş hektarı geçmemesI halInde, fazla alınan Devlet hakkı, Orman Genel Müdürlüğünün IlgIlI hesabına yatırılır. Ağaçlandırma bedelI dışında başkaca bIr bedel alınmaz. Sahanın rehabIlIte edIlerek teslIm edIlmesInden sonra, talep edIlmesI halInde teslIm edIlen saha kadar aynı şartlarda IzIn verIlIr. BIr ruhsat sahasında defaten verIlen IznIn beş hektarı geçmesI halInde, aşan kısım IçIn orman mevzuatı hükümlerIne göre fon bedellerI harIç dIğer bedeller alınır. Bu alanlardakI madencIlIk faalIyetlerInden bIrIncI fıkrada öngörülen % 30 fazla Devlet hakkı alınmaz. Ruhsatın temdIt edIlmesI durumunda, aynı ruhsat sahası IçerIsInde Çevre ve Orman Bakanlığınca IzIn verIlen sahanın beş hektarı geçmemesI halInde Devlet hakkı ve ağaçlandırma bedelI, beş hektarı geçmesI halInde beş hektardan fazla olan alan IçIn fon bedellerI harIç orman mevzuatı hükümlerIne göre bedel alınır. Ruhsat sahibi tarafından yatırılan Devlet hakkının % 25i il özel idare payı olarak ruhsatın bulunduğu ilin özel idaresine, % 25i ruhsatın bulunduğu bölgeyle sınırlı olarak altyapı yatırımlarında kullanılmak üzere, doğrudan ilgili ilçe veya ilçelerin Köylere Hizmet Götürme Birlikleri hesabına, % 50si de Hazine hesabına yatırılır. Bakanlık, Devlet hakkının, bu Kanun hükümlerine uygun ve doğru bir şekilde hesap ve beyan edilmesine ilişkin tüm hususları, ruhsat sahasının büyüklüğü, maden grubu veya türü, işletme cirosu veya işletmenin kamuya ait olup olmaması hususlarını dikkate alarak, 3568 sayılı Kanun hükümleri çerçevesinde yeminli mali müşavirlerin tasdikine tabi tutabilir. Yeminli mali müşavirler yaptıkları tasdikin doğru olmaması halinde, tasdikin kapsamı ile sınırlı olmak üzere, kaybına uğratılan Devlet hakkından ve kesilecek cezalardan ruhsat sahibi ile birlikte müştereken ve müteselsilen sorumlu olurlar. Yeminli mali müşavirlerin tasdik raporlarına ilişkin usul ve esaslar Maliye Bakanlığının uygun görüşü alınarak yönetmelikle belirlenir. Devlet hakkı oranlarında, madenIn cInsI, üretIldIğI bölge ve benzerI krIterler gözetIlerek Bakanlar Kurulunca en fazla % 25 oranında IndIrIm yapılabIlIr. Devlet hakkı ve özel Idare payı, her yıl hazIran ayının son günü mesaI bItImIne kadar ruhsat sahIbI tarafından yatırılır Kamu kurum ve kuruluşlarınca yol, köprü, baraj, gölet, liman gibi projelerin inşasında kullanılacak yapı ve inşaat hammaddelerinin üretimi için Bakanlıkça ilgili kamu kurum ve kuruluşlarına izin verilir. Üretim yapılacak yerlerde ruhsatlı alanlar var ise kamu yatırımının ihtiyacı olan üretim madencilik faaliyetlerine engel olmayacak ve kaynak kaybına yol açmayacak şekilde yapılır. Bu izinler çerçevesinde yapılacak üretimden Devlet hakkı alınmaz ve izinler proje süresini aşamaz. 8/6/1994 tarihli ve 3996 sayılı Kanun kapsamında Yap İşlet Devret modeli ile yapılan kamu yatırımları için, ihale sözleşmelerinde hammadde temin sorumluluğunun görevli şirket yükümlülüğüne bırakılması hâlinde hammadde üretim izni sözleşme konusu işte kullanılmak ve proje süresiyle sınırlı olmak üzere görevli şirkete de verilir. Bu durumda kullanılan hammaddenin ocak başı satış fiyatı üzerinden ihaleyi alandanEsas Sayısı : 2018/7 Karar Sayısı : 2018/80 5 her yıl haziran ayı sonuna kadar Devlet hakkı ile aynı grupta bulunan işletme ruhsatlarından alınan ruhsat bedelinin %30u oranında çevre ile uyum planı çalışmalarını temin etmek üzere her yıl ocak ayının sonuna kadar teminat alınır. Devlet hakkı ve teminatın eksik yatırılması veya hiç yatırılmaması hâlinde 20.000 TL idari para cezası verilir ve üç ay içinde tamamlanması istenir. Aksi hâlde üretim faaliyeti durdurulur. Bu Kanun kapsamında ruhsat sahipleri için öngörülen idari para cezaları hammadde üretim izin belgesi ile çalışılan sahalarda faaliyeti yürüten gerçek ya da tüzel kişiler için geçerlidir. SüresInde tahakkuk ettIrIlmeyen Devlet hakkına, tahakkuk ettIrIlmesI gereken ayın son gününden tahakkuk ettIrIldIğI tarIhe kadar geçen süre IçIn 6183 sayılı Kanunun 51 IncI maddesIne göre hesaplanacak gecIkme zammı oranında faIz uygulanır. hükmünü taşımaktadır. Yukarıdaki hükümlerin değerlendirilmesinden devlet hakkının ocaktan üretilen tüvanan cevherin ocak başı satış fiyatı üzerinden hesaplanması gerektiği sonucu ortaya çıkmaktadır. Maden Kanununun 14. maddesine göre, devlet hakkını ödemesi gereken kişi ve kurumlar maden ruhsat sahibi olan maden üretim işletmeleridir. Maden Kanununun 9. maddesi hükmüne göre; Ürettiği madeni yurt içinde ve kendi tesisinde işleyip ek katma değer sağlayanlardan, bu tesislerde üretimde değerlendirilen maden miktarı için Devlet hakkının % 50si alınmayacaktır. Uygulama ile ilgili detay belirlemelere Maden Yönetmeliğinin 87. maddesinde yer verilmiş bulunmaktadır. Özetle; Devlet ormanlarında yapılacak madencilik faaliyetinden Devlet Hakkı % 30 fazlasıyla alınır.1 Bu yerlerin Devlet ormanlarına rastlaması ve Çevre ve Orman Bakanlığınca verilen iznin beş hektarı geçmemesi halinde, fazla alınan Devlet hakkı, Orman Genel Müdürlüğünün ilgili hesabına yatırılacaktır. Ağaçlandırma bedeli2 dışında başkaca bir bedel alınmayacaktır. Sahanın rehabilite edilerek teslim edilmesinden sonra, talep edilmesi halinde teslim edilen saha kadar aynı şartlarda izin verilir. 1 Maden Yönetmeliği Madde 87: 8) Devlet ormanlarında yapılan madencilik faaliyetlerinden Devlet hakkı %30 fazlasıyla alınır. Orman ve Su İşleri Bakanlığınca verilen iznin beş hektarı geçmemesi halinde, bu alana ait fazla alınan Devlet hakkı ile ağaçlandırma bedeli, Orman Genel Müdürlüğünün ilgili hesabına yatırılır. Bir ruhsat sahasında defaten verilen iznin beş hektarı geçmesi halinde, beş hektarı aşan kısımdan fon bedelleri hariç orman mevzuatı hükümlerine göre diğer bedeller alınır. Beş hektarı aşan kısımdan %30 fazla Devlet hakkı alınmaz 2 Orman Kanunu 16. Madde Uygulama Yönetmeliği Madde 4/a) Ağaçlandırma bedeli: Orman sayılan alanda izin verilmesi sonucu bu yerlerin ağaçlandırılması için yapılacak giderlerin karşılığı olarak alınan bedeliEsas Sayısı : 2018/7 Karar Sayısı : 2018/80 6 Bir ruhsat sahasında defaten verilen iznin beş hektarı geçmesi halinde, aşan kısım için orman mevzuatı hükümlerine3 göre fon bedelleri hariç diğer bedeller alınacaktır. Bu alanlardaki madencilik faaliyetlerinden birinci fıkrada öngörülen % 30 fazla Devlet hakkı alınmayacaktır. Orman Kanunu ve Orman Kanunu Uygulama Yönetmeliğindeki hükümlere göre maden aramalarında ruhsat alanlarında kazı gerektiren arama izni için; ağaçlandırma bedeli ve arazi izin bedeli alınmaktadır. 6831 sayılı Orman Kanununun 16. maddesi Uygulama Yönetmeliğinin Bedellerin tespiti ve tahsili başlıklı 26. maddesi; MADDE 26 (1) Devlet ormanlarında verilecek izinlerde alınacak bedellerden; a) Ağaçlandırma bedeli; Genel Müdürlükçe, orman bölge müdürlükleri bazında tespit edilen, giydirilmiş brüt vasıfsız işçi ücreti ile ibreli ormanlar için 1615 saat/hektar, yapraklı ormanlar için 1748 saat/hektar katsayısı ile çarpımı sonucu ile belirlenen bedelin, izin alanı ile çarpımı sonucu, b) Arazi izin bedeli; izin süresince arazi iradından yoksun kalma ve izin bitiminden sonra yetiştirilecek meşcerenin hasılat düşüklüğünden doğan zararın karşılığı olarak Genel Müdürlükçe belirlenen birim bedel ile verilecek iznin bulunduğu arazinin yol ve yerleşim merkezlerine yakınlığı, civar arazilerinin rayiç değerleri ve talep alanındaki ormanın vasfı dikkate alınarak bölge müdürlüğünce tespit edilecek birim kullanma bedelinin toplamının izin alanı ile çarpımı sonucu, c) Toprak dolgu bedeli; rehabiliteye hazırlık maksatlı dolgu yapılacak alanlarda, toplam dolgu hacminin o yılın yapraklı ormanlarda bir metrekare için tespit edilen ağaçlandırma bedelinin yarısı ile çarpımı sonucu, bulunur. (2) Ağaçlandırma bedeli izin başlangıcında bir defaya mahsus alınır. (3) Arazi izin bedeli izin başlangıç tarihi esas alınarak bildirime gerek kalmaksızın her yıl defaten tahsil edilir. Müteakip yıllara ait arazi izin bedeli, Türkiye İstatistik Kurumu tarafından bir önceki yılın aynı ayına göre açıklanan yıllık ÜFE değişim oranında artırılır. (4) Toprak dolgu bedeli saha tesliminden önce bir defada alınır. Ancak toprak dolgu bedeli, talep halinde gecikme zammı ödenerek izin başlangıç tarihi esas olmak üzere üç yılda 36831 sayılı Orman Kanununun 16. Maddesi:Devlet ormanları içinde maden aranması ve işletilmesi ile madencilik faaliyeti için zorunlu; tesis, yol, enerji, su, haberleşme ve altyapı tesislerine, fon bedelleri hariç, bedeli alınarak Çevre ve Orman Bakanlığınca izin verilir. Ancak, temditler dahil ruhsat süresince müktesep haklar korunmak kaydı ile Devlet ormanları sınırları içindeki tohum meşcereleri, gen koruma alanları, muhafaza ormanları, orman içi dinlenme yerleri, endemik ve korunması gereken nadir ekosistemlerin bulunduğu alanlarda maden aranması ve işletilmesi, Çevre ve Orman Bakanlığının muvafakatine bağlıdır. Madencilik faaliyetlerinin ve faaliyetlerle ilgili her türlü yer, yol, bina ile tesislerin hükmi şahsiyeti haiz amme müesseselerine ait ormanlarda veya özel ormanlarda yapılmak istenmesi halinde Çevre ve Orman Bakanlığınca izin verilebilir. Bu takdirde kullanım bedeli, kullanım süresi, yapılan bina ve tesislerin devri gibi hususlar genel hükümlere uygun olarak taraflarca tespit edilir. Madencilik faaliyetlerinin sona ermesi neticesinde idareye teslim edilen veya terk edilen doğal yapısı bozulmuş orman alanları rehabilite edilir. Rehabilite maksadı ile bu alanların orman yetiştirilmek üzere inşaat, yıkıntı ve hafriyat atıkları ile doldurularak ağaçlandırmaya hazır hale getirilmesi için büyükşehir mücavir alanlarında büyükşehir belediyelerine, diğer yerlerde ise il ve ilçe belediyelerine bedeli karşılığında izin verilebilir. Maddenin uygulanması ile ilgili tanım, şekil, şart ve esaslar yönetmelikle düzenlenir.Esas Sayısı : 2018/7 Karar Sayısı : 2018/80 7 üç eşit taksit halinde ödenebilir. Rehabiliteye hazırlık maksatlı dolgu işleminin izin süresinden önce tamamlanması halinde kalan taksitler defaten ödenir. (5) Aynı ruhsat alanı içinde devam eden maden işletme izinlerinin toplamlarının beş hektara kadar olan kısmı için, Maden İşleri Genel Müdürlüğünce onaylı satış bilgi formuna göre tahakkuk eden ek Devlet hakkı, her yıl haziran ayı son günü mesai bitimine kadar izin sahibi tarafından orman idaresi özel bütçe hesabına yatırılır. (6) Bedel hesaplarında Devlet ormanına isabet eden bölümler esas alınır. (7) Madencilik faaliyetleri için verilen izinlerden 3/9/2005 tarihli ve 25925 sayılı Resmî Gazetede yayımlanan Çevre ve Orman Bakanlığı, Ağaçlandırma ve Erozyon Kontrolü Hizmetlerine İlişkin Usul ve Esasların 4 üncü maddesinin birinci fıkrasının (c) bendinde belirtilen gelir ile 31/12/2005 tarihli ve 26040 sayılı Resmî Gazetede yayımlanan Orman Köylüleri Kalkınma Hizmetlerine İlişkin Esas ve Usullerin 5 inci maddesinin birinci fıkrasının (b) bendinde belirtilen gelir alınmaz. hükmü yer almaktadır. İptali istenilen söz konusu madde ile 3213 sayılı Maden Kanununun Maden teşvik tedbirleri başlıklı 9. maddesine ilave edilen üç fıkra ile; ruhsat sahibi işletmeler tarafından kamu otoritelerine ödenmesi gereken tutarların madencilik faaliyeti yapılan sahanın orman vasfında bulunması halinde 6831 sayılı Orman Kanunu uyarınca ödemekle yükümlü bulunulan tutarlar için; bazı grup madenler, bazı maden sahaları ve bunları işleten veya ihale eden kurum ve kuruluşlar dikkate alınarak istisna, indirim ve oran farklılaştırmasına gidilmektedir. İptali istenilen söz konusu madde ile 3213 sayılı Maden Kanununun Maden teşvik tedbirleri başlıklı 9. maddesine ilave edilen dördüncü fıkra ile; Madencilik Kanunun 30 uncu maddesinin üçüncü fıkrası kapsamında ihale edilecek II. Grup (c) bendi4 ve IV. Grup maden sahaları5, 47 nci maddesinin dördüncü fıkrası kapsamında6 ihtisaslaşmış Devlet kuruluşları ile bunların bağlı ortaklıklarına devredilen maden sahaları, bu kuruluşlar ve bunların bağlı 4 II.grup c) Kalsit, Dolomit, Kalker, Granit, Andezit, Bazalt gibi kayaçlardan entegre çimento, kireç ve kalsit öğütme tesisinde kullanılan kayaçlar 5 IV Grup Madenler a) Kaolen, Dikit, Nakrit, Halloysit, Endellit, Anaksit, Bentonit, Montmorillonit, Baydilit, Nontronit, Saponit, Hektorit, İllit, Vermikülit, Allofan, İmalogit, Klorit, Sepiyolit, Paligorskit (Atapuljit), Loglinit ve bunların karışımı killer, Refrakter killer, Jips, Anhidrit, Alünit (Şap), Halit, Sodyum, Potasyum, Lityum, Kalsiyum, Magnezyum, Klor, Nitrat, İyot, Flor, Brom ve diğer tuzlar, Bor tuzları (Kolemanit, Uleksit, Borasit, Tinkal, Pandermit veya bünyesinde en az %10 B2O3 içeren diğer Bor mineralleri), Stronsiyum tuzları (Selestin, Stronsiyanit), Barit, Vollastonit Talk, Steattit, Pirofillit, Diatomit, Olivin, Dunit, Sillimanit, Andaluzit, Dumortiorit, Disten (Kyanit), Fosfat, Apatit, Asbest (Amyant), Manyezit, Huntit, Tabiî Soda mineralleri (Trona, Nakolit, Davsonit), Zeolit, Pomza, Pekştayn, Perlit, Obsidyen, Grafit, Kükürt, Flüorit, Kriyolit, Zımpara Taşı, Korundum, Diyasporit, Kuvars, Kuvarsit ve bileşiminde en az %80 SiO2 ihtiva eden Kuvars kumu, Feldispat (Feldispat ve Feldispatoid grubu mineraller), Mika (Biyotit, Muskovit, Serisit, Lepidolit, Flogopit), Nefelinli Siyenit, Kalsedon (Sileks, Çört). b) Turba, Linyit, Taşkömürü, () (2) Antrasit, Asfaltit, Bitümlü Şist, Bitümlü Şeyl, () (1) Kokolit ve Sapropel (Petrol Kanunu hükümleri mahfuz kalmak kaydıyla). (1)(2) c) Altın, Gümüş, Platin, Bakır, Kurşun, Çinko, Demir, Pirit, Manganez, Krom, Civa, Antimuan, Kalay, Vanadyum, Arsenik, Molibden, Tungsten (Volframit, Şelit), Kobalt, Nikel, Kadmiyum, Bizmut, Titan (İlmenit, Rutil), Alüminyum (Boksit, Gipsit, Böhmit), Nadir toprak elementleri (Seryum Grubu, Yitriyum Grubu) ve Nadir toprak mineralleri (Bastnazit, Monazit, Ksenotim, Serit, Oyksenit, Samarskit, Fergusonit), Sezyum, Rubidyum, Berilyum, İndiyum, Galyum, Talyum, Zirkonyum, Hafniyum, Germanyum, Niobyum, Tantalyum, Selenyum, Telluryum, Renyum. ç) Uranyum, Toryum, Radyum gibi elementleri içeren radyoaktif mineraller ve diğer radyoaktif maddeler 6 Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü tarafından buluculuk hakkı kazanılan maden ruhsat sahaları, bedeli karşılığında ihtisaslaşmış Devlet kuruluşları ile bunların bağlı ortaklıklarına Bakan onayı ile devredilebilir.Esas Sayısı : 2018/7 Karar Sayısı : 2018/80 8 ortaklıkları ile Özelleştirme İdaresi Başkanlığı tarafından ihale edilecek maden sahaları için işletme izni düzenlendiği tarihten başlamak üzere, ilk on yıl süreyle 6831 sayılı Orman Kanunu kapsamında ağaçlandırma bedeli hariç herhangi bir bedel alınmayacaktır. İptali istenilen söz konusu madde ile 3213 sayılı Maden Kanununun Maden teşvik tedbirleri başlıklı 9. maddesine ilave edilen beşinci fıkra ile; IV. Grup işletme izinli maden ruhsat sahalarının cinsi, rezervi, bulunduğu bölge, tenörü, istihdamı, yatırım ve ülke ihtiyaçları dikkate alınarak ara ve uç ürün üretmek şartıyla, bu ruhsatlardan işletme izni düzenlendiği tarihten başlamak üzere, on yıl süreyle 6831 sayılı Kanun kapsamında ağaçlandırma bedeli hariç diğer bedellerin alınıp alınmayacağını belirlemeye Bakanlar Kurulu yetkili kılınmaktadır. İptali istenilen söz konusu madde ile 3213 sayılı Maden Kanununun Maden teşvik tedbirleri başlıklı 9. maddesine ilave edilen altıncı fıkra ile, Bu maddenin dördüncü ve beşinci fıkraları kapsamı dışındaki sahalardan işletme izni düzenlendiği tarihten başlamak üzere ilk on yıl süreyle 6831 sayılı Kanuna göre alınan arazi izin bedelinin %50si alınması,. alınan arazi izin bedelinde her yıl 213 sayılı Vergi Usul Kanunu uyarınca belirlenen yeniden değerleme oranı nispeti artışı dışında başkaca bir artış yapılmaması hükme bağlanmaktadır. İptali istenilen söz konusu değişikliğin ana hedefi maden çıkarılan sahanın orman vasfında bulunması halinde 6831 sayılı Orman Kanunu uyarınca arama ve işletme faaliyeti karşılığında kamu otoritelerine ödenmesi gereken tutarların bazı işletmeler, bazı grup maden sahaları, bunları işleten veya ihale edenler açısından azaltılmasıdır. Söz konusu düzenlemenin özellikle başta fosil yakıtlar olmak üzere bazı madenlerin arama ve işletme faaliyetlerindeki maliyeti azaltacağı, bu nedenle bu faaliyetleri teşvik edeceği, ancak orman vasfında bulunan sahaların da hızla azalma ve yok olmasına, aynı zamanda çevre kirlenmesine neden olacağı açıktır. Söz konusu düzenlemenin bu husus dikkate alınarak kamu yararı açısından değerlendirilmesi gerekmektedir. Anayasanın 2. maddesinde hukuk devleti ilkesine yer verilmiştir. Anayasanın 2. maddesindeki hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayıp yargı denetimine açık olan devlettir Diğer taraftan, Anayasanın 2. maddesinde yer alan hukuk devletinin temel ilkelerinden biri ‘belirliliktir. Bu ilkeye göre, yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olması gereklidir. Kanunların, kamu yararının sağlanması amacına yönelik olması, genel, objektif, adil kurallar içermesi ve hakkaniyet ölçütlerini gözetmesi ve kazanılmış hakları ihlâl etmemesi Anayasanın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti olmanın gereğidir. Bu nedenle kanun koyucunun hukuki düzenlemelerde kendisine tanınan takdir yetkisini anayasal sınırlar içinde adalet, hakkaniyet ve kamu yararı ölçütlerini göz önünde tutarak kullanması gerekir. Bir kuralın kamu yararı dışında saklı bir amacı gerçekleştirmek amacıyla konulduğu durumlarda yetki saptırması durumu ve giderek kuralın amaç açısından sakatlığı ortaya çıkar. İptali istenilen maddede yer alan hükümlerle, Anayasada koruma altına alınan yerlerle ilgili olarak sınırları tam olarak kanunla çizilmeyen belirsiz bir alanda yürütme organınaEsas Sayısı : 2018/7 Karar Sayısı : 2018/80 9 uygulama yetkisi verilmektedir. Bu durum, hukuk devletinin bir gereği olan belirlilik ilkesiyle de bağdaşmamaktadır. İptali istenilen maddede yer alan düzenlemeler kamu yararı ilkesini gözetmediği ve hukuk devletinin bir gereği olan belirlilik ilkesi ile bağdaşmadığı için Anayasanın 2. maddesine aykırılık teşkil etmektedir. Anayasanın 5. maddesinde, Devletin temel amaç ve görevleri, Türk Milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır. denilmektedir. Anayasanın 5. maddesiyle kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlama ve insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlama ödevi devlete verilirken; Anayasanın 56. maddesiyle de herkesin, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahip olduğu belirtilerek bu hakkı korumanın yine devletin ödevi olduğu vurgulanmaktadır. Anayasanın 43. maddesinde kıyılar; 44. maddesinde toprak; 45. maddesinde tarım arazileri ile çayır ve meralar; 63. maddesinde tarih, kültür ve tabiat varlıkları; 168. addesinde tabii servetler 169. maddesinde ormanlar yönünden güvenceler öngörülmüştür.. Devlete verilen bu görevlerin, Anayasada güvence altına alınan yerlere ilişkin özel kanunlarla da yaşama geçirileceğinde kuşku bulunmamaktadır. Anayasanın Ormanların korunması ve geliştirilmesi başlıklı 169.. maddesinde; Devlet, ormanların korunması ve sahalarının genişletilmesi için gerekli kanunları koyar ve tedbirleri alır. Yanan ormanların yerinde yeni orman yetiştirilir, bu yerlerde başka çeşit tarım ve hayvancılık yapılamaz. Bütün ormanların gözetimi Devlete aittir. Devlet ormanlarının mülkiyeti devrolunamaz. Devlet ormanları kanuna göre, Devletçe yönetilir ve işletilir. Bu ormanlar zamanaşımı ile mülk edinilemez ve kamu yararı dışında irtifak hakkına konu olamaz. Ormanlara zarar verebilecek hiçbir faaliyet ve eyleme müsaade edilemez. Ormanların tahrip edilmesine yol açan siyasi propaganda yapılamaz; münhasıran orman suçları için genel ve özel af çıkarılamaz. Ormanları yakmak, ormanı yok etmek veya daraltmak amacıyla işlenen suçlar genel ve özel af kapsamına alınamaz. Orman olarak muhafazasında bilim ve fen bakımından hiçbir yarar görülmeyen, aksine tarım alanlarına dönüştürülmesinde kesin yarar olduğu tespit edilen yerler ile 31/12/1981 tarihinden önce bilim ve fen bakımından orman niteliğini tam olarak kaybetmiş olan tarla, bağ, meyvelik, zeytinlik gibi çeşitli tarım alanlarında veya hayvancılıkta kullanılmasında yarar olduğu tespit edilen araziler, şehir, kasaba ve köy yapılarının toplu olarak bulunduğu yerler dışında,orman sınırlarında daraltma yapılamaz. hükmü yer almaktadır. Anayasanın yukarıda belirtilen maddelerinde ifadesini bulan ödevlerin somut tedbirlerle nasıl yerine getirileceği şüphesiz kanun koyucunun takdirindedir. Bu konudaki bütün bu yasal ve idari düzenlemeler ve bunlara ilişkin usul ve esaslar bu anayasal sınırlar dikkate alınarak çıkarılan çok sayıdaki yasada yer almaktadır.Esas Sayısı : 2018/7 Karar Sayısı : 2018/80 10 Madenlerin aranması, işletilmesi, üzerinde hak sahibi olunması ve terk edilmesi ile ilgili esas ve usuller 04.06.1985 tarih ve 3213 sayılı Maden Kanununda, Ormanların tarifi, taksimi, idare ve denetimi ile ilgili hususlar 31.08.1956 tarih ve 6831 sayılı Orman Kanununda ayrıntılı olarak düzenlenmiştir. Anayasa Mahkemesinin 11.12.1986 tarih ve E.1985/11, K.1986/2 sayılı kararında; Anayasanın Sağlık hizmetleri ve çevrenin korunması başlıklı 56. maddesinde de, Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir. hükmü yer almaktadır. Bu madde bütünüyle incelendiğinde; sağlıklı ve dengeli çevre kavramına, doğal güzelliklerin korunduğu, kentleşme ve sanayileşmenin getirdiği hava ve su kirlenmesinin önlendiği bir çevre kadar, belli bir plan ve programa göre düzenlenmiş çevrenin de gireceği kuşkusuzdur. denilmektedir. İnsanın, toplumun ve çevrenin varlık, sağlık ve güvenliği ile bu konuda Anayasanın Devlete yüklediği görev göz önünde bulundurulduğunda sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı; ormanlarda gerçekleştirilecek olan maden arama ve işletim faaliyetlerinde maliyetlerin azaltılması karşılığında vazgeçilecek veya gözardı edilecek haklardan değildir. Bu nedenle iptali istenilen düzenleme Anayasanın 5 ve 56. maddelerine de aykırı bulunmaktadır. İptali istenilen söz konusu değişikliğin ana hedefi maden çıkarılan sahanın orman vasfında bulunması halinde 6831 sayılı Orman Kanunu uyarınca ödemekle yükümlü bulunulan tutarların bazı işletmeler, bazı grup maden sahaları, bunları işleten veya ihale edenler açısından azaltılmasıdır. Bu durumun maliyetleri azaltıcı yönü dikkate alındığında orman vasfında bulunan sahalardaki maden arama ve işletme faaliyetlerinin artacağı, bu nedenle ülke ormanlarının yüzölçümünün olumsuz yönde etkileneceği aşikardır. Ayrıca bu dururmun bakımı ve yeniden yetiştirilmesi için gerekli mali kaynakları da azaltıp orman alanlarının daralmasına neden olacağı da dikkate alınarak konunun Anayasada yer alan ormanlarla ilgili düzenlemeler açısından da irdelenmesi gerekir. Anayasa Mahkemesi, 22.1.1985 gün ve E. 1984/10, K. 1985/2 sayılı kararında;Ormanların, ülke için büyük önem taşıdığını dikkate alan Anayasakoyucu, Anayasanın 169. ve 170. maddelerinde, konuya ilişkin olarak, ancak olağan yasalarda görülebilecek ayrıntılı düzenlemelere yer verilmiştir. Ayrıca Anayasanın 44. maddesinde de ...topraksız olan veya yeter toprağı bulunmayan çiftçiye toprak sağlanması, üretimin düşürülmesi, ormanların küçülmesi ve diğer toprak ve yeraltı servetlerinin azalması sonucunu doğuramaz... denilmekle 169. ve 170. maddelerle bir bütün oluşturulmuştur. Bu denli ayrıntılı düzenlemeler, Anayasa koyucunun ormanların korunması ve çoğaltılması konusunda gösterdiği duyarlılıkla izah edilebilir. Bu duyarlılığın, ülkemizde orman örtüsünün sürekli yok edilmesi gerçeğinden kaynaklandığı kuşkusuzdur. Nitekim 6831 sayılı Orman Kanununun hazırlık çalışmalarına da aynı görüş egemen olmuş ve itiraz konusu kuralın gerekçesinde: Bu madde, ormanların muhafaza ve bekâsını teminen vaz olunmuştur. Filhakika tamamen ammenin mülkü bulun
4,256
Esas Sayısı : 1995/55 Karar Sayısı : 1996/1 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ İtiraz yoluna başvuran mahkemenin kararında şöyle denilmektedir : "3991 Sayılı Yetki Yasası Anayasa'nın 7, 87, 91. maddelerine aykırılığı sebebi ile 29.11.1994 tarih 994/68 esas, 994/80 karar sayılı kararı ile Anayasa Mahkemesince iptal edilmiş olmakla 538 sayılı kanun hükmünde kararnamenin de geçersiz olacağı, yasal dayanağının bulunmadığı, Anayasa Mahkemesince de verilmiş emsal kararların olması, bu sebeple 538 Sayılı KH.K.'nin uygulanmasındaki tereddütlerin giderilmesi için sanık vekillerinin istemleri, Anayasaya aykırılık iddiaları Hakimliğimizce de benimsenmiş olmakla, Anayasa Mahkemesine başvurulması sonucuna varılmıştır. İstem : Yukarıda açıklandığı üzere ; 538 Sayılı KH.K.'nin tümü itibari ile Anayasamızın 2, 6 ve 91. maddelerine aykırı olduğu anlaşılmaktadır. Dosyada mübrez Anayasa Mahkemesinin 17.7.1990 gün ve 1990/1 esas, 1990/21 karar sayılı kararında (Bu karar Anayasa Mahkemesi Kararlar Dergisi'nin 26. sayısında 301 329 sayfaları arasında yayınlanmıştır.) aynen şöyle denilmiştir. "Yetki Yasasının 91. maddesinde sayılan ögelerden birine aykırı olması nedeni ile iptal durumunda içerdiği kurallar Anayasaya uygun olsa bile buna dayanan K.H.K'lerin de iptalini gerektirir." Dolayısı ile Anayasa Mahkemesinin bizzat vermiş olduğu karara göre bir yetki kanunu iptal edildiğinde buna dayanılarak çıkarılmış olan KH.K.'nin de iptal edilmesi gerekmektedir. Bu sebepledir ki 538 Sayılı KH.K.'nin temelini teşkil eden 3991 Sayılı Yetki Kanunu, Anayasa Mahkemesince iptal edilmiş olması, bu iptalde Anayasanın 91. maddesine aykırılık teşkil edilmesi, bu duruma göre 538 Sayılı KH.K.'nin de tümünün iptale konu olması gerekmektedir. Öncelikle bu görüşümüz kapsamında 538 sayılı KH.K.'nin tümünün iptal edilmesini yüksek mahkemenin takdirine sunarım. Yüksek Mahkemeye gönderilen Mahkememiz dosyasındaki davada Bankalar Kanununun 38/2a, 41 ve 52. maddeleri yargılamanın dayandığı maddeleri teşkil etmektedir. Bu maddeler sanıklara isnat olunan suçların maddi unsurlarını ihtiva etmektedir. Sözkonusu suçların müeyyideleri Bankalar Kanununun 79/4 maddesinde yer almaktadır. Bu maddelerden 38/2a 538 Sayılı KH.K.'nin 18, 41. madde 538 Sayılı KH.K.'nin 20, 52. madde 538 s. KH.K.'nin 26. maddeleri ile değişikliğe uğramış, Bankalar Kanununa dahil edilmiştir. Anayasa Mahkemesinin 29.11.1994 tarihli 994/68 ve 994/80 karar sayılı kararında belirtiliği üzere 538 Sayılı KH.K. adeta yasamanın yetkilerini çok genel ve geniş bir saha içinde yürütmeye devretmekle yürütme kuvvetini yasama kuvveti haline getirmektedir.Esas Sayısı : 1995/55 Karar Sayısı : 1996/1 2 Ayrıca aynı yetki kanunu bizzat anılan Anayasa Mahkemesince belirtildiği gibi önceki 512 S. Kanun Hükmünde Kararnamenin Anayasaya aykırı yönlerini tashih etmeden yürürlüğe girmiştir. Belirtilen gerçekler dahilinde 538 Sayılı KH.K. temeli Anayasaya aykırı olan ve Anayasa'ya aykırılığı tesbit edilen 3991 Sayılı Yetki Kanununa isnat etmekle bizzat Anayasaya aykırı bir nitelik taşımaktadır. Bu aykırılık yasama kuvvetinin yürütmeye devri nedeni ile Anayasamızın 91. maddesine aykırılıktır. Çünkü 538 Sayılı KH.K. son derece genel ve geniş bir alanı düzenlemekte ve bir önceki Anayasaya aykırı KH.K.'nin yürürlükten kalkması sonucu meydana gelecek boşluğu doldurmak amacı ile yürürlüğe sokulmuştur. 538 Sayılı KH.K. ile Anayasaya aykırılık ortadan kaldırılmıştır. Anayasaya aykırı bir düzenleme içerisinde yasal bir boşluk doldurulmaya çalışılmıştır. Bu sebeple 538 Sayılı KH.K.'nin Bankalar Kanununun 38/2a, 41. ve 52. maddelerini kapsamlı bir düzenleme içinde değiştiren 18, 20, 26. maddeleri Anayasamızın 91, 2 ve 6. maddelerine aykırı olduğu sonucuna Mahkememiz varmıştır. Bu nedenlerle; Sözkonusu maddelerin Anayasamızın 152/1. maddesi ile iptalleri için konunun Yüksek Anayasa Mahkemesine Götürülmesine, İlgili belgeler ile dosyanın tasdikli fotokopileri ile birlikte dosyanın Anayasa Mahkemesine Gönderilmesine, ... karar verildi.""
515
Esas Sayısı : 1992/21 Karar Sayısı : 1992/19 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ : İtiraz yoluna başvuran Nevşehir Asliye Ceza Mahkemesi'nin gerekçesi özetle şöyledir: "213 sayılı Vergi Usul Kanunu'nun 367. maddesinin birinci fıkrasında; kaçakçılık ve kaçakçılığa teşebbüs suçlarını tesbit eden maliye müfettişleri, hesap uzmanları ve bunların muavinleri ile gelirler kontrolörleri tarafından doğrudan doğruya, bunların dışında vergi incelemesine yetkili olan diğer memurlar tarafından ise ilgili defterdarlığın mütalaası ile durumun yetkili Cumhuriyet savcılığına bildirilmesi mecburiyeti öngörülmüştür. Ayrıca yasa metni, defterdarlık mütalaasını şart kabul etmiş olup başka bir sebeple suç tesbit eden Cumhuriyet savcısının dava açmasını inceleme neticesinin Cumhuriyet savcılığına bildirilmesine kadar talik edileceğini kabul etmiştir. Uygulamada Yargıtay'ın bu konudaki yerleşmiş içtihatları yasa metnini değiştirir niteliğe dönüşmüş olup Yargıtay Dokuzuncu Ceza Dairesinin 23.10.1989 tarih, 1989/2376 Esas; 4230 Karar sayılı ilamında "213 sayılı Vergi Usul Kanunu 367. maddesi uyarınca defterdarlık mütalaası alınmadan açılan davaya devamla yazılı şekilde hüküm tesisi. . . uygun olmadığından bozulmasına" yine aynı Dairenin 21.11.1989 tarihli, 1989/2841 4533 sayılı kararında "10.10.1988 günlü ihbar yazısında varlığından bahsolunan defterdarlık mütalaa yazısının asıl veya örneğinin dosyaya celp edilerek yargılama şartının gerçekleşip gerçekleşmediği hususunun tespitinden sonra karar verilmesi gerektiğinin düşünülmemesi... sebebiyle bozulmasına" karar verilmiştir. Yukarıda açıklanan Yargıtay kararlan ve daha birçok Yargıtay kararlan defterdarlık mütalaasının yargılama şanı olduğunu, gerçekleşmemesi halinde yargılamanın yapılamayacağını belirtmiştir. Vergi Usul Kanunu'nun 367. maddesi incelendiğinde Anayasa'nın 10. maddesinde gösterilen kanun önünde eşitlik ilkesine aykırıdır. idare makamları bu Yasanın uygulanmasında çeşitli eşitsizlikler ortaya serebilmektedir. Vergi memurlarının yaptıkları kontroller sırasında suç tesbit etmeleri halinde davanın açılıp açılmaması hususunda yetki defterdara ait olması karşısında Türkiye'deki çeşitli illerde ve aynı il veya ilçe içinde suç işleyen çeşitli vergi mükellefleri hakkında dava açılıp açılmaması hususu defterdarlığının ve bizzat defterdarın mütalaasına kalmaktadır. Bir kişi için olur veren defterdarın yasa gereği diğer kişiye olur vermemesi mümkündür. Buna göre kanun önünde eşitlik ilkesi zedelenmektedir. Bu husus siyasal iktidarın etkisine de maruz kalmakta örneğin seçimlere yakın zamanlarda uygulanan olur vermemek veya geç vermek şekline de dönüşmektedir. Anayasa'nın 11. maddesi gereğince kanunların Anayasa'ya aykırı olmaması gerekir. 213 sayılı Yasa'nın 367. maddesi Anayasa'nın 10. ve 138. maddelerine aykırıdır. Ayrıca, Anayasa'nın 138. maddesi hiçbir organ, makam, merci ve kişinin, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hakimlere emir ve talimat veremeyeceğini, tavsiye ve telkinde bulunamayacağını öngörmüştür. Anayasa'nın bu açık hükmüne rağmen davanın açılma şartının defterdarlık mütalaasına ve dolayısı ile oluruna bağlı olması Anayasa'nın 138.Esas Sayısı : 1992/21 Karar Sayısı : 1992/19 2 maddesi karşısında kabul edilemez bir husus olup bu yönden de 213 sayılı Yasa'nın 367. maddesi Anayasa'ya aykırıdır. Yukarıda açıklandığı gibi Anayasa'nın 10, 11 ve 138. maddelerine aylan olan 213 sayılı Yasa'nın 367. maddesinin birinci fıkrasının Anayasa'ya aykırılığı hususunun incelenmesi yönünden itirazen iptal talebimizin kabulü ile maddenin uygulamadan kaldırılması arz ve talep olunur.""
439
Esas Sayısı : 1999/44 Karar Sayısı : 1999/48 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir : "Sosyal Sigortalar Kurumu Genel Müdürlüğü tarafından, Maliye Bakanlığı ve Hazine Müsteşarlığına karşı açılan davada; 1998 Mali Yılı Bütçe Kanununun 7. maddesi uygulamasıyla ilgili olarak, genel bütçeli daireler, katma bütçeli daireler, özel bütçeli kuruluşlar (İl Özel İdareleri dahil), döner sermayeler, fonlar, bütçenin yatırım ve transfer tertibinden yardım alan kuruluşlar ile özel kanunla kurulmuş diğer kamu kurum ve kuruluşlarının kendi bütçeleri veya tasarrufları altında bulunan bütün kaynaklarını T.C. Merkez Bankası veya T.C. Ziraat Bankası nezdinde kendi adlarına Türk Lirası cinsinden açtıracakları vadesiz hesaplarda toplamalarına ilişkin usul ve esasları belirleyen ve Devlet ve Maliye Bakanlığı tarafından çıkarılarak 14.2.1998 tarih ve 23258 sayılı Resmî Gazetede yayımlanan 1998/1 sayılı Kamu Haznedarlığı Genel Tebliği'nin iptali istenilmektedir. 4316 sayılı 1998 Mali Yılı Bütçe Kanununun 7. maddesinde; kamu iktisadi teşebbüsleri, bağlı ortaklıkları, müessese ve işletmeleri ile özelleştirme kapsamına ve programına alınmış kuruluşlar, kamu bankaları, belediyeler ve özel kanunla kurulmuş kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ve yardımlaşma sandıkları istisna tutulmak suretiyle; genel bütçeli daireler, katma bütçeli idareler, özel bütçeli kuruluşlar, döner sermayeler, fonlar, kefalet sandıkları, bütçenin yatırım ve transfer tertibinden yardım alan kuruluşlar ile özel kanunla kurulmuş diğer kamu kurum ve kuruluşlarının, kendi bütçeleri veya tasarrufları altında bulunan bütün kaynaklarını 15 Ocak 1998 tarihine kadar T.C. Merkez Bankası veya muhabiri olan T.C. Ziraat Bankası nezdinde kendi adlarına açtıracakları vadesiz Türk Lirası hesabında toplayacakları ve tahakkuk etmiş tüm ödemelerini bu hesaplardan yapacakları hüküm altına alınmış; bu maddenin uygulamasıyla ilgili olarak esas ve usulleri belirlemeye, kaynaklar ve kurumlar itibariyle istisnalar getirmeye Hazine Müsteşarlığının bağlı olduğu Bakan ve Maliye Bakanının müşterek teklifi üzerine Başbakan yetkili kılınmıştır. 71. maddesinin b/7 fıkrasında da, muhtelif kanunların bu Kanunun 7. maddesine aykırı hükümlerinin 1998 Mali Yılında uygulanmayacağı kurala bağlanmıştır. Devlet ve Maliye Bakanlığının dava konusu 1998/1 sayılı Kamu Haznedarlığı Genel Tebliği ile 1998 Mali Yılı Bütçe Kanunu'nun 7 ve 71 inci maddesinin (b) fıkrasının 7 nci bendinin uygulanmasıyla ilgili usul ve esaslar belirlenmiş ve aynı konuda daha önce çıkarılan bütün tebliğ, genelge ve genel yazılar yürürlükten kaldırılmıştır. Kurulumuzca; uyuşmazlığın kaynaklandığı 1998 Mali Yılı Bütçe Kanunu'nun 7. ve 71/b 7 maddesinin, davacının bu yöndeki iddiaları da dikkate alınarak, Anayasaya uygunluğunun incelenmesi gerekli görülmüştür. Anayasanın 87. maddesinde, Türkiye Büyük Millet Meclisinin görev ve yetkileri arasında; kanun koymak, değiştirmek ve kaldırmak ile bütçe ve kesin hesap kanun tasarılarını görüşmek ve kabul etmek ayrı ayrı sayılmış; 88. maddede; yasa tasarısı ve tekliflerinin Türkiye Büyük Millet Meclisinde görüşülme usul ve esaslarının iç tüzükle düzenleneceği belirtilmişken; bütçenin görüşülme usul ve esasları Anayasa'nın 162. maddesinde hüküm altına alınmış; ayrıca 89. maddede Cumhurbaşkanına Türkiye Büyük Millet Meclisince kabul edilen diğer yasaların aksine bütçe yasalarını bir daha görüşülmek üzere meclise geri gönderme yetkisi tanınmamıştır.Esas Sayısı : 1999/44 Karar Sayısı : 1999/48 2 Genel hatlarıyla aktarıldığı üzere Anayasamızda bütçe yasaları ve diğer yasalar birbirlerinden tamamen ayrı yasama yöntemleri olarak düzenlenmiş olup; bu düzenleme karşısında; yasa konusu olacak hükümlerin bütçe yasasında yer almasına veya bir yasa hükmünün bütçe yasasıyla değiştirilmesi veya kaldırılmasına veya bütçe yasasında bulunması gerekli bir hükme öteki yasalarda yer verilmesine olanak bulunmamaktadır. Diğer taraftan, Anayasanın 161. maddesinin son fıkrasında "Bütçe kanununa, bütçe ile ilgili hükümler dışında hiçbir hüküm konulamaz" kuralı yer almıştır. "Bütçe ile ilgili hükümler" deyiminin; mali nitelikteki hükümler değil, bütçenin uygulamasıyla ilgili, uygulamayı kolaylaştırıcı veya yasa konusu olabilecek yeni bir kuralı kapsamamak koşuluyla açıklayıcı hükümler olarak anlaşılması zorunludur. Bir Yasal kuralın, bütçeden harcamayı gerektirir veya gelir getirici nitelikte bulunması onun bütçeyle ilgili sayılmasına neden olmayacaktır. Nitekim Anayasa'nın 161. maddesindeki anılan kuralla da; bütçe yasalarını kendi yapısına yabancı hükümlerden ayıklamak, gerçek anlamda bütçe kavramı dışında kalan konulara bütçe yasalarında yer verilmemesini sağlamak amaçlanmıştır. Dava konusu tebliğin dayanağı 1998 Mali Yılı Bütçe Kanunu'nun 7. maddesinde, kapsamda sayılan kamu kurum ve kuruluşlarının gelirlerine tasarrufları sınırlandırılmış, kendi bütçeleri veya tasarrufları altında bulunan bütün kaynaklarını T.C. Merkez Bankası veya muhabiri T.C. Ziraat Bankası nezdinde vadesiz T.L. hesabına yatırmaları yükümlülüğü getirilmiş, kurum ve kuruluş yetkilileri ve saymanları da bu hükümlerin yerine getirilmesinden bizzat sorumlu tutulmuşlardır. Diğer taraftan, 71/b 7 maddeyle, diğer yasaların 1998 Mali Yılı Bütçe Kanunu'nun 7. maddesine aykırı hükümlerinin 1998 mali yılında uygulanmayacağı da kurala bağlanmıştır. Kamu kurum ve kuruluşlarının elde edecekleri gelirler, bu gelirlerin tasarrufu ve çalışanların sorumlulukları Yasa konusudur. Esasen yürürlükteki yasalar bu konuları düzenlemektedir. Örneğin 4792 sayılı Sosyal Sigortalar Kurumu Kanununun 20. maddesinde Sosyal Sigortalar Kurumunun her sigorta kolu için ayıracağı yedek akçeleri nasıl değerlendireceği düzenlenmiştir. 1998 Mali Yılı Bütçe Kanunu'nun 7. ve 71/b 7 maddelerinde ise, hem Yasa konusu hususlar düzenlenerek yürürlükteki kimi yasaların hükümlerine aykırı ve değişiklik yapar nitelikte düzenlemeye gidilmiş, hem de bu düzenlemeye aykırı yasal hükümlerin 1998 Mali Yılı içinde uygulanmayacağı hükme bağlanmıştır. Açıklanan nedenlerle, 4316 sayılı 1998 Mali Yılı Bütçe Kanunu'nun 7. maddesinin ve 71/b 7. maddesinin Anayasanın 87., 88., 162. ve 161. maddelerine aykırı oldukları kanısına varıldığından, anılan hükümlerin iptalleri istemiyle Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, dava dosyasının Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar bekletilmesine 28.9.1999 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.""
811
Esas Sayısı : 1997/40 Karar Sayısı : 1997/47 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Danıştay Onuncu Dairesi'nin başvuru kararı şöyledir: "Anayasa Mahkemesinin, 10.2.1995 tarih ve 22198 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan 29.11.1994 tarih ve E:1994/68, K:1994/80 sayılı kararıyla iptal edilen "Bankalar Kanunu, Sigorta Murakabe Kanunu ve Türk Ticaret Kanununun Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılmasına İlişkin" 3991 sayılı Yetki Kanunu'nun verdiği yetkiyi kullanan Bakanlar Kurulu; 22.6.1994 tarih ve 21968 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan "7397 Sayılı Sigorta Murakabe Kanununun Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılmasına İlişkin" 539 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameyle, 7397 sayılı Yasanın 30. maddesini değiştirmiş ve bu Yasanın ilişkin bulunduğu alanı kapsamlı bir şekilde yeniden düzenlemiştir. Dava konusu Sigorta Acenteleri Yönetmeliği'nin 3. maddesinde, Yönetmeliğin "7397 Sayılı Sigorta Murakabe Kanunu'nun 9'uncu ve 26'ncı maddelerine dayanılarak" hazırlandığı belirtilmiştir. 7397 sayılı Yasanın 539 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameyle değişik, "Acenteler" başlıklı 9. maddesinin son fıkrasında; "Acentelerde aranılacak niteliklere, bunların işe başlamalarına, yapamayacakları işlere, teminat tesisine ve diğer faaliyetlerine, acentelere yetki devrine ve Birlik nezdinde tutulacak sözleşme yapmaya ve prim tahsiline yetkili sigorta acenteleri siciline ilişkin usul ve esaslar, Birliğin görüşü alınarak yönetmelikle düzenlenir." hükmü; "Prim ve tarifeler" başlıklı 26. maddesi son fıkrasında ise, "Prim taksit ve ödeme esasları ile sigorta aracılığı hizmeti yapanlara ödenecek komisyon ve diğer ödemelerin azami miktarı primlerin tahsiline ve intikaline ilişkin diğer usul ve esaslar, Birliğin görüşü alınarak Müşteşarlıkça belirlenir" hükmü yer almıştır. Başbakanlık Hazine ve Dış Ticaret Müsteşarlığı tarafından çıkarılan, dava konusu Sigorta Acenteleri Yönetmeliği, idarenin görev alanında bulunan ve 7397 sayılı Yasanın 539 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameyle kapsamlı biçimde değiştirilen hükümlerinin uygulanmasını göstermek ve bu hükümlere aykırı olmamak üzere çıkarılmıştır. Davacıların, Yönetmeliğin iptali istemine dayanak teşkil eden esas savları da; 539 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin, dayanağı 3991 sayılı Yetki Yasasının Anayasa Mahkemesince iptal edilmiş olması nedeniyle, Anayasaya aykırı bulunduğu savıdır. Anayasanın 124. maddesi birinci fıkrası uyarınca: "Başbakanlık, bakanlıklar ve kamu tüzelkişileri, kendi görev alanlarını ilgilendiren kanunların ve tüzüklerin uygulanmasını sağlamak üzere ve bunlara aykırı olmamak şartıyla, yönetmelikler çıkarabilirler." İdarenin kendi görev alanındaki konularda genel olarak sahip bulunduğu yönetmelikle düzenleme yetkisinin sınırını, üst hukuki normlar olan yasalar ve tüzükler belirlemektedir. Dolayısıyla bir yasanın uygulanmasını göstermek üzere çıkarılan Yönetmeliğin iptal davasına konu edilmesi halinde, öncelikle üst hukuki normların hukukun genel ilkeleri ve Anayasaya uygunluğu irdelenmek suretiyle hukuka uygunluk denetimi yapılacaktır. 7397 sayılı Sigorta Murakabe Kanunu'nun 3379 sayılı Yasayla değişik 48. ve 54. maddelerinde; 539 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameyle değişik 9. ve 26. maddeler ile bu maddelerde belirtilen yönetmelik hükümlerine aykırı hareket edenler için "ağır para cezaları" öngörüldüğünden; dava konusu Yönetmeliğin Anayasaya uygun yasal bir dayanağının bulunması zorunludur. Yönetmelikte yer alan hükümlerin üst normlara uygunluğunun esasEsas Sayısı : 1997/40 Karar Sayısı : 1997/47 2 bakımından denetlenmesi halinde ise; 7397 sayılı Yasanın 539 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameyle değişik 9. ve 26. maddelerinin bütünü, uyuşmazlıkta uygulanacak madde hükmü niteliği kazanmaktadır. 539 sayılı Kanun Hükmünde Kararname, davacıların bu yöndeki savları da dikkate alınmak suretiyle, Dairemizin 12.4.1995 tarih ve E:1994/7882 sayılı kararıyla, Anayasaya aykırı bulunarak, itiraz yoluyla ve bütününün iptali istemiyle Anayasa Mahkemesine başvurulmuştur. Anayasa Mahkemesi, 24.10.1995 tarih ve E:1995/36, K:1995/56 sayılı kararıyla; başvurumuzu "dava konusu Sigorta Acenteleri Yönetmeliği'nin dayanağını oluşturan ve 539 sayılı KHK'nin 8. maddesi ile değiştirilen 7397 sayılı Sigorta Murakabe Kanunu'nun 9. maddesi ile KHK'nin 19. maddesi ile değiştirilen aynı Yasa'nın 26. maddesinin iptali" istemi şeklinde nitelendirmiş ve Sigorta Acenteleri Yönetmeliği'nin 3. maddesinde her ne kadar "Bu Yönetmelik 7397 sayılı Sigorta Murakabe Kanunu'nun 9. ve 26. maddelerine dayanılarak hazırlanmıştır" denilmekte ise de, Yönetmeliğin asıl dayanağını 539 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin 8. maddesiyle değiştirilen 7397 sayılı Yasa'nın 9. maddesinin son fıkrasının oluşturduğu gerekçesiyle aldığı sınırlama kararı uyarınca, esas incelemeyi; 539 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 8. maddesiyle değiştirilen 7397 sayılı Sigorta Murakabe Kanunu'nun 9. maddesinin son fıkrasıyla sınırlı olarak yapmış ve sonuçta bu madde hükmünü iptal etmiştir. Anayasa Mahkemesinin anılan iptal kararı üzerine Dairemizce 21.11.1995 tarihli kararla, Anayasa Mahkemesinin iptal gerekçeleri paralelinde yasal dayanağının ortadan kalktığı gerekçesiyle, dava konusu Sigorta Acenteleri Yönetmeliğinin yürütülmesi durdurulmuştur. Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulu ise, davalının yürütmenin durdurulması kararına itirazı üzerine yaptığı incelemede; Sigorta Acenteleri Yönetmeliğinin "7397 sayılı Kanunun 9'uncu maddesinin son fıkrasında öngörülen konuların yanısıra, aynı Kanunun 26'ncı maddesinde yer alan prim ve tarifeler konusunda da düzenlemeler getirdiği" ve Yönetmeliğin "Sigorta Primlerinin Tahsili" ile ilgili 14., "Primlerin Sigorta Şirketine İntikali" ile ilgili 15., "Komisyonlar" ile ilgili 19. ve "Teşvik Komisyonu" ile ilgili 20. maddelerinin Sigorta Murakabe Kanunu'nun 26. maddesinin uygulamasıyla ilgili olduğu ve konu itibariyle Hazine Müsteşarlığının görev alanına girdiği gerekçeleriyle; itirazı Yönetmeliğin 7397 sayılı Yasanın 26. maddesinin uygulanmasına yönelik hükümleri yönünden kabul ederek; 16.2.1996 tarih ve YDİtiraz No:1996/22 sayılı kararıyla, Dairemizce verilen yürütmenin durdurulması kararını, Yönetmeliğin prim ve tarifelerle ilgili gördüğü 14, 15, 19 ve 20. maddeleri yönünden kaldırmıştır. 2575 sayılı Danıştay Kanunu ve 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu hükümleri uyarınca, Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulu; idari dava dairelerinin ilk derece mahkemesi olarak verdiği nihai kararların temyiz mercii olup, bozma kararlarına karşı direnme olanağı da bulunmamaktadır. Dolayısıyla, İdari Dava Daireleri Genel Kurulunun, davalının yürütmenin durdurulması kararına itirazı üzerine verdiği karar ve dayandığı gerekçeler sonucu itibariyle, Dairemiz açısından bağlayıcı niteliktedir. İtiraz yoluna başvuran mahkemenin bakmakta olduğu davada uygulayacağı yasa kuralı, Anayasa Mahkemesi'nin itiraz başvurumuz üzerine verdiği 24.10.1995 tarih ve E:1995/36, K:1995/56 sayılı kararında; "davanın değişik evrelerinde ortaya çıkan sorunların çözümünde veya davayı sonuçlandırmada olumlu ya da olumsuz yönde etki yapacak nitelikte bulunan yahutEsas Sayısı : 1997/40 Karar Sayısı : 1997/47 3 tarafların istek ve savunmaları çerçevesinde bir karar vermek için ön planda tutulması gereken kurallar" şeklinde tanımlanmıştır. Aktarılan tanım kapsamında; Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulunun 16.2.1996 tarih ve YDİtiraz No:1996/22 sayılı kararıyla, dava konusu Yönetmeliğin 14, 15, 19 ve 20. maddelerinin 7397 sayılı Yasanın 26. maddesinin uygulanmasına yönelik olduğunu hükme bağlaması sonucu, 7397 sayılı Sigorta Murakabe Kanunu'nun 539 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameyle değişik 26. maddesi; Dairemizde ilk derecede görümüne devam edilen davanın bu evresinde, uyuşmazlıkta uygulanacak yasa kuralı niteliği kazanmıştır. Diğer taraftan, Anayasa Mahkemesince; "Anayasaya aykırı görülerek iptal edilen 3991 sayılı Yetki Yasası'na dayanılarak çıkarılmış bulunan" 539 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin; Anayasanın Başlangıç'ında yer alan kayıtsız şartsız Türk Milletinin olan egemenliği" ... millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun, bu Anayasa'da gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı" 2. maddesindeki "hukuk devleti", 6. maddesindeki "Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasa'dan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz" ilkeleriyle, Kanun Hükmünde Kararname çıkarma yetkisine ilişkin 91. maddesine aykırı olduğu belirlendiğinden; 7397 sayılı Sigorta Murakabe Kanunu'nun 539 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameyle değişik 26. maddesi de Anayasaya aykırı bulunmaktadır. Bu durumda, bakılmakta olan davada uygulanacak yasa kuralı niteliği kazanan, 7397 sayılı Sigorta Murakabe Kanunu'nun 539 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameyle değişik 26. maddesi son fıkrası; aynı Yasanın 9. maddesi son fıkrasının iptali yolundaki Anayasa Mahkemesinin 24.10.1995 tarih ve E:1995/36, K:1995/56 sayılı kararıyla belirlenen gerekçe ve nedenlerle; Anayasaya aykırı olup, iptali istemiyle ve itiraz yoluyla Anayasa Mahkemesine başvurulması gerekmektedir. Açıklanan nedenlerle, Anayasanın Başlangıç Hükümlerine, 2., 6. ve 91. maddelerine aykırı bulunan 7397 sayılı Sigorta Murakabe Kanunu'nun 539 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameyle değişik 26. maddesi son fıkrasının iptali istemiyle, itiraz yoluyla Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, davanın Anayasa Mahkemesince bu konuda verilecek karara kadar geri bırakılmasına 26.11.1996 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.""
1,158
Esas Sayısı : 2006/109 Karar Sayısı : 2008/82 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: "Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü Erzurum Araştırma Enstitüsü Döner Sermaye İşletmesinde döner sermaye saymanı olarak görev yapan davacının vekili tarafından Maliye Bakanlığı Personeline Yapılacak Ek Ödemeye İlişkin Usul ve Esasların 2. maddesindeki "merkez ve taşra teşkilatı kadrolarında çalışan" ibaresi ile bu Esasların yürürlüğe konulmasına ilişkin Maliye Bakanlığı Personel Genel Müdürlüğü'nün 2.11.2004 gün ve B.07.0.PER.0.13 sayılı olurunun ikinci paragrafında yer alan aynı ibarenin ve Esasların eki 3 sayılı Cetvelin (8) numaralı sırasında parantez içinde yer alan "Maliye Bakanlığı Kadrosunda Olanlar" ibaresinin, ayrıca bu düzenleyici işlemlere dayalı olarak 15.1.2005 tarihinden itibaren ek ödemeden yararlandırmamasına ilişkin işlemin iptali, yoksun kaldığı parasal haklarının yasal faiziyle birlikte tazmini ve 213 sayılı Vergi Usul Kanununun 5234 sayılı Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 5. maddesi ile değişik Ek 13. madde 4. fıkra (a) bendinin Anayasanın 10. maddesinde düzenlenen eşitlik ilkesine aykırı olduğundan bahisle iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulması istemiyle verilen dava dilekçesi üzerine oluşturulan dosya incelenerek işin gereği görüşüldü: Davacının ek ödemeden yararlandırılmamasına ilişkin dava konusu işlem ve bu işleme dayanak olan Maliye Bakanlığı Personeline Yapılacak Ek Ödemeye İlişkin Usul ve Esaslar ile bu Esasların yürürlüğe konulmasına ilişkin Maliye Bakanlığı olurunun, 213 sayılı Vergi Usul Kanununun 5234 sayılı Yasa ile değişik Ek 13. maddesinin 4. fıkrası (a) bendinde yer alan hükümle maddi ve hukuki ilişkisi bulunması nedeniyle Anayasaya aykırılık iddiası dikkate alınarak Anayasaya uygunluğunun incelenmesi gerekli görülmüştür. 21.9.2004 tarih ve 25590 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan 5234 sayılı Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun yayımı tarihinde yürürlüğe giren 5. maddesinin birinci fıkrasında 4.1.1961 tarihli ve 213 sayılı Vergi Usul Kanununun ek 13. maddesinin (4) numaralı fıkrasının (a) bendinde yer alan "Maliye Bakanlığının yurt dışı kadrolarında bulunan personeli dışında kalan personeline (sözleşmeli personel ile bağlı kuruluşların personeli dahil, bağlı kuruluşların kadro karşılığı sözleşmeli personeli hariç)" ibaresi "Maliye Bakanlığı ile bağlı kuruluşlarının merkez ve taşra teşkilatı kadrolarında çalışan memurlar ile sözleşmeli personele (bağlı kuruluşların kadro karşılığı sözleşmeli personel hariç)" şeklinde değiştirilmiştir. Dosyanın incelenmesinden, kadrosu Maliye Bakanlığı'na ait olmayan ancak görev yaptığı döner sermaye saymanlığına Maliye Bakanlığı oluru ile atanan ve izin, sicil, terfi gibi özlük işlemleri adı geçen Bakanlıkça yapılan, 213 sayılı Yasanın ek 13. maddesi uyarınca Maliye Bakanlığı personeline yapılan ek ödemeden yararlandırılmakta olan davacının 213 sayılı Yasanın ek 13. maddesinde 5234 sayılı Yasa ile yapılan değişiklik üzerine yeniden düzenlenen ve 2.11.2004 tarihli Maliye Bakanlığı oluru ile yürürlüğe konulan Maliye Bakanlığı Personeline Yapılacak Ek Ödemeye İlişkin Usul ve Esaslardaki hükümler sonucu kadrosunun Maliye Bakanlığında olmaması nedeniyle söz konusu ek ödemeden 15.1.2005 tarihinden itibaren yararlandırılmayacağının bildirilmesi üzerine bakılan davanın açıldığı anlaşılmaktadır. Kadrosu Maliye Bakanlığında bulunmayan ve 213 sayılı Yasanın değişiklikten önceki ek 13. maddesi hükmü uyarınca Maliye Bakanlığı Personeline ödenmekte olan ek ödemeninEsas Sayısı : 2006/109 Karar Sayısı : 2008/82 2 yararlandırılan döner sermaye saymanları 5234 sayılı Yasa ile ek ödeme kapsamı dışında bırakılmıştır. Anayasanın 10. maddesinde; herkesin, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğu vurgulanmıştır. Eşitlik ilkesi ile birbirleriyle aynı durumda olanlara aynı kuralların uygulanmasının sağlanması amaçlanmıştır. Bu itibarla aynı hukuksal durumda olanlar için yapılan farklı düzenlemeler Anayasa'nın eşitlik ilkesine aykırılık oluşturmaktadır. 178 sayılı Maliye Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin 11. maddesinin (a) bendinde, genel bütçeli daireler nezdindeki merkez saymanlıkları, askeri ve mülki tüm nakit saymanlıkları, genel ve katma bütçeli kurum saymanlıkları, kadroları Bakanlıkta olan döner sermaye ve fon saymanlıklarının Muhasebat Genel Müdürlüğüne bağlı olduğu belirtilmiştir. Bu durumda, kadroları kendi kurumlarında bulunmakla birlikte döner sermaye saymanlığına Maliye Bakanlığınca atanan ve sicil, terfi izin gibi özlük işleri aynı Bakanlıkça yapılan, her mali yıl ya da hesap dönemi sonunda Sayıştay'a hesap veren ve kusursuz sorumluluk esasına göre sorumlu olan kadrosu Maliye Bakanlığında bulunan döner sermaye saymanları gibi aynı unvan, görev, yetki ve sorumluluklara sahip olan döner sermaye saymanlarının 213 sayılı Yasanın ek 13. maddesinin 4. fıkrasının (a) bendinde 5234 sayılı Yasanın 5. maddesi ile yapılan değişiklikle sadece kadro ölçütünden hareketle aynı yerde görev yapan kadrosu Maliye Bakanlığında olan döner sermaye saymanlarına yapılan ek ödemeden yararlandırılmamalarının Anayasanın 10. maddesindeki eşitlik ilkesine aykırı olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Açıklanan nedenlerle 5234 sayılı Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 213 sayılı Vergi Usul Kanununun ek 13. maddesinin 4. fıkrası (a) bendini değiştiren 5. maddesindeki "Maliye Bakanlığı ile bağlı kuruluşlarının merkez ve taşra teşkilatı kadrolarında ..." ibaresinin Anayasanın 10. maddesine aykırı olduğu kanısına varıldığından anılan madde hükmünde geçen söz konusu ibarenin iptali istemiyle Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, dava dosyasının esastan görüşülmesinin, Anayasa Mahkemesince bu konuda bir karar verilinceye kadar bekletilmesine 17.4.2006 tarihinde oybirliği ile karar verildi.""
763
Esas Sayısı : 2014/138 Karar Sayısı : 2015/7 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: ". Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği tarafından, 11.10.2013 tarih ve 28792 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren İş Güvenliği Uzmanlarının Görev, Yetki, Sorumluluk ve Eğitimleri Hakkında Yönetmelikte Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik'in 2. maddesinin birinci fıkrasının (f) bendinin; 4. maddesinin birinci fıkrasının (a) bendinin 1, 3 ve 5 numaralı alt bentlerinin; 6. maddesinin ve 12. maddesinin iptali istemiyle Çalışma ve Sosyal Güvenlik Başkanlığı'na karşı açılan davada, dava konusu Yönetmeliğin dayanağı 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu'nun 3. maddesinin birinci fıkrasının (f) bendinin Anayasa'ya uygun olup olmadığı incelendi, gereği görüşüldü. 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu'nun, "Tanımlar" başlıklı 3. maddesinin birinci fıkrasının, 6495 sayılı Yasa ile değişik (f) bendinde; İş Güvenliği Uzmanı: "Usul ve esasları yönetmelikle belirlenen, iş sağlığı ve güvenliği alanında görev yapmak üzere Bakanlıkça yetkilendirilmiş, iş güvenliği uzmanlığı belgesine sahip, Bakanlık ve ilgili kuruluşlarında çalışma hayatını denetleyen müfettişler ile mühendislik veya mimarlık eğitimi veren fakültelerin mezunları ile teknik elemanı ifade eder." kuralına yer verilmiştir. 6331 sayılı Yasa'ya dayanılarak hazırlanan İş Güvenliği Uzmanlarının Görev, Yetki, Sorumluluk ve Eğitimleri Hakkında Yönetmelik 29.12.2012 tarihli ve 28512 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Anılan Yönetmeliğin "Tanımlar" başlıklı 4. maddesinin birinci fıkrasının (f) bendinde, "İş Güvenliği Uzmanı: İş sağlığı ve güvenliği alanında görev yapmak üzere Bakanlıkça yetkilendirilmiş, iş güvenliği uzmanlığı belgesine sahip mühendis, mimar veya teknik elemanı" ifade edecek şekilde tanımlanmış iken; 6331 sayılı Yasanın 3. maddesinin birinci fıkrasının (f) bendindeki "İş Güvenliği Uzmanı" tanımının 6495 sayılı Yasa ile değiştirilmesinden sonra, dava konusu Yönetmeliğin 2. maddesi ile, Yönetmeliğin 4. maddesinin birinci fıkrasının (f) bendindeki "İş Güvenliği Uzmanı" tanımı da değiştirilerek; iş sağlığı ve güvenliği alanında görev yapmak üzere Bakanlıkça yetkilendirilmiş, iş güvenliği uzmanlığı belgesine sahip, Bakanlık ve ilgili kuruluşlarında çalışma hayatını denetleyen müfettişler ile mühendislik veya mimarlık eğitimi veren fakültelerin mezunları ile teknik eleman'ın, iş güvenliği uzmanı'nı ifade edeceği düzenlenmiştir. Bu nedenle, 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu'nun, "Tanımlar" başlıklı 3. maddesinin birinci fıkrasının (f) bendi, "İş Güvenliği Uzmanı" tanımının yapıldığı Yönetmelik maddesinin de dava konusu edilmiş olması nedeniyle, davada uygulanacak kural niteliğindedir. I 6331 sayılı Yasa'nın 3. maddesinin birinci fıkrasının (f) bendinde yer alan "...Bakanlık ve ilgili kuruluşlarında çalışma hayatını denetleyen müfettişler..." ibaresinin, Anayasa'nın 2., 10. ve 49. maddesi yönünden incelenmesi: Anayasa'nın 2. maddesi, "Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçtaEsas Sayısı : 2014/138 Karar Sayısı : 2015/7 2 belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir." kuralını taşımaktadır. Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, her türlü işlem ve eylemi hukuka uygun, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurmayı amaçlayan ve bunu geliştirerek sürdüren, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren devlettir. Hukuk devletinin temel ilkelerinden biri olan hukuk güvenliği, normların öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedelememek için çaba harcamasını gerekli kılar. Anayasa'nın "Kanun önünde eşitlik" başlığını taşıyan 10. maddesi; "(1) Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. (2) Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. (3) Hiçbir kişiye, aileye, zümreye ve sınıfa imtiyaz tanınamaz. (4) Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadır." kuralını taşımaktadır. Anayasa Mahkemesinin çeşitli kararlarında da belirtildiği üzere, kanun önünde eşitlik ilkesi, hukuksal durumları aynı olanlar için söz konusudur. Bu ilke ile eylemli değil hukuksal eşitlik öngörülmektedir. Eşitlik ilkesinin amacı, birbiriyle aynı durumda olanlara ayrı kuralların uygulanmasının ve ayrıcalıklı kişi ve toplulukların yaratılmasının engellenmesidir. Kanun önünde eşitlik, herkesin her yönden aynı kurallara bağlı tutulacağı anlamına gelmez. Durumlarındaki özellikler, kimi kişi ya da topluluklar için değişik kuralları ve uygulamaları gerektirebilir. Aynı hukuki durumlar için aynı; ayrı hukuki durumlar için farklı kurallar getirildiğinde Anayasa'da öngörülen eşitlik ilkesi zedelenmiş olmaz. Anayasa'nın 49. maddesinde, "(1) Çalışma, herkesin hakkı ve ödevidir. (2) Devlet, çalışanların hayat seviyesini yükseltmek, çalışma hayatını geliştirmek için çalışanları ve işsizleri korumak, çalışmayı desteklemek, işsizliği önlemeye elverişli ekonomik bir ortam yaratmak ve çalışma barışını sağlamak için gerekli tedbirleri alır." kuralı yer almaktadır. Anayasa'nın 49. maddesinde yer alan bu düzenleme, çalışma hayatına atılan kişilerin sağlığı ve güvenliklerine verilen değeri göstermesi bakımından önemlidir. Öte yandan, Uluslararası Çalışma Örgütünün (İLO) İş Sağlığı ve Güvenliği ve Çalışma Ortamına İlişkin 155 sayılı Sözleşmesi 7.1.2004 tarihli ve 5038 sayılı Yasayla; İş Sağlığı Hizmetlerine İlişkin 161 sayılı Sözleşmesi de 7.1.2004 tarihli ve 5039 sayılı Yasayla onaylanmış bulunmaktadır. 155 sayılı Sözleşmede, Sözleşmenin bütün ekonomik faaliyet kollarına uygulanacağı ekonomik faaliyet kolları teriminin, kamu hizmetleri de dahil olmak üzere çalışanların bulunduğu bütün kolları kapsadığı; çalışanlar teriminin, kamu çalışanları da dahil olmak üzere, istihdam edilen bütün kişileri kapsadığı belirtilmektedir. 161 sayılı Sözleşmede ise bütün ekonomik faaliyet dallarında ve tüm işletmelerde, kamu sektörü ve üretim kooperatifleri üyelerini de kapsayacak şekilde, tüm çalışanlar için, iş sağlığı ve iş güvenliği hizmetlerinin sürekli bir şekilde geliştirilmesinin üstlenilmesi gerektiği hususu vurgulanmaktadır. Anayasa'nın 90. maddesinin beşinci fıkrasındaki, usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası antlaşmaların yasa hükmünde olduğu; bunlar hakkında Anayasa MahkemesineEsas Sayısı : 2014/138 Karar Sayısı : 2015/7 3 başvurulamayacağı; temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalar ile yasaların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarla milletlerarası antlaşma hükümlerinin esas alınacağı yolundaki hüküm nedeniyle, İLO Sözleşmelerinin birer iç hukuk kuralı haline geldiğinin; ayrıca, tarafı haline geldiğimiz bu milletlerarası sözleşmelerle ana hatları belirlenen, iş güvenliği alanında çalışma hayatının gerekli kıldığı yasal düzenlemeleri yapma konusunda yasama organının yükümlülüğünün doğduğunun da kabulü gerekir. İş kazaları ve meslek hastalıkları, çalışma hayatında yaşanan sorunların en önemlilerindendir. Bu nedenle, iş sağlığı ve güvenliği konusu, sadece ekonomik bir sorun olmayıp, toplumsal boyutları da bulunan teknik bir konudur. Uluslararası Çalışma Örgütü verileri, Türkiye'nin ölümlü iş kazaları konusunda en yüksek orana sahip ülkeler arasında bulunduğunu göstermektedir. Esasen 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu, iş kazaları ve meslek hastalıklarının olabildiğince azaltılması amacıyla çıkarılmıştır. İşçi sağlığının korunması ve iş güvenliğinin sağlanması ise; hangi sektörde olursa olsun işçilerin bedensel, ruhsal, sosyal durumlarını mümkün olan en üst düzeye çıkarmak, işçilerin çalışma koşulları yüzünden sağlıklarının bozulmasını önlemek, işçileri çalışmaları sırasında sağlığa aykırı etkenlerden ve tehlikelerden korumak, işçilerin fizyolojik ve psikolojik durumlarına en uygun mesleki ortamlarda çalışmalarını sağlamakla mümkün olabilecektir. Görüldüğü üzere, "iş sağlığı ve güvenliği" çalışma hayatına ilişkin teknik bilgi birikimi, teknik uzmanlık gerektiren bir konudur. İşyerlerinin çalışma koşullarının işçiler üzerindeki etkileri; meslek hastalığı veya iş kazalarının önlenmesi için alınması gereken tedbirler gibi teknik konular, faaliyette bulunulan sektöre göre değişkenlik gösterebilir. İş güvenliği uzmanlarının, görevlerini gereği gibi yerine getirebilmeleri için, koşullarını denetleyeceği üretim alanıyla ilgili teknik bilgiye sahip, konusunun uzmanı, yapılacak işin niteliğine uygun eğitim almış kişiler arasından seçilmeleri gerekmektedir. Başka bir anlatımla, iş güvenliği uzmanlığı, yapılan işin niteliği gereği teknik bilgi gerektiren bir mesleki faaliyettir. Oysa, 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu'nun "Tanımlar" başlıklı 3. maddesinin birinci fıkrasının (f) bendinde, "İş Güvenliği Uzmanı" tanımında; iş sağlığı ve güvenliği alanında Bakanlıkça yetkilendirilmiş, iş güvenliği uzmanlığı belgesine sahip mühendis, mimar ve teknik elemanlara yer verilmiş iken, 12.7.2013 tarihli ve 6495 sayılı Yasa'nın 101. maddesi ile, söz konusu tanıma, "....Bakanlık ve ilgili kuruluşlarında çalışma hayatını denetleyen müfettişler..." ibaresi eklenmek suretiyle, iş güvenliği uzmanlığı; sadece mühendis, mimar ve teknik elemanların yapabileceği bir iş olmaktan çıkarılmıştır. Yasadaki tanıma eklenen "...Bakanlık ve ilgili kuruluşlarında çalışma hayatını denetleyen müfettişler..." ibaresiyle kastedilen, görev ve yetkileri aynı Yasa'nın 24. maddesinde düzenlenen Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı İş Teftiş Kurulunda görev yapan müfettişler ise; hukuk, siyasal bilgiler, iktisat, idari bilimler, işletme gibi sosyal bilimler alanında eğitim veren yükseköğretim programlarından mezun olanların katılabildikleri yarışma sınavı sonucuna göre müfettiş yardımcısı olarak işe başlayanlar ile yeterlilik sınavı sonrasında müfettişliğe atananlardan oluşmaktadır.Esas Sayısı : 2014/138 Karar Sayısı : 2015/7 4 Bu haliyle, 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu'nun 3. maddesinin birinci fıkrasının (f) bendindeki, "...Bakanlık ve ilgili kuruluşlarında çalışma hayatını denetleyen müfettişler..." ibaresi, yapılan işin niteliği gereği sadece mühendis, mimar ve teknik elemanlarca yapılabilecek bir iş olan "İş Güvenliği Uzmanlığı" tanımını, idari denetim, inceleme ve soruşturma ile görevli ve yetkili olan müfettişleri de kapsayacak şekilde genişletmesi ve kavram karışıklığına yol açması nedeniyle Anayasa'nın hukuk devleti ilkesine, eşitlik ilkesine aykırı ve çalışma barışını bozucu nitelikte olduğu sonucuna ulaşılmaktadır. II. Sonuç ve İstem: Açıklanan nedenlerle ve bir davaya bakmakta olan mahkemenin, o dava sebebiyle uygulanacak yasa kuralının Anayasa'ya aykırı olduğu kanısına götüren görüşünü açıklayan kararı ile Anayasa Mahkemesine başvurulması gerektiğini düzenleyen 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 40. maddesinin 1. fıkrası gereğince, yukarıda açıklanan gerekçelerle; 6331 sayılı Yasanın 3. maddesinin birinci fıkrasının (f) bendinde yer alan "...Bakanlık ve ilgili kuruluşlarında çalışma hayatını denetleyen müfettişler..." ibaresinin Anayasa'nın 2, 10 ve 49. maddelerine aykırı olduğu kanısına ulaşılması nedeniyle Anayasa Mahkemesine başvurulmasına; dosyada bulunan belgelerin onaylı bir örneğinin Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine, 2.6.2014 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.""
1,451
Esas Sayısı : 2010/79 Karar Sayısı : 2012/9 1 "... I İPTAL VE YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMLERİNİN GEREKÇESİ İptal istemini içeren 10.8.2010 günlü dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir: '1) 03.06.2010 Tarihli ve 5983 Sayılı Kooperatifler Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 3. Maddesi ile 24.04.1969 Tarihli ve 1163 Sayılı Kanunun Değiştirilen 90. Maddesinin İkinci Fıkrasının Anayasaya Aykırılığı 1163 sayılı Kooperatifler Kanunu'nun 90 ıncı maddesinde yapılan değişiklikle, kooperatiflerin teftiş ve denetimlerinde değişiklik yapılmış, değişiklikten önce kooperatif kontrolörlerinin seçilme ve çalışma şekli ile görev ve yetkilerinin tüzükle tespit olunacağı belirtilmişken, kural genişletilerek, seçilme ve çalışma usul ve esaslarının tüzükle tespit olunacağı hüküm altına alınmıştır. Kooperatif Kontrolörleri, 1163 sayılı Yasada belirtilen ilgili bakanlıkların (Yasanın ek 1. maddesine göre Tarım ve Köyişleri Bakanlığı, Bayındırlık ve İskan Bakanlığı ve Sanayi ve Ticaret Bakanlığı) kadrolarında, memur statüsünde bulunmakta ve denetim görevi yapmaktadırlar. Bakanlıklar, Devlet tüzelkişiliği içinde, genel idare esaslarına göre kamu hizmeti yürüten kurumlarıdır. Anayasanın 128. maddesinin birinci fıkrasında, Devletin genel idare esaslarına göre yürütmekle yükümlü oldukları kamu hizmetlerinin gerektirdiği aslî ve sürekli görevlerin, memurlar ve diğer kamu görevlileri eliyle görüleceği belirtilmiştir. 128 inci maddenin ikinci fıkrasında ise; 'memurların ve diğer kamu görevlerinin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hak ve yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük işleri kanunla düzenlenir' denilmiştir. Ortaklarının belirli ekonomik menfaatlerini korumak amacıyla kurulan ve Anayasanın 171. maddesine göre Devletin gelişmesini sağlayacak tedbirleri alması gereken kooperatiflerin, Devlet tarafından denetiminin, genel idare esaslarına göre yürütülen kamu hizmeti olduğu, bu denetimde görevli kontrolörlerin de Anayasanın 128 inci maddesinde belirtilen memurlar olduğu açıktır. Kooperatif kontrolörlerinin seçilme ve çalışma usul ve esasları ile görev ve yetkileri konusunda, yasayla temel ilkeler konulup çerçeve çizilmeden, tüm düzenlemelerin sınırsız bir şekilde tüzük düzenlemesine bırakılması Anayasanın 128. maddesine aykırıdır. Anayasanın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti'nin hukuk devleti olduğu belirtilmiştir. Cumhuriyetin nitelikleri arasında sayılan hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık, yasaların üstünde yasa koyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri ve Anayasanın bulunduğu bilincinde olan devlettir. Hukuk güvenliği, hukuk devletinin en önemli ilkeleri arasındadır. Hukuk devleti olmak, yönetilenlere hukuk güvencesi sağlar. Yasal düzenlemeler, kamusal yetkinin kullanılmasında kişilereEsas Sayısı : 2010/79 Karar Sayısı : 2012/9 2 güvence sağlamaya yöneliktir. Kooperatif kontrolörlerinin yasama işlemiyle yapılması gereken iş ve işlemlerinin, yürütme işlemi olan tüzükle tespiti hukuk güvenliği ilkesine de aykırılık oluşturur. Açıklanan nedenlerle, 03.06.2010 tarihli ve 5983 sayılı Kooperatifler Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 3. maddesi ile 24.04.1969 tarihli ve 1163 sayılı Kanunun değiştirilen 90. maddesinin ikinci fıkrası Anayasanın 2. ve 128. maddelerine aykırı olup, iptali gerekmektedir. 2) 03.06.2010 Tarihli ve 5983 Sayılı Kooperatifler Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 3 üncü Maddesi ile 24.04.1969 Tarihli ve 1163 Sayılı Kanunun Değiştirilen 90. Maddesinin Üçüncü Fıkrasının İkinci Tümcesinin Anayasaya Aykırılığı 1163 sayılı Yasanın 5983 sayılı Yasayla değişik 90. maddesinde kooperatiflerin ilgili bakanlıklar tarafından denetimiyle ilgili düzenleme yapılmış, maddenin üçüncü fıkrasının birinci tümcesinde, kooperatiflerin, denetim sonuçlarına göre ilgili bakanlıkça verilecek talimata uymak zorunda oldukları belirtilmiştir. Söz konusu üçüncü fıkranın ikinci tümcesinde ise; yapılan denetimler sonucunda, kooperatiflerin, kooperatif birliklerinin, kooperatif merkez birliklerinin, Türkiye Milli Kooperatifler Birliğinin ve bunların iştiraklerinin (dilekçede kooperatif olarak adlandırılacaktır) yönetim kurulu üyeleri ile üst düzey yöneticilerinin, hukuka açıkça aykırı eylem ve işlemlerinin tespit edilmesi durumunda, ilgili Bakanlığın, kamu yararı ve hizmet gerekleri dikkate alınarak gecikmesinde sakınca görülen hallerde ileride telafisi güç veya imkansız zararlara yol açılmasının engellenmesi amacıyla bu kişilerin görevlerine tedbiren son verebileceği belirtilmiştir. Böylece, kamu düzeni ve yararı amacıyla denetim yapan ilgili bakanlıklara, kooperatiflerin yönetim kurulu üyeleri ile üst düzey yöneticilerin görevlerine son verme konusunda yetki verilmiştir. Kooperatifler, temel kuralları yasayla belirlenen, geliştirilmeleri konusunda Anayasanın 171. maddesiyle anayasal güvence altına alınan, 'ana sözleşme' ile kurulan, değişir ortaklı ve sermayeli, tüzel kişiliğe sahip ortaklıklardır. 1163 sayılı Yasanın 98. maddesine göre, bu Yasada aksine açıklama olmayan hususlarda Türk Ticaret Kanunundaki 'anonim şirketler'e ait hükümler uygulanacak, 99. maddesine göre de bu yasada düzenlenen hususlardan doğan hukuk davaları, tarafların tacir olup olmadıklarına bakılmaksızın 'ticari dava' sayılacaktır. Anayasanın 48. maddesinde, herkesin dilediği alanda sözleşme özgürlüğüne sahip olduğu, özel teşebbüsler kurmanın serbest olduğu belirtilmiştir. Anayasada devlete bu özgürlük ve serbestliği sınırlama yetkisi verilmemiş; özel teşebbüslerin ulusal ekonominin gereklerine ve sosyal amaçlarına uygun yürümesini, güvenlik ve kararlılık içinde çalışmasını sağlayacak önlemleri alma görevi verilmiştir. Anayasanın 'kooperatifçiliğin geliştirilmesi' başlıklı 171. maddesinde devlete verilen görev, kooperatifçiliğin gelişmesini sağlayacak önlemleri almaktır. Bu maddede de herhangi bir sınırlama yetkisi yoktur. Anayasanın 13. maddesinde, temel hak ve hürriyetlerin, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabileceği, bu sınırlamanın Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamayacağı belirtilmiştir.Esas Sayısı : 2010/79 Karar Sayısı : 2012/9 3 Sözleşme özgürlüğü, özel hukuktaki irade özerkliği ilkesinin Anayasa hukuku alanındaki dayanağıdır. Özel hukukta irade özerkliği, kişilerin yasal sınırlar içerisinde istedikleri hukuki sonuca bu yoldaki iradelerini yeterince açığa vurarak ulaşabilmelerini ifade etmektedir. Anayasa açısından sözleşme özgürlüğü ise Devletin, kişilerin istedikleri hukukî sonuçlara ulaşmalarını sağlaması ve bu bağlamda kişilerin belli hukukî sonuçlara yönelen iradelerini geçerli olarak tanıması, onların iradelerinin yöneldiği hukukî sonuçların doğacağını ilke olarak benimsemesi ve koruması demektir. Sözleşme özgürlüğü uyarınca kişiler, hukuksal ilişkilerini özgür iradeleriyle ve sözleşmelerle düzenlemekte serbesttir. Anayasanın 48. maddesinde koruma altına alınan sözleşme özgürlüğü, sözleşme yapma serbestisinin yanı sıra, yapılan sözleşmelere dışarıdan müdahale yasağını da içerir. (AYMK., 07.02.2008 günlü, E.2005/128, K.2008/54). Anayasanın 171. maddesinin ikinci fıkrasındaki 'Kooperatifler, Devletin her türlü kontrol ve denetimine tâbi olup, siyasetle uğraşamaz ve siyasi partilerle işbirliği yapamazlar' hükmünün 1995 yılında 4121 sayılı Yasa ile kaldırılmasıyla, kooperatifler üzerindeki Devletin her türlü kontrol ve denetim yetkisi Anayasal yetki olmaktan çıkarılarak, kooperatifçiliğin ilkeleri, ulusal ekonominin koşulları, ülke ve toplum yararı, üreticinin ve tüketicinin korunması, ortakların haklarının korunması, kooperatiflerin yararları, özellikleri, işlevleri gibi amaçlar gözetilerek yasal yetki kapsamına girmiştir. Kooperatif yöneticileri ve üst yöneticileri, Yasadaki hükümlerle birlikte, ana sözleşmeye bağlı olarak, kooperatif genel kurulunda yapılan seçimle gelen, görev, yetki ve sorumlulukları ana sözleşmede gösterilen kişilerdir. Kooperatif tüzelkişiliğinin kurucu unsurlarının kooperatifin ana sözleşme ve organları olduğu, kooperatiflerin, kuruluş sözleşmesi niteliğindeki ana sözleşmelerini kendilerinin oluşturabilecekleri, değiştirebilecekleri, organlarını belirleyebilecekleri, organlarının seçimi, seçilmiş organlarının görevlerine son verilmesi, iradeleri dışında ancak mahkeme kararı ile kapatılabilecekleri, sözleşme özgürlüğünün kapsamı içinde bulunmaktadır. Kooperatiflerin organlarında görev alan üyelerin herhangi bir nedenle görevlerinden ayrılmaları ve bu durumda yerlerine hangi usûlle seçim yapılacağının her kooperatifin kendi ana sözleşmesinde belirlenmesi, sözleşme özgürlüğünün doğal sonucudur. İptali istenen kuralla, kooperatif yöneticileri ve üst yöneticilerinin ilgili bakanlık tarafından görevlerine tedbiren son verilmesi sözleşme özgürlüğüne Anayasanın 48 inci maddesinde öngörülmeyen bir müdahale oluşturmaktadır. Öte yandan, Anayasanın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir. 'Hukuk güvenliği ilkesi', hukuk devletinde uyulması zorunlu temel ilkelerden birini oluşturmaktadır. Anayasada öngörülen temel hak ve özgürlüklerin kullanılmasının ve insan haklarının yaşama egemen kılınmasının önkoşulu olan hukuk güvenliği ilkesi, hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar.Esas Sayısı : 2010/79 Karar Sayısı : 2012/9 4 İlgili bakanlığa verilen yetki, 'kamu yararı ve hizmet gerekleri' gibi soyut, belirsiz ve keyfi uygulamalara yol açacak genişliktedir. Daha önce tesis edilmiş bulunan işlemlerin doğurduğu hukuki sonuçları ortadan kaldıracak şekilde yasama tasarrufunda bulunulması, hukuk güvenliği ilkesine aykırılık oluşturur. Açıklanan nedenlerle, 03.06.2010 tarihli ve 5983 sayılı Kooperatifler Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 3. maddesi ile 24.04.1969 tarihli ve 1163 sayılı Kanunun değiştirilen 90. maddesinin üçüncü fıkrasının ikinci tümcesi Anayasanın 2., 13., 48. ve 171. maddelerine aykırı olup, iptali gerekmektedir. III. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ Hukuk devletine aykırı olan, temel hak ve özgürlükleri ölçüsüzce sınırlandıran ve Anayasaya açıkça aykırı olan bir düzenlemenin uygulanması halinde, sonradan giderilmesi olanaksız zararlara yol açacağı çok açıktır. Öte yandan, Anayasal düzenin en kısa sürede hukuka aykırı kurallardan arındırılması, hukuk devleti sayılmanın da gereğidir. Anayasaya aykırılığın sürdürülmesinin, bir hukuk devletinde sübjektif yararların üstünde, özenle korunması gereken hukukun üstünlüğü ilkesini de zedeleyeceği kuşkusuzdur. Hukukun üstünlüğü ilkesinin sağlanamadığı bir düzende, kişi hak ve özgürlükleri güvence altında sayılamayacağından, bu ilkenin zedelenmesinin hukuk devleti yönünden giderilmesi olanaksız durum ve zararlara yol açacağında duraksama bulunmamaktadır. Söz konusu hükümlerin uygulanması halinde kooperatifçilik güvencesiz olarak denetlenecek, ağır baskı altında tutulacak ve seçimle gelen yöneticileri hukuka aykırı olarak görevden alınabilecektir. Ekonomik anlamda gerçek ve tüzel kişi tarafların önceden öngöremeyecekleri büyük kayıplara sebebiyet verebilecektir. Anayasanın hükümlerine açıkça aykırılık taşıdığı muhakkak olan bu düzenlemenin uygulamaya geçmesi durumunda ise telafisi imkansız zararlar doğacaktır. Bu zarar ve durumların doğmasını önlemek amacıyla, Anayasaya açıkça aykırı olan iptali istenen hükümlerin iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüklerinin de durdurulması istenerek Anayasa Mahkemesine dava açılmıştır. IV. SONUÇ VE İSTEM Yukarıda açıklanan gerekçelerle, 03.06.2010 tarihli ve 5983 sayılı Kooperatifler Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun; 1) 3. maddesi ile 24.04.1969 tarihli ve 1163 sayılı Kanunun değiştirilen 90. maddesinin ikinci fıkrasının, Anayasanın 2. ve 128. maddelerine aykırı olduğundan, 2) 3. maddesi ile 1163 sayılı Kanunun değiştirilen 90. maddesinin üçüncü fıkrasının ikinci tümcesinin, Anayasanın 2., 13., 48. ve 171. maddelerine aykırı olduğundan,Esas Sayısı : 2010/79 Karar Sayısı : 2012/9 5 iptallerine, Anayasaya açıkça aykırı olmaları ve uygulanmaları halinde giderilmesi güç ya da olanaksız zarar ve durumlar doğacağı için, iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüklerinin durdurulmasına karar verilmesine ilişkin istemimizi saygı ile arz ederiz.'"
1,575
Esas Sayısı : 2011/23 Karar Sayısı : 2012/3 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ İtiraz Başvurusunun Gerekçe Bölümü Şöyledir: 'Dava, davacı Bolu İl Özel İdaresi tarafından Bolu ili, Merkez ilçe, Tabaklar Mahallesi 4 pafta, 424 ada, 95 parseldeki taşınmazın bulunduğu alanda 3194 sayılı Yasa'nın 18. madde uygulaması yapılmasına ilişkin belediye encümen kararına yapılan itirazın reddine dair 22.01.2010 gün ve 2010/86 sayılı Encümen kararının; taşınmazlarında değer kaybı olduğu, bu alana idarelerince yapılmak istenen yatırımın engellendiği ve taşınmazın yola bakan kısmının belediye tarafından mülk edinildiği, kamu yararı bulunmadığı ileri sürülerek iptali istemiyle Bolu Belediye Başkanlığı'na karşı açılmıştır. Davalı idarece, dava konusu edilen işlemde 3194 sayılı İmar Kanunu'nun 18. maddesini uygulaması amacının kamu yararı olduğu, yapılan düzenleme sonucu oluşan yeni parsellerin mümkün olduğunca ana taşınmaza yakın parsellerden verilmeye çalışıldığı, uygulamanın kesinleştirilerek tescil işlemlerinin tamamlandığı, düzenlemeye giren taşınmazlardan yoldan ihdas yoluyla elde edilen taşınmazların dayanağının 2644 sayılı Tapu Kanununun 21. maddesinde yer alan 'Köy ve belediye sınırları içinde kapanmış yollarla yol fazlaları köy veya belediye namına tescil olunur.' hükmü olduğu, bu nedenlerle tesis edilen işlemde hukuka aykırılık bulunmadığı ve davanın reddi gerektiği savunulmuştur. Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına saygı gösteren, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayıp yargı denetimine açık olan, yasaların üstünde yasakoyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri ve Anayasa bulunduğu bilincinde olan devlettir. Anayasa'nın 35. maddesinde ise; 'Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.' hükmüne yer verilmiştir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine ek 1 nolu Protokol'ün 'Mülkiyetin Korunması' başlıklı 1. maddesinde; 'Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir.' şeklindeki hükümle mülkiyet hakkı Sözleşmenin koruma şemsiyesi altına alınmış, kapsam ve sınırları belirlenmiştir. 2644 sayılı Tapu Kanununun 21. maddesinde; 'Köy ve belediye sınırları içinde kapanmış yollarla yol fazlaları köy veya belediye namına tescil olunur.' hükmü yer almaktadır. Bilindiği üzere kamunun kullanımındaki yollar; kadimden beri kullanıla gelen, nasıl ve ne zaman oluştuğu bilinmeyen yollar olabildiği gibi, kişilerin özel mülkiyetindeki taşınmazların bir kısmının rızaen yola terk edilmesi sonucu da oluşabilmektedir. Bu yollar, kamunun kullanımında olması nedeniyle kadastro çalışmaları sırasında özel mülkiyete konu edilmeyerek tescil dışı bırakılmaktadır.Esas Sayısı : 2011/23 Karar Sayısı : 2012/3 2 Kamunun kullanımındaki yolların herhangi bir idari tasarrufla kapatılması sonucu elde edilen taşınmazların Tapu Kanununun 21. maddesi uyarınca belediyeler veya köyler adına tescil edilmesiyle; kadimden bu yana yol olarak kullanılan veya kişilerin özel mülkiyet haklarından feragat ederek kamunun kullanımına bıraktıkları alanlar, idari bir tasarrufla idarenin özel mülkiyeti haline getirilmektedir. Bu taşınmazların, üçüncü kişilere satışı da dahil her türlü hukuki işleme konu edilmesi de mümkün olabilmektedir. Oysa ki, mülkiyet hakkından vazgeçilerek kamunun kullanımına bırakılan alanların, idari bir tasarrufla belediye veya köylerin özel mülkiyetine dönüştürülmesi Anayasanın 35. maddesine aykırı olduğu gibi Anayasamızın 2. maddesinde ifade edilen amacın gerçekleştirilmesine de hizmet etmemektedir. Öte yandan, köy ve belediye sınırları içinde kapanmış yollarla yol fazlalarının köy veya belediye namına tescil edilmesi söz konusu olabilecekse, bu taşınmazların ancak yeniden kamunun kullanımına açılacak şekilde düzenlenmesi ve tescilin bu amaçla sınırlandırılması, özel mülkiyet haline dönüştürülmesinin engellenmesi gerekmektedir. Açıklanan nedenlerle bir davaya bakmakta olan mahkemenin, o dava sebebiyle uygulanacak bir Yasanın Anayasaya aykırı olduğu kanısına götüren görüşünü açıklayan kararı ile Anayasa Mahkemesine başvurulması gerektiğini düzenleyen 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 28. maddesi gereğince 2644 sayılı Tapu Kanunu'nun 21. maddesinin Anayasa'nın 2. ve 35. maddelerine aykırı olduğu kanısına ulaşılması nedeniyle re'sen Anayasa Mahkemesine başvurulmasına ve Anayasa Mahkemesince verilecek olan kararın gecikmesi halinde hem yargısal hem de kişisel bazda giderilmesi güç veya olanaksız zararlar doğabileceği göz önünde bulundurularak esas hakkında karar verilinceye kadar itiraz konusu kuralın yürürlüğünün durdurulmasına karar verilmesinin istenilmesine, dosyada bulunan konuyla ilgili belgelerin onaylı birer örneğinin Anayasa Mahkemesi Başkanlığı'na gönderilmesine, 17/01/2011 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.'"
667
Esas Sayısı : 2016/164 Karar Sayısı : 2017/75 1 652 sayılı Millî Eğitim Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname'nin atama başlıklı 37. maddesinde; (1) 23/4/1981 tarihli ve 2451 sayılı Bakanlıklar ve Bağlı Kuruluşlarda Atama Usulüne İlişkin Kanunun eki cetvellerde sayılanlar dışında kalan memurların atamaları Bakan tarafından yapılır. (2) Bakan, gerekli gördüğü hâllerde atama yetkisini merkez teşkilatında alt kademelere, illerde valilere devredebilir. (3) Öğretmenlerin Bakanlıkça belirlenen hizmet bölge veya alanlarında en az üç eğitim öğretim yılı görev yapması esastır. Bunların yer değiştirme suretiyle atamaları her yıl yapılan atama plan ve programları çerçevesinde eğitim öğretim faaliyetlerini etkilemeyecek şekilde sonuçlandırılır. (İptal son cümle: Anayasa Mahkemesinin 6/2/2013 tarihli ve E:2011/123, K:2013/26 sayılı Kararı ile. Yeniden Düzenleme: 1/3/2014 6528/22 md.) Bakanlıkça belirlenen özür gruplarına bağlı yer değiştirmeler ise yarıyıl ve/veya yaz tatillerinde yapılır. (4) Öğretmenlerin yer değiştirme suretiyle atamalarında uyulacak temel ilkeler, özür grupları, hizmet bölgeleri ve alanları, hizmet puanı ve diğer hususlara ilişkin usûl ve esaslar yönetmelikle belirlenir. (5) Özüre dayalı yer değiştirme istekleri hizmet puanı sıralamasındaki yetersizlik sonucu yerine getirilemeyenlere, 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 72 nci maddesi kapsamına girenlerin hakları saklı kalmak kaydıyla, istekleri hâlinde istekte bulundukları yere atanmaya hak kazanıncaya kadar, aylıksız izin verilebilir. Bu şekilde aylıksız izin verilen öğretmenler, bağlı bulundukları il millî eğitim müdürlüklerine bu amaçla tahsis edilmiş bulunan boş öğretmen kadrolarına aylıksız izinli olmak şartıyla atanır. Bunların atandıkları bu kadrolar aylıksız izin süresiyle sınırlı olarak saklı tutulur. Ancak, aylıksız izne ayrılan öğretmenler, üçüncü yıl sonuna kadar istedikleri yere atamalarının yapılamaması hâlinde durumlarına uygun boş öğretmen kadrolarına öncelikle atanırlar. (6) Öğretmenlerin atamaları Bakanlıkça il/ilçe emrine veya doğrudan eğitim kurumuna yapılır. Bakanlıkça il/ilçe emrine atama yapılması hâlinde, öğretmenlerin atandıkları ildeki görev yerleri, hizmet puanları ve yeterlikleri dikkate alınarak il millî eğitim müdürünün teklifine göre valilerce belirlenir. (7) Değişik: 1/3/2014 6528/22 md.) İl Millî Eğitim Müdürü, İl Millî Eğitim Müdür Yardımcısı, İlçe Millî Eğitim Müdürü, İl ve İlçe Millî Eğitim Şube Müdürü, Maarif Müfettişi, Okul ve Kurum Müdürü, Müdür Başyardımcısı ve Müdür Yardımcısı olarak görev yapanların hizmet sürelerine ve/veya isteğe bağlı yer değiştirmelerine ilişkin usul ve esaslar yönetmelikle belirlenir. (8) (Değişik: 1/3/2014 6528/22 md.) Okul ve Kurum Müdürleri, İl Millî Eğitim Müdürünün teklifi üzerine, Müdür Başyardımcısı ve Yardımcıları ise Okul veya Kurum Müdürünün inhası ve İl Millî Eğitim Müdürünün teklifi üzerine Vali tarafından dört yıllığına görevlendirilir. Bu görevlendirmelerin süre tamamlanmadan sonlandırılması, süresi dolanların yeniden görevlendirilmesi ile bu fıkranın uygulanmasına ilişkin diğer usul ve esaslarEsas Sayısı : 2016/164 Karar Sayısı : 2017/75 2 yönetmelikle düzenlenir. Bu fıkra kapsamındaki görevlendirmeler özlük hakları, atama ve terfi yönünden kazanılmış hak doğurmaz. (9) (Ek: 1/3/2014 6528/22 md.) Yurt içi veya yurt dışında, yerli veya yabancı kurum ve kuruluşlarla veya başka ülkelerle işbirliği anlaşması çerçevesinde kurulan ve ulusal veya uluslararası proje yürüten okul ve kurumlar, Bakan onayı ile proje okulu olarak seçilen ve belirli eğitim reformu ve programları uygulanan okul ve kurumlar ile Bakan onayıyla doğrudan Bakanlık merkez teşkilatına bağlanan kurumlara yapılacak öğretmen atamaları ve yönetici görevlendirmeleri Bakan tarafından yapılır. (10) (Ek: 1/3/2014 6528/22 md.) Öğretim üyeleri ile Bakanlıkta görev yapmakta olan öğretmenlerin dokuzuncu fıkra kapsamındaki kurumlara atanma ve görevlendirilmelerinde bu Kanun Hükmünde Kararname, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu ve diğer mevzuatın sınavlar ve atanmaya ilişkin hükümleri uygulanmaz. Dokuzuncu fıkra kapsamındaki kurumlara yönetici görevlendirmeleri özlük hakları, atanma ve terfi yönünden kazanılmış hak doğurmaz. (11) (Ek: 1/3/2014 6528/22 md.) Kamu kurum ve kuruluşlarında çalışanlar kurumlarının ve kendilerinin muvafakati ile aylık, ödenek, her türlü zam ve tazminatlar ile diğer mali ve sosyal hak ve yardımları kurumlarınca ödenmek kaydıyla geçici olarak Bakanlıkta görevlendirilebilirler. hükümlerine yer verilmiştir. Anılan maddenin 9 ve 10. fıkralarına istinaden, Bakan onayıyla doğrudan Milli Eğitim Bakanlığı merkez teşkilatına bağlanan kurumlara yapılacak yönetici görevlendirmeleri ve öğretmen atamaları ile ilgili usul ve esasları düzenlemek üzere dava konusu Milli Eğitim Bakanlığı Doğrudan Merkez Teşkilatına Bağlı Kurumlara Yönetici Görevlendirilmesine ve Öğretmen Atamasına İlişkin Yönerge 09/04/2015 tarihli Bakan Olur'u ile yürürlüğe girmiş olup, Yönergenin 3. maddesinde dayanak olarak 652 sayılı Millî Eğitim Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin gösterildiği anlaşıldığından, 652 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin doğrudan Bakanlık merkez teşkilatına bağlanan kurumlara yapılacak öğretmen atamaları ve yönetici görevlendirmelerinin düzenlendiği 37. maddesinin 9 ve 10. fıkralarının uyuşmazlıkta uygulanacak kural haline geldiğinde kuşku bulunmamaktadır. Anayasanın 2. maddesi hukuk devleti ilkesini, 7. maddesi ise yasama yetkisinin Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinde olduğunu ve bu yetkinin devredilemeyeceğini düzenlemektedir. Anayasanın 128. maddesinin ikinci fıkrasında da memurların ve diğer kamu görevlilerinin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük işlerinin Kanunla düzenleneceği kurala bağlanmaktadır. Anayasa Mahkemesinin çeşitli kararlarında da vurgulandığı üzere, Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık, yasaların üstünde yasa koyucunun da uyması gereken Anayasa ve temel hukuk ilkelerinin bulunduğu bilincinde olan devlettir. Hukuk devleti ilkesinin önkoşullarından biri olan hukuk güvenliği ile kişilerin hukuki güvenliğinin sağlanması amaçlanmaktadır. Hukuk güvenliği ilkesi, hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini,Esas Sayısı : 2016/164 Karar Sayısı : 2017/75 3 devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar. Anayasa'nın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti'nin Başlangıçla belirtilen temel ilkelere dayanan bir hukuk Devleti olduğu vurgulanmış, 176. maddesi ile Anayasa' metnine dahil olduğu açıklanan Başlangıç bölümünde ise, güçler ayrılığı ilkesine yer verilmiştir. Bu ilke gereği yasama, yürütme ve yargı, bu yetkileri kullanacak organlar olarak belirlenmiş; Anayasa'nın 7. maddesinde; yasama yetkisinin Türkiye Büyük Millet Meclisi'nce kullanılacağı ve devredilemeyeceği kurala bağlanmıştır. Bu kural karşısında, Anayasa'da yasayla düzenlenmesi öngörülen konularda yürütme organına genel ve sınırları belirsiz bir düzenleme yetkisinin verilmesi olanaklı değildir. Yürütmenin düzenleme yetkisi, sınırlı, tamamlayıcı ve bağımlı bir yetkidir. Bu nedenle, Anayasa'da öngörülen ayrık durumlar dışında, yasalarla düzenlenmemiş bir alanda, yasa ile yürütmeye genel nitelikte kural koyma yetkisi verilemeyeceği açıktır. Yürütme organına düzenleme yetkisi veren bir yasa kuralının, Anayasa'nın 7. maddesine uygun olabilmesi için, temel ilkeleri koyması, çerçeveyi çizmesi, sınırsız, belirsiz, geniş bir alanı yönetimin düzenlemesine bırakmaması gerekmektedir. Temel kuralları koymadan, ölçüsünü belirlemeden ve sınırları çizmeden, yürütmeye düzenleme yetkisi veren bir kuralın, Anayasa'nın 7. maddesine aykırı düşeceğinde kuşku bulunmamaktadır. Yasa ile yetkilendirme, Anayasanın öngördüğü biçimde yasa ile düzenleme anlamına gelmeyeceği gibi, yasa koyucu, gerektiğinde sınırlarını belirlemek koşuluyla bazı konuların düzenlenmesini idareye bırakabilir. Anayasanın 2. maddesindeki hukuk devleti ilkesi de yasama yetkisini düzenleyen 7. maddenin bu şekilde anlaşılmasını ve uygulanmasını gerektirir. 652 sayılı Millî Eğitim Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname'nin atama başlıklı 37. maddesine 6528 sayılı Yasa'nın 22. maddesi ile eklenen 9. fıkrası metnine bakıldığında, Milli Eğitim Bakanına verilen yetkinin önce sınırlarının çizilmeye teşebbüs edildiği, bu amaçla yurt içi veya yurt dışında, yerli veya yabancı kurum ve kuruluşlarla veya başka ülkelerle işbirliği anlaşması çerçevesinde kurulan ve ulusal veya uluslararası proje yürüten okul ve kurumlar, bakan onayı ile proje okulu olarak seçilen ve belirli eğitim reformu ve programları uygulanan okul ve kurumların sayıldığı, ancak fıkranın izleyen bölümünde Bakana, doğrudan Bakanlık merkez teşkilatına bağlanan kurumlan belirleme ve bu kurumlara yapılacak öğretmen atamaları ve yönetici görevlendirmeleri konusunda sınırları belirli olmayan, herhangi bir ölçüte dayanmayan çok geniş bir yetki verildiği görülmektedir. Yasanın 10. fıkra hükmünde ise, 9. fıkrada sayılan kurumlara yapılacak olan atamalarda ve görevlendirmelerde, 652 sayılı Kanun Hükmünde Kararname, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu ve diğer mevzuatın sınavlar ve atanmaya ilişkin hükümlerinin uygulanmayacağı belirtilerek Milli Eğitim Bakanına tanınan yetkinin genel ve sınırları belirsiz bir yetki olduğu açıkça vurgulanmaktadır. Bu şekilde, Yasama organı tarafından, temel ilkeleri koyulmadan, çerçevesi çizilmeden, sınırsız, belirsiz, geniş bir alanı düzenleme yetkisinin yürütme organın bir parçası olan Milli Eğitim Bakanına bırakılması, memurların ve diğer kamu görevlilerinin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, haklan ve yükümlülükleri, aylık ve ödeneklerinin ve diğer özlük işlerinin kanunla düzenlenmesi gerektiğini öngören Anayasanın 128. maddesine açıkça aykırı olduğu gibi, yasama yetkisinin devredilemeyeceğine ilişkin Anayasanın 7. maddesine ve sonuçta Anayasanın 2. maddesindeki hukuk devleti ilkesine de aykırı bulunmaktadır.Esas Sayısı : 2016/164 Karar Sayısı : 2017/75 4 Öte yandan, 652 sayılı Millî Eğitim Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname'nin atama başlıklı 37. maddesinin 1. fıkrasında 23/4/1981 tarihli ve 2451 sayılı Bakanlıklar ve Bağlı Kuruluşlarda Atama Usulüne İlişkin Kanunun eki cetvellerde sayılanlar dışında kalan memurların atamalarının Bakan tarafından yapılacağı belirtilmekle birlikte, devamı fıkralarda 9. fıkra kapsamı dışında bulunan okullara yapılacak öğretmen atama ve yönetici görevlendirilmelerine ilişkin genel hükümlere yer verilmiş, Milli Eğitim Bakanlığı Eğitim Kurumlan Yöneticilerinin Görevlendirilmelerine Dair Yönetmelik, Milli Eğitim Bakanlığı Öğretmen Atama ve Yer Değiştirme Yönetmeliği ve Milli Eğitim Bakanlığına Bağlı Eğitim Kurumlan Yönetici ve Öğretmenlerinin Norm Kadrolarına İlişkin Yönetmelikte konuya ilişkin düzenlemeler yer almıştır. Ancak 652 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin 37. maddesine 6528 sayılı Yasa'nın 22. maddesi ile eklenen 10. fıkrada yer alan Öğretim üyeleri ile Bakanlıkta görev yapmakta olan öğretmenlerin dokuzuncu fıkra kapsamındaki kurumlara atanma ve görevlendirilmelerinde bu Kanun Hükmünde Kararname, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu ve diğer mevzuatın sınavlar ve atanmaya ilişkin hükümlerinin uygulanmayacağı şeklindeki hüküm uyarınca, doğrudan Bakanlık merkez teşkilatına bağlanan kurumlan belirleme ve bu kurumlara yapılacak öğretmen atamaları ve yönetici görevlendirmeleri gerek 652 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin genel hükümleri gerekse yukarıda yer verilen yönetmeliklerin kapsamı dışında tutulmuş, böylelikle Milli Eğitim Bakanına genel ve sınırları belirsiz bir yetki tanınmıştır. Sonuç olarak, 652 sayılı Millî Eğitim Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname'nin atama başlıklı 37. maddesine 6528 sayılı Yasanın 22. maddesi ile eklenen 9 ve 10. fıkralarının, düzenleme yetkisinin bütünüyle yürütme organına bırakılmış olması nedeniyle Anayasanın 2., 7., 128. maddelerine aykırı olduğu sonucuna varılmıştır.
1,547
Esas Sayısı : 1994/3 Karar Sayısı : 1994/69 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Danıştay 5. Dairesi'nin 20.12.1993 günlü, 1993/6072 esas sayılı başvuru kararındaki gerekçe aynen şöyledir: "1993 Malî Yılı Bütçe Kanununun 57/2. maddesinin verdiği yetkiye dayanılarak Maliye Bakanlığı'nca çıkarılan ve kamu konutlarının yakıtlarının konutta oturanlar tarafından tedariki ve bedellerinin konutta oturanlarca karşılanması esasını da getiren 182 sıra nolu Millî Emlak Genel Tebliğinin, kamu konutlarının yakıt giderlerinin ödenmesine ilişkin kısmının iptali ve yürütülmesinin durdurulması istemiyle dava açılmış ise de, 1993 Malî Yılı Bütçe Kanunu'nun verdiği yetkiye dayanılarak çıkarılan ve 15.9.1993 tarihinden itibaren 1993 Malî Yılı sonuna kadar uygulanacak olan 182 sıra nolu Millî Emlak Genel Tebliğine göre 1993 Malî Yılına ilişkin son ödeme 15.12.1993 tarihinde yapılmış olup, ortada telafisi güç veya imkansız zarar bulunmamaktadır. Bu durumda uyuşmazlığın niteliğine ve davanın durumuna göre olayda 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu'nun 27. maddesinin 2. fıkrasının sayılan koşullar gerçekleşmemiş olduğundan yürütmenin durdurulması isteminin reddine, 20.12.1993 tarihinde oybirliği ile karar verildi. Sarız Cumhuriyet Savcısı Ali Özdeş tarafından 177 sıra nolu Millî Emlak Genel Tebliğine ek olarak çıkarılan 182 sıra nolu Millî Emlak Genel Tebliğinin Kamu konutlarının yakıt giderlerine ilişkin kısmının iptali istemiyle Maliye Bakanlığı'na karşı açılan davaya ait dosya incelenerek gereği düşünüldü: 2946 sayılı Kamu Konutları Kanunu'nun "İşletme, bakım ve onarım" başlıklı 6. maddesinde: Kamu konutlarının işletme, bakım ve onarım giderleri aşağıda belirtilen esaslar dahilinde karşılanır: a) Kurum veya kuruluşlar tarafından karşılanacak giderler: (1) Özel tahsisli konutların demirbaş eşya ve mefruşat giderleri, ısınma giderleri, aydınlatma, su, gaz ve benzeri giderleri ile diğer konutlardan 634 sayılı kat Mülkiyeti Kanununa tabi olmayan kaloriferli konutların ısınma giderleri. (2) Yönetmelikte belirlenecek bakım ve onarım giderleri. (3) Görev tahsisli konutlardan yönetmelikte ayrıca belirlenecek makam ve rütbe sahiplerine tahsis edilen konutların; demirbaş eşya ve mefruşat giderleri ve bu konutların aydınlatma, su, gaz ve benzeri giderlerinin yüzyirmi metrekareye tekabül edenden fazlası. Eşyalı olarak tahsis edilecek konutlarda bulundurulacak demirbaş eşya ve mefruşatın neler olması gerektiği ve bunların kullanım sürelerine ilişkin hususlar; personelin temsil ve görev özelliği ile konutların ihtiyaç ve şartları gözönünde bulundurularak, yönetmelikle düzenlenir. Bu giderler için kurum veya kuruluşların bütçelerine yeterli ödenek konulur.Esas Sayısı : 1994/3 Karar Sayısı : 1994/69 2 b) Tahsis edilenler tarafından karşılanacak giderler: (1) Kalorifersiz konutlar ile 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanununa tabi olan kaloriferli konutların ısınma giderleri. (2) Küçük bakım ve onarım giderleri ile kötü kullanımdan dolayı meydana gelen zarar ve ziyanlar. (3) Ortak kullanım dahil aydınlatma, su, gaz, otomat ve benzeri giderler. (4) Müşterek hizmet ve ihtiyaçların karşılanması için gerekli olan diğer giderler. Konut blok veya gruplarının müşterek hizmet ve giderleriyle ilgili yönetimi, konut tahsis edilenlerce aralarından seçilecek yöneticiler tarafından yönetmelikte belirlenecek esaslara göre yürütülür. c) Kurum ve kuruluşlarca ısınma giderlerinin karşılanması: (1) Konutların yakıt ihtiyacı; farklı iklim karakteri gösteren bölgelere ve kullanılan yakıt cinsine göre yönetmelikte belirlenecek bir metrekareye düşen senelik yakıt miktarının, konutların brüt inşaat alanı ile çarpımı suretiyle tesbit olunur. (2) Tespit olunan ihtiyaç miktarı kadar yakıt, kurum ve kuruluşları tarafından temin ve tedarik edilerek, aylık veya mevsimlik kontenjanlar halinde verilir. Gereğinden fazla yakılmasından dolayı ihtiyaç duyulan yakıt, konutlarda oturanlarca karşılanır. (3) Yakıt ihtiyacının tesbiti, ödenek tahsisine yetkili makamlara isteğin yapılma şekil ve şartları, ödenek tahsisi, yakıtın temin, tedarik ve dağıtımı ile bu işlemleri yapmakla görevlendirilen birim ve elemanların görev ve sorumlulukları yönetmelikte düzenlenir." hükmü yer almıştır. 29.12.1992 günlü, 21450 Mükerrer sayılı Resmî Gazetede yayımlanarak 1.1.1993 tarihinde yürürlüğe giren 25.12.1992 günlü ve 3859 sayılı 1993 Mali Yılı Bütçe Kanununun "Kamu Konutları" başlıklı 57. maddesinde, "9 Kasım 1983 tarih ve 2946 sayılı Kamu Konutları Kanununun 5. maddesinin 1, 2 ve 4. fıkraları ile 6. maddesi 1993 Mali Yılında uygulanmaz. Yurt içindeki kamu konutlarından 1993 yılından beher metrekare için kerpiç, ahşap, bağdadi ve benzerlerinde (1.000). TL; kalorifersiz konutlarda (1.500). TL; kaloriferlilerde ise (2.000). TL. kira alınır. Kamu konutlarının yakıt ve işletme giderleri ile bakım ve onarım giderlerinin karşılanması ile ilgili esas ve usuller Maliye ve Gümrük Bakanlığı'nca belirlenir." hükmüne yer verilmiştir. Bu hükmün verdiği yetkiye dayanılarak Maliye Bakanlığı'nca çıkarılan 25.1.1993 günlü, 177 sıra nolu Milli Emlak Genel Tebliğinde tamamı kurum ve kuruluşlara ait veya kiralanmış konutların yakıt giderlerinin idarelerce karşılanması esası benimsenmiş iken anılan tebliğe ek olarak ve yine 1993 Mali Yılı Bütçe Kanununun 57. maddesinin verdiği yetkiye dayanılarak çıkarılan ve bu davanın konusunu oluşturan 182 sıra nolu Milli Emlak Genel Tebliğinde ise kamu konutlarının yakıtlarının konutta oturanlar tarafından tedariki veEsas Sayısı : 1994/3 Karar Sayısı : 1994/69 3 bedellerinin konutta oturanlarca karşılanması esası getirilmiş; böylece 1993 Mali Yılı Bütçe Kanununun 57. maddesi ile, 2946 sayılı Kamu Konutları Kanununun 6. maddesi 1993 yılında uygulanamaz duruma düşürülmüştür. Oysa Anayasa'nın 161. maddesinin son fıkrası "Bütçe Kanununa bütçe ile ilgili hükümler dışında hiçbir hüküm konulamaz." kuralını taşımakta olup; Anayasa Mahkemesi'nin pekçok kararında, örneğin 10 Ocak 1992 günlü, 21107 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 27.11.1991 günlü, E:1991/37, K:1991/44 sayılı kararında da vurgulandığı üzere "bütçe ile ilgili hükümler" deyimini mali nitelikte kurallar anlamında değil, bütçenin uygulanmasını kolaylaştırıcı, kanun konusu bir kuralı içermemek koşulu ile ancak açıklayıcı nitelikte hükümler olarak algılamak gerekmektedir. 1993 Mali Yılı Bütçe Kanununun 57. maddesi ise, içerdiği hükümle, 2946 sayılı Kamu Konutları Kanununun 5. maddesinin 1., 2. ve 4. fıkraları ile bakılan davayla ilgili 6. maddesini 1993 Mali Yılında uygulanamaz duruma düşürdüğünden Anayasa'nın 161. maddesinin son fıkrasına aykırı görülmüştür. Açıklanan nedenle ve bir davaya bakmakta olan mahkemenin uygulanacak bir kanun veya Kanun Hükmünde Kararnamenin hükümlerini Anayasa'ya aykırı görmesi durumunda gerekçeli kararı ile Anayasa Mahkemesi'ne başvurması gerektiğini düzenleyen 2949 sayılı Yasa'nın 28. maddesinin 1. fıkrası gereğince 1993 Mali Yılı Bütçe Kanununun 57. maddesinin iptali için Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına, dosyada bulunan ilgili belgelerin onaylı birer örneğinin Anayasa Mahkemesi Başkanlığı'na gönderilmesine, Anayasa Mahkemesi'nin bu konuda vereceği karara kadar davanın geri bırakılmasına, 20.12.1993 tarihinde oybirliği ile karar verildi." "
928
Esas Sayısı: 1985/23 Karar Sayısı: 1986/2 1 "... II İTİRAZ YOLUNA BAŞVURAN MAHKEMENİN GEREKÇESİNİN ÖZETİ : Anayasa'nın 154. maddesinde, adliye mahkemelerince verilen ve kanunun başka bir adli yargı merciine bırakmadığı karar ve hükümlerin son inceleme merciinin Yargıtay olduğu gösterilmiştir. Bu duruma göre, adliye mahkemelerince verilen kararların başka bir inceleme mercii yoksa Yargıtayca incelenmesi Anayasa buyruğudur. Yargıtay, böylece uygulamada birliğin sağlanmasının güvencesini oluşturmaktadır. Kimi karar ve hükümlerin Yargıtay denetimi dışında tutulması Anayasa'nın 154. maddesine ters düşer. Cumhuriyetin niteliklerini belirleyen Anayasa'nın 2. maddesinde; "Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir" hükmü yer almıştır. Atatürk milliyetçiliğinin asıl amacı, Türk Devletini çağdaş medeniyet seviyesinin üstüne çıkarmaktır. Çağdaş medeniyet ilkelerinin başında hukuk devleti ilkesi bulunmaktadır. Yargı denetimi bu ilkenin temel unsurunu oluşturur. İtiraz konusu kural, bir kısım davalarda üst yargı denetimini ortadan kaldırmakla, kişilerin hukuksal güvencesini önemli ölçüde zedelemekte dolayısıyla hukuk devleti ilkesine aykırı bulunmaktadır. Öte yandan, kişilerin maddî olanaklarını gözönünde tutmayarak, kesinlik sınırını yüzbin lira ile bağlı tutmak hem Anayasa'nın sosyal devlet ilkesine, hem eşitlik ilkesine aykırı düşmekte, toplumun büyük bir kesimini Yargıtay güvencesinden yoksun bırakmaktadır. İtiraz konusu kanun maddesiyle, asgari geçim seviyesinde ya da bunun altında geliri olan büyük bir kesimin hak arama hürriyeti ortadan kaldırılmaktadır. Bakılmakta olan davada olduğu gibi, iş ve çalışma konuları ile ilgili mevzuatın henüz oturmamış bulunduğu ve sık sık kanunların değiştirildiği gözönünde tutulursa, mahkemelerin benzer davalarda değişik kararlar verebilmeleri olasılığı her zaman mevcuttur. Uygulamada birliği sağlamak Yargıtay denetimi ile mümkün olabilir. Bu yol kapatıldığından değişik uygulamalar, halkın yargıya olan güvenini de sarsacaktır."
265
Esas Sayısı : 2016/185 Karar Sayısı : 2016/175 1 Davacı vekili dava dilekçesinde özetle; davacı firmanın Antalya ve çevresinde mağazacılık faaliyeti ile iştigal etmekte olduğunu, davacı firmanın 5561, 3490, 1880, 5640 ve 4102 numaralı elektrik aboneliklerinin bulunduğunu, 5561 nolu abonenin Şubat 2014den itibaren halen daha, 5640 nolu abonenin Şubat 2014den itibaren halen daha, 3490 nolu abone için Nisan 2014ten halen daha, 1880 nolu abone için Şubat 2014den halen daha, 4102 nolu abone için Temmuz 2014den halen daha elektriği davalı kurumdan temin ettiğini, verilen tarih aralıklarının tahmini olduğunu, davalı kuruman tüm belgeler celp edildiğinde tam olarak tedarik dönemlerinin anlaşılacağını, kamu oyunda kayıp kaçak bedeli, dağıtım bedeli, perakende satış hizmet bedeli, personel sayaç okuma bedeli, iletişim sistemleri kullanım bedeli, TRT payı ve enerji fonu vs. olarak adlandırılan ve son dönemde Yargıtay Hukuk Genel kurulunun verdiği karar ile iadesi gündeme gelen bedellerin iadesi için fazlaya ilişkin haklarının saklı kalması kaydıyla 10.000,00 TLlik alacak davası açtıklarını, bilirkişi tarafından Yargıtay kararları ışığında elektriğin tedarik edildiği dönemin tamamının tespitini takiben tespit edilen dönem için kayıp kaçak bedeli, dağıtım bedeli, perakende satış hizmet bedeli, personel sayaç okuma bedeli, iletişim sistemleri kullanım bedeli, TRT payı ve enerji fonu olarak iade edilmesi gereken bedeller hesap edildiğinde tarafımızca fazlaya ilişkin olarak saklı tutulan kısım için gerekirse dava bedelinin ıslah edileceğini, iddia ederek, fazlaya ilişkin haklarını talep etme hakkı saklı kalmak kaydı ile şimdilik İade edilmesi gereken bedeller için 10.000,00. TLyi davalının davacıya ödemesini, nihai kararda hüküm altına alınacak bedele haksız tahsil tarihinden itibaren en yüksek ticari avans faizi işletilmesini, yargılama giderleri ve vekalet ücretinin davalıya yükletilmesine karar verilmesini talep etmişlerdir. Davalı vekili 18.06.2015 tarihli dilekçesinde özetle; davacının iadesini talep ettiği bedellerin davalı şirketin bir işlemi olmadığını, ‘Perakende Satış Tarifesi adı altında EPDK tarafından belirlenip, yine EPDK tarafından onaylı olarak yürürlüğe giren düzenleyici nitelikteki idari işlem sonucu tüketiciden tahsil edilmekte olduğunu, nitekim davalı şirketin tahsil ettiği bu bedeli de yedinde tutmayıp ilgili mevzuat gereği yetkili dağıtım şirketine aynen aktardığını, davacının iş bu davayı işlemin karar makamı olmayan ve sadece yasal yükümlülüğü sebebiyle talimat üzerine uygulayıcısı konumunda olan ve üstelik tahsil ettiği bedeli de yedinde dahi tutmayan davalı şirkete karşı ikame etmiş olmasının hukuka aykırı olduğunu, huzurdaki iş bu haksız ve mesnetsiz davanın davalı şirket yönünden her şeyden önce husumet yokluğu nedeniyle reddi gerektiğini, dava konusu prosedürün yalnızca tedarik kolunu oluşturan davalı şirketin yanı sıra bölgedeki elektrik dağıtımını sağlayan şirket olarak bahse konu bölgede faaliyet gösteren özel elektrik dağıtım şirketi Akdeniz elektrik Dağıtım A.Şye de ihbarı gerektiğinden sayın mahkemece davanın bu şirkete de ihbar edilmesini talep ettiklerini, işbu davada iadesi talep edilen bedellerin EPDK uygulama ve mevzuatına dayanmakta olduğunu, talebe konu işlemin iptal kararının da niteliği gereği idari yargının yetki alanına girmekte olduğunu, bu sebeple de davacının dava konusu bedellerin tahsiline yasal temel oluşturan mevzuat ve idari işlemler hakkında süresi içerisinde ve ilgili kurumlar aleyhine idari yargı yoluna başvurması gerekirken adli yargı yoluna başvurması ve gerek genel gerekse özel görevli mahkemelerin EPDK tarafından belirlenen bu bedellerin iptali ve iadesi hususunda karar vermesinin hukuka aykırılık teşkil etmekte olduğunu, davacının dava dilekçesinde itiraz edilen hususların davacının davalı şirket ile imzalamış olduğu sözleşmede düzenlenmiş olduğunu ve davacı tarafından da kabul edildiğini savunarak, davanın dava konusu bölgede faaliyet gösteren Akdeniz Elektrik Dağıtım A.Şye ihbar edilmesini, davacının hukuka aykırı ve mesnetsiz davasının reddini, yargılama harç ve giderleri ile vekalet ücretinin davacıya yükletilmesine karar verilmesini talep etmişlerdir.Esas Sayısı : 2016/185 Karar Sayısı : 2016/175 2 Davacı vekili 07/09/2016 tarihli dilekçesi ile 6446 Sayılı Elektrik Piyasası Kanunun muhtelif maddelerinde değişik ve bu kanuna getirilen 6719 Sayılı Elektrik Piyasası Kanunu ile bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanununun 21 maddesi ile 6446 Sayılı Kanunun 17. maddesine 10. fıkra olarak eklenen 21/10 maddesi ile 6446 Sayılı Kanuna geçici 20. maddenin eklenmesine ilişkin 26. maddelerinin Anayasaya aykırılığı iddiasında bulunmuştur. Dava; taraflar arasındaki varlığı uyuşmazlık konusu olmayan elektrik enerjisi satışına ilişkin sözleşme nedeniyle davalının davacıya temin ettiği elektrik enerjisi tüketim bedeli ile ilgili faturalarda davacı aboneye tahakkuk ettirilip, fatura içeriği ile kayıp kaçak bedeli, dağıtım, perakende satış hizmet, personel sayaç okuma, iletişim sistemleri kullanım bedeli, TRT payı ve enerji fonu adı altında yapılan tahsilatların iadesi istemine ilişkin olup, uyuşmazlık konusu tahsil edilen bu bedellerin yasal dayanağının bulunup bulunmadığı ve davalı dağıtım şirketinden iadesinin istenip istenemeyeceği konusundadır. Davalı taraf, kayıp kaçak bedellerinin EPDKnun kararlarına dayalı olarak tahsil edildiğini, EPDKnun kararı iptal edilmedikçe kayıp kaçak bedeli tahsilinin haklı olduğunu savunmuştur. Elektrik dağıtım hizmetlerinin tekel niteliğinde yürütülen hizmet olduğu yargı kararları ile de kabul edilmiş olup, tacir olsa dahi tüketicilerin alternatif elektrik aboneliği sağlama ve hizmet alma olanağı bulunmamaktadır. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu ve Yargıtay 3. Hukuk Dairesinin istikrar kazanmış kararlarında 6446 sayılı Yasanın verdiği yetkiye dayanılarak çıkarılan EPDK karar ve tebliğlerine göre alınan kayıp kaçak bedeli, sayaç okuma bedeli, perakende satış hizmet bedeli, iletim sistemi kullanım ve dağıtım bedellerinin birer mali yükümlülük olduğu, bu yükümlülüklerin yasa ile konulmaları gerektiği, ayrıca hangi hizmetin karşılığında ne bedel ödenmesinin bilinmesi gerektiği, başka kişiler tarafından kaçak kullanmak suretiyle kullanılan elektrik bedellerinin kurallara uygun davranan abonelerden tahsil yoluna gidilmesinin hukuk devleti ve adalet düşüncesi ile bağdaşmadığı tespitinde bulunmuştur. Konuya ilişkin yasal düzenlemeler incelendiğinde; 17.06.2016 tarih ve 29745 Sayılı Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren 6719 Sayılı Elektrik Piyasası Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Sayılı Kanunun 17. maddesine 10. fıkra olarak düzenlemeleri kapsamında belirlenen bedellere ilişkin davalarda; tüketici hakem heyetleri ile mahkemelerin yetkisi, bu bedellerin, kurumun düzenleyici işlemlerine uygunluğunun denetimi ile sınırlıdır., 26. maddesi ile de; 6446 Sayılı Elektrik Piyasası Kanuna geçici 20. madde eklenmiş, 6446 Sayılı Yasaya eklenen geçici 20. maddeye göre; Kurul kararlarına uygun şekilde tahakkuk ettirilmiş dağıtım, sayaç okuma, perakende satış hizmeti, iletim ve kayıp kaçak bedelleri ile ilgili olarak açılmış olan her türlü ilamsız icra takibi, dava ve başvurular hakkında 17 nci madde hükümleri uygulanır. hükümlerinin eklendiği görülmüştür. Geçici 20. maddedeki düzenleme, 6719 sayılı Yasanın yürürlüğe girmesinden önce Enerji Piyasası Düzenleme Kurulunca alınan kararlara göre tahakkuk ve tahsil edilen faturalardan dolayı, bu tahakkuk ve tahsillerin Enerji Piyasası Düzenleme Kurulunun kararlarına uygun olduğu kabul edilerek, yasanın uygulamasını devam eden dava ve bundan sonra açılacak davalar içinde uygulama yolunu açmıştır. Mahkememize göre bu düzenlemeler T.C. Anayasasının 5, 9, 11, 36 ve 73. 125/4 maddelerine açıkça aykırıdır.Esas Sayısı : 2016/185 Karar Sayısı : 2016/175 3 Anayasamızın 2. maddesine göre Türkiye Cumhuriyeti laik, demokratik hukuk devletidir. Hukuk Devleti; insan haklarına dayanan bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, konulan kurallarda adalet ve hakkaniyet ölçülerini göz önünde tutan, hakların elde edilmesini kolaylaştıran, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve yasalar ile kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık ve hak arama özgürlüğünün önündeki engelleri kaldıran devlettir. Adil yargılanma hakkı Anayasalarda açıkça tanınsın veya tanınmasın Anayasamızın 2. maddesinde yer alan hukuk devleti kavramı bu temel hakkın içeriğini dolduran haklar ve ilkeleri hukuk sistemlerinin bir parçası haline getirmeyi zorunlu kılmaktadır. Anayasamızın 5. maddesine göre devletin temel amaç ve görevleri, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır. Anayasamızın 9. maddesinde Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır. Anayasamızın 11. maddesinde Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır. Anayasamızın 36. maddesinde (Değişik: 3/10/2001 4709/14 md.) Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir. Hiçbir mahkeme, görev ve yetkisi içindeki davaya bakmaktan kaçınamaz. Anayasanın 40. maddesine göre; Anayasa ile tanınmış hak ve hürriyetleri ihlal edilen herkes, yetkili makama geciktirilmeden başvurma imkanının sağlanmasını isteme hakkına sahiptir. TC Anayasasının 73. maddesinde; Herkes, kamu giderlerini karşılamak üzere, malî gücüne göre, vergi ödemekle yükümlüdür. Vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımı, maliye politikasının sosyal amacıdır. Vergi, resim, harç ve benzeri malî yükümlülükler kanunla konulur, değiştirilir veya kaldırılır. Anayasanın değişik 125/4 maddesine göre Yargı yetkisi, idari eylem ve işlemlerin hukuka uygunluğunun denetimi ile sınırlı olup, hiçbir suretle yerindelik denetimi şeklinde kullanılamaz. Yürütme görevinin kanunlarda gösteren şekil ve esaslara uygun olarak yerine getirilmesini kısıtlayacak idari eylem ve işlem niteliğinde veya takdir yetkisini kaldıracak şekilde yargı kararı verilemez. Bu hükümlerle güvence altına alınan dava yolu ile hak arama özgürlüğü, bir temel hak niteliği taşımasının ötesinde, diğer temel hak ve özgürlüklerden gereken şekilde yararlanılmasını ve bunların korunmasını sağlayan en etkili güvencelerden birini oluşturmaktadır. Kişinin uğradığı bir haksızlığa veya zarara karsı kendisini savunabilmesinin ya da maruz kaldığı haksız bir uygulama ve işleme karşı haklılığını ileri sürüpEsas Sayısı : 2016/185 Karar Sayısı : 2016/175 4 kanıtlayabilmesinin en etkili ve güvenceli yolu yargı mercileri önünde dava hakkı tanınması adil yargılamanın ön koşulunu oluşturur. Kendisinden haksız bir tahsilat yapılmasından dolayı açılmış bir davanın çıkarılan bir yasa ile engellenmesi hak arama özgürlüğünü engelleyici nitelik taşımaktadır. 6719 Sayılı Yasanın 21. maddesi yürürlüğe girdiği 17.06.2016 tarihinden sonrası ve geçici 20. maddeyi ön gören 26. maddesi de 20.06.2016 tarihine kadar açılan takip ve davalar ile başvuruları kapsamaktadır. Mahkememize göre her iki düzenleme de hukuka ve Anayasaya aykırıdır. Kanunun 21. maddesi yargının hukukilik denetimi yetkisini kısıtlamakta ve yargı yetkisini sadece Enerji Piyasası Denetleme Kurumunun düzenleyici işlemleri ile tüketiciden alınacak bedellerin uygunluğunu, bir anlamda yerindeliğini denetlemekle sınırlandırmaktadır. Kanun bu yönü ile yargının tüketiciye yüklenen elektrik enerjisi bedellerinde yer alan hukukun evrensel ilke ve esasları ile bunları koruyan anayasaya aykırılık taleplerini yani elektrik faturasında yer alan unsurları denetleyip hukuka aykırı olanları iptal etmesi varsa tüketiciden haksız alınanların iadesini engellemeyi amaçlamıştır. Yasa, bu nedenle Anayasanın 125/4 maddesine aykırıdır. 6719 Sayılı Kanunun 21. ve 26. maddeleri ile anayasanın 36. maddesinde güvence altına alınan hak arama hürriyeti de engellenmektedir. Bu durum hukuk devleti ilkesini güvence altına alan Anayasanın 2. maddesinde düzenlenen hak arama hürriyetini koruyan 36/1 maddesine de aykırıdır. Yargı yetkisinin bu şekilde kısıtlanması kuvvetler ayrılığı ilkesine müdahale niteliği taşıdığından Anayasanın Yargı Yetkisi başlıklı 9. maddesine de aykırıdır. Kanunun 26. maddesi ile geriye dönük olarak açılan icra takipleri davalar ve başvuruları da kapsayan geçici 20. maddede Aleyhe geriye yürümezlik ilkesini ihlal ettiği için hukuka ve Anayasaya aykırıdır. Sonuç olarak 6719 Sayılı Yasanın 26. maddesi ile 6446 Sayılı Elektrik Piyasası Kanununa eklenen geçici 20. maddenin, Kurul kararlarına uygun şekilde tahakkuk ettirilmiş, dağıtım, sayaç okuma, perakende satış hizmeti, iletim ve kayıp kaçak bedelleri ile ilgili olarak açılmış olan her türlü İlamsız icra takibi, dava ve başvurular hakkında 17 ncı madde hükümleri uygulanır. ve 6446 Sayılı Kanununun 17. maddesinin değiştirilmesi ve ek fıkraları düzenleyen 21. maddelerinin T.C. Anayasasının 2, 5, 9, 11, 36, 73 ve 125/4. maddelerine açıkça aykırıdır. Açıklanan nedenlerle ve bir davaya bakmakta olan mahkemenin uygulanacak bir kanunun veya kanun hükmünde kararname hükümlerini Anayasaya aykırı görmesi durumunda gerekçeli kararı ile Anayasa Mahkemesine başvurması gerektiğini öngören Anayasanın 152. maddesi ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluş ve Yargılama Usulleri hakkında Kanunun 40. maddesi gereğince 6446 sayılı Elektrik Piyasası Kanununa, 6719 sayılı Yasa ile eklenen geçici 20. maddenin (1) Kurul kararlarına uygun şekilde tahakkuk ettirilmiş, dağıtım, sayaç okuma, perakende satış hizmeti, iletim ve kayıp kaçak bedelleri ile ilgili olarak açılmış olan her türlü ilamsız icra takibi, dava ve başvurular hakkında 17 nci madde hükümleri uygulanır düzenlemesi ile bu maddenin yollaması ile 6446 sayılı Kanunun 17 maddesinin birinci, üçüncü ve dördüncü fıkraları ile altıncı fıkrasının (a, c, d, f) bentlerinin değiştirilmesi ve aynı maddeye fıkra eklenmesi hakkındaki 21. maddesinin (10. fıkrasındaki Kurum tarafından gelir ve tarife düzenlemeleri kapsamında belirlenen bedellere ilişkin olarak yapılan başvurularda ve açılan davalarda; tüketici hakem heyetleri ile mahkemelerin yetkisi, bu bedellerin kurumun düzenleyici işlemlerine uygunluğunun denetimi ile sınırlıdır şeklindeki fıkrasının T.C. Anayasasının 2, 5, 9, 11, 36 ve 73. maddelerine aykırı olduğu görüşü ile yasaEsas Sayısı : 2016/185 Karar Sayısı : 2016/175 5 maddesinin iptali için ANAYASA MAHKEMESİNE başvurulmasına, dosyanın onaylı bir örneğinin Anayasa Mahkemesine gönderilmesine, yargılamanın Anayasa Mahkemesince yapılan yargılamada verilecek karara kadar bekletilmesine, Anayasa Mahkemesince dosyanın eksiksiz olarak ulaşmasından itibaren 5 ay içerisinde karar vermemesi halinde yargılamaya devam edilip, yürürlükteki yasa hükümlerine göre yargılama yapılıp karar verilmesine karar verilmiştir. SONUÇ VE İSTEM : Yukarıda açıklanan nedenlerle; 6719 Sayılı Yasanın 26. maddesi ile 6446 Sayılı Elektrik Piyasası Kanununa eklenen geçici 20. maddenin, Kurul kararlarına uygun şekilde tahakkuk ettirilmiş, dağıtım, sayaç okuma, perakende satış hizmeti, İletim ve kayıp kaçak bedelleri ile ilgili olarak açılmış olan her türlü ilamsız icra takibi, dava ve başvurular hakkında 17 ncı madde hükümleri uygulanır. ve 6446 Sayılı Kanununun 17. maddesinin değiştirilmesi ve ek fıkraları düzenleyen 21. maddesi ile 6446 Sayılı Yasanın 17. maddesine eklenen 10. fıkrasındaki Kurum tarafından gelir ve tarife düzenlemeleri kapsamında belirlenen bedellere ilişkin olarak yapılan başvurularda ve açılan davalarda; tüketici hakem heyetleri ile mahkemelerin yetkisi, bu bedellerin kurumun düzenleyici işlemlerine uygunluğunun denetimi ile sınırlıdır. düzenlemelerinin Anayasanın 2, 5, 9, 11, 36, 73 ve 125/4. maddelerine aykırı olduğundan tespiti ile iptaline karar verilmesi arz olunur.
2,104
Esas Sayısı : 2012/98 Karar Sayısı : 2013/92 1 "... I İPTAL VE YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMİNİN GEREKÇESİ A 28.8.2012 günlü dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir: 'III. GEREKÇE 1) 6332 Sayılı 'Türkiye İnsan Hakları Kurumu Kanunu'nun 3 üncü Maddesinin Anayasaya Aykırılığı İptali istenen 6332 sayılı Türkiye İnsan Hakları Kurumu Kanunun 3 üncü maddesiyle, ilgili diğer mevzuatla verilen görevleri yerine getirmek ve yetkileri kullanmak üzere, kamu tüzel kişiliğini haiz, idari ve mali özerkliğe sahip ve özel bütçeli, Türkiye İnsan Hakları Kurumu kurulduğu; Kurumun Başbakanlıkla ilişkili olduğu; Kurumun merkezinin Ankara'da bulunduğu ve Kurumun yurt içinde ve sayısı ikiyi geçmemek üzere yurt dışında büro açabileceği düzenlenmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Başlangıç metninde Millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu ve bunu millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun, bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı belirtilmiş, Her Türk vatandaşının bu Anayasadaki temel hak ve hürriyetlerden eşitlik ve sosyal adalet gereklerince yararlanarak millî kültür, medeniyet ve hukuk düzeni içinde onurlu bir hayat sürdürme ve maddî ve manevî varlığını bu yönde geliştirme hak ve yetkisine doğuştan sahip olduğu da özellikle vurgulanmıştır. Anayasa Cumhuriyetin niteliklerinden söz ederken, devletin insan haklarına saygılı olduğunu belirtmiştir. Bu vurgu ANAYASANIN 2 nci maddesinde ifadesini bulmuş, böylece Anayasa, belli bir düşünce biçimini yansıtmak, insan haysiyeti kavramının evrenselliğini vurgulamak, kişilerin insan olmaktan dolayı sahip oldukları hak ve özgürlüklerden yararlanacağını açıklamak istemiştir. İnsan hakları deyimi geniş kapsamlıdır. Bütün insanlara tanınması gereken ideal hak ve özgürlükleri de içine alır. 1982 Anayasası, 1961 Anayasasında olduğu gibi, insan haklarını temel haklar ve ödevler başlığı altında düzenlemiştir. Anayasa Batıdaki gelişmelere uygun olarak, bir yandan herkesin kişiliğine bağlı dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahip olduğunu belirterek, ÖZGÜRLÜK anlayışını (m.12); diğer yandan da kişinin hak ve hürriyetlerini sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal sosyal ve ekonomik engelleri kaldırmayı, insanın maddi ve manevi varlığını geliştirmesi için gerekli şartları hazırlamayı devletin görevlerinden sayarak, ÖZGÜRLEŞTİRME anlayışını benimsemiştir (m.5). Anılan kanunun 3 üncü maddesinin ikinci fıkrasındaysa ' Kurum Başbakanlıkla ilişkilidir.' hükmüne yer almıştır. Özenle vurgulamak gerekir ki; Türkiye İnsan Hakları Kurumu Kanunu Tasarısının madde gerekçesinde, Paris Prensipleri gereğince ulusal kurumlar; yeterli malî kaynaklara, kendi personel ve tesislerine sahip, bağımsız kurumlar olmalıdır. Bu çerçevede, Türkiye İnsan Hakları Kurumunun, Paris Prensiplerinin öngördüğü bu hususiyetlere sahip olabilmesi için kamu tüzelEsas Sayısı : 2012/98 Karar Sayısı : 2013/92 2 kişiliğine haiz, idarî ve malî özerkliğe sahip bir kurum olması öngörülmüştür. Kurum, görev ve yetkilerini kendi sorumluluğu altında bağımsız olarak kullanacaktır. Bu bağlamda, görev alanına giren konularla ilgili olarak hiçbir organ, makam, merci veya kişinin Kurula emir ve talimat veremeyeceği, tavsiye ve telkinde bulunamayacağı öngörülmüştür' denilmiştir. Ancak buna rağmen anılan kanunda 'Kurumun Başbakanlıkla ilişkili olacağının' belirtilmesi, Paris ilkelerinin aksine İnsan Hakları Kurulunun açıkça yürütmeye bağlandığını ve dolayısıyla kurulun tarafsız ve bağımsız olacağını düşünmenin de imkansız olduğunu hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak şekilde gözler önüne sermektedir. İnsan hakları ihlallerinin temel sorumlusunun devletler ve hükümetler olması nedeniyle, ihlalleri önlemeye, hakları korumaya yönelik olarak oluşturulacak bir kurumun da, mutlak surette devletin yönetim hiyerarşisinden bağımsız, onu dışarıdan gözlemleyebilen ve denetleyebilen bir örgütlenme modeline sahip olması gerekirdi. Paris İlkeleri her ne kadar var olan kurum ya da kurumların ulusal kurum olarak belirlenebilmesine olanak tanımakta ise de bu hiçbir şekilde, bir devlet kurumuna İNSAN HAKLARI KURUMU isminin verilmesi Paris İlkeleri'ne uygun bir kurum addedilmesi anlamına da gelmemektedir. 'Özellikle bağımsızlık ve kamuoyu güveni nedeniyle, mevcut devlet yapıları ile İnsan hakları Kurulu arasında net bir ayrım olması gerekirken aksi yönde düzenlemeye gidilerek, Türkiye İnsan Hakları Kurulunun fiili ve görünürdeki bağımsızlığına, dolayısıyla da Paris İlkeleri ile uyumuna ciddi bir şekilde gölge düşmüştür. Yine 3 üncü maddenin üçüncü fıkrasında. ' Kurumun merkezi Ankara'dadır. Kurum yurt içinde ve sayısı ikiyi geçmemek üzere yurt dışında büro açabilir' hükmüne yer verilmiştir. Paris Prensipleri gereğince ulusal kurumlar gerektiğinde yerel ve bölgesel birimler kurabileceklerdir. Bu çerçevede, Kuruma yurt içinde ve dışında yetersiz sayıda büro açma imkânı tanınmaktadır. Paris Prensipleri, ulusal insan hakları kurumlarına, insan haklarının geliştirilmesi ve korunması konularında mümkün olduğunca geniş bir görev alanı verilmesini öngörmektedir. Bu nedenle yurt dışında açılacak büroların sayısının ikiyle sınırlandırılması kanunla beklenen menfaati sağlamaktan bir hayli uzaktır. Ayrıca yine maddede, büro açılmasına kim tarafından, hangi koşulların oluşması halinde karar verileceği, açılan büroların kaynak ve personel ihtiyacının nasıl karşılanacağı hususlarına yer verilmemiş, dolayısıyla yürütmeye geniş bir düzenleme yetkisi verilmiştir. Bu açıdan söz konusu düzenleme Anayasanın 90, 123 ve 128 inci maddelerine aykırıdır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir. Hukuk devletinden anlaşılan Devletin tüm kurum ve kurallarıyla işlerlik kazandığı bir ortamı sağlayan, kişi hak ve özgürlüklerini koruyan, adil yargılanma hakkını tanıyan ve hukukun üstünlüğünü ilke edinen devlet demektir. İnsan hakları ihlallerinin temel sorumlusunun devletler ve hükümetler olması nedeniyle, Kurumun, devletin yönetim hiyerarşisinden bağımsız, onu dışarıdan gözlemleyebilen ve denetleyebilen bir örgütlenme modeline sahip olmaması ve ihlalleri önlemeye, hakları korumaya yönelik olarak oluşturulmaması nedeniyle, mevcut yasanın 3 üncü maddesi Anayasanın Başlangıç, 2 nci, 5 inci, 12 nci, 90 ıncı, 123 üncü ve 128 inci maddelerine aykırıdır.Esas Sayısı : 2012/98 Karar Sayısı : 2013/92 3 2) 6332 Sayılı 'Türkiye İnsan Hakları Kurumu Kanunu'nun 4 üncü Maddesinin Anayasaya Aykırılığı Kurumun görev ve yetkilerini düzenleyen bu maddeye göre; (1) Kurum, insan haklarının korunmasına, geliştirilmesine ve ihlallerin önlenmesine yönelik çalışmalar yapmak; işkence ve kötü muamele ile mücadele etmek; şikâyet ve başvuruları incelemek ve bunların sonuçlarını takip etmek; sorunların çözüme kavuşturulması doğrultusunda girişimlerde bulunmak; bu amaçla eğitim faaliyetlerini yürütmek; insan hakları alanındaki gelişmeleri izlemek ve değerlendirmek amacıyla araştırma ve incelemeler yapmakla görevli ve yetkilidir. (2) Kurum, bu Kanun ve diğer mevzuatla Kuruma verilen inceleme, araştırma, ziyaret ve başvuruları inceleme görevi esnasında bir suçun işlendiğini öğrenmesi hâlinde, genel hükümlere göre işlem yapılabilmesi için gerekli gördüğünde ihbar veya şikâyette bulunabilir Bu madde Türkiye İnsan Hakları Kurumuna, insan hakları ihlallerini önleme imkanını yeterince sunmamaktadır. Kanun ile TİHK'ya geniş bir yetki alanı sunulmuş olmakla birlikte bu yetki alanı Paris İlkeleri'nde öngörülenin aksine spesifik ve ayrıntılı olarak belirlenmemiştir. Örneğin, Kurumun görüş oluşturmak ve bu görüşleri ilgili makamlara bildirmek görevi, basın yayın organları aracılığı ile kamuoyunu bilgilendirme görevi ve yetkisi ve Kurumun her kademedeki yöneticilerinin, görevlerini mevzuatına, stratejik plan ve programlara, performans ölçütlerine ve hizmet kalitesi standartlarına uygun olarak yürütmekten sorumlu olması konuları madde metninde yer almamıştır. Bu yetki ve görevlerin olmaması, kurumu Paris İlkelerinden uzaklaştırmaktadır. Her ne kadar birinci fıkrada Kurumun şikayet ve başvuru alacağı düzenlenmiş ise de, şikayetçi ve başvuru sahiplerine yönelik herhangi bir koruma önlemi de öngörülmemiştir. Kuruma başvuran ya da bilgi veren kişilerin bu başvurularından dolayı herhangi bir zarar görmeyeceklerine dair güvencenin olmaması durumunda Kurumun 'önleme' işlevini yerine getirmesi de eksik kalmıştır. Ayrıca bu düzenleme BM İşkenceye Karşı Sözleşmeye Ek Protokolü'nün (Seçmeli Protokol) öngördüğü nitelikte, bağımsız, işlevli ve etkin bir önleme mekanizmanın oluşturulmasına da izin vermemektedir. Çünkü Seçmeli Protokol'ün öngördüğü bağımsızlığı güvence altına alınmış 'ulusal önleme mekanizması' söz konusu yasa ile Türkiye İnsan Hakları Kurumu'nun bir alt birimi haline getirilmektedir. Seçmeli Protokol'ün en temel özelliği, işkenceye karşı diğer uluslararası belgelerin aksine, ihlal olduktan sonra alınacak tedbirleri değil ihlalin gerçekleşmesini engelleyici önlemleri almasıdır. Bu nedenle de önleyici bir karaktere sahiptir. Ancak, TİHK Kanununda, önleyici karaktere ilişkin herhangi bir düzenleme yer almamakta, önleyici ziyaretlere nasıl karar verileceği belirtilmemekte ve ziyaretlere ilişkin Seçmeli Protokol'de sayılan güvencelere de yer verilmemektedir. Bu durumu da Anayasanın 40 ıncı maddesiyle bağdaştırmak oldukça güçtür. Kanunun 4 üncü maddesinin ikinci fıkrasının kuruma tanıdığı yetki 'ihbar ve şikayette bulunmak'tan ibaret olarak belirtilmiştir. Oysa Paris İlkelerinde yetkiler arasında 'Ulusal Kurullar Uygun gördükleri insan hakları ihlalleri vakalarına el koyarlar' denilmesinin pratik anlamı olup, bu madde sayesinde herhangi bir yerde insanların yaşamlarına ya da bedenselEsas Sayısı : 2012/98 Karar Sayısı : 2013/92 4 bütünlüklerine yönelik bir saldırı haberi alındığında kurum yetkililerinin hiçbir bürokrasiye takılmaksızın olay yerine en hızlı şekilde intikal ederek gereken önlemi alması sağlanır. Ancak Paris ilkelerini göz ardı eden kanunun bu maddesiyle, Türkiye İnsan Hakları Kurumu asla ihlal vakalarının kendisine ulaştırıldığı etkin bir merkez olma özelliğine sahip olamayacaktır. Neticede bu madde Devletin kişinin hak ve hürriyetlerini sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal sosyal ve ekonomik engelleri kaldırmayı, insanın maddi ve manevi varlığını geliştirmesi için gerekli şartları hazırlama görevine aykırı durumlar yaratacağı gibi, Anayasa ile tanınmış hak ve hürriyetleri ihlâl edilen herkesin, yetkili makama geciktirilmeden başvurma imkânının sağlanmasını isteme hakkını da sınırlandırmaktadır. Bu nedenle mevcut düzenleme Anayasanın 2 nci, 5 inci, 11 inci, 12 nci ve 40 ıncı maddelerine aykırıdır. 3) 6332 Sayılı 'Türkiye İnsan Hakları Kurumu Kanunu'nun 5 inci Maddesinin Üçüncü Fıkrasının, Dördüncü Fıkrasının a ve b Bentlerinin, Sekizinci ve Dokuzuncu Fıkralarının Anayasaya Aykırılığı İnsan Hakları Kurulu başlıklı 5 inci maddesinin üçüncü fıkrasında, Kurum, üye olma niteliklerine sahip olanları ilgisine göre Cumhurbaşkanlığına, Bakanlar Kuruluna sunulmak üzere Başbakanlığa, Yükseköğretim Kurulu Başkanlığına bildirir, hükmü yer almakta; dördüncü fıkrasının a bendinde İki üye insan hakları alanında temayüz etmiş kişiler arasından Cumhurbaşkanı tarafından seçileceği, b bendinde ise, yedi üyenin insan hakları alanında temayüz etmiş kişiler arasından Bakanlar Kurulu tarafından seçileceği düzenlenmiştir. Ayrıca aynı maddenin sekizinci ve dokuzuncu fıkralarında ikinci fıkrada belirtilen şartları taşıyanların başvuruları, Kurum tarafından Cumhurbaşkanlığına, Bakanlar Kuruluna sunulmak üzere Başbakanlığa iletileceği yer almaktadır. Bu maddeye göre; Kurul üyelerinden ikisi insan hakları alanında uzmanlaşmış kişiler arasından Cumhurbaşkanı'nca; 7'si Bakanlar Kurulu'nca seçilecek, bir üye, öğretim üyeleri arasından Yükseköğretim Kurulu'nca; bir üye de 10 yıl avukatlık yapan avukatlar arasından baro başkanlarınca belirlenecek, Başkan ve İkinci Başkan, kurul üyelerince seçilecektir. Halbuki ihlalleri önlemeye, hakları korumaya yönelik olarak oluşturulacak İnsan Hakları Kurumunun da mutlak surette yönetim hiyerarşisinden bağımsız, onu dışarıdan gözlemleyebilen ve denetleyebilen bir örgütlenme modeline sahip olması zorunludur. Aksi halde bu biçimde oluşturulacak bir İnsan Hakları Kurumu'nun daha baştan işlevsiz ve etkisiz bir kurum olacağı açıktır. Dolayısıyla bu düzenleme, Türkiye İnsan Hakları Kurumunun bağımsızlığını güvence altına almamaktadır. İnsan hakları ihlallerinin temel sorumlusunun devletler ve hükümetler olması, ihlalleri önlemeye, hakları korumaya yönelik olarak oluşturulacak bir kurumun da mutlak surette devletin yönetim hiyerarşisinden bağımsız, onu dışarıdan gözlemleyebilen ve denetleyebilen bir örgütlenme modeline sahip olmasını gerektirir. Anılan kanunun üçüncü fıkrası; Kurul üyelerinin adaylıklarının Başbakanlık üzerinden Bakanlar Kurulu'na sunulacağını düzenlemektedir. Bu uygulamada adaylar öncelikle Başbakanlığın denetiminden geçmektedir. Adaylar, Bakanlar Kuruluna gönderilmek üzere başvurularını Kuruma vereceklerdir. Ancak Bakanlar Kurulu'na gönderilmeden önce Başbakanlığın ya da Kurulun listeye müdahaleEsas Sayısı : 2012/98 Karar Sayısı : 2013/92 5 edip etmeyeceği net olmadığı gibi Bakanlar Kurulu tarafından uygulanacak seçim kriterleri de belirlenmiş değildir. Bu da aslında Hükümete, istediği zaman istediği üyeleri atama yolu ile, kurumu denetim altında tutma olanağı tanımaktadır. Oysa, Paris İlkeleri ışığında Türkiye İnsan hakları Kurumu, hem hükümetten bağımsız olmalı ve hem de bağımsız olduğu yönünde kamuoyuna güven verebilmelidir. Bunun sağlanmasının yolu da STK'ların ve meslek örgütlerinin dahil olduğu geniş katılımlı bir aday belirleme sürecinin sonunda üyelerin TBMM tarafından nitelikli çoğunluk ile seçilmesinden geçmektedir. B.M. İnsan Hakları Komisyonu'nun 3 Mart 1992 tarihli 1992/54 sayılı ve B.M. Genel Kurulu'nun 20 Aralık 1993 tarihli 48/134 sayılı kararlarıyla kabul edilmiş olan insan haklarının geliştirilmesi ve korunması için kurulan ulusal kuruluşların statüsüne ilişkin Paris İlkeleri olarak bilinen ve Türkiye'nin de benimsediği temel yaklaşıma göre seçimin aşağıdaki yöntem ve kriterlere uygun olarak gerçekleştirilmesi gerekir. Ulusal kuruluşların oluşturulması ve üyelerinin seçimle veya başka bir yoldan belirlenmesi, insan haklarının geliştirilmesi ve korunmasıyla ilgili (sivil) toplum güçlerinin çoğulcu bir biçimde temsil edilmesini sağlayacak gerekli bütün güvencelerin var olduğunu gösteren bir usulle yapılmalıdır. Bu da özellikle, a) İnsan hakları ve ırk ayrımcılığına karşı mücadeleyle ilgili sivil toplum kuruluşları, sendikalar ve örneğin hukukçu, hekim, gazeteci ve bilim insanlarını bir araya getiren sosyal mesleki kuruluşların, b) Din ve felsefi düşünce akımlarının, c) Üniversitelerin ve nitelikli uzmanların, d) Parlamentonun, e) (ancak istişari mahiyette katılmak koşuluyla) yönetimin temsilcileriyle etkin bir işbirliğine imkan veren yetkilerle veya bu temsilcilerin bu kuruluşlara katılımıyla gerçekleştirilebilir Dolayısıyla Paris ilkelerinde belirtilen yöntem ve kriterlere hiçbir şekilde uygun olmadan aceleyle hazırlanmış 6332 sayılı Türkiye İnsan Hakları Kurumu Kanunundaki bu düzenleme ile, insan hakları mücadelesinde bağımsız kuruluşların geliştirdiği düzeyin ve erişilen kapasitenin çok gerisine düşen bir kurumun ortaya çıkacağı açıktır. Ayrıca bu madde Paris İlkeleri'nin öngördüğü çoğulculuğu güvence altına almamaktadır. Paris İlkeleri'nde de belirtildiği gibi, 'ulusal kurumun bağımsızlığını güvence altına alacak unsurlardan birisi de böylesi bir kurumun karar verme organı içinde yer alanların çoğulculuk ilkesine uygun bir biçimde oluşturulmasıdır. ' Kurulun üyelerinin farklılıklara saygı gösterme yeteneği ile donatılması oldukça önemlidir. Bu nedenle TİHK'nun bulunduğu ülkenin toplumsal profilini olabildiğince geniş bir şekilde yansıtması sağlanmalıdır. Sadece hükümetin görüşleri doğrultusunda hareket edenEsas Sayısı : 2012/98 Karar Sayısı : 2013/92 6 aykırı seslere kulak tıkayan bir kurulun toplumun tüm kesimlerini kucaklaması ise düşünülemez. Ayrıca yine 5 inci maddenin altıncı fıkrasında , 'ilgili sivil toplum, sosyal ve mesleki kuruluşların, düşünce akımlarının, üniversitelerin, uzmanların çoğulcu bir şekilde temsiline özen gösterilir' ifadesi kullanılmıştır. Her şeyden evvel bu fıkra çoğulculuğu, farklı toplumsal grupların, sivil toplum kuruluşlarının temsilini güvence altına alan yerinde ve doğru bir girişim olmasına rağmen son derece muğlak ve keyfi seçimlere imkan sağlayabileceğinden yeterli bir düzenleme olmadığı gibi, Paris ilkelerinin özünü oluşturan çoğulculuk ilkesini güvence altına alan bir hüküm de değildir. Neticede, Kurumun ilişkisinin TBMM ile olmaması, Anayasanın özünü oluşturan insan hakları kavramına ve bu kavrama dayalı denetime açıkça aykırıdır. Kurumun Kurul üyelerinin adaylıklarının Başbakanlık dolayımıyla Bakanlar Kurulu'na sunulacağının düzenlenmiş olması ve Bakanlar Kurulu tarafından uygulanacak seçim kriterlerinin belirlenmemiş olması, Kurul üyelerinden ikisinin Cumhurbaşkanı'nca; 7'si Bakanlar Kurulu'nca seçilecek olması, Anayasanın Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanacağı, Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamayacağı ve hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamayacağı yönündeki 6 ncı maddesine aykırıdır. Kanunun öngörmüş olduğu atama prosedürü Paris ilkelerine aykırı olduğundan Anayasanın 90 ıncı maddesine de aykırıdır. Açıklanan bu nedenlerle mevcut hüküm Anayasanın 5 inci, 6 ncı, 7 nci, 8 inci, 11 inci, 12 nci, 19 uncu, 40 ıncı ve 90 ıncı maddelerine aykırı olduğundan iptal edilmelidir. 4) 6332 Sayılı 'Türkiye İnsan Hakları Kurumu Kanunu'nun 6 ncı Maddesinin Anayasaya Aykırılığı MADDE 6 (1) Kurul Başkanı, İkinci Başkan ve üyelerin süreleri dolmadan herhangi bir nedenle görevlerine son verilemez. Ancak, seçilmeleri için gerekli şartları taşımadıkları ya da kaybettikleri Kurulca tespit edilen Başkan ve üyelerin görevlerine Bakanlar Kurulunca son verilir. Kurul tutanak ve kararlarını süresi içinde imzalamayan veya karşı oy gerekçesini süresi içinde yazılı olarak bildirmeyen Başkan ve üyelerin üyeliklerine de aynı usul çerçevesinde son verilir. (2) Ağır ceza mahkemesinin görevine giren suçüstü hâlleri dışında, münhasıran insan haklarının korunması ve geliştirilmesine ilişkin görevleriyle ilgili olarak suç işlediği ileri sürülen Başkan, İkinci Başkan ve üyeler yakalanamaz, üstleri ve konutları aranamaz, sorguya çekilemez. Ancak, durum Başbakanlığa derhâl bildirilir. Bu fıkra hükümlerine aykırı hareket eden kolluk kuvvetleri amir ve memurları hakkında yetkili Cumhuriyet başsavcılığı tarafından genel hükümlere göre doğrudan doğruya soruşturma ve kovuşturma yapılır. İnsan hakları ihlallerine dair şikayet alan ve ihlalleri tespit edip, önlemeye çalışan kurumlar için 'dokunulmazlık güvencesi' bağımsızlığın olmazsa olmaz şartıdır. Dokunulmazlık güvencesi, görev sırasında ya da nedeniyle yapılmış olan eylemler ve işlemler nedeniyle başkan, üyeler ve çalışanlar hakkında soruşturma ve dava açılmasına karşıEsas Sayısı : 2012/98 Karar Sayısı : 2013/92 7 yargı bağımsızlığı tanınması anlamındadır. Bu koruma, pek çok ülkede yargıçlara tanınana benzemektedir. Bu kanunda başkan, başkan yardımcısı ve üyeleri kapsayan bir 'üyelik teminatı' maddesi bulunmakta ise de bu madde, bir teminat sağlamaktan son derece uzaktır. Öncelikle, bir 'yargı bağışıklığı' değil, sadece 'yakalanmama, üzerlerinin ve konutların aranmaması, sorgulanmama' güvencesi getirmekte ve görevleri nedeniyle yargılanmayacaklarına ilişkin herhangi bir hüküm bulunmamaktadır. Dolayısıyla, görevleri süresinde dahi yargılanıp haklarında mahkûmiyet hükmü verilebilecektir. Kaldı ki ilgili maddede 'görevleri ile ilgili olarak işledikleri suçlardan dolayı haklarında verilen mahkûmiyet kararı kesinleşen' başkan, yardımcısı ve üyeler hakkında üyelikten çıkarma kararı verilebilecektir. hükmüne de yer verilmiştir. Ayrıca maddede üyeliklerin belli koşullarda düşürülebileceği öngörülmüş olmakla birlikte 'Kurul kararlarının süresi içinde imzalanmaması veya karşı oy gerekçesini süresi içinde yazılı olarak bildirilmemesi' de üyeliğe son verme gerekçesi olarak belirtilmiştir ki bu, kötüye kullanmaya son derece açık bir düzenlemedir. Ayrıca gerçek anlamda bir yargı bağımsızlığının olmaması nedeniyle, Başkan ve üyeler ile Kurum personeli görevlerini yerine getirmeleri sırasında edindikleri kamuya ait gizlilik taşıyan bilgileri, kişisel verileri, Kurumla ilgili gizlilik taşıyan bilgileri, bu konuda kanunen yetkili kılınan mercilerden başkasına açıklamaları halinde hukuksal ve cezai yaptırımla karşılaşacaklardır. Başka bir deyişle; bu maddede Kurul başkan ya da üyelerinin görevlerine hiçbir biçimde keyfi olarak son verilemeyeceğine dair açık ve objektif kriterlerin bulunmaması Türkiye İnsan Hakları Kurumunun bağımsızlığını ciddi bir şekilde zedelemektedir. Yine aynı kanunun 16 ncı maddesinde; İmtiyaz ve dokunulmazlıklar açısından Kurum'un asli ve sürekli hizmetlerini yürütecek uzman ve uzman yardımcıları için durum çok daha vahimdir. Çünkü bu madde de hak ihlallerini soruşturacak, nezarethaneleri ziyaret edecek, raporlar hazırlayacak uzman yardımcıları için hiçbir güvence getirmemekte, personeli tamamen güvencesiz bırakmaktadır. Üyelerin süreleri dolmadan, herhangi bir nedenle, hiçbir şekilde görevlerine son verilmemesi gerekirken, seçilmeleri için gerekli koşulları taşımadıkları ya da kaybettikleri Kurulca tespit edilen üyelerin görevlerine Bakanlar Kurulunca son verilmesi, üyelerin idari bağımsızlığını ortadan kaldırmaktadır. Görevden alınmaya ilişkin bu hükümlerin son derece sakıncalıdır. Özellikle, üyelerden memnun olmayan bir iktidar, hiç bir hukuki gerekçeye dayanmaksızın üyeleri kolaylıkla görevden alabilir. İkinci olarak, bu hükümlerle üyelere savunma hakkı bile verilmeden onun görevden alınmasının önü açılmaktadır. Hâlbuki savunma hakkı kutsal ve en temel bir insan hakkı olduğundan savunmasına fırsat bile verilmeden onun görevinden alınması vahim bir hatadır. İnsan Hakları Kurumu üyelerinin bu düzenlemeyle en temel insan hakkından olan savunma hakkının ihlal edilmiş olması, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesiyle ve Anayasal ilkelerle bağdaşmaz. Unutulmamalıdır ki savunma hakkı, sıradan bir hak olamayıp bir insan hakkı olduğu düşüncesi yeni kabul edilen bir düşüncedir. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi bir insan hakkı olarak savunma hakkını içermektedir (m. 8, 9, 10, 11). Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ise savunma hakkını öncelikli olarak sanık bakımından öne çıkarmış (m. 6/3) ve herkesinEsas Sayısı : 2012/98 Karar Sayısı : 2013/92 8 savunma hakkının olduğunu kabul etmiştir (m. 6/1). Anayasada savunma hakkı tereddüde yer vermeyecek şekilde düzenlenmiştir. Anayasanın 36 ncı maddesinde, 'hak arama hürriyeti' içinde, 'Temel Haklar ve Ödevler' arasında; 'Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir' şeklinde düzenlenmiştir. Bu nedenle mevcut düzenleme, AİHS m. 6,8, 9, 10, 11'e ve dolayısıyla Anayasanın 36 ncı ve 90 ıncı maddelerine aykırıdır. Ayrıca Bakanlar Kurulu'na sınırsız ve keyfi yetki verdiği için, Anayasanın 5 inci, 6 ncı, 7 nci, 8 inci, 11 inci ve 112 nci maddelerine de aykırıdır. 5) 6332 Sayılı 'Türkiye İnsan Hakları Kurumu Kanunu'nun 12 nci Maddesinin Anayasaya Aykırılığı MADDE 12 (2) Başvurulara ilişkin usul ve esaslar Kurum tarafından çıkarılacak yönetmelikle belirlenir. Bu fıkra ile yürütmeye geniş bir düzenleme yetkisi verilmiştir. Halbuki Anayasa Mahkemesinin pek çok kararında belirtildiği üzere, yasada belirtilmesi gereken söz konusu hususlara yasada yer verilmemesi, yasaların açık, anlaşılabilir ve sınırlan belirli kurallar içermesi gereğinin hukuk güvenliğinin gerçeklemesi için ön koşul kabul edildiği hukuk devleti anlayışına ve dolayısıyla Anayasanın 2 nci maddesine aykırı düşmektedir. Anayasa Mahkemesi'nin 11.04.2007 tarihli 2006/35 e ve 2007/48 K. Sayılı kararında; 'Anayasanın 2 nci maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti'nin başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devleti olduğu vurgulanmıştır. Hukuk devleti, tüm işlem ve eylemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdürmeyi amaçlayan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, insan haklarına saygı duyarak bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, yargı denetimine açık, yasaların üstünde Anayasa ve yasa koyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri bulunduğu bilincinde olan devlettir. Anayasanın 7 nci maddesinde 'Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez.' denilmektedir. Buna göre, yasa koyucunun temel ilkeleri koymadan, çerçeveyi çizmeden yürütmeye yetki vermemesi, sınırsız, belirsiz bir alanı, yönetimin düzenlemesine bırakmaması gerekir. Anayasa Mahkemesi'nin önceki kararlarında vurgulandığı üzere, Anayasada yasa ile düzenlenmesi öngörülen konularda yürütme organına genel ve sınırları belirsiz bir düzenleme yetkisinin verilmesi olanaklı değildir. Yürütmenin düzenleme yetkisi yasa ile sınırlandırılmış, tamamlayıcı bir yetkidir. Bu nedenle, Anayasada öngörülen ayrık durumlar dışında, yürütme organına yasalarla düzenlenmemiş bir alanda genel nitelikte kural koyma yetkisi verilemez. Ayrıca, yürütme organına düzenleme yetkisi veren bir yasa kuralının Anayasanın 7 nci maddesine uygun olabilmesi için temel ilkelerin konulması, çerçevenin çizilmesi, düzenleme için sınırsız, belirsiz, geniş bir alanın bırakılmaması gerekir.Esas Sayısı : 2012/98 Karar Sayısı : 2013/92 9 Dolayısıyla bu fıkra yeterli açıklık ve belirlilikten uzak olduğundan Anayasanın 2 nci ve 7 nci maddelerine aykırıdır Sonuç olarak bu fıkrada kullanılacak yetkiler, asli bir düzenleme yetkisi niteliği taşıdığından böyle bir yetkilendirmede Anayasanın 6 ncı, 7 nci, 8 inci ve 123 üncü maddelerine aykırıdır. Ayrıca bu belirsizlik Anayasanın Başlangıç kısmına, 2 nci ve 5 inci maddelerine aykırı olduğu gibi ayrıca Anayasanın herhangi bir hükmüne aykırı bir düzenlemenin ise Anayasanın 2 nci ve 11 inci maddelerinde belirtilen 'hukuk devleti', Anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkeleri ile çelişeceği ortadadır 6) 6332 Sayılı 'Türkiye İnsan Hakları Kurumu Kanunu'nun 21 inci Maddesinin Anayasaya Aykırılığı MADDE 21 (1) Kurumun gelirleri şunlardır: a) Genel bütçeden tahsis edilecek ödenekler. b) Kuruma yapılacak her türlü bağış, yardım ve vasiyetler. c) Kurum gelirlerinin değerlendirilmesinden elde edilen gelirler. ç) Diğer gelirler. İlk olarak belirtmek gerekir ki uluslararası kriterlere göre; kurumun bağımsızlığının sağlanması için bütçesinin önceden belli olması, herhangi bir mali arayış içerisinde olmadan çalışmalarını sürdürmesi ön koşuldur. Halbuki anılan maddedeki mali yapı, bağımsızlık ilkesine tamamen aykırıdır. Paris İlkeleri'ne göre, 'oluşturulacak ulusal kurumun mali bağımsızlığı ile işlevsel bağımsızlığı arasında doğrudan bir ilişki bulunmaktadır' Paris ilkelerinin bu konudaki ilgili maddesi ' Ulusal kurum, etkinliklerinin sorunsuzca sürdürülmesini sağlayacak elverişli bir altyapıya, bilhassa yeterli mali kaynaklara sahip olmalıdır. Bu kaynak tahsisi, kurumun Hükümetten bağımsız olmasını ve bağımsızlığına etki edebilecek bir mali kontrol altında bulunmamasını sağlamak için kendi personeline ve tesislerine sahip olmasını mümkün kılmayı amaçlamalıdır' şeklinde olup, bağımsızlık için mali yapının nasıl olması gerektiğini açık bir şekilde belirtmiştir. Her ne kadar kanunun 3 üncü maddesinde kurumun mali özerkliğe sahip olduğu belirtilmişse de aynı kanunun 21 inci maddesinde finansal özerkliğin nasıl ve hangi düzeyde olacağı belli değildir. Başka bir deyişle bu madde Türkiye İnsan Hakları Kurumunun uygun ve bağımsız bir bütçeye sahip olmasını güvence altına almamaktadır Ayrıca maddede de yer alan 'Kurumun gelirlerinin değerlendirilmesinden elde edilecek gelirler' düzenlemesi, kurumun, gelir elde etmek üzere bütçeyi yatırım aracına dönüştürme riskini de taşımaktadır.Esas Sayısı : 2012/98 Karar Sayısı : 2013/92 10 Açıklanan bu nedenlerle mevcut düzenleme Anayasanın 161 inci ve 163 üncü maddelerine aykırıdır. IV. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ Anayasal düzenin en kısa sürede hukuka aykırı kurallardan arındırılması, hukuk devleti sayılmanın gereğidir. Anayasaya aykırılığın sürdürülmesinin, bir hukuk devletinde subjektif yararların üstünde, özenle korunması gereken hukukun üstünlüğü ilkesini de zedeleyeceği kuşkusuzdur. Hukukun üstünlüğü ilkesinin sağlanamadığı bir düzende, kişi hak ve özgürlükleri güvence altında sayılamayacağından, bu ilkenin zedelenmesinin hukuk devleti yönünden giderilmesi olanaksız durum ve zararlara yol açacağında duraksama bulunmamaktadır. Arz ve izah olunan nedenlerle, söz konusu kural hakkında yürürlüğünün durdurulması da istenerek iptal davası açılmıştır. 30.06.2012 tarihli ve 6332 sayılı Türkiye İnsan Hakları Kurumu iptali istenen maddelerin uygulanması halinde, Anayasaya, kanunlara ve Uluslararası sözleşmelere ve Anayasa Mahkemesinin kararlarına aykırı olarak geriye dönüşü imkansız biçimde ve giderilmesi olanaksız hukuki zarar ve durumlara yol açacağı açıktır.' B Anayasa Mahkemesince alınan 20.9.2012 günlü, dava dilekçesindeki eksikliklerin giderilmesi kararından sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri Emine Ülker TARHAN ile Levent GÖK tarafından verilen 15.10.2012 günlü ek dava dilekçesinin gerekçe bölümü ise şöyledir: '6332 sayılı Türkiye İnsan Hakları Kurumu Kanunun 1) 3. maddesinin Anayasanın Başlangıç, 2., 5., 12., 90. maddelerine aykırılığı İptali istenen 6332 sayılı Türkiye İnsan Hakları Kurumu Kanunun 3 üncü maddesiyle, ilgili diğer mevzuatla verilen görevleri yerine getirmek ve yetkileri kullanmak üzere, kamu tüzel kişiliğini haiz, idari ve mali özerkliğe sahip ve özel bütçeli, Türkiye İnsan Hakları Kurumu kurulduğu; Kurumun Başbakanlıkla ilişkili olduğu; Kurumun merkezinin Ankara'da bulunduğu ve Kurumun yurt içinde ve sayısı ikiyi geçmemek üzere yurt dışında büro açabileceği düzenlenmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Başlangıç metninde Millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu ve bunu millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun, bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı belirtilmiş, Her Türk vatandaşının bu Anayasadaki temel hak ve hürriyetlerden eşitlik ve sosyal adalet gereklerince yararlanarak millî kültür, medeniyet ve hukuk düzeni içinde onurlu bir hayat sürdürme ve maddî ve manevî varlığını bu yönde geliştirme hak ve yetkisine doğuştan sahip olduğu da özellikle vurgulanmıştır. Anayasa Cumhuriyetin niteliklerinden söz ederken, devletin insan haklarına saygılı olduğunu belirtmiştir. Bu vurgu Anayasanın 2 nci maddesinde ifadesini bulmuş, böylece Anayasa, belli bir düşünce biçimini yansıtmak, insan haysiyeti kavramının evrenselliğini vurgulamak, kişilerin insan olmaktan dolayı sahip oldukları hak ve özgürlüklerden yararlanacağını açıklamak istemiştir. İnsan hakları deyimi geniş kapsamlıdır. Bütün insanlara tanınması gereken ideal hak ve özgürlükleri de içine alır.Esas Sayısı : 2012/98 Karar Sayısı : 2013/92 11 1982 Anayasası, 1961 Anayasasında olduğu gibi, insan haklarını temel haklar ve ödevler başlığı altında düzenlemiştir. Anayasa Batıdaki gelişmelere uygun olarak, bir yandan herkesin kişiliğine bağlı dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahip olduğunu belirterek, ÖZGÜRLÜK anlayışını (m.12); diğer yandan da kişinin hak ve hürriyetlerini sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal sosyal ve ekonomik engelleri kaldırmayı, insanın maddi ve manevi varlığını geliştirmesi için gerekli şartları hazırlamayı devletin görevlerinden sayarak, ÖZGÜRLEŞTİRME anlayışını benimsemiştir (m.5). Anılan kanunun 3 üncü maddesinin ikinci fıkrasındaysa ' Kurum Başbakanlıkla ilişkilidir.' hükmüne yer almıştır. Özenle vurgulamak gerekir ki; Türkiye İnsan Hakları Kurumu Kanunu Tasarısının madde gerekçesinde, Paris Prensipleri gereğince ulusal kurumlar; yeterli malî kaynaklara, kendi personel ve tesislerine sahip, bağımsız kurumlar olmalıdır. Bu çerçevede, Türkiye İnsan Hakları Kurumunun, Paris Prensiplerinin öngördüğü bu hususiyetlere sahip olabilmesi için kamu tüzel kişiliğine haiz, idarî ve malî özerkliğe sahip bir kurum olması öngörülmüştür. Kurum, görev ve yetkilerini ke
4,130
Esas Sayısı : 2009/11 Karar Sayısı : 2011/93 1 "... Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'Davacı (') vekili (') tarafından (01/11/2004 gün ve 04/142 sayılı belge ile (A) sınıfı Sigorta Eksperi olarak görev yapmakta iken mesleğine bir süre ara veren davacının, yeniden aktif Sigorta Eksperliği görevine dönmek amacıyla yaptığı başvurunun reddine dair davalı idarenin 21/10/2008 gün ve 45949 sayılı işleminin iptali ve yürütmenin durdurulma istemiyle) Hazine Müsteşarlığına karşı açılan davada; davacı tarafından ileri sürülen Anayasa'ya aykırılık itirazı ciddî bulunarak işin gereği görüşüldü: Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 11'inci maddesinin ikinci fıkrasında kanunların Anayasa'ya aykırı olamayacağı belirtilmiş; 152'nci maddesinde de 'Bir davaya bakmakla olan mahkeme, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır. Mahkeme, Anayasaya aykırılık iddiasını ciddi görmezse bu iddia, temyiz merciince esas hükümle birlikte karara bağlanır. Anayasa Mahkemesi, işin kendisine gelişinden başlamak üzere beş ay içinde kararını verir ve açıklar. Bu süre içinde karar verilmezse mahkeme davayı yürürlükteki kanun hükümlerine göre sonuçlandırır. Ancak, Anayasa Mahkemesinin kararı, esas hakkındaki karar kesinleşinceye kadar gelirse, mahkeme buna uymak zorundadır. Anayasa Mahkemesi'nin işin esasına girerek verdiği red kararının Resmî Gazete'de yayımlanmasından sonra on yıl geçmedikçe aynı kanun hükmünün Anayasaya aykırılığı iddiasıyla tekrar başvuruda bulunulamaz.' hükmüne yer verilmiştir. Anayasa'nın 152'nci madde hükmüne göre, bir davaya bakmakta olan mahkemenin itiraz yoluyla bir kanun hükmünün iptali için Anayasa Mahkemesine başvurabilmesi için, iptali istenen kuralın davada uygulanacak nitelikte bir kural olması gerekir. Davacının faal Sigorta Eksperi olarak çalışmasını engelleyen 5684 sayılı Sigortacılık Kanunu'nun 22'nci maddesinin (14) no.lu fıkrasının son tümcesinin ise bakılan davada uygulanacak bir kural niteliğinde olduğu açıktır. Dava dosyasının incelenmesinden; davacının, 01/11/2004 gün ve 04/142 sayılı belge ile (A) sınıfı Sigorta Eksperi olarak görev yapmakta iken mesleğine bir süre ara verdiği sırada 14/06/2007 tarihli Resmî Gazete'de yayımlanan 5684 sayılı yeni Sigortacılık Kanunu'nun yürürlüğe girdiği, anılan Kanun'un geçici 6'ncı maddesi uyarınca süresi içerisinde ruhsatını değiştirme şartını yerine getirdiği, ancak aynı Kanun'un 22/(14) maddesinde yer verilen Sigorta şirketlerinin, sigorta acentelerinin ve brokerlerin ortakları, yönetim ve denetiminde bulunan kişiler ve bunlar adına imza atmaya yetkili olanlar ile mesleki faaliyette bulunan şirket çalışanları sigorta eksperliği yapamaz; tüzel kişi sigorta eksperlerinin yönetim ve denetim kurullarında görev alamaz, imzaya yetkili olarak çalışamaz, bunlara ortak olamaz ve bunlardan ücret karşılığı herhangi bir iş kabul edemez. Bu sınırlandırmalar söz konusu kimselerin eş ve velayeti altındaki çocukları için de geçerlidir.' hükmü gerekçe gösterilerek, (hâlen eşi ' Sigorta A.Ş. Ege Bölge Müdürlüğü'nde Bölge Müdür Yardımcısı olarak görev yapan) davacının yeniden aktif Sigorta Eksperliği görevine döndürülmesi ve bu doğrultuda Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) bünyesinde tutulan (aktif olarak görev yapan Sigorta Eksperlerini gösteren) Levha'ya kaydolunması isteğiyle yaptığı başvurunun reddi üzerine bakılan davanın açıldığı anlaşılmaktadır.Esas Sayısı : 2009/11 Karar Sayısı : 2011/93 2 Davacı; 5684 sayılı Kanun'un yürürlüğe girdiği tarihten önce sigorta eksperliği yapmaya hak kazandığını eski yasal düzenlemede eşinin sigorta şirketinde imza yetkilisi olarak çalışmasının kendisinin sigorta eksperliği yapmasına engel teşkil ettiğine dair bir hüküm bulunmadığı, çıkarılan yeni Yasa'nın kendisinin müktesep hak niteliğindeki mesleğini yapmaya engel teşkil etmesinin kanunların geriye yürümezlik ilkesine ve çalışma hürriyetine aykırı olduğunu ileri sürerek, 5684 sayılı Kanun'un 22'nci maddesinin (14) no.lu fıkrasının Anayasa'ya aykırı olduğu itirazında bulunmuştur. Sigorta eksperlerinin çalışma usûl ve esaslarını düzenleyen mülga 7397 sayılı Sigorta Murakebe Kanunu'nun 38'inci maddesinin birinci fıkrasında 'Sigorta hasar eksperi', 'Sigorta edilen rizikoların gerçekleşmesi sonucunda ortaya çıkan kayıp ve hasarların miktarını, nedenlerini ve niteliklerini tespit ile mutabakatlı kıymet, ön ekspertiz ve gözetim gibi işlemleri mutad meslek hâlinde yapan kişiler' olarak tanımlanmış, ikinci fıkrasında sigorta hasar eksperliği yapabilecek kişilerin nitelikleri, çalışma usûl ve esasları ile sigorta hasar eksperliği mesleğinin düzenlenmesine ilişkin diğer hususların yönetmelikle tespit edileceği belirtilmiş, dördüncü fıkrasında ise sigorta hasar eksperlerinin, taraflardan birisi ile arasında tarafsızlığını şüpheye düşürecek önemli nedenler veya taraflardan biri ile Hukuk Usûlü Muhakemeleri Kanunu'nun 245'inci maddesinin 1, 2 ve 3 numaralı bentlerinde yazılı derecelerde akrabalığı veya bir iş ortaklığı varsa, eksperlik görevini kabul edemeyecekleri hükme bağlanmıştır. Mülga 7397 sayılı Kanun'a dayanılarak çıkarılan ve Resmî Gazete'nin 11/05/1992 gün ve 21225 sayılı nüshasında yayımlanarak yürürlüğe konulan mülga Sigorta Eksperleri Yönetmeliği ile sigorta eksperlerinin nitelikleri, çalışma şekilleri ve şartları ile tâbi olacakları denetim esasları belirlenmiştir (md. 1). Anılan Yönetmeliğin 2/g maddesinde Hazine Müsteşarlığı nezdinde bir Sigorta Eksperleri Sicili tutulması öngörülmüş; 3'üncü maddesinin birinci fıkrası ile 20'nci maddesinde de ancak bu sicile kaydolunan gerçek ve tüzel kişilerin sigorta eksperliği yapabilecekleri, Sigorta Eksperleri Siciline kayıtlı olmayan kişilerin sigorta eksperliği yapamayacakları ifade edilmiştir. Eşleri sigorta şirketlerinin yönetim ve denetiminde bulunan kişiler ve bunlar adına imza atmaya yetkili olanların sigorta eksperliği yapamayacağına ilişkin herhangi bir düzenleme içermeyen 7397 sayılı Sigorta Murakebe Kanunu, 03/06/2007 tarihinde kabul edilen ve 14/06/2007 gün ve 26552 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanan 5684 sayılı Sigortacılık Kanunu ile yürürlükten kaldırılmış ve bu Kanun'a dayanılarak da yeni bir Sigorta Eksperleri Yönetmeliği (RG., 22/06/2008 26914) yürürlüğe konulmuştur. 5684 sayılı Kanun'un 2/(l) ğ maddesinde Kanun'da geçen 'Levha' deyiminin 'Sigorta eksperleri ve sigorta acenteleri için Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği tarafından ayrı ayrı düzenlenecek faal olarak çalışanlara ilişkin kayıtları gösterir levha'yı ifade ettiği belirtilmiş, aynı maddenin (m) bendinde 'Sigorta Eksperi', 'Sigorta konusu risklerin gerçekleşmesi sonucunda ortaya çıkan kayıp ve hasarların miktarını, nedenlerini ve niteliklerini belirleyen ve mutabakatlı kıymet tespiti, ön ekspertiz ve hasar gözetimi gibi işleri mutat meslek olarak yapan tarafsız ve bağımsız kişi' olarak tanımlanmış; 22/(2) maddesinde sigorta eksperliği yapmak isteyen kişilerin Müsteşarlıktan sigorta eksperlik ruhsatı alması ve Levha'ya yazılı olması gerektiği hükme bağlanmış, aynı maddenin (4) no.lu fıkrasında 'Sigorta eksperi unvanı, sigorta eksperliği ruhsatnamesinin alınmasından sonra kazanılır. Sigorta eksperliği yapacaklar, ruhsatnamelerini aldıktan sonra Levha'ya kayıt olmak için Türkiye Odalar ve Borsalar Birliğine başvurur.' hükmüne yer verilmiş, (5) no.lu fıkrasının (ç) bendinde sigorta eksperlerinin kaydının, Sigorta Eksperliğinden ayrılmışsa Levha'dan silineceği kurala bağlanmış, (7) no.lu fıkrasında Levha'dan silinmeyi gerektiren hâllerinin sona erdiğini ispat eden sigorta eksperinin, Levha'ya yenidenEsas Sayısı : 2009/11 Karar Sayısı : 2011/93 3 yazılma hakkını kazanacağı, ancak hakkında meslekten çıkarma kararı verilmiş olan kişinin bir daha Levha'ya yazılmasının mümkün olmadığı, Levha'ya yeniden yazılan sigorta eksperinden kayıt ücreti alınmayacağı belirtilmiş, (8) no.lu fıkrasında Levha'ya yeniden yazılma talebinde bulunanların, Levha'ya yazılma şartlarının varlığının devam ettiğini ispatla zorunlu tutulabileceği kuralı yer almış, (13) no.lu fıkrasında 'Sigorta eksperi tarafsız olmak zorundadır. Sigorta eksperleri taraflardan birisi ile arasında tarafsızlığını şüpheye düşürecek önemli nedenler veya taraflardan birisi ile 18/6/1927 tarihli ve 1086 sayılı Hukuk Usûlü Muhakemeleri Kanunu'nun 245 inci maddesinin (1), (2) ve (3) numaralı bentlerinde yazılı derecelerde akrabalığı veya bir iş ortaklığı varsa, sigorta eksperliği görevini kabul edemez. Bu hüküm, tüzel kişi sigorta eksperlerinin yanında çalıştırdıkları sigorta eksperleri için de geçerlidir. Bu hükme aykırı olarak düzenlenen raporlar geçersizdir.' hükmüne; Anayasa'ya aykırılık itirazının konusu olan (14) no.lu fıkrasında ise 'Sigorta şirketlerinin, sigorta acentelerinin ve brokerlerin ortakları, yönetim ve denetiminde bulunan kişiler ve bunlar adına imza atmaya yetkili olanlar ile mesleki faaliyette bulunan şirket çalışanları sigorta eksperliği yapamaz; tüzel kişi sigorta eksperlerinin yönetim ve denetim kurullarında görev alamaz, imzaya yetkili olarak çalışamaz, bunlara ortak olamaz ve bunlardan ücret karşılığı herhangi bir iş kabul edemez. Bu sınırlandırmalar söz konusu kimselerin eş ve velayeti altındaki çocukları için de geçerlidir.' hükmüne yer verildikten sonra geçici 6'ncı maddesinde bu Kanun'un yayımı tarihinden önce düzenlenmiş olan eksperlik ve brokerlik ruhsatlarının, Müsteşarlık tarafından değiştirilinceye kadar geçerli olduğu, söz konusu değiştirme işlemini, bu Kanun'un yürürlüğe girmesinden itibaren bir yıl içinde yaptırmayanların meslekî faaliyette bulunamayacağı ve sigorta eksperlerinin eksperlik faaliyetine devam edebilmesi için bu Kanun'un yürürlüğe girdiği tarihten itibaren dört ay içinde Levha'ya kaydını yaptırması gerektiği belirtilmiştir. Görüldüğü üzere; sigorta eksperlerinin tarafsız ve bağımsızlığını sağlamak amacıyla, 5684 sayılı Sigortacılık Kanunu'nun 22/(14) maddesi ile eşi veya velayeti altındaki çocuğu sigorta şirketlerinin yönetim ve denetiminde bulunan ve bunlar adına imza atmaya yetkili olan kimselerin Sigorta Eksperliği yapamayacağı yönünde bir düzenleme getirmiştir. Anılan Kanun hükmünün Anayasa'ya aykırı olup olmadığının saptanması bakımından iki yönlü bir değerlendirme yapılması gerekmektedir. Bu değerlendirmenin bir yönü, eski yasal düzenlemede bulunmayan bu sınırlandırmanın, yeni Yasa'da herhangi bir geçici düzenlemeye yer verilmeyerek ve hatta 'Levhaya yeniden yazılma talebinde bulunanlar, Levhaya yazılma şartlarının varlığının devam ettiğini ispatla zorunlu tutulabilir.' denilerek (md. 22/(8) eski Yasa döneminde faal sigorta eksperi olma hakkını kazanan ve Hazine Müsteşarlığı nezdinde tutulan sicile kaydolarak faal sigorta eksperliği yapmakta iken mesleğe bir süre ara veren kişiler hakkında da uygulanmasına yol açılması ve bu suretle davacının eski Yasa döneminde elde ettiği 'faal sigorta eksperliği yapma hakkı' şeklindeki kazanılmış hakkının ortadan kaldırılması iken; Anayasa'ya aykırılık değerlendirmesinin bir diğer yönü ise, eşi veya velâyeti altındaki çocuğu sigorta şirketlerinin yönetim ve denetiminde bulunan ve bunlar adına imza atmaya yetkili olan kimselerin sigorta eksperliği yapamayacağı yönündeki düzenlemenin, Anayasa'nın 48'inci maddesi ile teminat altına alınan çalışma hürriyetini ölçülülük ilkesine aykırı surette sınırladığıdır. Aşağıda sıralanan Anayasa'ya aykırılık gerekçeleri, bu iki yönlü değerlendirme esas alınarak yapılacaktır. Anayasa'mızın 2'nci maddesinde Cumhuriyetin nitelikleri arasında sayılan hukuk devleti ilkesi, en kısa tanımıyla vatandaşların hukukî güvenlik içinde bulundukları, devletin eylem ve işlemlerinde hukuk kurallarına bağlı olduğu bir sistemi anlatır. Şüphesiz ki, vatandaşların kendilerini hukukî güvenlik içinde hissetmelerinin birinci koşulu, yürürlüktekiEsas Sayısı : 2009/11 Karar Sayısı : 2011/93 4 mevzuata uygun olarak ve bütün sonuçlarıyla fiilen elde edilmiş hak ve hürriyetlerin, sonradan çıkarılan yasal ve idarî düzenlemeler ile ortadan kaldırılamaması anlamına gelen kazanılmış haklara saygı ilkesine riayet edilmesidir. Kazanılmış haklara saygı ilkesi, Anayasa'mızda açıkça belirtilmemiş ve düzenlenmemiş olmakla birlikte, uygar milletlerce kabul edilmiş genel hukuk kaidelerinden biri olan bu ilke, Anayasa Mahkemesinin yerleşik içtihadında (Anayasa'nın 2. maddesinde yer alan hukuk devleti ilkesi kapsamında) Anayasa'ya uygunluk denetiminde esas aldığı ölçü normlar (anayasallık bloku) arasında bulunmaktadır. Buna göre; genel hukuk ilkelerinden biri olan kazanılmış haklara saygı ilkesine riayet etmeyen bir devletin hukuk devleti olduğu ileri sürülemeyecek, böyle bir devlet düzeninde vatandaşların hukukî güvenlik içinde bulundukları ya da böyle bir düzenden devletin eylem ve işlemlerinde hukuk kurallarına bağlı olduğu bir sistem olarak bahsedilemeyecektir. Dava konusu olayda; davacı, 7397 sayılı Kanun'un yürürlükte olduğu dönemde aldığı belge ile sigorta eksperi olarak çalışmaya başlamış, mesleğine bir süre ara vermiş olmakla birlikte sigorta eksperi unvanını koruduğundan 5684 sayılı yeni Kanun'un yürürlüğe girmesinden sonra tekrar sigorta eksperi olarak fiilen çalışmak istediğinde yeni Yasa ile getirilen kural gerekçe gösterilerek, sigorta eksperi olarak çalışması için gerekli olan Levha'ya kaydedilme isteği reddedilmiştir. Yeni Yasa davacının, eski Yasa döneminde aldığı sigorta eksperlik ruhsatının geçersizliği ve bundan böyle hiçbir şekilde bu görevi yapamaması sonucunu doğurmamakla birlikte; eski Yasa döneminde fiilen yapmasına engel bulunmayan faal eksperlik görevinde bulunması, yeni Yasa'da getirilen hükümle önlenmiştir. Davacı, eski Yasa tarafından düzenlenen Sigorta Eksperliği statüsüne bireysel bir işlemle girerek çalışmaya başlamış; ancak yeni Yasa'nın yürürlüğe girmesinden sonra faal Sigorta Eksperliği görevine yeniden başlaması engellenmiştir. Her ne kadar davacı, eski Yasa döneminde elde ettiği sigorta eksperi olarak çalışma hakkını kullanmaya yine eski Yasa döneminde ara vermiş ise de, ara verirken de her zaman mevcut koşulları ile faal eksperlik görevine geri dönebileceği inancı ve güveniyle hareket etmiş olduğunu kabul etmek gerekmektedir. Bu durumda; davacının, eski Yasa döneminde elde ettiği faal sigorta eksperi olarak çalışma hakkını, eşinin imza atmaya yetkili sigorta şirketi yöneticiliğinden ayrılıncaya kadar askıya alan ve bu süreyle sınırlı olarak da olsa bu hakkını sona erdiren, en azından Kanun'un yürürlüğe girdiği tarihte sigorta eksperi unvanını haiz kişiler bakımından bu sonuçların ortaya çıkmasını engelleyici bir geçiş hükmüne de yer vermeyen 5684 sayılı Sigortacılık Kanunu'nun 22'nci maddesinin (14) nolu fıkrasında yer alan 'Bu sınırlandırmalar söz konusu kimselerin eş ve velayeti altındaki çocukları için de geçerlidir.' tümcesi Anayasa'nın 2'nci maddesinde yer alan hukuk devleti ilkesine aykırıdır. Diğer yandan; Anayasa'mızın 48'inci maddesinin birinci fıkrasında 'Herkes, dilediği alanda çalışma ve sözleşme hürriyetlerine sahiptir.' hükmüne yer verilerek, çalışma ve sözleşme hürriyeti temel hak ve özgürlükler arasında sayılmış; anılan maddede söz konusu hürriyetin özel bir sınırlandırılma sebebine yer verilmemiş; yine Anayasa'nın (03/10/2001 gün ve 4709 sayılı Kanun'un 2'nci maddesi ile değişik) 13'üncü maddesinde yer verilen 'Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.' hükmü ile de temel hak ve hürriyetlerin yalnızca Anayasa'nın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak sınırlanabileceği ve bu sınırlamanın ölçülülük ilkesine aykırı olamayacağı belirtilmiştir.Esas Sayısı : 2009/11 Karar Sayısı : 2011/93 5 Anayasa'nın çalışma ve sözleşme hürriyetini düzenleyen 48'inci maddesinde özel bir sınırlandırma sebebi sayılmadığı gibi, 5684 sayılı Kanun'un 22/(14) maddesinde yer verilen hüküm, davacının faal sigorta eksperi olarak çalışma hakkını ölçülülük ilkesine aykırı surette sınırlandırmaktadır. Şöyle ki; bağımsız ve tarafsızlığını korumak amacıyla sigorta eksperlerinin çalışma koşullarına ilişkin bazı yasal sınırlandırmaların yapılması makûl ve ölçülülük ilkesine uygun olsa da, yapılan sınırlandırmanın ilgilinin çalışma hayatını (bir süre) tamamen askıya almasının ölçülülük ilkesi yönünden değerlendirilmesini gerektirmektedir. Bilindiği üzere; 'sınırlamanın sınırları' olarak anılan Anayasal ilkelerden biri olan ölçülülük ilkesi, sınırlamada başvurulan aracın, sınırlama amacını gerçekleştirmeye elverişli olmasını bu aracın sınırlama amacı açısından gerekli olmasını ve araçla amacın ölçüsüz bir oran içinde bulunmamasını ifade etmektedir. Buna göre; bir temel hak ve hürriyetin (örneğin çalışma ve sözleşme hürriyetinin) Sınırlandırılması ile ulaşılmak istenen amaca (örneğin sigorta eksperlerinin bağımsız ve tarafsızlığını sağlama amacına), daha makûl ve kabul edilebilir bir sınırlandırma aracı ile ulaşılabiliyor ise, bu makûl ve kabul edilebilir düzeyi aşan sınırlandırmaların ölçülülük ilkesine ve dolayısıyla Anayasa'ya aykırı olduğunun kabul edilmesi gerekmektedir. 5684 sayılı Sigortacılık Kanunu'nun muhtelif maddelerinde, sigorta eksperi olarak çalışan kimselerin taraflar (sigortacı ile sigorta ettiren) arasında bağımsız ve yansızlığını sağlama amacına yönelik düzenlemeler bulunmaktadır. Bunlardan en önemlileri, 'Gerçek kişi sigorta eksperleri, sigorta eksperliğini mutat meslek hâlinde yapmak zorundadır. Gerçek kişi sigorta eksperleri, bu faaliyetlerine devam ettikleri sürede esnaf veya tacir sıfatıyla mesleğin niteliği ile bağdaşması mümkün olmayan başka bir işle uğraşamaz, sigorta acenteliği ve brokerlik faaliyetinde bulunamaz.' hükmünü amir olan 22'nci maddenin (10)'uncu fıkrası; 'Sigorta eksperi tarafsız olmak zorundadır. Sigorta eksperleri, taraflardan birisi ile arasında tarafsızlığını şüpheye düşürecek önemli nedenler veya taraflardan birisi ile 18/6/1927 tarihli ve 1086 sayılı Hukuk Usûlü Muhakemeleri Kanununun 245 inci maddesinin (1), (2) ve (3) numaralı bentlerinde yazılı derecelerde akrabalığı veya bir iş ortaklığı varsa, sigorta eksperliği görevini kabul edemez. Bu hüküm, tüzel kişi sigorta eksperlerinin yanında çalıştırdıkları sigorta eksperleri için de geçerlidir. Bu hükme aykırı olarak düzenlenen raporlar geçersizdir.' hükmünü amir olan aynı maddenin (13)'üncü fıkrası ile 'Sigorta şirketlerinin, sigorta acentelerinin ve brokerlerin ortakları, yönetim ve denetiminde bulunan kişiler ve bunlar adına imza atmaya yetkili olanlar ile meselâ faaliyette bulunan şirket çalışanları sigorta eksperliği yapamaz; tüzel kişi sigorta eksperlerinin yönetim ve denetim kurullarında görev alamaz, imzaya yetkili olarak çalışamaz, bunlara ortak olamaz ve bunlardan ücret karşılığı herhangi bir iş kabul edemez.' hükmünü amir olan (14) no.lu fıkranın ilk tümcesidir. Bu durumda; sigorta eksperi olarak çalışan kişilerin bağımsız ve tarafsızlığını sağlamaya yönelik olarak; 5684 sayılı Kanun'un 22'nci maddesinin (10) ve (13) fıkraları ile (14) no.lu fıkrasının ilk tümcesinde bazı sınırlandırmalar getirilmiş iken, bir de (14)'üncü fıkranın son tümcesinde yer verilen hüküm ile aynı fıkranın birinci tümcesinde yer alan sınırlandırmanın bunların eş ve velâyetleri altındaki çocuklarına da teşmil edilmesinin ölçülülük ilkesine aykırı olduğu kanaatine varılmaktadır. Zira; dava konusu somut olay bakımından düşünülecek olursa, ' Sigorta A.Ş. Ege Bölge Müdürlüğünde imza yetkisine sahip yönetici olarak çalışan kişinin sigorta eksperi olarak çalışmasının önlenmesi ile bu şahsın eşinin, ' Sigorta A.Ş.'nin taraf olduğu bir uyuşmazlıkta eksperlik görevi ifa etmesinin engellenmesinin makûl ve kabul edilebilir bir sınırlama olduğu söylenebilir ise de; ' Sigorta A.Ş.'nin taraf olmadığı uyuşmazlıklarda bile davacının sigorta eksperliği yapmasına getirilen itiraz konusu sınırlandırmanın ölçülülük ilkesine aykırı olduğu açıktır. Başka bir ifadeyle; ' Sigorta A.Ş.'de yöneticilik görevinde bulunan şahsın bizatihi kendisinin sigorta eksperliği yapmasına engel olanEsas Sayısı : 2009/11 Karar Sayısı : 2011/93 6 (14) no.lu fıkranın birinci tümcesi ve davacının, eşinin yöneticilik yaptığı şirketin taraf olduğu uyuşmazlıklarda sigorta eksperliği görevi ifa etmesini engelleyen (13) no.lu fıkra bulunmakta iken, (14) no.lu fıkranın ikinci tümcesi ile bir de davacının tüm sigorta uyuşmazlıklarında eksperlik yapmasına sınırlama getirilmesinde 'sınırlamada başvurulan aracın, sınırlama ile elde edilmek istenen amacın gerçekleşmesi için gerekli olması ve araç ile amaç arasında makûl ve kabul edilebilir bir oran bulunması' anlamında ölçülülük ilkesine uygunluk bulunmamaktadır. Açıklanan nedenlerle; Anayasa'nın 152'nci maddesi uyarınca bakılmakta olan davada uygulanacak olan 5684 sayılı Sigortacılık Kanunu'nun 22'nci maddesinin (14) nolu fıkrasında yer alan '... Bu sınırlandırmalar söz konusu kimselerin eş ve velâyeti altındaki çocukları için de geçerlidir.' tümcesinin Anayasa'nın 2, 13 ve 48'inci maddelerine aykırı olduğu kanaatiyle, anılan tümcenin iptali istemiyle Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, Anayasa Mahkemesinin konu hakkında vereceği karara kadar davanın geri bırakılmasına, beş ay içinde bir karar verilmezse davanın yürürlükteki kanun hükümlerine göre sonuçlandırılmasına, kararın birer örneğinin taraflara tebliğine, işbu kararla birlikte dava dosyası ve içeriği evrakın çıkarılacak birer onaylı örneğinin Anayasa Mahkemesine gönderilmesine, 21/01/2009 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.'"
2,690
Esas Sayısı : 2017/17 Karar Sayısı : 2021/59 1 1) 6758 sayılı Kanunun 2. maddesi ile 652 sayılı Millî Eğitim Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnameye eklenen Geçici 11 inci maddede yer alan Kamu Personel Seçme Sınavına girme şartı hariç ibaresi ile sözlü sınavda başarılı olanlar ibaresinin Anayasaya aykırılığı 6758 sayılı Kanunun 2. maddesi ile 652 sayılı Millî Eğitim Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnameye Geçici 11. maddenin eklenmesi öngörülmüştür. Kalkınmada öncelikli yörelerde sözleşmeli öğretmen istihdamı düzenleyen bu madde uyarınca, 8/2/2007 tarihli ve 5580 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanunu kapsamında faaliyet gösteren dershaneler ile öğrenci etüt eğitim merkezlerinde 14/3/2014 tarihi itibarıyla eğitim personeli olarak çalışmakta olan ve bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihte herhangi bir sosyal güvenlik kurumundan emeklilik, yaşlılık veya malullük aylığı almaya hak kazanmamış olup bu iş yerleri üzerinden sigorta primi ödenmiş çalışma süresi 1/1/2014 tarihi itibarıyla en az altı yıl olanlardan Kamu Personel Seçme Sınavına girme şartı hariç öğretmen kadrosuna atanabilmek için aranan özel şartlar ile 657 sayılı Kanunun 48 inci maddesinde öngörülen genel şartları taşıyanlar arasından Bakanlıkça belirlenen usul ve esaslar çerçevesinde maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren altı ay içinde bir defaya mahsus olmak üzere yapılacak sözlü sınavda başarılı olanlar, başarı sırasına göre ek 4 üncü madde kapsamında istihdam edilmek üzere kalkınmada birinci derecede öncelikli yörelerdeki boş sözleşmeli öğretmen pozisyonlarına atanabilir. Anayasanın 2. maddesinde güvenceye alınan hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir (E.2014/189, K.2015/32,RG. 21.5.2015 29362). 6758 sayılı Kanunun 2. maddesi ile 652 sayılı KHK.ya eklenen Geçici 11 inci madde kapsamında yapılacak öğretmen atamalarında, Kamu Personel Seçme Sınavına girme şartı hariç öğretmen kadrosuna atanabilmek için aranan özel şartlar ile 657 sayılı Kanunun 48 inci maddesinde öngörülen genel şartları taşıyanlar arasından Bakanlıkça belirlenen usul ve esaslar çerçevesinde maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren altı ay içinde bir defaya mahsus olmak üzere yapılacak sözlü sınavda başarılı olma ölçütünün öngörülmesi, atamaların siyasal iktidar tarafından liyakat ölçütü gözetilmeden keyfi biçimde yapılmasına kanuni bir zemin oluşturması nedeniyle Anayasanın demokratik hukuk devletini düzenleyen 2. maddesine aykırıdır. Getirilen düzenleme uyarınca, sözlü sınava girecek kişilerin belirlenmesinde Kamu Personel Seçme Sınavı şartının dahi aranmaması, hiçbir objektif liyakat ölçütünün bu tespitte kullanılmaması anlamına gelmektedir. Başka bir ifadeyle, sadece sözlü sınavın yapılması ve bundan sonraki aşama itibariyle değil, sözlü sınava girecek kişilerin belirlenmesi aşaması da Kamu Personel Seçme Sınavı şartı devre dışı bırakılarak objektif kriterlerden yoksun hale getirilmiştir. Bu şekliyle, hem bizatihi sözlü sınavın yapılmasının öngörülmesi hem de bu sınava girecek kişilerin de sübjekti ölçütlere göre tayin edilecek olması, düzenlemenin liyakat, sınav performansı gibi objektif ölçütleri dışlayan, siyasi, şahsi ilişkilerin etkili olduğu keyfiEsas Sayısı : 2017/17 Karar Sayısı : 2021/59 2 tercih ve uygulmalara kapı arayabileceğini açık bir şekilde ortaya koymaktadır. İptali istenen bu düzenleme, bu yönüyle Anayasanın 10. maddesinde düzenlenen eşitlik ilkesine de aykırılık oluşturmaktadır. Anayasa Mahkemesinin pek çok kararında vurgulandığı gibi yasa önünde eşitlik ilkesi, herkesin her yönden aynı kurallara bağlı olacağı anlamına gelmemekle birlikte, yasaların uygulanmasında birbirinin aynı durumda olanlara ayrı kuralların uygulanmasını ve ayrıcalıklı kişi ve toplumların yaratılmasını engellemektedir. Kimi yurttaşların haklı bir nedene dayanılarak değişik kurallara bağlı tutulmaları eşitlik ilkesine aykırılık oluşturmamakta, hatta durumlarındaki ve konumlarındaki özellikleri, kimi kişi ya da topluluklar için değişik kuralları ve değişik uygulamaları gerekli kılmaktadır. Anayasa ile eylemli değil hukuki eşitlik amaçlanmaktadır. Anayasanın öngördüğü eşitlik ilkesinin çiğnenmemesi için, aynı hukuksal durumların aynı, ayrı hukuksal durumların ayrı kurallara bağlı tutulması gerekmektedir (AYM.,18.10.2005, 2003/7 E., 2005/71 K.). Söz konusu düzenlemede, sözlü sınava girecek kişilerin belirlenmesinde Kamu Personel Seçme Sınavı şartının devre dışı bırakılması, bu belirlemenin objektif ölçütlerden uzak bir şekilde yapılması sonucunu doğuracaktır. Böylelikle, liyakat ve sınav başarısına göre aynı durumda bulunanlar arasından ya da daha başarılı durumda bulunması dolayısıyla tercih edilmeyi hak eden kişilerden bir bölümü sözlü sınava giremezken, objektif ölçütlere göre daha düşük başarı durumu bulunan kişiler, öngörülen sübjektif değerlendirme ölçütünden faydalanarak sözlü sınava girmeye hak kazanabileceklerdir. Bu da eşitlik ilkesine aykırı bir uygulama yapılması anlamına gelmektedir. Bu sebeple, 6758 sayılı Kanunun 2. maddesiyle getirilen düzenleme Anayasanın 2. ve 10. maddelerie aykırıdır, iptali gerekir. 2) 6758 sayılı Kanunun 13. maddesi ile 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 128 inci maddesinin dokuzuncu fıkrasına eklenen ve onuncu fıkra uyarınca kayyım atanmasına ibaresi ile yeni eklenen 10. fıkrasının Anayasaya aykırılığı 6758 sayılı Kanunun 13 üncü maddesi ile 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun Taşınmazlara, hak ve alacaklara elkoyma koruma tedbirinin düzenlendiği 128 inci maddesinin 9 uncu fıkrasına, elkoymaya ibaresinden sonra gelmek üzere ve onuncu fıkra uyarınca kayyım atanmasına ibaresi eklenmiş, ayrıca yeni bir fıkra olarak 10 uncu fıkra eklenmiştir. Fıkraya göre: Bu madde uyarınca elkonulan taşınmaz, hak ve alacakların idaresi gerektiğinde bu malvarlığı değerlerinin yönetimi amacıyla kayyım atanabilir. Bu durumda 133 üncü madde hükümleri kıyasen uygulanır. Ceza Muhakemesi Kanununun 128 inci maddesindeki düzenlemeye göre; maddede sınırlı sayıda belirtilen katalog suçlar kapsamında yürütülen bir soruşturmada, ilgili suçun işlendiğine ve bu suçtan bir malvarlığı değeri elde edildiğine dair kuvvetli şüphe sebepleri bulunması durumunda şüpheli ve sanığa ait, maddede belirtilen malvarlığı değerlerine el konulabilir. 128 inci maddede düzenlenen koruma tedbirinin temel amacı, 123 üncü maddeden farklı olarak, malvarlığı değerlerinin yargılama makamlarının elinin altında bulunmasından ziyade, suçla irtibatlı bulunan hak ve alacaklar ile taşınmazlar üzerinde şüpheli yahut sanığın (veya bunların nezdinde bulunduğu üçüncü kişilerin) hukuki tasarruf imkânlarını sınırlamak, bu yollaEsas Sayısı : 2017/17 Karar Sayısı : 2021/59 3 ileride çıkacak olası mahkûmiyet kararı çerçevesinde, verilen kararın icra edilebilmesini (kazanç müsaderesi) sağlayabilmektir. Kanun koyucunun 123 üncü madde dışında, böyle bir kuruma ayrıca yer vermesinin sebebi, bu değerlerin fiziksel elkoymaya tabi tutulmasının, hem çoğu kez hukuken imkân dâhilinde bulunmaması hem de ölçülü olmayacağı düşüncesidir. 128 inci maddede düzenlenen koruma tedbirinin konusunu, gerçek kişi olan şüpheli veya sanığa ait malvarlığı değerleri oluşturmaktadır. Ancak katalogda yer verilen suçların işlendiği iddiasıyla şüpheli veya sanığın tüm malvarlığına yönelik bu tedbire müracaat edilmesi mümkün değildir. Tedbirin uygulanmasında önemli olan, elkonulacak malvarlığı değerinin suçla irtibatının tespit edilmesidir. Ceza Muhakemesi Kanununun 128 inci maddesinde düzenlenen koruma tedbirinin tatbiki, dört şartın varlığına bağlıdır: İlk olarak, taşınmazlara, hak ve alacaklara elkoyma koruma tedbiri, 128 inci maddenin 2 nci fıkrasında yer verilen katalog suçlara ilişkin soruşturma veya kovuşturmalar kapsamında uygulanabilir. İkinci olarak, 128 inci maddenin 2 nci fıkrasında yer verilen katalog suçların işlendiği hususunda, somut delillere dayanan kuvvetli suç şüphesi bulunmalıdır. Üçüncü olarak, tedbire konu malvarlığı değerlerinin katalogda öngörülen suçlardan elde edildiğine dair kuvvetli şüphe sebepleri bulunmalıdır. Şüpheli veya sanık hakkında Ceza Muhakemesi Kanununun m.128de düzenlenen tedbirinin uygulanabilmesi için, m.128/2de sayılan suçların işlendiği hususunda kuvvetli şüphe sebeplerinin varlığı yeterli olmamakta, ayrıca elkonulacak malvarlığı değerlerinin bu suçlardan elde edildiğine dair kuvvetli şüphe sebeplerinin de bulunması gerekmektedir. Elkoymaya konu oluşturan malvarlığı değerinin, belirli suçların işlenmesi suretiyle elde edildiğine dair somut vakıalara dayalı kuvvetli şüphe sebepleri bulunmalıdır. Şüpheli veya sanığın herhangi bir malvarlığı değeriyle, işlenen suç arasında bir irtibat kurulamıyorsa ya da bu hususta tahmine, izlenime dayanan ancak kuvvetli şüphe boyutuna varmayan şüphe söz konusu ise, malvarlığı değerleri ile ilgili olarak elkoyma kararı verilemez. Suçla ilgisi bulunmayan, suçun işlenmesi suretiyle elde edilmediği bilinen malvarlığı değerlerine elkonulması, bu hükmün konuluş amacına aykırıdır. Son olarak, 128 inci maddenin 1 inci fıkrasına, 21.02.2014 tarih ve 6526 sayılı Yasanın 10 uncu maddesiyle getirilen ek cümle uyarınca, 128 inci madde kapsamında elkoyma kararı alınabilmesi için ilgisine göre Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu, Sermaye Piyasası Kurulu, Mali Suçları Araştırma Kurulu, Hazine Müsteşarlığı ve Kamu Gözetimi, Muhasebe ve Denetim Standartları Kurumundan, suçtan elde edilen değere ilişkin rapor alınması gerekir. 128 inci maddedeki tedbire, ağır ceza mahkemesince oy birliğiyle karar verilir ve itiraz üzerine bu tedbire karar verilebilmesi için de oy birliği aranır. Taşınmazlara, hak ve alacaklara elkoyma koruma tedbiri, işlendiği iddia olunan suçla irtibatlı olduğu tespit edilen malvarlığı değerleri üzerinde, şüpheli veya sanığın hukuki tasarruf imkânının ortadan kaldırılması suretiyle icra edilen, özel bir elkoyma tedbiridir. Bu tedbir, basit elkoyma tedbirinde olduğu gibi, eşya ya da kazanç müsaderesinin konusunu oluşturan malvarlığı değerlerine fiilen elkonulması şeklinde uygulanmaz. Kanunumuzun açık düzenlemesi karşısında, elkoymaya konu teşkil eden taşınmaz, nakil aracı, hisse senedi, hak ve alacağın, soruşturma konusu suçların işlenmesiyle elde edilmiş olması gerekir. KişilerinEsas Sayısı : 2017/17 Karar Sayısı : 2021/59 4 işlendiği iddia olunan suçtan bağımsız olarak malvarlığı değerleri üzerinde böyle bir tasarruf kısıtlamasına gidilmesi, mülkiyet hakkının özüne dokunan bir müdahale teşkil eder (AY.m.13, 35, 38). 6758 sayılı Kanunun 13 üncü maddesi ile, Ceza Muhakemesi Kanununun 128 inci maddesinde düzenlenen koruma tedbirinin uygulanması kapsamında, elkonulan taşınmaz, hak ve alacakların idaresi gerektiğinde bu malvarlığı değerlerinin yönetimi amacıyla kayyım atanabileceği ve bu durumda 133 üncü madde hükümlerinin kıyasen uygulanması öngörülmüştür. Anayasanın 35 inci maddesinde mülkiyet hakkı güvence altına alınmış olup, maddede; Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz denilmektedir. Yukarıda belirtildiği gibi, Ceza Muhakemesi Kanununun 128 inci maddede düzenlenen koruma tedbirinin temel amacı, suçla irtibatlı bulunan hak ve alacaklar ile taşınmazlar üzerinde şüpheli yahut sanığın (veya bunların nezdinde bulunduğu üçüncü kişilerin) hukuki tasarruf imkânlarını sınırlamak, bu yolla ileride çıkacak olası mahkûmiyet kararı çerçevesinde, verilen kararın icra edilebilmesini (kazanç müsaderesi) sağlayabilmektir. Yoksa bu tedbirle, anılan malvarlığı değerleri üzerinde kayyım yetkisine sahip kişilerce tasarruflarda bulunmak değildir. Çünkü böyle bir yetkinin tanınması mülkiyet hakkının özüne dokunmak anlamına gelir. Bu şekilde, bireylerin malvarlığı değerleri üzerinde, kayyım atanarak mülkiyet hakkının özüne dokunacak tarzda tasarruf yetkisinin tanınması, Anayasanın 13 üncü maddesinde belirtilen; Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz hükmüne aykırılık oluşturmaktadır. Koruma tedbirleri, bir mahkumiyet hükmüne bağlı olarak uygulanan ceza değil, ceza muhakemesinin amaçlarının gerçekleştirilebilmesi bakımından araç niteliği taşıyan ve geçici surette uygulanan tedbirlerdir. 128 inci maddedeki tedbirin konusunu oluşturan malvarlığı değerlerine kayyım atanması, kayyım tarafından bu malvarlığı değerlerinin idare edilmesi, gerektiğinde bunların yönetilmesi, yani bu değerler üzerinde çeşitli tasarruflarda bulunulması yetkisi tanınması, koruma tedbirinin düzenleniş amacıyla bağdaşmamaktadır. Anayasanın 15 inci maddesinde; Savaş, seferberlik, sıkıyönetim veya olağanüstü hallerde, milletlerarası hukuktan doğan yükümlülükler ihlal edilmemek kaydıyla, durumun gerektirdiği ölçüde temel hak ve hürriyetlerin kullanılması kısmen veya tamamen durdurulabilir veya bunlar için Anayasada öngörülen güvencelere aykırı tedbirler alınabilir. Birinci fıkrada belirlenen durumlarda da, savaş hukukuna uygun fiiller sonucu meydana gelen ölümler () dışında, kişinin yaşama hakkına, maddi ve manevi varlığının bütünlüğüne dokunulamaz; kimse din, vicdan, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz ve bunlardan dolayı suçlanamaz; suç ve cezalar geçmişe yürütülemez; suçluluğu mahkeme kararı ile saptanıncaya kadar kimse suçlu sayılamaz hükmü yer almaktadır. Bu hüküm uyarınca kişilerin maddi varlığının bütünlüğüne olağanüstü hallerde dahi dokunulamayacağı açıktır. İptali talep edilen iş bu düzenleme açıklanan sebeple Anayasanın 15. Maddesine aykırılık teşkil eder.Esas Sayısı : 2017/17 Karar Sayısı : 2021/59 5 Taşınmaz hak ve alacaklara elkoyma tedbirinde, kişilerin malvarlığı değerleri üzerindeki tasarruf yetkileri kısıtlanmış olmakla birlikte, esasen kişinin bu değerlerden faydalanma hakkı ortadan kalkmış olmaz. Ancak getirilen düzenleme ile, söz konusu malvarlığı değerlerinin yönetimi için kayyım atanmak suretiyle, tedbirin düzenleniş amacına ve yapısına aykırı bir sınırlama getirilmekte ve kişilerin sadece tasarruf yetkileri değil aynı zamanda malvarlığı değerlerinden faydalanma hakkı da ölçüsüz bir şekilde kısıtlanmış olmaktadır. Bu durum, hakkın özüne dokunulması ve ölçüsüz bir şekilde sınırlandırılması anlamı taşıdığından Anayasanın 13 üncü maddesine aykırılık oluşturmaktadır. Bu sebeple, 6758 sayılı Kanunun 13. maddesiyle getirilen düzenleme Anayasanın 13., 15. ve 35. maddelerine aykırıdır, iptali gerekir. 3) 6758 sayılı Kanunun 16. maddesi ile 5275 sayılı Kanunun 92 nci maddesinin 1 inci fıkrasına eklenen cümlede yer alan kurum dışına çıkmaları Cumhuriyet başsavcılığı tarafından kısıtlanabilir ibaresinin Anayasaya aykırılığı 6758 sayılı Kanunun 16 ncı maddesi ile 13/12/2004 tarihli ve 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunun 92 nci maddesinin birinci fıkrasına şu cümle eklenmiştir: 9 uncu maddenin ikinci fıkrasında yazılı suçlardan hükümlü ve tutuklu olanların, ceza infaz kurumu düzeni ile toplum güvenliğini tehlikeye düşürebileceği, terör örgütü veya diğer suç örgütü üyelerinin örgütsel amaçlı faaliyet ve haberleşmelerine imkân sağlayabileceği, yol, kalınacak ceza infaz kurumu ya da sınav merkezi veya okulda güvenlik açısından sakınca bulunabileceği değerlendirildiği takdirde kurum dışına çıkmaları Cumhuriyet başsavcılığı tarafından kısıtlanabilir. 5275 sayılı Kanunun 92 nci maddesinin 1 inci fıkrasında Hükümlü; izin, hastaneye, Cumhuriyet Başsavcılığına veya duruşmaya sevk, eğitim, öğretim, işyurdu, cezanın ertelenmesi, salıverilme, nakil, deprem, sel gibi doğal afet ve yangın hâlleri dışında ve yetkili makamca verilmiş yazılı bir emir olmadıkça kapalı kurumun dışına çıkarılamaz hükmü yer almaktadır. Görüldüğü gibi, Kanuni, bu hallerde hükümlülerin kurum dışına çıkarılmasına müsaade etmiştir. 6758 sayılı Kanun ile kabul edilen düzenleme uyarınca, belirli suçlardan hükümlü veya tutuklu olanların belirli hallerde yasal bir hak olan ceza infaz kurumu dışına çıkma hakları, güvenlik sakıncasının varlığı gerekçe gösterilerek engellenebilecektir. Esasen sosyal hukuk devleti olmanın bir gereği olarak, bu tarz durumlarda hükümlü ve tutuklularının kendilerine tanınan yasal hakları kullanabilmelerinin önünün açılması gerekmektedir. Bilhassa, hükümlü ve tutukluların kurum dışına çıkarılma hakkının bulunduğu durumlarda, ceza infaz kurumu, sınav merkezi, okul gibi yerlerin güvenliği, idare tarafından sağlanmak zorundadır. Bu gibi durumlarda, devletin üzerine düşen güvenliği sağlama yükümlülüğünü ifa etmesi beklenir. Ancak öngörülen düzenleme, devletin bu yükümlülüğünü gözardı ederek, güvenlik açışınsan sakınca bulunduğu gerekçesiyle tutuklu ve hükümlülerin kurum dışına çıkarılma haklarının kısıtlanması öngörülmekle, eğitim hakkının nasıl kullanılebileceğine ilişkin hiçbir alternatif yol önermemektedir. Halbuki bu durumdaki hükümlü ve tutukluların eğitimlerinin parçası olan sınavlara girebilmelerinin imkan ölçüsünde kurum dışına çıkarılmaları güvenlik açısından sakıncalı ise, kurum içerisinde eğitim kuruluşları ile koordineli olarak tanınması gerekir. Düzenlemede ise, hiçbir alternatif imkan yol aranmaksızın peşinen kısıtlamaya yer verilmiştir. Bu sebeple, düzenleme hukuk devleti ilkesine (AY.m.2) aykılık oluşturmaktadır.Esas Sayısı : 2017/17 Karar Sayısı : 2021/59 6 Anayasanın 2. maddesinde güvenceye alınan hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir (E.2014/189, K.2015/32, R.G. 21.5.2015 29362). 6758 sayılı Kanunun 16 ncı maddesi ile 5275 sayılı Kanunun 92 nci maddesine eklenen cümle uyarınca, Cumhuriyet Başsavcılıkları, belirli suçlardan hükümlü ve tutuklu olanların eğitim sebebiyle kurum dışına çıkarılacağı durumlarda, bunun güvenlik açısından sakıncalı olabileceğini değerlendirerek, hükümlü ve tutukluların kurum dışına çıkarılmalarını engelleyebilecek, böylelikle hükümlü ve tutuklular bakımından insancıllık ilkesinin bir gereği olarak öngörülen eğitim öğrenim hakkı ve imkanı ölçüsüz sınırlandırılmış olacaktır. Devlet, bireyin eğitim hakkını güvence altına almakla ve bu hakkın kullanılmasının önündeki engelleri kaldırmakla yükümlüdür. Anayasanın 2. maddesinde zikredildiği üzere, Türkiye Cumhuriyeti, sosyal bir hukuk devletidir. Sosyal hukuk devleti olmanın gereği, eğitim ve öğrenim hakkını korumak, buna ilişkin kısıtlamaları ise ortadan kaldırmaktır. Bireylerin eğitim ve öğrenim hakkı, Anayasanın 42 nci maddesinin 1 inci fıkrasında kimse, eğitim ve öğrenim hakkından yoksun bırakılamaz denilmek suretiyle güvence altına alınmıştır. Belirtelim ki, güvenlik gerekçesi bir an için makul kabul edilse bile, hükümlü ve tutukluların rehabilitasyonu ile topluma kazandırılmaları idealine yönelen bir ceza infaz sisteminde, eğitim ve öğrenim hakkına değer veren bir devletin, bu ihtimalde makul ölçülerde alternatif bir hükme yer vermesi gerekirdi. Hükümlü ve tutukluların eğitim hakkı, uluslararası sözleşmelerde de güvence altına alınmıştır. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin 26 ncı maddesinin 1 inci fıkrasının 1 inci cümlesinde Herkes eğitim hakkına sahiptir denilerek bu hak düzenlenmiştir. Bildirgenin 27 nci maddesine göre de; Herkes toplumun kültürel yaşamına serbestçe katılma, güzel sanatlardan yararlanma, bilimsel gelişmeye katılma ve bundan yararlanma hakkına sahiptir. 1990 tarihinde yürürlüğe giren Mahpuslara Muamelenin Temel İlkelerinin 6'ncı maddesinde ise "Bütün mahpuslar, kişiliklerinin tam gelişmesi için gerekli eğitim ve kültürel faaliyetlerden yararlanma hakkına sahiptirler" hükmüne yer verilmiştir. Keza, İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin Sözleşmeye Ek 1 Nolu Protokolün 2 nci maddesinde de; Hiç kimse eğitim hakkından yoksun bırakılamaz. Devlet, eğitim ve öğretim alanında yükleneceği görevlerin yerine getirilmesinde, ana ve babanın bu eğitim ve öğretimin kendi dini ve felsefi inançlarına göre yapılmasını sağlama haklarına saygı gösterir Düzenlmesine yer verilmiştir. Ayrıca, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesinin Üye Devletlere Avrupa Cezaevi Kuralları Hakkında Rec (2006) 2 Sayılı Tavsiye Kararının 28 inci maddesinde 7 bent halinde mahpusların eğitim hakkına ilişkin temel ilkelere yer verilmiştir. Tüm bu uluslararası metinler uyarınca, hükümlü ve tutuklular için; eğitimin temel bir hak olduğu, ruhsal, fiziksel, sosyal ve eğitsel açıdan gelişmeleri; müzik, tiyatro, satranç ve rekreasyon gibi sosyal ve kültürel faaliyetlerden yararlanmaları, eğitimlerinin dış dünya ile uyumlu olması, olabildiği ölçüde kurum dışı eğitim seçeneklerinin dikkate alınması ve sivil toplumun katılımının sağlanması, eğitimlerinin, tahliye sonrası toplumsal yaşama dönüşü hazırlamaya yönelik olması, eğitimin desteklenmesi, teşvik edilmesi ve eğitime katılanların eğitime katılmayanlara göre başta malî menfaatleri olmak üzere, diğer yararlarının olumsuzEsas Sayısı : 2017/17 Karar Sayısı : 2021/59 7 etkilenmemesi, cezaevindeki eğitimin ülkenin eğitim sistemiyle bütünleştirilmesi, hükümlü ve tutukluların kendilerini ifade edebilmeleri için her türlü sosyal, kültürel ve sanatsal çalışmaya erişebilmelerinin olabildiğince sağlanması öngörülmektedir. Dolayısıyla ilgili eğitim kuruluşları ile koordineli bir şekilde hükümlü ve tutukluların haklarından faydalanma imkanları gözetilmeksizin sadece sınırlama, ortadan kaldırma mantığı ile kaleme alınan düzenleme kabul edielemez. Bu hüküm ile keyfi uygulamalara da yol açılmış olur. 6578 sayılı Kanunun 16 ncı maddesiyle getirilen düzenleme, bu bakımdan Anayasanın 90 ıncı maddesine de aykırılık oluşturmaktadır. Yukarıda belirtilen sebeplerle, 6758 sayılı Kanunun 16 ncı maddesi ile getirilen düzenleme, Anayasanın 2., 42. ve 90. maddelerine aykırıdır, iptali gerekir. 4) 17. maddesi ile 5275 Sayılı Kanuna Eklenen Geçici 7. Maddenin 1. Fıkrasında Yer Alan özel kanunlar kapsamında kalan yerlerde bu kanunlardaki kısıtlamalara tabi olmaksızın ibaresinin Anayasaya Aykırılığı 10.11.2016 tarihli ve 6758 Sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanunun 17. maddesi ile 5275 Sayılı Kanuna Eklenen Geçici 7. maddenin 1. Fıkrasında yer alan özel kanunlar kapsamında kalan yerlerde bu kanunlardaki kısıtlamalara tabi olmaksızın ibaresi ile özel kanunlar ile koruma altına alınan tüm yerlerde bu kanunlardaki hiçbir kısıtlamaya tabi olmaksızın ceza infaz kurumlarının yapılabilmesine yasal dayanak oluşturulmaktadır. Kanunların kamu yararının sağlanması amacına yönelik olması, genel, objektif, adil kurallar içermesi ve hakkaniyet ölçütlerini gözetmesi hukuk devleti olmanın gereğidir. Bu nedenle kanun koyucunun hukuki düzenlemelerde kendisine tanınan takdir yetkisini Anayasal sınırlar içinde adalet, hakkaniyet ve kamu yararı ölçütlerini gözönünde tutarak kullanması gerekir. (AYM Kararı: 2014/34E., 2014/79K. 9.4.2014) İptali istenen düzenlemede özel kanunlar ibaresinin hangi kanunları içerdiğine yer verilmediği için düzenleme belirsizlik içermektedir. Ayrıca diğer tüm kanunlardaki kısıtlamalara tabi olmaksızın her türlü arazide ceza infaz kurumu yapılmasına olanak tanınmasının özel kanunlarda öngörülen kamu yararının hayata geçirilmesine de engel teşkil edeceği açıktır. Bu nedenle kamu yararı ölçütü taşımayan düzenleme Anayasanın 2. maddesi ile düzenlenen hukuk devleti ilkesine aykırıdır. Hukuk Devleti olabilmenin en temel göstergesi de yasalarda "genellik" ilkesine uyulmasıdır. Yasaların genelliği ilkesi, özel, aktüel ve geçici bir durumu gözetmeyen, belli bir kişiyi hedef almayan, aynı statüde olan herkesi kapsayan kuralların getirilmesini zorunlu kılar (Anayasa Mahkemesinin 20.11.1996 günlü, E.1996/58, K.1996/43 sayılı kararı). Yasa koyucu iptali istenen kural ile ceza infaz kurumları açısından özel bir düzenleme gerçekleştirerek yasaların genelliği ilkesinden ayrılmış olunduğundan yapılan bu düzenleme, Anayasanın 2. maddesinde ifade edilen hukuk devleti ilkesi ile bağdaşmamaktadır. Belirtilen gerekçelerle söz konusu düzenleme Anayasanın 2. maddesine aykırıdır, iptali gerekir.Esas Sayısı : 2017/17 Karar Sayısı : 2021/59 8 5) 17. maddesi ile 5275 Sayılı Kanuna Eklenen Geçici 7. Maddenin 1. Fıkrasında Yer Alan 4.1.2002 tarihli ve 4734 sayılı Kamu İhale Kanununun 21 inci maddesinin birinci fıkrasının (b) bendinin tabi olduğu usule göre ibaresinin Anayasaya Aykırılığı 4734 sayılı Kanuna göre yapılacak ihalelerde açık ihale usulü ile belli istekliler arasında ihale usulü temel usul olarak öngörülmüş, diğer ihale usullerinin Kanunda belirtilen özel hallerde kullanılabilmesi amaçlanmıştır. 4734 sayılı Kanunun 4. maddesinde pazarlık usulü Bu Kanunda belirtilen hallerde kullanılabilen, ihale sürecinin iki aşamalı olarak gerçekleştirildiği ve idarenin ihale konusu işin teknik detayları ile gerçekleştirme yöntemlerini ve belli hallerde fiyatı isteklilerle görüştüğü usul şeklinde tanımlanmıştır. 4734 sayılı Kamu İhale Kanununun 21. maddesinin birinci fıkrasında, pazarlık usulü ile yapılacak ihaleler tek tek sayılmış; yapılacak işler fıkrada belli şartların varlığına bağlanmış ve ihtiyacın başka türlü giderilememesi zorunluluğuna dayandırılmıştır. Buna göre 21. maddenin (b) bendinde, doğal afetler, salgın hastalıklar, can veya mal kaybı tehlikesi gibi ani ve beklenmeyen veya idare tarafından önceden öngörülemeyen olayların ortaya çıkması üzerine ihalenin ivedi olarak yapılmasının zorunlu olduğu durumlarda pazarlık usulünün uygulanabilmesine olanak tanınmıştır. 21. maddenin ikinci fıkrasında, (b), (c) ve (f) bentlerinde belirtilen hallerde ilan yapılması zorunlu değildir. İlan yapılmayan hallerde en az üç istekli davet edilerek, yeterlik belgelerini ve fiyat tekliflerini birlikte vermeleri istenir. denilirken; son fıkrasında ise yine (b), (c) ve (f) bendi kapsamında yapılan mal alımlarında, malın sözleşme yapma süresi içinde teslim edilmesi ve bunun idarece uygun bulunması halinde, sözleşme yapılması ve kesin teminat alınması zorunlu değildir. hükmüne yer verilmiştir. 10.11.2016 tarihli ve 6758 Sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanunun 17. Maddesi ile 5275 Sayılı Kanuna eklenen Geçici 7. maddenin 1. fıkrasında yer alan 4.1.2002 tarihli ve 4734 sayılı Kamu İhale Kanununun 21 inci maddesinin birinci fıkrasının (b) bendinin tabi olduğu usule göre. ibaresi ile ceza infaz kurumları yapım işi ihalelerinin pazarlık usulüne tabi kılınması öngörülmektedir. Ceza infaz kurumu yapım işlerinin doğal afetler, salgın hastalıklar, can veya mal kaybı tehlikesi gibi ani ve beklenmeyen veya idare tarafından önceden öngörülemeyen olaylar kapsamında ele alınması hukuki dayanaktan yoksundur. Anayasanın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir. Anayasanın 2. maddesinde belirtilen hukuk devletinin önemli ilkelerinden biri devletin her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurması ve bunu geliştirerek sürdürmesi, bir diğeri de kanunların kamu yararı amacıyla çıkarılmasıdır. Kamu harcamalarında 4734 sayılı Kanunun uygulanmasını zorunlu kılan bir Anayasa kuralı bulunmadığı için yasa koyucunun bazı mal ve hizmetler ile yapım işleri yönünden farklı usuller benimsemesinde anayasal bir engel olmadığı doğrudur. Ancak, mal ve hizmet alımları ile yapım işlerinin, 4734 sayılı Kanunda öngörülen saydamlık, rekabet, eşit muamele, güvenirlilik, gizlilik ve kamuoyu denetimi esas alan temel ihale usullerinin dışınaEsas Sayısı : 2017/17 Karar Sayısı : 2021/59 9 çıkarılmasında, hukuk devleti ilkesinin bir gereği olan her alanda adaletli hukuk düzeni kurma ve bunu geliştirerek sürdürme ile kamu yararı amacının gözetilmesi gerekeceği de açıktır. Bu açıdan ceza infaz kurumu yapım işlerinin, temel ihale usullerinden ayrık olacak şekilde, plan ve projeye dayandırılmadan, yaklaşık maliyeti hesaplanmadan, ilan edilmeden, saydamlık, rekabet, eşit muamele ve kamuoyu denetimi sağlanarak ihale edilmeden aceleye getirilip hemen karşılanmasında kamu yararı bulunmamaktadır. Bu derece kapsamlı, büyük ve yüksek maliyetli yatırımların, ortada zorunlu kılacak bir sebep de yok iken ilan edilmeden üç istekli davet edilerek yeterlik belgelerini ve teklif fiyatlarını birlikte vererek yapılması ve dolayısıyla işlerin saydamlık, rekabet, eşit muamele, güvenirlilik ve kamuoyu denetimi sağlanmadan istekliler arasında paylaştırılarak kamuya maliyetlerinin yüksek ve bazı firmaların kayırılmasına yol açacak şekilde sonuçlandırılacak olması, hukuk devletinin her alanda adaletli hukuk düzeni kurma ve bunu geliştirerek sürdürme ile kamu yararı ilkeleriyle bağdaşmadığından iptali istenen düzenleme, Anayasanın 2. maddesine aykırıdır. Belirtilen gerekçelerle 10.11.2016 tarihli ve 6758 Sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanunun 17. Maddesi ile 5275 Sayılı Kanuna Eklenen Geçici 7. Maddenin 1. fıkrasında yer alan 4.1.2002 tarihli ve 4734 sayılı Kamu İhale Kanununun 21 inci maddesinin birinci fıkrasının (b) bendinin tabi olduğu usule göre ibaresi Anayasanın 2. maddesine aykırıdır, iptali gerekir. 6) 17. maddesi ile 5275 Sayılı Kanuna Eklenen Geçici 7. Maddenin 2. Fıkrasında Yer Alan 4342 sayılı Kanun hükümlerine tabi olmaksızın ibaresinin Anayasanın 2. ve 45. maddelerine, İptali istenen düzenleme ile ceza infaz kurumlarının Mera Kanunu kapsamında kalan yerlere yapılabilmesine yasal dayanak oluşturulmaktadır. Anayasanın 45 inci maddesinin birinci fıkrasında, Devlete tarım arazileri ile çayır ve meraların amaç dışı kullanılmasını ve tahribini önleme görevi verilmiştir. Anayasanın 45 inci maddesi uyarınca hazırlanarak yürürlüğe giren 25.02.1998 tarihli ve 4342 sayılı Mera Kanununun 3 üncü maddesinde; Çayır: Taban suyunun yüksek bulunduğu veya sulanabilen yerlerde biçilmeye elverişli, yem üretilen ve genellikle kuru ot üretimi için kullanılan yeri, Mera: Hayvanların otlatılması ve otundan yararlanılması için tahsis edilen veya kadimden beri bu amaçla kullanılan yeri, Yaylak: Çiftçilerin hayvanları ile birlikte yaz mevsimini geçirmeleri, hayvanlarını otlatmaları ve otundan yararlanmaları için tahsis edilen veya kadimden beri bu amaçla kullanılan yeri, Kışlak: Hayvanların kış mevsiminde barındırılması ve otundan yararlanılması için tahsis edilen veya kadimden beri bu amaçla kullanılan yeri,Esas Sayısı : 2017/17 Karar Sayısı : 2021/59 10 Tahsis: Çayır, mera, yaylak ve kışlakların kullanımlarının verimlilik ve sosyal adalet ilkelerine uygun şekilde düzenlenerek, münferiden ya da müştereken yararlanılmak üzere bir veya birkaç köy ya da belediyeye bırakılmasını, şeklinde tanımlanmıştır. 4342 sayılı Mera Kanununun Mera, Yaylak ve Kışlakların Hukuki Durumu başlıklı 4 üncü maddesinde, mera, yaylak ve kışlakların özel mülkiyete geçirilemeyeceği, amacı dışında kullanılamayacağı, zaman aşımı ile kazanılamayacağı, sınırlarının daraltılamayacağı; sadece kullanım hakkının kiralanabileceği belirtilmiştir. Yine Mera Kanununun İnşaat Yasağı başlıklı 20 nci maddesinde, Yaylak ve kışlaklarda, 442 sayılı Köy Kanununda öngörülen inşaatlar ile valiliklerden izin alınmak suretiyle imar mevzuatına göre yapılacak kullanma amacına uygun mandıra, suluk, sundurma ve süreklilik göstermeyen barınak ve ağıllar ile Turizm Bakanlığının talebi üzerine turizme açılması uygun görülen bölgelerde ahşap yapılar dışında, ev, ahır ve benzeri inşaatlar yapılamaz. denilerek yaylak ve kışlaklarda geleneksel kullanım amacıyla yapılacak inşaatlar sayma suretiyle sınırlanırken; meralar ise tamamen inşaat yasağı kapsamına almıştır. Oysa, iptali istenen düzenlemede mera, yaylak ve kışlakların tahsis amacının değiştirmesi ve tapuda Hazine adına tescil edilerek ceza infaz kurumu yapılmak üzere Adalet Bakanlığına tahsis edilmesi öngörülmektedir. Anayasanın 45. maddesinde, Devlet, tarım arazileri ile çayır ve meraların
4,119
Esas Sayısı:1971/3 Karar Sayısı:1971/17 1 "... II. Mahkemenin gerekçesi özeti : 367 sayılı Kanunun 1. maddesinin Anayasa'ya aykırı olduğu dosya münderecatı, Cumhuriyet Savcılığı mütalâası, yetkiye ilişkin yazışmalar ve Anayasa Mahkemesinin 1969/9 1969/38 sayılı, 24/6/1969 günlü kararı ile anlaşılmıştır."
38
Esas Sayısı:1970/52 Karar Sayısı:1971/46 1 "... I. Davacının gerekçesi özeti : l 1325 sayılı Kanunun görevlerin yürütülmesine ilişkin 4. maddesinde "Milli Savunma Bakanının bu görevleri ...... Kara, Deniz, Hava Kuvvetleri Komutanlıkları vasıtasiyle yerine getireceği" hükmü yer almış ve böylece Anayasanın 110. ve 1324 sayılı Kanunun 1. maddesine göre Genelkurmay Başkanlığının idare ve komutasına bağlı bir bütün olan Türk Silâhlı Kuvvetleri aynı zamanda Millî Savunma Bakanlığının emrine ve idaresine verilmiştir. Şu duruma göre Türk Silâhlı Kuvvetleri ordu disiplinin tek komuta zincirine uymayan iki başlı bir daire haline getirilmekte ve Türk Devlet idaresi sisteminde benzeri olmayan bir düzen kurulmaktadır. 1325 sayılı Kanunun 6. maddesinin birinci fıkrasında yer alan "işbirliği ve beraberliği" hükmü yeterli iken Türk Silâhlı Kuvvetlerini ayrı ayrı yazarak Milli Savunma Bakanlığı kuruluşu içinde göstermek Kuvvet Komutanlıklarını birer daire haline getirerek Milli Savunma Bakanına bağlamak anlamına gelir. Bu da Anayasanın 110. maddesine açıkça aykırıdır, 2 1325 sayılı Kanunun 6. maddesinin ikinci fıkrası bu Anayasa dışı niyeti başka bir yönden de ortaya çıkarmaktadır. Bu fıkra ile "Her iki makam yani Genelkurmay Başkanlığı ve Milli Savunma Bakanlığı görev ve yetkileri icabı Kuvvet Komutanlıkları ve diğer makamlar ve kurumlarla yaptıkları önemli ve ilgili yazışmalardan karşılıklı olarak birbirlerine bilgi verirler" hükmü getirilmektedir. Şu hükme göre Milli Savunma Bakanı kendi kuruluşu içinde saydığı Kuvvet Komutanlıklarına önemli bir yazıyı, bir emri doğrudan doğruya, kendine bağlı bir daire gibi, Genelkurmaya intikal ettirmeden gönderebilecek ve sonradan Genelkurmay Başkanına bilgi verebilecektir. Bu, bir yandan Türk Devlet idaresi sistemi dışında kalan bir tutumdur, öte yandan askeri yönetime aykırıdır. Sözgelimi Kuvvet Komutanlıkları önemli kimi sorunları Milli Savunma Bakanının buyruğu ve yazısı üzerine ele alacaklar, bundan Genelkurmay Başkanının haberi bile olmayacak, sonradan kendisine Milli Savunma Bakanınca bilgi verilebilecektir. Böyle bir davranış komuta tekliğine ve Ordu disiplinine uymaz. 3 Anayasanın 110. maddesinin üçüncü ve dördüncü fıkralarına göre Genelkurmay Başkanı Silâhlı Kuvvetlerin komutasından ve görev ve yetkilerinden dolayı Başbakana karşı sorumludur. Türk Silâhlı Kuvvetlerini oluşturan Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri bir bütündür ve komutanı Anayasanın 110. maddesi uyarınca Genelkurmay Başkanıdır. Bu demektir ki ordu bir başa ve komuta zinciri disiplinine bağlıdır. Genelkurmay Başkanının görev ve yetkilerinden dolayı Başbakana karşı sorumlu olması hükmünden de şu sonuçlar çıkar : a) Genelkurmay Başkanlığı (Kara, Deniz, Hava Kuvvetleri) Milli Savunma Bakanının buyruğu altında değildir.Esas Sayısı:1970/52 Karar Sayısı:1971/46 2 b) Genelkurmay Başkanlığı (Kara, Deniz, Hava Kuvvetleri) Milli Savunma Bakanlığına bağlı birer daire veya şube değildir. c) Kara, Deniz Hava Kuvvetleri aynı zamanda Milli Savunma Bakanlığı emri ve komutasına bağlanarak iki başlı bir ordu zihniyeti yaratılamaz. Aksine bir tutum Anayasanın 110. maddesi hükmüne aykırı düşer. 4 Anayasa Mahkemesinin 14/4/1966 günlü, 1963/67 1966 /19 sayılı ve 10/10/1968 günlü 1967/39 1968/41 sayılı kararları da Anaya 'sasının 110. maddesini böylece yorumlamaktadır. Dâva konusu hükümler bu kararlara da açıkça aykırıdır".
445
Esas Sayısı : 2015/58 Karar Sayısı : 2015/117 1 "... Sanıklara yüklenen suç ve bu suçun yasal unsurları, 1072 sayılı Rulet, Tilt, Langırt ve benzeri oyun alet ve makinaları hakkındaki Yasanın 1. maddesinde düzenlenmiştir. Yasanın 2. maddesinin 1. fıkrası ceza yaptırımını düzenlemiştir. 1. maddede tanımlanan suç seçimlik hareketli suçlardan olup, maddede belirtilen alet ve makinalar ile benzerlerini bulundurmak veya çalıştırmak veya yurda sokmak yahut imal etmek suretiyle işlenmesi yaptırıma bağlanmıştır. Yasanın 2. maddesinin 1. fıkrası faile, bir yıldan beş yıla kadar hapis ve yüz günden bin güne kadar adli para cezası verilebileceğini öngörmektedir. Sanıklar hakkında 1072 sayılı Rulet, Tilt, Langırt ve Benzeri Oyun Aletleri ve Makinaları Hakkında Yasanın 1. maddesinin 1. fıkrasında belirtilen Türk Ceza Kanununun 228. maddesinin kapsamı dışında kalsa bile umuma mahsus veya umuma açık yerlerde her ne ad altında olursa olsun kazanç kasdiyle oynanmasa dahi . langırt vb. maharet isteyen, otomatik, yarı otomatik el veya ayakla kullanılan oyun, alet veya makineleri ile benzerlerini bulundurma veya çalıştırmak veya yurda sokmak yahut imal etmek yasaktır ve aynı Yasanın 2. maddesinde bu kanuna aykırı hareket edenler 1 yıldan 5 yıla kadar hapis ve yüz günden bin güne kadar adli para cezası ile cezalandırılır ibarelerinin açıkça Anayasanın 2., 10., 11. ve 13. maddelerine aykırı olması nedeniyle Anayasanın 152. maddesi yoluyla iptali istemi ile Anayasa Mahkemesine başvurulması gerekmiştir. Ceza hukukunun toplumun kültür ve uygarlık düzeyi, sosyal ve ekonomik yaşantısıyla ilgili bulunması nedeniyle suç ve suçlulukla mücadele amacıyla ceza ve ceza yargılaması alanında sistem tercihinde bulunulması devletin ceza siyaseti ile ilgilidir. Bu bağlamda hukuk devletinde, ceza hukukuna ilişkin düzenlemeler bakımından kanun koyucu Anayasanın temel ilkelerine ve ceza hukukunun ana kurallarına bağlı kalmak koşuluyla, toplumda belli eylemlerin suç sayılıp sayılmaması, suç sayıldıkları takdirde hangi çeşit ve ölçülerdeki ceza yaptırımlarıyla karşılanmaları gerektiği, hangi hal ve hareketlerin ağırlaştırıcı ya da hafifletici unsur olarak kabul edileceği gibi konularda takdir yetkisine sahip olduğu gibi, ceza yargılamasına ilişkin kurallar belirleme ve bu çerçevede mahkemelerin kuruluşu, görev ve yetkileri, işleyişi, yargılama usulleri ve yapısı hakkında da Anayasa kurallarına bağlı olmak koşuluyla ihtiyaç duyduğu düzenlemeyi yapma yetkisine sahiptir. Anayasanın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup, bunu geliştirerek sürdüren, hukuk güvenliğini sağlayan, bütün etkinliklerinde hukuka ve Anayasaya uyan, işlem ve eylemleri bağımsız yargı denetimine bağlı olan devlettir. İnsan haklarına saygılı devlet, Anayasanın 2. maddesinde yer alan insan haklarına saygılı devletin ne anlama geldiği, ancak Anayasanın diğer maddelerinde insan hakları konusunda yapılan düzenlemelere bakılarak anlaşılabilir. Anayasamızda temel hak ve özgürlükler üçlü ayrıma uygun olarak düzenlenmişlerdir: Kişinin hakları ve ödevleri, sosyal ve ekonomik haklar ve ödevler, siyasal haklar ve ödevler. Bir temel hak ve özgürlük, ancak yasa ile ve Anayasada kendi maddesinde sayılan nedenlerle sınırlanabilir. Bu sınırlamalar temel hak ve özgürlüklerin özüne dokunamaz; aynı zamanda demokratik toplum düzeninin gereklerine ve ölçülülük ilkesine uygun olmak zorundadır. Yasaların kamu yararının sağlanması amacına yönelik olması, genel, objektif, adil kurallar içermesi ve hakkaniyet ölçütlerini gözetmesi hukuk devleti olmanın gereğidir. Bu nedenle kanun koyucunun hukuki düzenlemelerde kendisine tanınan takdir yetkisini anayasal sınırlar içinde adalet, hakkaniyet ve kamu yararı ölçütlerini göz önünde tutarak kullanması gerekir. Hukuk devletinin var olabilmesi için demokratik siyasi rejimin varlığı şarttır. Demokrasiler, temel hak veEsas Sayısı : 2015/58 Karar Sayısı : 2015/117 2 özgürlüklerin en geniş ölçüde sağlanıp güvence altına alındığı rejimlerdir. Özgürlükçü olmak yanında hukuk devleti olmak ve kişiyi ön planda tutmak da demokrasinin ögelerindendir. Sosyal devlet, hukuk devletinin ileri aşamasıdır. Kısa tanımıyla sosyal devlet, toplumdaki güçsüzleri güçlüler karşısında koruyarak gerçek eşitliği, yani sosyal adaleti ve toplumsal dengeyi sağlamakla yükümlü devlettir. Anayasanın 2. maddesi, Türkiye Cumhuriyetinin bir hukuk devleti olduğunu, 10. maddesi ise, herkesin dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din ve mezhep benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğunu düzenlemektedir. Anayasanın 10. maddesinde, Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar. denilmektedir. Anayasa Mahkemesi kararlarında belirtildiği üzere bu yasak, birbirinin aynı durumunda olanlara ayrı kuralların uygulanmasını, ayrıcalıklı kişi ve toplulukların yaratılmasını engellemektedir. Aynı durumda olanlar için farklı düzenleme, eşitliğe aykırılık oluşturur. Anayasanın amaçladığı eşitlik, mutlak ve eylemli eşitlik değil, hukuksal eşitliktir. Aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumlar ayrı kuralları bağlı tutulursa Anayasanın öngördüğü eşitlik çiğnenmiş olmaz. Yine Anayasa Mahkemesinin çeşitli kararlarında eşitlik ilkesi, aynı durumda bulunanlar için haklarda ve ödevlerde, yasalarda ve yükümlülüklerde, yetkilerde ve sorumluluklarda, fırsatlarda, hizmetlerde eşitliğin sağlanmasını gerektiren eşit davranma ve ayrım yapmama ilkesi olarak yorumlanmıştır. Anayasanın başlangıç ilkelerinde de bu husus, her Türk vatandaşının bu Anayasadaki temel hak ve hürriyetlerden eşitlik ve sosyal adalet gereklerince yararlanarak millî kültür, medeniyet ve hukuk düzeni içinde onurlu bir hayat sürdürme ve maddî ve manevî varlığını bu yönde geliştirme hak ve yetkisine doğuştan sahip olduğu, fikir, inanç ve kararıyla anlaşılmak, sözüne ve ruhuna bu yönde saygı ve mutlak sadakatle yorumlanıp uygulanmak üzere şeklinde vurgulanmıştır. Bu düzenleme biçiminden ve içeriğinden, anayasal temel hak ve özgürlüklerden eşitlik gereklerince yararlanmanın, yurttaşların onurlu bir hayat sürdürme hakkı ile maddî ve manevî varlığını bu yönde geliştirme hakkının aracı olduğu anlaşılıyor. Doğal hak sayılan söz konusu iki hak, bölünmezlik ve karşılıklı bağımlılık ilkelerine uygun olarak, Anayasada güvenceye bağlanan haklar arasında ayrım gözetmeksizin, tüm haklardan eşitlik gereklerince yararlanmakla gerçekleştirilebilir. Eşitlik ve sosyal adaletin birlikte anılmış olması, eşitliğin sosyal boyutu ile birlikte düşünüldüğünü ve maddenin maddi eşitliği de kapsayacak bir anlam taşıdığını açıkça göstermektedir. Anayasanın başlangıç kısmında geçen anayasal haklardan eşitlik gereklerince yararlanma ilkesi Anayasaya uygunluk denetiminde göz önüne alınabilecek kadar somutluk ve açıklık içermekte, norm değeri taşımakta ve eylemli eşitliğin güvencesi olarak 10. maddeyi tamamlamakta, pekiştirmektedir. Anayasalar ülkelerin temel hukuki metinleri olarak ele alınmakta, buna istinaden kanunlar, kanun hükmünde kararnameler, tüzükler, yönetmelikler ve benzeri isimler altında hukuki metinler çıkarılmaktadır. Hukuk düzeni bir piramide benzetilecek olursa, bu piramit anayasa, kanun, tüzük, yönetmelik ve diğer alt düzenleyici işlemlerden oluşan birden çok normun varlığını ifade etmektedir. Anayasanın 11/2. maddesinde ise kanunların Anayasaya aykırı olamayacağı şeklindeki düzenlemeyle Anayasanın bağlayıcılığı ve üstünlüğü açıkça vurgulanmış ve hukuk hiyerarşisi adına temel bir kural belirtilmiştir. Anayasanın 13. maddesinde temel hak ve hürriyetlerin uluslararası sözleşmelerde ve uygulamalarda kabul edildiği üzere mutlak ve sınırsız olmadığı ve bunların çeşitli şartlarEsas Sayısı : 2015/58 Karar Sayısı : 2015/117 3 altında sınırlandırılabileceği kabul edilmiştir. Ancak, bu hak ve özgürlükler sınırlandırılırken sınırlamanın, Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen nedenlere bağlı olarak kanunla yapılması ve hakların özüne dokunmaması, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olmaması gerekir. Diğer bir anlatımla Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabileceğini, ... bu sınırlamaların, ... ölçülülük ilkesine aykırı olamayacağını hükme bağlamıştır. Hukuk devletinin bir gereği olan ölçülülük ilkesi yasa koyucu için bağlayıcıdır. Bu ilke, Anayasa Mahkemesinin çeşitli kararlarında vurgulandığı gibi elverişlilik, gereklilik ve orantılılık ilkelerini içerir. Elverişlilik, getirilen kuralın ulaşılmak istenen amaç için elverişli olmasını, gereklilik, getirilen kuralın, ulaşılmak istenen amaç bakımından gerekli olmasını ve orantılılık ise, getirilen kural ile ulaşılmak istenen amaç arasında olması gereken ölçüyü ifade eder. (Anayasa Mahkemesinin 27.10.2011 tarihli 2010/71 esas, 2011/143 karar sayılı kararı.) Öte yandan, temel hak ve özgürlükler ancak Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen nedenlere bağlı olarak sınırlandırılabilir. Ancak bu, düzenlendiği maddede hiçbir sınırlama nedenine yer verilmeyen hakların tamamının mutlak olduğunu ve bu hakların hiçbir şekilde smırlandırılamayacağı anlamını taşımamaktadır. Anayasa Mahkemesinin önceki kararlarında da belirtildiği gibi temel hak ve hürriyetlerin doğasından kaynaklanan bazı sınırları bulunduğu gibi, Anayasanın başka maddelerinde yer alan kurallar da temel hak ve hürriyetlerin doğal sınırını oluşturur. Bir başka deyişle, temel hak ve özgürlüklerin kapsamının ve objektif uygulama alanının her bir norm yönünden bağımsız olarak değil, Anayasanın bütünü içerisindeki anlama göre belirlenmesi gerekir. Anayasaların şekillenmesinde evrensel değerlerin ve evrensel hukuk normlarının önemli yeri vardır. Anayasamız, Türkiye Cumhuriyetinin bir hukuk devleti olduğunu kabul etmiştir. Buradan da açıkça görülmektedir ki, hukuk devleti anayasa hukukunun üzerine kurulmuştur. Ayrıca Devletimiz, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesini imzalayarak burada kişilere tanınan haklar açısından bir yükümlülük üstlenmiştir. Anayasamızın 90/5. maddesi kapsamında ilgili anlaşmada yer alan temel hak ve özgürlüklere yönelik düzenlemeler, iç hukuka üstün değer kabul edilmiştir. Anayasamızın 90/5. maddesi aynen Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası anlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz hükmünü içermektedir. Bunun yanı sıra, Anayasa Mahkemesinin Kuruluş ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 42/1. maddesi ise aynen Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası antlaşmalar aleyhine şekil ve esas bakımından iptal davası açılamaz ve mahkemeler tarafından Anayasaya aykırılık iddiası ileri sürülemez. hükmünü içermektedir. Birbirini tamamlayan bu iki hüküm nedeniyle, bu şekilde oluşmuş hukuk normları için, Anayasa Mahkemesine gidilemeyeceği konusunda, ilmi ve kazai içtihatlar aynı şeyi tekrarlamaktadır. İnsan hakları, geniş anlamda bir idealdir. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının onurlu bir yaşam sürmeleri, insan oldukları için doğuştan sahip oldukları haklardan ve özgürlüklerden herhangi bir engelle karşılaşmaksızın yararlanmaları idealidir. Bu bağlamda Türkiyenin de tarafı olduğu İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinin cezaların kanunuliği başlıklı 7/1. maddesinde Hiç kimse, işlendiği zaman ulusal ve uluslararası hukuk çerçevesinde bir suc oluşturmayan herhangi bir eylem ya daEsas Sayısı : 2015/58 Karar Sayısı : 2015/117 4 ihmalden ötürü suçlu bulunmayacaktır. Hiç kimseye, suç işlediği zaman verilebilecek olan cezadan daha ağır bir ceza verilmeyecektir. Aynı maddenin 2. fıkrası ise, Bu madde, işlendiği zaman, uygar uluslar tarafından tanınmış hukukun genel ilkeleri uyarınca suç sayılan herhangi bir eylemden ya da ihmalden ötürü herhangi bir kişinin yargılanmasına ve cezalandırılmasına engel olmayacaktır. şeklindedir. Bu madde hükmü uyarınca sözleşmeye taraf devlet hukukuna göre suç sayılan bir eylem, uluslararası alanda benimsenen hukukun genel ilkeleri uyarınca suç kapsamında değerlendirilmediği takdirde, bu eylemden dolayı kişiye ceza verilmesi sözleşmeye aykırılık teşkil edecektir. Diğer taraftan, 5237 sayılı TCY.nın 228. maddesinin birinci fıkrasında kumar oynanması için yer ve imkan sağlanması eylemi bir yıla kadar hapis ve adli para cezası ile yaptırım altına alınmış, hapis cezasının alt sınırının 5237 sayılı TCY.nın 49/1. maddesine göre bir aydan az olamayacağı, yine adli para cezasının alt sınırının da aynı Yasanın 52/1. maddesine göre beş günden az, üst sınırının yedi yüz otuz günden fazla olamayacağı şeklinde düzenlenmiş olup, aynı Yasanın 228. maddesinin üçüncü fıkrasında Ceza Kanununun uygulanmasında kumar, kazanç amacıyla icra edilen ve kâr ve zararın talihe bağlı olduğu oyunlar şeklinde tanımlanmıştır. 5326 sayılı Kabahatler Yasasının 34. maddesinin birinci fıkrası uyarınca da kumar oynayan kişinin idari para cezası ile cezalandırılacağı hüküm altına alınmıştır. Bu açıklamalar ışığında, suç konusu olduğu iddia edilen makinanın para haznesine atılan madeni para ile çalışan ve kişilerin yetenek özellikleri ile oynanan makina olduğu, ceza yasasında şans ve talihe bağlı oyunların yasaklanmış olmasına ve ceza miktarı daha az olarak düzenlenmesine karşın, gelişen ve sürekli değişim gösteren çağımızın hayat şartlarına göre zamanın gerisinde kalmış ve ihtiyaçlara cevap veremeyen somut olaya uygulanması gereken 1072 sayılı Rulet, Tilt, Langırt ve Benzeri Oyun Aletleri ve Makinaları Hakkında Yasanın 1. maddesinin 1. fıkrasında belirtilen Türk Ceza Kanununun 228.nci maddesinin kapsamı dışında kalsa bile umuma mahsus veya umuma açık yerlerde her ne ad altında olursa olsun kazanç kasdiyle oynanmasa dahi langırt vb. ...maharet isteyen, otomatik, yarı otomatik el veya ayakla kullanılan oyun, alet veya makineleri ile benzerlerini bulundurma veya çalıştırmak veya yurda sokmak yahut imal etmek yasaktır ve aynı Yasanın 2. maddesinde bu kanuna aykırı hareket edenler 1 yıldan 5 yıla kadar hapis ve yüz günden bin güne kadar adli para cezası ile cezalandırılır ibarelerinin Anayasanın başlangıç kısmında ve ilgili maddelerinde belirtilen insan haklarına, hukuk devleti ilkesine, kişi hak ve hürriyetlerine, bu anlamda elverişlilik ve gereklilik ilkelerine ve Avrupa İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinin 7. maddesine göre uygar milletlerce kabul edilen evrensel hukuk ilkelerine açıkça aykırı olduğu, uluslararası hukukun kabul etmediği ve benimsemediği bir yasak olduğu, bu yasağın ve eylemin, kazanç kastı olmaksızın kişinin kendi çaba ve mahareti ile oynadığı bir oyun sebebiyle cezalandırılmasını gerektirecek adil, hakkaniyete uygun, objektif ve hukuksal bir gerekçe de bulunmamaktadır. Bu nedenle 1072 sayılı Rulet, Tilt, Langırt ve Benzeri Oyun Aletleri ve Makinaları Hakkında Yasanın 1. maddesinin 1. fıkrasında belirtilen Türk Ceza Kanununun 228.nci maddesinin kapsamı dışında kalsa bile umuma mahsus veya umuma açık yerlerde her ne ad altında olursa olsun kazanç kasdiyle oynanmasa dahi langırt vb. ... maharet isteyen, otomatik, yarı otomatik el veya ayakla kullanılan oyun, alet veya makineleri ile benzerlerini bulundurma veya çalıştırmak veya yurda sokmak yahut imal etmek yasaktır ve aynı Yasanın 2. maddesinde bu kanuna aykırı hareket edenler 1 yıldan 5 yıla kadar hapis ve yüz günden bin güne kadar adli para cezası ile cezalandırılır ibarelerinin Anayasanın 2., 10., 11. ve 13. maddelerine aykırı olmasıEsas Sayısı : 2015/58 Karar Sayısı : 2015/117 5 sebebiyle Anayasa Mahkemesine başvurulmasına ilişkin aşağıdaki şekilde karar vermek gerekmiştir. KARAR: Gerekçesi ayrıntılı şekilde açıklandığı üzere; 1 Davada uygulanacak kural olan 1072 sayılı Rulet, Tilt, Langırt ve Benzeri Oyun Aletleri ve Makinaları Hakkında Kanununun 1. maddesinin 1. fıkrasında belirtilen Türk Ceza Kanununun 228.nci maddesinin kapsamı dışında kalsa bile umuma mahsus veya umuma açık yerlerde her ne ad altında olursa olsun kazanç kasdiyle oynanmasa dahi langırt vb. ... maharet isteyen, otomatik, yarı otomatik el veya ayakla kullanılan oyun, alet veya makineleri ile benzerlerini bulundurma veya çalıştırmak veya yurda sokmak yahut imal etmek yasaktır ve aynı Yasanın 2. maddesinde bu kanuna aykırı hareket edenler 1 yıldan 5 yıla kadar hapis ve yüz günden bin güne kadar adli para cezası ile cezalandırılır ibarelerinin açıkça Anayasanın 2., 10., 11. ve 13. maddelerine aykırı olması sebebiyle Anayasa Mahkemesine BAŞVURULMASINA, 2 Anayasanın152/1. maddesi gereğince Anayasa Mahkemesince başvuru hakkında karar verilinceye kadar davanın GERİ BIRAKILMASINA, 3 Anayasanın152/3. maddesi gereğince Anayasa Mahkemesince başvuru hakkında beş ay içinde bir karar verilmemesi halinde davanın yürürlükte olan kanun hükümlerine göre SONUÇLANDIRILMASINA, Bu sebeplerle dosyanın 01/10/2015 günü saat 09:00da resen ele alınmasına karar verildi."
2,216
Esas Sayısı : 2001/127 Karar Sayısı : 2001/47 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Mahkeme'nin başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: "Anayasa'nın 91. maddesi uyarınca yetki Yasası'na dayalı olarak çıkarılan KHK'lerin Anayasa'ya uygunluk denetimleri, Anayasa Mahkemesi'nin yerleşik içtihatlarında, yasaların denetiminden farklı değerlendirilmektedir. Buna göre Anayasa'nın 11. maddesinin "Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz" buyurucu kuralı nedeniyle, yasaların denetimi yalnızca Anayasa kurallarına uygun olup olmadığı biçiminde yapılırken, KHK'lerin ise, konu, amaç, kapsam ve ilkeleri yönünden hem dayandıkları yetki yasasına hem Anayasa'ya uygunluğu yönlerinden irdelenmektedir. Anayasa Mahkemesi, KHK'nin Anayasa'ya uygun bir yetki yasasına dayanmadan çıkartılan veya dayandığı yetki yasası iptal edilen bir KHK'nin kuralları, içerikleri yönünden Anayasa'ya aykırılık oluşturmasalar bile, Anayasa'ya uygunluğundan söz edilemeyeceği görüşündedir. Uyuşmazlığa konu olayda uygulanacak sözcüğü içeren 527 sayılı Kanun Hükmünde Kararname 3990 sayılı Yetki Yasası'na dayanılarak çıkartılmıştır. KHK'nin dayanağını oluşturan 3990 sayılı Yetki Yasası ise Anayasa Mahkemesi'nin 5.7.1994 günlü, E: 1994/50, K: 1994/44 2 sayılı kararı ile iptal edilmiştir. Buna göre, Mahkememizce bakılmakta olan davada uygulanacak olan 527 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin 3. maddesiyle 657 sayılı Yasa'nın 43. maddesinin (B) fıkrasına eklenen I sayılı Cetvelin II Teknik Hizmetler Sınıfı (b) bendinde yer alan "...matematikçi..." sözcüğü, dayanağı olan yetki yasasının iptal edilmesiyle Anayasal dayanaktan yoksun kaldığı bu nedenle Anayasa'nın Başlangıç, 2., 6. ve 91. maddelerine aykırı bulunduğu kanaatine ulaşılmıştır. Açıklanan nedenlerle; Anayasa'nın 152. maddesinin birinci, 2949 sayılı Yasa'nın 28. maddesinin ikinci fıkraları uyarınca, bir davaya bakmakta olan Mahkeme'nin, taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, tarafların bu konudaki iddia ve savunmalarını ve kendisini bu kanıya götüren görüşünü açıklayan kararı ile Anayasa Mahkemesi'ne itirazen başvurması öngörüldüğünden, 527 sayılı KHK'nin 3. maddesiyle 657 sayılı Yasa'nın 43. maddesinin (B) fıkrasına eklenen I SAYILI CETVEL'in, II TEKNİK HİZMETLER SINIFI (b) bendinde yer alan "...matematikçi..." sözcüğü yönünden iptali için itirazen Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına, konu ile ilgili belgelerin onaylı örneklerinin, karar ile birlikte Anayasa Mahkemesi Başkanlığı'na gönderilmesine ve Anayasa Mahkemesi'nin bu konuda vereceği karara kadar davanın geri bırakılmasına, 14.12.2000 gününde oybirliğiyle karar verildi." "
319
Esas Sayısı : 2005/107 Karar Sayısı : 2009/23 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: "5237 Sayılı Yasanın 21/1. maddesinde kast, "suçun kanuni tanımındaki unsurlarını bilerek ve istenerek gerçekleştirilmesidir." şeklinde tanımlanmıştır. Aynı Yasanın 21/2. maddesinde ise "kişinin, suçun kanuni tanımındaki unsurların gerçekleşebileceğini öngörmesine rağmen, fiilli işlemesi halinde olası kast vardır. Bu halde, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasını gerektiren suçlarda müebbet hapis cezasının, müebbet hapis cezasını gerektiren suçlarda 20 yıldan 25 yıla kadar hapis cezasına hüküm olunur; diğer suçlarda ise temel ceza üçte birden yarısına kadar indirilir." hükmü konularak öncelikle olası kast tanımlaması yapılmış ve sonrasında ise olası kast durumunda cezanın indirime tabi tutulacağı öngörülmüştür. Türkiye Barolar Birliği tarafından 21 22.05.2004 tarihinde Ankara da düzenlenen Toplumsal Değişim Sürecinde Türk Ceza Kanunu Reformu adlı paneldeki konuşmaların derlenerek yayınlanmasına ilişkin Türkiye Barolar Birliğince hazırlanarak yayınlanmış, TÜRK CEZA KANUNU REFORMU adlı kitapta yer alan görüşler değerlendirildiğinde, öğretide yasada yer alan kast ve olası kast tanımlamalarının eleştirildiği ve olası kast tanımında belirtilen şeyin olası kast değil bilinçli taksir olduğu açıklanmıştır. Tüm eleştirilerde olası kastın belirlenmesi açısından sadece neticenin öngörülmesinin yeterli olmadığı, bunun bilinçli taksir halinde de var olması gerektiği, olası kast ile bilinçli taksirin birbirinden ayrılabilmesi için başkaca unsurlara da yer verilmesi gerektiği açıklanmıştır. 5237 sayılı Yasayı Adalet Alt Komisyonunda kaleme alan üç teorisyenden biri olan Doç.Dr.Adem Sözüer eleştirilere yanıt olarak, belirtilen eserin birinci kitabının 40. sayfasında ve ikinci paragrafta belirtildiği gibi şu açıklamayı yapmıştır. "Burada olası kast tanımı ile tasarıdaki bilinçli taksir arasındaki ayrımı yapmak zorlaşmıştır, bir anlamda bilinçli taksirin içi boşaltılmıştır denilebilir. Ancak burada kabullenme görüşü kabul edilirse sorun çözülebilir bu, tabi uygulamanın ortaya çıkacağı şeydir . Buna göre eğer bir kişi sonucu öngörüyor ve buna rağmen bu sonucu kabulleniyorsa, bu durumda olası kast, diğer durumlarda bilinçli taksirin varlığı kabul edilerek bu ayrım konulabilir, ama bu, tartışmaya ve eleştiriye açık bir konudur." Bu açıklama, öğretideki eleştiriler ve görüşler gözönüne alınarak tanımlama yapmak gerekirse, Kast, öngörülen ve suç oluşturan bir fiili gerçekleştirmeye yönelen irade şeklinde tanımlanabilir. (Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 03.06.1985 gün 83 330 sayılı kararı) Olası kast ise, öngördüğü ve istediği sonucu gerçekleştirmek için işlediği fiillere bağlı olarak ortaya çıkan sonuçlar açısından, sonucun öngörülmüş olmasına rağmen failin bu sonucun gerçekleşip gerçekleşmeyeceği açısından umursamazca hareket etmesi, sonucu istemiş olmamasına karşın adeta gerçekleşen bu sonuçlarda kabullenmiş olması durumu olarak tanımlanabilir. Yargıtay Ceza Genel Kurulunun gerek yukarıda tarih ve sayıları belirtilen kararında ve gerekse 10.06.1988 gün 56 340 sayılı, 06.01.1996 gün 339 10 sayılı kararlarında bu belirleme yapılarak, gerçekleşen ikincil sonuçlar açısından öngörme dışında faillin istememiş olmama durumunun söz konusu olduğu ve bu durumda gerçekleşenEsas Sayısı : 2005/107 Karar Sayısı : 2009/23 2 sonuçlardan da gayri muayyen (olası muhtemel) kast nedeniyle sorumlu tutulması gerektiği açıklanmıştır. Somut bir örnek vermek gerekirse, herhangi bir kişiyi öldürmeye karar vermiş olan şahıs bu bireyi bir grup içerisinde gördüğünde, şahsı hedef alarak gerçekleştirileceği atışlar sonucu yanında ve yakınındaki bireylerinde zarar göreceğini, yaralama ya da ölüm sonucunun üçüncü kişiler açısından da gerçekleşebileceğini öngörmesine rağmen, önlem almaksızın ve bu sonuçların gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini umursamadan, deyim yerinde ise, olursa olsun düşüncesi ile hareket ederek ateşli silahla birden çok kez ateş ederek hedefini öldürmüş veya yaralamış, hedefi dışında kalan üçüncü kişilerinde isabet alarak onların ölümlerine ya da yaralanmalarına neden olmuş ise, hedefi açısından doğrudan kast nedeniyle, üçüncü kişiler açısından ise dolaylı ya da olası kast nedeniyle sorumlu tutulacaktır. Bu örnekte ve yargılamaya konu olayda söz konusu olduğu gibi şahıs hedef aldığı kişinin bulunduğu ortamda yanında ve çevresinde üçüncü kişilerin bulunduğunu görmekte, onların gerçekleştirmiş olduğu fiil nedeniyle zarar görebileceklerini öngörmekte, gerçekleşmesi muhtemel bu sonucu umursamadan, hiçbir önlem almadan ve kabullenerek ateş etmekte ve hedefi dışındaki üçüncü kişileri öldürmekte veya yaralamaktadır. 5237 sayılı Yasanın 21/2. maddesi bu tür umursamazca davranışlarda bulunan kişiye olası kast ile işlemiş olduğu suçlar açısından ceza indirimi öngörmektedir. Öngörülen bu indirimin Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 2., 10 ve 17. maddeleri hükümlerine aykırı olduğu sonucuna varılmıştır. Anayasamızın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyetinin demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olduğu belirtilmiş, 10. maddede kanun önünde eşitlik ilkesi düzenlenmiş ve 17. madde de ise kişinin dokunulmazlığı, maddi ve manevi varlığı başlığı altında yaşama ve vücut bütünlüğüne dokunulmama hakları düzenlenmiştir. 26.11.2002 gün, 2001/79 esas 2002/194 karar sayılı Anayasa Mahkemesi kararında "Anayasanın ikinci maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına saygı gösteren, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayıp yargı denetimine açık olan, yasaların üstünde yasa koyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri ve Anayasa bulunduğu bilincinde olan devlettir. Ceza kanunları, Anayasanın konuya ilişkin kuralları başta olmak üzere ceza hukukunun ana ilkeleri ile ülkenin genel durumu, sosyal ve ekonomik hayatın gereksinmeleri göz önüne alınarak saptanacak ceza politikasına göre düzenlenir. Bu nedenle, yasa koyucunun öncelikle, Anayasa'nın ikinci maddesinde nitelikleri, beşinci maddesinde de temel amaç ve görevleri belirtilen hukuk devleti ilkesine ve anılan maddelerde yer alan adalet ilkesine uygunluğunu gözetmesi gerekir. Yasaların kamu düzenin kurulması ve korunması, kamu yararının sağlanması amacına yönelik olması, genel, objektif, adil kurallar içermesi ve hakkaniyet ölçütlerini gözetmesi hukuk devleti olmanın gereğidir." açıklamasını yaparak, hukuk devleti ilkesi ile amaçlananın ne olduğunu ayrıntıları ile belirtmiş ve düzenleme yapılırken adalet ve hakkaniyet ölçütlerinin de gözetilmesinin zorunlu olduğundan söz edilmiştir .Esas Sayısı : 2005/107 Karar Sayısı : 2009/23 3 Yine Anayasa Mahkemesinin 26.05.1998 gün ve 1997/32 esas, 1998/25 karar sayılı kararında Anayasada düzenlenen, yasa önünde eşitlik kuralının, herkesin her yönden aynı kurallara bağlı olacağı anlamına gelmediği, kimi yurttaşların haklı bir nedene dayanarak değişik kurallara bağlı tutulmalarının eşitlik ilkesine aykırılık oluşturmayacağı açıklaması yapıldıktan sonra, "Aynı hukuki durumda bulunanlardan kimileri için farklı kurallar uygulanmasının haklı gösterecek nedenler anlaşılabilir, amaçla ilgili, makul ve adil olması ölçütleri ile hukuksal biçim ve içerik kazanmaktadır. Getirilen düzenleme herhangi bir biçimde, birbirini tamamlayan, doğrulayan ve güçlendiren bu üç ölçütten birine uymuyorsa eşitlik ilkesine aykırılık vardır. Çünkü, eşitliği bozduğu ileri sürülen kural haklı bir nedene dayanmamaktadır." açıklaması yapılmış ve Anayasa'nın onuncu maddesinde belirtilen yasa önünde eşitlik ilkesinde neyin anlaşılması gerektiği belirlenmiştir. Yukarıda Anayasa Mahkemesi kararlarına gönderme yapılarak belirtilen ikinci maddedeki hukuk devleti ilkesi ve onuncu maddesindeki eşitlik ilkesi açısından değerlendirme yapıldığında, asıl hedef aldığı kişiye yönelik gerçekleştirdiği eylemler nedeniyle yanında ve çevresinde bulunan birden çok kişinin de zarar görebileceğini ön görmesine rağmen umursamazca ve insan yaşamını ve vücut bütünlüğünü hiçe sayarak birden çok kez ateşli silahla ateş ederek üçüncü kişilerin ölümüne yada yaralanmalarına neden olan şahıslar açısından yapılacak ceza indiriminin Anayasa Mahkemesi kararlarında belirtilen kavramlarla ifade etmek gerekirse, ceza hukukuun ana ilkeleri, ülkenin genel durumu, sosyal hayatın gereksinmelerine göre saptanacak ceza politikası gereği olduğunu, adalet ilkesini gözettiğini, adil kurallar olduğunu ve hakkaniyet ölçütünü gözeterek konulmuş bir kural olduğunu kabul etmek mümkün olmadığı gibi, doğrudan kast ile olası kast arasında yaratılan eşitsizliğin anlaşılabilir, amaçla ilgili makul ve adil olduğunu kabul etmekte mümkün değildir. Bu nedenlerle 5237 sayılı Yasanın 21/2. maddesinde öngörülen indirim hükmü, somut olayda uygulanması olası norm niteliğini taşıyan 5237 sayılı Yasanın 81/1, 86/1, 86/3 e ve 87/1 d maddeleri ile bağlantılı olarak değerlendirme yapıldığında, Anayasa'nın iki ve onuncu maddelerine aykırıdır. Ayrıca, gerek öğretide ve gerekse 5237 sayılı Yasanın gerekçesinde olası kast kavramı açıklanırken gösterilen tüm örnekler öldürme ve yaralama suçları ile ilgilidir. Genel hükümler arasında yer almış olmasına rağmen denilebilir ki, olası kast kavramının ve bu kavrama bağlı olarak düzenlenen indirim hükmünün öldürme ve yaralama suçları dışında uygulanması da mümkün değildir. Yaşama hakkı Anayasanın onyedinci maddesinde mutlak ve istisna kabul etmez haklar arasında düzenlenmiş olduğu gibi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin ikinci maddesinde de mutlak haklar arasında düzenlenmiş, gerek Anayasada ve gerekse Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde yaşama hakkı ile ilgili düzenleme yapılırken, bu hakkın istisnaları aynı madde de düzenlenerek genel sınırlama hükümlerinin bu hak açısından uygulanamayacağı da kabul edilmiştir. Anayasanın onyedinci maddesinde yaşama hakkı yanında vücut dokunulmazlığı hakkının da mutlak olarak korunduğu gözönüne alındığında ve yukarıda olası kast ve olası kasta bağlı ceza indirim hükmünün sadece öldürme ve yaralama suçlan açısından uygulanabilecek bir hüküm olduğu da açıklanmış olduğuna göre, 5237 sayılı Yasanın 21/2. maddesinin yukarıda da belirtildiği gibi 88/1, 86/1, 86/3 e 87/1. maddeleri açısından mutlak olarak korunması gereken yaşam ve vücut dokunulmazlığı hakkını düzenleyen Anayasa'nın onyedinci maddesine de aykırı olduğu da açıktır. Tüm bu nedenlerle, 5237 sayılı Yasanın 21/2. maddesinin Anayasa'nın 2., 10. ve 17. maddelerine aykırı olduğu kanısında olduğumuzdan Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 152/1. maddesine göre Anayasa Mahkemesine başvurulması ve dava sonucunun 5 ay süre ile beklenmesi gerektiği görüşündeyiz." "
1,376
Esas Sayısı:1971/11 Karar Sayısı:1971/53 1 "... II Mahkemenin gerekçesi özeti : Davacı köy, dâvâlı köy aleyhine Posof Asliye Hukuk Mahkemesine başvurarak yayla yerlerine vaki müdahalenin Önlenmesine karar verilmesini istemiştir. Yapılan yargılama sonunda dâva konusu yayla yerini eskidenberi davacı köyün kullandığı, Rus işgali zamanında dahi bu yerin davacı köye ait olduğu kabul edilerek dâvâlı köyün müdahalesinin önlenmesine dair verilen karar Yargıtay Birinci Hukuk Dairesi tarafından "dâva konusu yerin bulunduğu çevre itibariyle davacı Köyün kadim ve mahasses merası olduğu yolundaki iddianın, 474 sayılı Kanunun 3. maddesi gereğince tahsisi gösteren geçerli bir belge ile ispatı zorunludur. Mahkemenin hükmüne dayanak yaptığı 13/12/1912 tarih ve 1788 sayılı ilmühaber, 6/9/1939 tarih, 89 sayılı ilçe idare kurulu karan ve Kadastro Genel Müdürlüğünden celp edilen 31 numaralı kayıt, tahsisi gösteren bir belge niteliğinde değildir. Bu yön düşünülmeden yazılı şekilde dâvanın kabulüne karar verilmesi usul ve yasaya aykırıdır" gerekçesiyle bozulmuş ve mahkemece bozma kararına uyulmuştur. Anlaşmazlığa uygulanması gereken ve Anayasa'ya aykırılığı ileri sürülen 474 sayılı Kanun sadece Artvin, Ardahan ve Kars İlleriyle Kulp ve Iğdır İlçelerinde ve Hopa İlçesinin Kemalpaşa Bucağında tatbik edilebilir. Sözü edilen Kanunun 3. maddesine göre kura ve kasa bata ait olan meralar ile yaylak ve kışlak, pazar, panayır, namazgah koru, mesire, meydan gibi menafii umumiyeye mahsus ve metruk mahaller tahdit ve mesaha ile badettesbit ait oldukları kura ve kasabat namlarına kaydedilecektir. Kanunun bu maddesi hükmü karşısında bu bölgedeki mera ve yayla anlaşmazlıklarında delil olarak sadece tahsis belgesi aranmakta, böyle bir belge yoksa Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun öngördüğü diğer delillere başvurulamamaktadır. Nitekim Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 5/5/1967 günlü, 228 sayılı kararında sözü edilen Kanunun uygulandığı yerlerdeki meralarda kadim teamülden ve eskisi gibi yararlanmadan söz edilemiyeceği, bu yerlerin köy ve kasabalara, idarî mercilerce tahsis edilmesi gerektiği belirtilmektedir. Öte yandan bu Yasanın uygulanmadığı yerlerdeki mera ve yaylalar hakkında 2024 sayılı tefsir kararında "... gerek Arazi Kanununun 101. maddesi ve gerekse Çiftçiyi Topraklandırma Kanununun geçici üçüncü maddesi münhasıran intifa mevzuuna mümas hükümleri vaz ile iktifa etmiş ve gayrimenkulun aynına sâri olabilecek herhangi bir tedvin mevzuunu izahtan müctenip kalmıştır... İzah olunan sebeplere binaen mera, yaylak ve kışlak diye vasıflandırılan yerlerdeki intifa hakkının aidiyeti cihetine müteallik olmak üzere mektup beyyine ibrazı mümkün bulunmayan hallerde vukufehli ve şahit ikame ve istimaına vesair delillere istinat olunmasına cevaz bulunduğu neticesine varıldığı..." açıklanmaktadır. Bu durum karşısında isbat vasıtaları sınırlandırıldığından 474 sayılı Kanunun 3. maddesi, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 31. maddesinde ifadesini bulan "Herkes, meşru bütün vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı ve dâvâlı olarak, iddia ve savunma hakkına sahiptir" ilkesine aykırı düştüğü gibi, isbat vasıtası yönünden Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun tanıdığı imkânları bölgelere göre farklı uygulamaya tabi tutması bakımından da 12. maddede yer alan kişilerin kanun önünde eşitliği ve hiç bir kimseye imtiyaz tanınamayacağı ilkelerine de aykırı bulunmaktadır."
445
Esas sayılı:1979/35 Karar sayısı:1980/17 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ: İtiraz yoluna başvuran mahkemenin gerekçesi şöyledir: Anayasaya aykırılık iddiasının incelenmesine geçilmeden önce konumuzu ilgilendiren 765 sayılı Türk Ceza Yasasının 403. maddesinin değişiklikten önceki ve değişiklikten sonraki metinlerinin incelenmesinde fayda görülmüştür: 765 sayılı Ceza Yasasının 403. maddesinin ilk metni: Tıbbî afyon ve afyon hülasasını, morfin ve emlahını ve diasetilmorfin ve bunların emlahını ve kodeinden maada afyon şibihkaleviyatını ve bunların emlah ve müştekatını ve kokain emlah ve müştekanı ve esrar ve müstakzaratını kaçak suretiyle, ithal ve Türkiye dahilinde bir mahalden bir mahalle nakledenler ve ettirenler ve izinsiz satanlar ve alanlar veya satmak üzere nezdinde bulunduranlar ve bunların alınıp satılmasına ve her ne suretle olursa olsun tedarikine vasıta olanlar altı aydan aşağı olmamak üzere hapsolunur ve yüz TL. dan bin TL. na kadar ağır cezai nakdi alınır denmektedir. Bu ilk metnin tetkikinden de anlaşılacağı üzere, uyuşturucu maddeler tek tek sayılmakta ve bu maddeleri özellikle Türkiye'ye ithal etmek suç sayıldığı halde ihraç etmek suç olarak gösterilmemişti. 20/6/1933 tarihinde 2275 sayılı Kanunla yapılan değişiklikten sonraki 403. madde metninde ise, "esrar, müstahzar afyon ve tıbbi afyon ile müstahzarlarınını ve morfin ve bütün milhlerinin ve morfinin uzvi hamuzlarla veya küûl cezriyle birleşmesinden hasıl olan bütün eserlerinin ve bunların milhlerinin ve koka yaprağı, ham kokain ve kakoin, ekgonin ve trpokokain ile bütün milhlerinin ve yüzde 1,20gramdan fazla morfin ve milhlerinin ve yüzde 0,10 gramdan fazla kokain ve milhlerini muhtevi bütün müstahzarların ve ökodal, dikodit, dilloit, asedikon ve bunların terkibi kimyevisinde bulunan maddelerle bu maddeler mahiyetinde olduğu İcra Vekilleri Heyetince tayin ve ilân olunacak maddeleri ve bütün müstahzarlarını izinsiz memlekete sokmağa çalışanlarla, sokanlar ve memleket dahilinde izinsiz satanlar ve alanlar veya satmak üzere yanında bulunduranlar ve bunların alınıp satılmasına ve her ne suretle olursa olsun tedarikine vasıta olanlar ve imal ve izinsiz ihraç edenler ve mahsus yer tedarikiyle veya diğer suretle halkı celb edip bunların kullanılmasını kolaylaştıranlar bir seneden beş seneye kadar hapis ve her gram ve küsuru için bir lira hesabiyle ağır para cezasiyle mahkûm edilirler. Şu kadar ki, para cezası herhalde ikiyüz liradan aşağı olamaz" denilmekte ve uyuşturucu maddeleri teker teker saydığı gibi ileride keşfedilecek yeni uyuşturucu maddeler için de bunların Bakanlar Kurulunca belli ve ilân edilmesi koşulunu getirmişti. 7/6/1941 tarihli 4055 sayılı Kanunla değişen 403. madde metni ise; "uyuşturucu maddeleri izinsiz memlekete sokmağa çalışanlarla,sokanlar ve memleket içinde izinsiz satanlar ve izinsiz olarak satmak üzere alanlar veya yanında bulunduranlar ve bunların alınıp satılmasına ve her ne suretle olursa olsun tedarikine ve kullanılmasına vasıta olanlar ve izinsiz imal veya ihraç edenler ve mahsus bir yer tedarikiyle veya başka bir suretle halkı celbederek bunların kullanılmasını kolaylaştıranlar, bir seneden beş seneye kadar hapis cezasiyle birlikte ufak kasabalardan birinde infaz edilmek ve iki seneden aşağı olmamak üzere sürgün cezası ve uyuşturucu maddenin her gram veya küsuru için bir lira hesabiyle ağır para cezasıyla mahkûmEsas sayılı:1979/35 Karar sayısı:1980/17 2 edilirler. Şu kadar ki para cezası herhalde ikiyüz liradan aşağı olamaz" denilmekte ve eski metinlere göre uyuşturucu maddeleri birer birer saymaktan vazgeçerek ve Bakanlar Kurulunca belli ve ilân etmek kuralını da kaldırmış ve uyuşturucu maddelerin cins ve nev'inde fark gözetilmeksizin cezayı ağırlaştırmıştır. 1/8/1953 tarih ve 6123 sayılı Kanunla değiştirilen 403. Madde metni ise; "l Uyuşturucu maddeleri ruhsatsız veya ruhsata aykırı olarak imal, ithal veya ihraç veyahut bu fiillere teşebbüs edenler10 seneden aşağı olmamak üzere ağır hapis cezası ile birlikte istihsal mıntıkaları dışında ve polis teşkilâtı bulunan kaza merkezlerinden birinde infaz edilmek ve bu müddet içinde emniyeti umumiye nezareti altında bulundurulmak üzere üç seneden beş seneye kadar sürgün ve uyuşturucu maddenin her gram veya küsuru için on lira ağır para cezası ile cezalandırılırlar. Şu kadar ki hükmedilecek para cezası bin TL. dan aşağı olamaz. 2 Yukarı ki bend'te gösterilen uyuşturucu madde eroin, kokain, morfin veya esrar ise faile müebet ağır hapis cezası verilir. 3 Uyuşturucu maddeleri memleket içinde ruhsatsız veya ruhsata aykırı olarak satanlar veya satışa arz edenler veya satın alanlar veya yanında yahut başka bir yerde bulunduranlar veya bu maddeleri parasız devredenler veya bu suretle devir alanlar veya sevk veya nakledenler veya bunların alınıp satılmasına veya devrine veya her ne suretle olursa olsun tedarikine vasıta olanlar, beş seneden az olmamak üzere ağır hapis cezasıyla birlikte istihsal mıntıkaları dışında ve polis teşkilâtı bulunan kaza merkezlerinden birinde infaz edilmek ve bu müddet içinde emniyeti umumiye nezareti altında bulundurulmak üzere iki seneden beş seneye kadar sürgün ve uyuşturucu maddenin her gram veya küsuru için on lira ağır para cezasiyle cezalandırılır. Şu kadar ki hükmedilecek para cezası beşyüz TL.dan aşağı olamaz. 4 Eğer geçen bend'teki fiil, eroin, kokain, morfin veya esrara teallük ederse ağır hapis cezası on seneden ve ağır para cezası bin TL.dan ve sürgün cezası üç seneden eksik olamaz. 5 Yukarı ki bentlerde yazılı cürümleri işlemek maksadıyla teşekkül vücuda getirenlerle bu teşekkülleri idare edenlere veya bunlara dahil olanlara beş seneden az olmamak üzere ağır hapis cezası verilir. iki ve daha ziyade kimselerin bu cürümleri işlemek için anlaşmaları teşekkül sayılır. Cürmün; teşekkül vücuda getirenlerle idare edenler veya bu teşekküle dahil bulunanlar tarafından işlenmesi halinde birinci üçüncü veya dördüncü bentlerde yazılı cezalar bir misli arttırılarak hükmolunur. İkinci bentteki hallerde faillere idam cezası verilir. 6 Birinci, üçüncü ve dördüncü behd'lerde yazılı cürümler bu cürümleri meslek, san'at veya maişet vasıtası haline getirenlerle aralarında anlaşma ve irtibat olmaksızın iki veya daha ziyade kimseler tarafından toplu olarak işlenirse hükmolunacak cezalar yarı nispetinde arttırılır. İkinci bentte gösterilen halde idam cezası verilir. 7 18 yaşını bitirmeyen küçükleri veya ceza ehliyetini haiz bulunmayanları birinci, üçüncü veya dördüncü bentlerde yazılı cürümleri işlemekte kullanılan kimseler hakkında asıl fail için tertip olunacak ceza altıda bir nispette artırılır ve ikinci bentteki halde idam cezası verilir.Esas sayılı:1979/35 Karar sayısı:1980/17 3 Birinci, ikinci bentlerle beşinci, altıncı ve yedinci bentlerin idam cezası tertip veya bu cezalar yerine başka bir ceza tayin olunduğu hallerde failin bil cûmle menkul ve gayrimenkul mallarının müsaderesine dahi hükmolunur" denilmektedir. Görüldüğü gibi 1/8/1953 tarihinden beri yürürlükte bulunan T.C.K. nun 403. maddesindeki bu hükümde dahi uyuşturucu maddelerin neler olduğu sayılmamış ve bunları ilmî veya hukukî tarifleri yapılmamış, bu maddenin birinci bendinde uyuşturucu maddelerin izinsiz, imal, ithal veya ihracı yasak kılınmış ve bunun müeyyidesinin on yıldan başlamak üzere ağır hapis, sürgün ve ağır para cezası olduğu, Bu maddenin üçüncü bend'inde ise kullanmak amacı olmaksızın bulundurma halinde ise ağır hapis cezasının beş yıldan aşağı olamayacağı, İkinci bend'te ise, uyuşturucu madde eroin, kokain, morfin veya esrar ise ölünceye kadar ağır hapis, Dördüncü bend'te ise, kullanma amacı dışındaki bulundurma hallerinde ise fiil, eroin, kokain, morfin veya esrara teallük ederse ağır hapis cezasının on seneden aşağı olamayacağı, Beşinci bend'te ise, bu bendin son fıkrası ile 6. bentteki hallerde dahi ölüm cezası verileceği açıklanmış bulunmaktadır. Konumuzu ilgilendiren 403. maddenin ilk metni ile sonraki değişiklikleri ihtiva eden metinleri bu suretle tetkik edildikten sonra, Anayasaya aykırılık iddiasının da aşağıdaki bölümlerde incelenmesi konunun açıklığa kavuşması ve sonuca ulaşılması yönünden uygun görülmüştür:"
1,113
Esas Sayısı : 2017/43 Karar Sayısı : 2017/36 1 ANAYASA MAHKEMESİNE BAŞVURU ŞEKLİ VE NEDENİ: Anayasanın 152/1. maddesinde Bir davaya bakmakta olan Mahkeme, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır hükmü düzenlenmektedir. Bakılan davada, Adana İli, Sarıçam İlçesi, Mutlu Köyündeki 2343 nolu parselde 6/9 oranında hissedar olduğu taşınmazın bulunduğu alanın kamulaştırmasız el atma nedeniyle uğradığı ileri sürülen 10.000 TL zararın dava tarihinde itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte ödenmesi ile ilgili dava konusu uyuşmazlığa 2942 sayılı Kamulaştırma Yasasına eklenen geçici 11. maddesinde belirtilen cümlesi uygulanacak yasal hüküm durumunda bulunmaktadır. Anayasanın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyetinin bir hukuk devleti olduğu belirtilmiştir. Hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, insan haklarına saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçman, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan ve yargı denetimine açık olan devlettir. Hukuk devletinde kişilerin temel hak ve özgürlüklerinin sağlanması ve korunması esas olduğundan, kişilere etkili hak arama olanağı sağlayan güvencelerin de tanınması gerekmektedir. Bu çerçevede Anayasanın Hak arama hürriyeti başlıklı 36. maddesinin 1. fıkrasında, Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunda ile adil yargılanma hakkına sahiptir. denilerek, herkese, adaleti bulma, hakkı olanı elde etme ve haksızlığı giderme olanağı sağlanmıştır. Böylece kişilerin hukuki güvenlikleri etkin bir korunma mekanizmasına kavuşturulmuştur. Bir uyuşmazlığı Mahkeme Önüne götürme, Mahkemece verilen kararın uygulanmasını isteme, yargılamanın sonuç doğurmasını sağlayan hak arama hürriyetinin olmazsa olmaz koşuludur. Hak arama özgürlüğünün bir gereği olan Mahkemeye erişim hakkı, yargılama sonunda verilen kararın etkili bir şekilde aynen ve gecikmeksizin uygulanmasını da gerektirmektedir. Kişilerin, Devlete güven duymaları, maddi ve manevi varlıklarım geliştirebilmeleri, temel hak ve özgürlüklerden yararlanabilmeleri ancak hukuk güvenliği ve üstünlüğünün sağlandığı bir hukuk düzeninde gerçekleşebilir. Hukuk güvenliğinin ve hukukun üstünlüğünün sağlanması için Devletin işlem ve eylemlerine karşı yargı yolunun açık tutulması yeterli olmayıp yargı mercileri tarafından verilen kararların gecikmeksizin uygulanması da gerekir. Mahkeme kararlarının bağlayıcılığını ve gecikmeksizin uygulanmasını sağlayacak etkili tedbirlerin alınması hukuk devletinin asgari gereklerindendir. Bu nedenle, davaya taraf olan kişinin Anayasal güvencelerinin etkin olarak korunması ve hukuka uygunluğunun sağlanması için, idarenin kendisi hakkında karar verebileceği konuyu yargı mercileri önüne uyuşmazlık şeklinde getirebilmesiyle olanaklıdır. İLGİLİ ANAYASA MADDELERİ 1 CUMHURİYETİN TEMEL NİTELİKLERİ BaşlıklıEsas Sayısı : 2017/43 Karar Sayısı : 2017/36 2 ANAYASANIN 2. MADDESİ; Anayasanın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyeti toplumun huzuru Milli Dayanışma ve adalet anlayışı içinde insan haklarına saygılı Atatürk Milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir hükmüne yer verilmiştir. Anayasanın 2. maddesinde tanımlandığı üzere Devletimiz bir hukuk devletidir. Hukuk devleti ilkesinin öğeleri arasında yasaların kamu yararına dayanması ilkesi vardır. Bu ilkenin anlamı kamu yaran düşüncesi olmaksızın başka bir deyimle yalnızca özel çıkar veya yalnızca belli kişilerin yararına olarak herhangi bir yasa kuralının konulamıyacağıdır. Buna göre çıkarılması için kamu yaran bulunmayan bir yasa kuralı Anayasanın 2. maddesine aykırı olur ve dava açıldığında iptali gerekir. (Any.Mah. 22.6.1972, Es.1972/14, K. 1972/34; R.G.11.1.1973). Hukuk devletinin temel unsuru bütün Devlet faaliyetlerinin hukuk kurallarına uygun olmasıdır. Hukuk devleti, insan haklarına saygı gösteren ve bu hakları koruyucu, adil bir hukuk düzeni kuran ve bunu devam ettirmeye kendini zorunlu sayan ve bütün faaliyetlerinde hukuka ve Anayasaya uyan bir devlet olmak gerekir. Hukuk devletinde kanun koyucu da dahil olmak üzere devletin bütün organları üstünde hukukun mutlak bir hakimiyeti olması, kanun koyucunun yasama faaliyetlerinde kendisini her zaman Anayasa ve hukukun üstün kuralları ile bağlı tutması lazımdır. Zira kanunun da üstünde Kanun Koyucunun bozamıyacağı temel hukuk prensipleri ve Anayasa vardır. (Any.Mah. 11.10.1963, Es.1963/124. Ka.1963/243, AMKD.sy.l,sh.429; aynı yönde: Any.Mah.3.7.1986, Es.1963/3, Ka. 1986/15, R.G.10.12.1986 Sayı:19307). Hukuk devleti, kişiye tüm hak ve özgürlükleri tanıyıp bunlara saygı gösteren ve bu hakları koruyucu adil bir hukuk düzeni kuran, bunları devam ettirmeye kendini zorunlu sayan ve bütün faaliyetlerinde hukuka ve Anayasaya uyan, başka bir deyimle devlet organlarının tüm işlemlerinin bağımsız yargı denetiminden geçirilmesini ve böylece hukuka ve Anayasaya uygun olmalarını sağlayan devlet dermektir. (Any.Mah. 13.1.1977, Es. 1976/45, Ka. 1977/1; AMKD.sy.15.sy.44; R;G.28.3.1978 Sayı: 16242) Anayasa Mahkemesinin kimi kararlarında da açıklandığı üzere, hukuk devleti demek, insan haklarına saygılı ve bu hakları koruyan toplum yaşamında adalete ve eşitliğe uygun bir hukuk düzeni kuran ve bu düzeni sürdürmekle kendini yükümlü sayan, bütün davranışlarında hukuk kurallarına ve Anayasaya uyan işlem ve eylemleri yargı denetimine bağlı olan devlet demektir. Aslında yargı denetimi, hukuk devleti ilkesinin öteki öğelerinin de güvencesini oluşturan temel öğedir. Çünkü insan haklarına saygılı olmayan ve davranışlarında hukuka ve Anayasaya uymayan bir yönetimi, bu tutumundan caydıran ve onu meşruluk ve hukukilik sının içinde kalmak zorunda bırakan güç, yargı denetimi gücü ve yetkisidir. (Any. Mah. 27.1.1977, Es. 1976/43,Ka. 1977/14, AMKD.sy. l5,sh.ll7; R.G.21.4.1977 Sayı: 15916). Yasaların üstünde yasa koyucunun uymak zorunda bulunduğu Anayasa ve temel hukuk ilkeleri vardır. Anayasada öngörülen devletin amacı ve varlığıyla bağdaşmayan, hukukun ana ilkelerine dayanmayan yasalar kamu vicdanında olumsuz tepkiler yaratır... Hukuk devletinin amaç edindiği kişinin korunması, toplumda sosyal güvenliğin ve sosyal adaletin sağlanması yoluyla gerçekleştirilebilir. (Any.Mah. 20.10.1988, Es. 1988/19, Ka. 1988/33; R.G. 11.12.1988, Sayı 20016) tespit ve yorumları bulunmaktadır. Anayasa 2. madde içeriğindeki Hukuk Devlet kavramı açısından bilimsel görüş;Esas Sayısı : 2017/43 Karar Sayısı : 2017/36 3 Yürütme işlemlerinin yargısal denetimi, hukuk devletinin temel ilkelerinden biri olmakla birlikte, tek başına hukukun üstünlüğünü ve vatandaşların hukuki güvenliğini sağlamaya yeterli değildir. Çünkü bu denetim, nihayet yürütme işlemlerinin kanunlara uygunluğunu sağlayabilecektir. Oysa kanunların kendisi Anayasaya aykırı olduğu takdirde, vatandaşların Anayasal haklarının çiğnenmesi yine önlenemeyecektir. Şu halde hukuk devletinin tam anlamıyla gerçekleşebilmiş sayılabilmesi için, sadece yürütme organının işlemlerinin kanunlara uygunluğunun değil, yasama işlemlerinin de Anayasa uygunluğunun yargı organlarınca denetlenebilmesi gerekir... Hukuk devleti denilince, ilk olarak yürütmenin hukuka bağlılığı ve yürütme işlemlerinin yargı denetimi altında bulunması akla gelmektedir. Hukuk devleti bakımından önemli olan nokta, yürütmenin eylem ve işlemlerinin bağımsız yargı organlarınca denetlenip denetlenememesidir. Bu denetim sağlandıktan sonra, denetimi yapan Mahkemenin genel Mahkeme veya İdare Mahkemesi oluşu, hukuk devleti açısından önem taşımaz. Nitekim hukuk devleti, adli idareyi benimseyen Anglo Sakson ülkelerinde olduğu kadar, idari yargıyı benimseyen Kara Avrupası ülkelerinde de mevcuttur. (Özbudun, sh.96 ve) şeklindedir. 2 DEVLETİN TEMEL AMAÇ VE GÖREVLERİ Başlıklı 5. MADDESİ; Anayasanın 5. maddesinde Devletin temel amaç ve görevleri, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır. hükmünü içermektedir. Anayasanın 5. maddesinin gerekçesinde: ...Devletin... milletin huzurunu sağlamak ve fertlerini mutlu kılmak görevi ile de yükümlüdür. Devlet, ferdin hayat mücadelesini kolaylaştıracaktır. Ferdin insan haysiyetine uygun bir ortam içinde yaşamasını gerçekleştirecektir. Bu sosyal devletin görevidir... olarak belirtilmektedir. Anayasa 5. madde içeriğindeki kavramlar açısından bilimsel görüş; 1982 Anayasası, 5. madde ile, devletin amaç ve görevlerini açık ve anlaşılır bir şekilde ortaya koymuştur. Bu maddede devletin görevleri üç grupta toplanmıştır. 1 Türk milletinin bağımsızlığını ye bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, 2 Kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak, 3 Kişi hak ve hürriyetleri için sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleri ile bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasi, sosyal ve ekonomik engelleri kaldırmak, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartlan hazırlamaya çalışmak. (Dal,sh. 141) şeklindedir. 3 YARGI YETKİSİ Başlıklı 9. MADDESİ; Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız Mahkemelerce kullanılır. Gerekçe: Yargı yetkisi, fert, hak ve hürriyetleri sorununun ortaya çıktığı günden beri kabul edildiği üzere bağımsız organlar tarafından bağımsız Mahkemelerce yerine getirilecektir.Esas Sayısı : 2017/43 Karar Sayısı : 2017/36 4 Anayasanın 2. Maddesinde yer alan hukuk devleti ilkesi, insan haklarına saygılı ve bu haklan koruyucu adil bir hukuk düzeni kuran ve bunu devam ettirmekle kendini yükümlü sayan, bütün davranışlarında hukuk kurallarına ve Anayasaya uygun işlem ve eylemleri yargı denetimine bağlı olan devlet demektir. Aslında yargı denetimi unsuru, hukuk devleti ilkesinin diğer öğelerinin güvencesini oluşturan temel öğedir. Çünkü, insan haklarına saygılı olmayan ve davranışlarında hukuka ve Anayasaya uymayan bir yönetimi bu tutumundan caydıran ve onu meşruluk ve hukukilik sının içinde kalmak zorunda bırakan güç, yargı denetimi gücü ve yetkisidir. (Any. Mah 2.5.1976, Es. 1976/1, Ka. 1976/8; E.G. 16.8.1976) 4 MÜLKİYET HAKKI Başlıklı 35. MADDESİNDE; Herkes, mülkiyet ve miras hakkına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yaran amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz. Gerekçe: Madde, birbirine yakın ve birbiriyle ilgili iki temel hakkı, mülkiyet ve miras haklarını birlikte düzenlemiştir. Bu birlikte düzenleme 18 inci yüzyıldan beri geleneğin sonucudur. Anayasa hem mülkiyet hakkını hem miras hakkını Anayasal bir müessese olarak teminat altına almaktadır. Maddede mülkiyet ve miras haklarının, diğer temel haklan gibi ve onlar derecesinde düzenlenmiş ve Anayasa güvencesine bağlamıştır. Madde bundan sonra mülkiyet ve miras haklarının kamu yararı amacı ile sınırlandırabileceğine işaret etmiş; daha sonra mülkiyet hakkının kullanılmasının toplum yararına aykırı olamayacağını hükme bağlamıştır. Mülkiyet hakkı Devletten önce de var olan bir gerçek olması itibariyle (Maunz Durig Herzog Scholz, Gmudgesetz, Kommentar, Art. 14, N.5) ekonomik ve sosyal haklar arasında değil de, kişinin temel hakları arasında düzenlenmesi düşünebilirse de, Komisyon şimdiki düzenlemenin yerinde olduğu sonucuna varmıştır. Mülkiyetin Anayasa güvencesi altına alınması, yine Anayasanın komünizmi, faşizmi ve din temeline dayanan Devlet kurmayı yasaklayan hükümleriyle birlikte karşılaştırılınca, mülkiyetin bu şekilde himayesinin bir ölçüde ekonomik sistem tercihi bakımından da bir gösterge teşkil etmektedir. Kısaca, özel mülkiyetin özellikle üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin yok edilmesi, inkar edilmesi de önlenmiştir. Kamu yararına bulunduğu hallerde büyümenin gerçekleşmesi suretiyle toplumunun refahını arttıracağı genellikle kabul edilmektedir. (Maunz Durig Herzog Scholz,. Art. 14. No.7) Mülkiyeti Anayasa teminatı altına alan bu madde doğrudan devlete hitabetmektedir. Mülkiyetin şahıslara karşı korunması Medeni Kanun ve 5917 sayılı Gayri Menkule Tecavüzün Meni Hakkında Kanun gibi mevzuatla sağlanmaktadır. Mülkiyetin münferit himayesini fert Mahkemelerden ve idareden talep etmektedir. Mülkiyetin müessese olarak güvence altına alınması ise kanun koyucu, başka açıdan Devlet, Anayasaya uygunluk denetimini yapacak olan Anayasa yargısı, tarafından sağlanacaktır. (MangoIdt Klein I, S. 422)Esas Sayısı : 2017/43 Karar Sayısı : 2017/36 5 Mülkiyetin Anayasa teminatı altına alınması kimlerin yararlanacağı ise bir problem doğurmaz. Malik sıfatım taşıyan gerçek ve tüzelkişiler, bu Anayasal güvenceden yararlanırlar ve onu dermeyan edebilirler. Gerçek kişilerin fiil ehliyetlerinin farklı olması sebebiyle bu temel hakkın sahipliği bakımından bir ayırım yapılamaz. Başka deyişle mülkiyete sahip olmak bakımından hiçbir ehliyet ayrımı gözetilemez. Kişinin, şahsiyetini geliştirebilmesinde mülkiyetin, Anayasaca güvence altına alınmasının azımsanmayacak rolü vardır. Çünkü klasikleşmiş bir kabule göre, insan şahsiyetinin bir parçası ekonomik şahsiyet olarak adlandırılmaktadır. Anayasanın Herkes yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir diyen 16 ncı maddesinin 1 inci fıkrası ile mülkiyet güvencesi getiren 43 üncü madde arasında bu açıdan irtibat vardır. Başka deyişle, mülkiyet hakkım Anayasa teminatı altında tutan 43 üncü madde, 16 ncı maddenin 1 inci fıkrasına nazaran özel hüküm niteliğindedir. Mülkiyetin korunması, hürriyeti de güvence altına alır. (Maunz Durig Herzog Scholz,. Art. 14. No. 15/16) Mülkiyetin, güvencesi ile ilgili 43 üncü madde, konut dokunulmazlığını güvence altına alan 21 inci madde birlikte uygulanır. 48 inci maddede düzenlenen devletleştirmenin mülkiyetin Anayasa güvencesi altına alınması ile çelişir bir yanı yoktur. Bu noktaya yukarıda temas edilmemiştir. Mülkiyetin anayasal güvencesi ile 13 üncü maddedeki temel hakları kötüye kullananların o haklan kaybedecekleri hükmü arasında bir uyumsuzluk bulunmamaktadır. Türk Ceza Kanunundaki müsadere hükümleri ile Anayasanın 30 uncu maddesindeki müsadere hükümleri 13 üncü madde anlamında o hakkın kaybedilmesi değildir. Kanun koyucu 13 üncü maddedeki şartlarda mülkiyet hakkının kaybedilmesinin şartları ve karar verecek mercileri özel bir kanunla düzenleyebilir. Mülkiyet Anayasal güvence altına alınması tek tek menkul ve taşınmaz mallan, para ile değerlendirebilen hakları ve mal varlığını toplu olarak ve tabii olarak üretim araçlarını içeren bir teminattır. Bu teminat, hukuk devletinin gereğidir. Bu teminat, mülkiyetin kamu yaran amacıyla sınırlanmasına engel değildir. Ağır vergilendirme, peşin olmayan ödemelerle kamulaştırma ve devletleştirmelerin, mülkiyet güvencesine aykırı düşer. Miras hakkı, mülkiyet hakkının bir devamıdır, özel bir şekildir. Bu nedenle mülkiyet ve miras aynı maddede ardarda düzenlenerek Anayasal güvence altına alınmıştır. Miras hakkının ağır vergilendirme yolu ile muhtevasız hale getirilmesi, mira hakkının ortadan kaldırılması önlenmek istenmiştir. M.G.K. ANY. KOM. DEĞİŞİKLİK GEREKÇESİ: Danışma Meclisince kabul edilen 43 üncü maddenin birinci fıkrasında yer alan Bu haklar, diğer temel haklar gibi AnayasanınEsas Sayısı : 2017/43 Karar Sayısı : 2017/36 6 güvencesi altındadır. cümlesi maddeden çıkarılmış ve madde redaksiyona tabi tutulmuştur. Anılan hükmün maddeden çıkarılmasının nedeni, Anayasada sayılan tüm temel hak ve hürriyetler gibi mülkiyet ve miras hakkının da herhangi bir açıklamaya gerek olmaksızın Anayasanın güvencesi altında olmasıdır. Kaldı ki, diğer temel hak ve hürriyetler için ilgili maddelerinde bu kurala yer verilmemiştir. Mülkiyet ve miras haklarının önemi ve Türk toplumunun köklü gelenekleri göz önünde tutularak bu haklar ancak kamu yaran amacıyla, kanunla sınırlanabilir hükmü aynen korunmuştur. Metindeki bu ancak ibaresi sınırlayıcı nitelikte görülmemiş, temel hak ve hürriyetlerin sınırlanmasına ilişkin 13 üncü maddede belirtilen genel sınırlama sebeplerinin tümü anılan 13üncü maddenin son fıkrasında yer alan açık hükümlere göre, bu haklar bakımından da geçerli olduğundan, maddede yer alan bu hüküm, sınırlama sebepleri arasında öncelikle uygulanabilecek bir sebebi belirtir nitelikte kabul edilmiştir. Anayasa Mahkemesinin değişik kararlarında çağımızda mülkiyet hakkı temel bir hak olmakla birlikte kullanılmasının toplum yararına aykırı olamayacağı belirtilmiştir. Toplum yaran ise, yerine göre mülkiyet hakkının tümüyle kişinin elinden alınmasını gerektirmektedir. Bu nedenle, Anayasada kamulaştırma ve devletleştirme kurumlan düzenlenmiştir. (Any.Mah.19.2.1985, Es.1984/15, ka.1985/5, R.G. 11.6.1985 Sayı:18781) Anayasa, 1961 Anayasasından farklı olarak, mülkiyet hakkına, ekonomik haklar arasında değil, kişi haklan arasında yer vermiştir. Bu değişiklik, Anayasanın Milli Güvenlik Konseyinde yapılan görüşmesi sırasında oluşmuştur. Mülkiyet hakkı, devletten önce var olan, devlete karşı da korunması gereken, kişi haklan ağır basan haklardan sayılmıştır. (Gözübüyük, sy.156) 1961 Anayasası mülkiyet hakkım sosyal ve ekonomik haklar arasında düzenlemişti. Bu bir yerde mülkiyete değişik yorumlarla, mahiyetinden değişik yaklaşmalara neden olabiliyordu. 1982 Anayasası mülkiyet hakkını kişinin haklan bakımından değeri olan bir hak değil, ferdi niteliği ve tabii haklar arasında oluşu yeniden vurgulanmıştır... Anayasa mülkiyet hakkını özel mülkiyet olarak düşünmüştür. Bu mülkiyet anlayışı, teşebbüs serbestisini üretim vasıtaları üzerindeki özel mülkiyeti de ihtiva etmektedir. Bu nedenle faşişt, komünist veya dini esaslara dayanan bir sistem tercihi Anayasanın diğer hükümleri ile olduğu kadar mülkiyet hakkındaki hükümleri ile de mümkün değildir. 5 HAK ARAMA HÜRRİYETİ başlıklı 36. MADDESİNDE; Herkes meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünden davacı ve davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir ANAYASA MADDELERİ ÇERÇEVESİNDE DAVA KONUSUNUN VE UYGULAMASI BULUNAN YASA MADDESİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ: Anayasanın 2. maddesi yönünden Yasanın uygulanması açısından 2942 sayılı Kamulaştırma Yasasının 6745 sayılı Yasanın 34. maddesiyle 20/08/2016 günü kabul edilen maddesinin birinci fıkrası kapsamında kalan tasarrufu hukuken kısıtlanan taşınmazlar hakkında yürürlüğe girdiği tarihten itibaren başlar. Bu süre içerisinde belirtilen işlemlerin yapılmaması halinde taşınmazların malikleri tarafından, bu Kanunun geçici 6 ncı maddesindeki uzlaşma sürecini ve 3194 sayılı İmar Kanununda öngörülen idari başvuru ve işlemleri tamamlandıktan sonra taşınmazın kamulaştırmasından sorumlu idare aleyhine idari yargıda dava açılabilir. yasalEsas Sayısı : 2017/43 Karar Sayısı : 2017/36 7 hükmünün bu kısmının süre belirtmek gerekirse uyuşmazlığımızı da etkileyecek şekilde 2021 yılma kadar dava açılmasının Önlenmesine yol açtığı, bu nedenle dava konusuna uygulanacak Yasanın değerlendirilmesi devletin yükümlülükleriyle bağdaşmamaktadır. Anayasa 5. madde yönünden; yasal düzenlemelerin hukuk devletinde adaletli ve adaletin yerine getirilmesi açısından başvuru yollarını sınırlayıcı düzenlemelerde Yasa koyucu tarafından kaçınılması gerekliliğini öngörmektedir. Anayasa 9. madde yönünden; yargı yetkisinin kullanılamaması genel hukuk ilkelerine göre uygun olmayan sınırlamalar dışındaki bir uygulamanın kabul edilmediği sonucu bulunmaktadır. Anayasa 35. madde yönünden; Açık bir biçimde mülkiyet hakkının özüne dokunulması ve bu hususta denge gözetilmeden kişi haklarına aykırılığın oluşturulmaması gerektiği vurgulanmaktadır. Anayasa 36. maddesi yönünden; idari itiraz veya dava yolu tanımadan önlenmesine yol açıcı yasal düzenleme getirilmesi nedeniyle Anayasanın bu hükmüne aykırılık mevcuttur. Anayasanın 90. maddesi uyarınca uygun bulunan ve iç hukukun bir parçası halini alan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 1 nolu Ek Protokolünün Mülkiyetin korunması başlıklı 1. maddesinde, Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir. düzenlemesi yer almıştır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİHM), mülkiyet hakkı ihlali iddialarıyla açılmış olan, Hakan Arı Türkiye, Hüseyin Kaplan Türkiye davalarında Mahkeme, imar planında kamusal kullanıma ayrılan ve kullanımı kısıtlanan taşınmazların yukarıda sözü edilen hukuki düzenlemeler sonucunda, kamu yararının gerekleri ile temel haklarının korunması arasında hüküm sürmesi gereken adil dengenin gözetilip gözetilmediğini irdelemiştir. Kararlarda, ilgililerin imara açık taşınmazlarında inşaat ruhsatı elde etme haklarının meşru haklan olduğu, oysa bu nitelikteki taşınmazların imar yasağına tabi tutulması sonucunda mülkiyet hakkının akıbeti konusunda bir belirsizliğe itildiği ve mülkiyet hakkından yararlanmanın engellendiği sonucuna ulaşmıştır. SONUÇ : Dava konusu kamulaştırmama nedeniyle tazminat isteminin; uzun yıllar sonuç alamamasına neden olan yasal düzenlemeyle mülkiyet hakkının kullanımının kısıtlanmasıyla beraber tamamiyle kurumların insiyatifıne bağlı olarak bir gelişme gösterdiği Anayasaya aykırılık yönündeki itiraz konusu kısımla beraber 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununda 20/08/2016 gün 6745 sayılı Yasayla satınalma usulü başlıklı 8. maddesi ek madde 1 (... yapılacak ödemelerin toplam tutarının idari olarak ayrılan ödeneğinin toplamını aşması halinde, ödemeler, en fazla 10 yıl da ve geçici 6. maddenin 8. fıkrasına göre yapılır, kamulaştırılmaksızın kamu hizmetine ayrılan taşınmazların bedel tespiti başlıklı geçici 6. maddesindeki hükümler özellikle son fıkra Bu madde uyarınca ödenecek bedelin tahsili sebebiyle idarelerin mal, hak ve alacakları haczedilemez beraber değerlendirildiğinde taşınmazın kısıtlılığı hatta kullanılamaz hale getirdiği açıktır.Esas Sayısı : 2017/43 Karar Sayısı : 2017/36 8 Kamu hizmetinin yürütülmesi toplum yararı ile kişilerin maddi ve manevi menfaatleri arasındaki dengenin gözetilmesinde kamu hizmetinin verimliliğinin ön planda tutulması mutlak olmakla beraber bu dengenin tamamiyle bir taraf yönünde gözetilmemesi sonucunu doğurmaması gerekliliği kamu vicdanı ve adalet açısından zorunluluktur. Bu bağlamda kurumların kamu hizmeti nedeniyle imar planlarında bir kısım taşınmazları kısıtlaması gerekliliği kişilerin toplum yararına bu menfaatlerinden vazgeçmesinde toplum düzeninin oluşmasındaki mülkiyet hakkının kullanılmasının engellenmesinin mülkiyet sahipleri açısından da en azından tazmini gerekeceği tabi olmakla bu dengeyi gözeten ve hak arama özgürlüğünü yıllara yayılı olarak ortadan kaldırmayan mevzuat hükümleri getirilmesi kurumların sonuç itibariyle de taşınmazın mülkiyetini uhdelerine de aldığı düşünüldüğünde Anayasaya aykırılık teşkil ettiği görüşüyle Anayasa Mahkemesine başvuruda bulunulması gerektiği sonucuna varılmıştır. HÜKÜM : Açıklanan nedenlerle, 2942 sayılı Kamulaştırma Yasanın geçici madde 11in Bu Kanunun Ek 1 inci maddesinin birinci fıkrası kapsamında kalan ve bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce tasarrufu hukuken kısıtlanan taşınmazlar hakkında aynı fıkrada belirtilen süre, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren başlar. Bu Kanunun Ek 1 inci maddesinin üçüncü fıkrası hükmü, bu madde kapsamında kalan taşınmazlara ilişkin dava ve takipler hakkında da uygulanır. ibaresinin Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 5 9 35 ve 36. maddelerine aykırı olduğu düşüncesi ile iptali istemi ilgili Anayasa Mahkemesine gidilmesine, dava dosyasının tüm belgeleri ile onaylı suretlerinin dosya oluşturularak karar aslı ile birlikte, Anayasa Mahkemesine sunulmasına bu karar ile dosya suretinin Yüksek Mahkemeye ulaşmasından itibaren 5 ay süre ile karar verilinceye kadar davanın bekletilmesine karardan bir suretinin taraflara tebliğine 11/11/2016 günü karar verildi.
3,036
Esas No:1963/35 Karar No:1967/17 1 "... 8. Dairenin gerekçeli karan : 8. Daire kararında, "dâva, Ceyhan Ticaret Borsası Borsa Meclisi ile Yönetim Kurulunun 5590 sayılı Kanunun 59. maddesinin (a) fıkrasında yazılı yetkiye dayanılarak Ticaret Bakanlığınca feshedilmesi üzerine açılmıştır. Adalet Partisi Türkiye Büyük Millet Meclisi Gurupu tarafından 5590 sayılı Kanunun 30. maddesinin ikinci fıkrasındaki oda meclislerinin Ticaret Bakanlığınca feshedilebileceğine ilişkin hükmü ile aynı Kanunun 75. maddesine 6233 sayılı Kanunla eklenen, işten el çektirme hükmünün, Anayasa'nın 122. maddesine aykırılığı iddiası ile Anayasa Mahkemesine açılan dâva, söz konusu hükümlerin iptali ile sonuçlanmıştır. Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri hakkındaki 44 sayılı Kanunun 28. maddesi Anayasa Mahkemesini istekle bağlı tuttuğundan ve iptali istenen hükümler arasında 59. madde gösterilmediğinden hu madde hakkında bir karar verilmemekle beraber kararım gerekçesinde, "Bu fıkra Kanunun müşterek hükümleri arasında yer alan 75. maddeye eklenmiş olduğundan, aynı fıkrada sözü geçen yönetim kurulları kapsamına gerek odaların gerek borsaların yönetim kurulları da girmektedir. Kanunun 13. ve 39. maddeleri gereğince yönetim kurulları odaların ve borsaların organlarıdır. Yine Kanunun 18. ve 44. maddeleri gereğince bu organlar odalar ve borsalar meclislerinin kendi üyeleri arasından birci yıl için seçecekleri belli sayıda kişilerden kurulur. Şu halde yönetim kurulları da, odaların ve borsaların seçilmiş organlarıdır. Yönetim kurullarının işten el çektirilmesi, bunların görevlerinden uzaklaştırılması demek olduğundan Anayasa'nın 122. maddesinin ikinci fıkrası, hükmüne göre idare, bir yargı mercii kararına dayanmaksızın bu kurullara isten el çektiremez." denilmek suretiyle borsa organlarının da aynı hukuki statüye tâbi bulunduğu belirtilmiştir. 5590 sayılı Kanunun lâfzı, ruhu ve bütünü ile mütalâasından Ticaret Borsalarının Anayasa'nın 122. maddesinin öngördüğü kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşu olduğunun anlaşılmasına ve Anayasa Mahkemesinin 12/7/1963 günlü ve 117/191 sayılı karan ile de kabul edilmesine göre borsa uzuvlarının Ticaret Bakanlığı tarafından feshine yetki veren 59. maddesinin (a) fıkrasının Anayasa'nın 122. maddesinin ikinci fıkrasına aykırılığı açıktır." denilmektedir."
291
Esas Sayısı : 2003/40 Karar Sayısı : 2007/96 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: "2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 10. maddesinde; "Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar." 26. maddesinde ise; "Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet resmi makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar. Bu fıkra hükmü, radyo, televizyon, sinema veya benzeri yollarla yapılan yayımların izin sistemine bağlanmasına engel değildir. Bu hürriyetlerin kullanılması, millî güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği, Cumhuriyetin temel nitelikleri ve Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünün korunması, suçların önlenmesi, suçluların cezalandırılması, Devlet sırrı olarak usulünce belirtilmiş bilgilerin açıklanmaması, başkalarının şöhret veya haklarının, özel ve aile hayatlarının yahut kanunun öngördüğü meslek sırlarının korunması veya yargılama görevinin gereğine uygun olarak yerine getirilmesi amaçlarıyla sınırlanabilir. Haber ve düşünceleri yayma araçlarının kullanılmasına ilişkin düzenleyici hükümler, bunların yayımını engellememek kaydıyla, düşünceyi açıklama ve yayma hürriyetinin sınırlanması sayılmaz. Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyetinin kullanılmasında uygulanacak şekil, şart ve usuller kanunla düzenlenir." hükümlerine yer verilmiştir. 3984 sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanunun 12. maddesinin 1. fıkrasının (b) bendinde; özel radyo ve televizyon kuruluşlarının yıllık brüt reklam gelirlerinden %5 oranında ayrılacak paylar Üst Kurulun gelirleri arasında sayılmış, 21.5.2002 tarih ve 24761 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren 4756 sayılı Kanunun 8. maddesiyle değişik 13. maddesinde ise; "12 nci maddenin birinci fıkrasının (b) bendinde öngörülen reklam gelirlerinden ayrılacak paylar, elde edildikleri ayı takip eden ayın en geç 20'sinde; (a) bendine göre ödenecek TV kanal ve radyo frekansı yıllık kira bedeli her yılın Ocak ayının en geç 20'sinde; 33 üncü maddede belirtilen idari para cezaları da cezaların tahakkukunu müteakip ilgili yayın kuruluşları tarafından ödenir. Ödemede gecikilmesi halinde, ilgili yayın kuruluşu uyarılarak yedi gün içinde ödeme yapılması istenir. Yapılacak ihtara rağmen ödeme yapılmaması halinde, Üst Kurulca ödeme yapılıncaya kadar yayının durdurulmasına karar verilir. Yukarıdaki fıkrada belirtilen tarihlerden itibaren iki ay içinde ödeme yapılmazsa, Üst Kurulca yayın izninin ve lisansın iptaline karar verilir ve ödenmeyen kurum geliri icra yoluyla tahsil olunur. Gecikilen ödemeler için 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun hükümleri uygulanır." kuralı yer almıştır. 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsili Hakkında Kanunun; Devlet, il özel idareleri ve belediyelere ait resim, harç, ceza tahkik ve takiplerine ait mahkeme masrafı, vergi cezası, gecikme zammı gibi fer'i amme alacakları ve aynı idarelerin, akitten haksız fiilden ve haksız iktisaptan doğanlar dışında kalan ve amme hizmetleri tatbikatından mütevellit olan alacakları ile bunların takip ve masrafları hakkında uygulanması sonucu bu tüzel kişilere sağlanan ayrıcalıklı statü ve yetkiler, bunların toplumsal yaşamdaki yoğun, etkin ve yaygın işlevleri nedeniyledir. Oysa, RTÜK bir kamu tüzel kişisi ise de, 6183 sayılı Yasa kapsamına alınan Devlet, il özel idaresi ve belediyelerin işlev ve özelliklerine sahip değildir.Esas Sayısı : 2003/40 Karar Sayısı : 2007/96 2 Bu nedenle, üst kurulu, benzer statü ve nitelikteki çok sayıda diğer kamu tüzel kişilerinden ayırarak farklı statüdeki Devlet, il özel idaresi ve belediye ile aynı kategoriye sokmak ve ödeme yapılıncaya kadar yayının durdurulmasına karar vermek hususlarının, Anayasa'nın 10. maddesindeki "kanun önünde eşitlik" ve 26. maddesindeki "haber ve düşünceleri yayma araçlarının yayımını engellememek" ilkelerine aykırı düşmesi nedeniyle Anayasa'ya aykırılık iddiası ciddi bulunmuştur. Açıklanan nedenlerle, Mahkememizce bakılmakta olan davada uygulanması gereken 3984 sayılı Yasa'nın 13. maddesinde yer alan "ödeme yapılıncaya kadar yayının durdurulmasına karar verilir. Yukarıdaki fıkrada belirtilen tarihlerden itibaren iki ay içinde ödeme yapılmazsa, Üst Kurulca yayın izninin ve lisansın iptaline karar verilir" hükmünün Anayasa'nın 10. ve 26. maddelerine aykırı olduğu kanaatine ulaşıldığından, Anayasa'nın 152. ve 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 28. maddeleri uyarınca söz konusu ibarenin iptali istemiyle itiraz yoluyla Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına 5.3.2003 tarihinde oybirliği ile karar verildi.""
646
Esas Sayısı : 1984/12 Karar Sayısı : 1985/6 1 I İPTAL İSTEMİNİN GEREKÇESİ : Dava dilekçesinde yer alan iptal gerekçeleri aynen şöyledir : "Anayasanın 135. maddesi; kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ile bunların üst kuruluşlarına ait düzenlemeyi içermektedir. Madde bu kuruluşların amacım, niteliklerini, yasaklanan faaliyetleri; denetim konuları ve bazı hallerde uygulanacak müeyyideyi göstermiş ve bu kuruluşlara kamu tüzel kişiliği tanımış bulunmaktadır. Avukatlık mesleğinin kuruluşları olan barolar ile Türkiye Barolar Birliğini ilgilendiren kanunların, Anayasanın temel kavramlarının yanında ve öncelikle 135. maddesinin söz ve anlamına aykırı olmaması gerekir. Avukatın mesleki kişiliği ile ilgili bir düzenlemenin de aynı şekilde değerlendirilmesi zorunludur. 1 1136 sayılı Yasanın 3003 sayılı Yasa ile değişik 77. maddesinin yedinci fıkrasına göre "Adalet Bakanlığının bu Kanun uyarınca baro organlarının işlemleri hakkında onay mercii olarak verdiği kararları görevli baro organları aynen yerine getirmekle yükümlüdürler. Onay merciinin bir kararı onaylamaması, o kararın tekemmül etmemesi sonucunu doğurur. Onay merciinin yeni bir karar vermeye yetkisi olmadığı gibi böyle bir kararı aynen yerine getirmek yükümlülüğü, seçimle iş başına gelmiş meslek kuruluşlarına yüklenemez. Adalet Bakanlığının kendi kararını bizzat uygulaması olası iken, Türkiye Barolarının kendi karar ve düşüncelerine aykırı bir kararı uygulamaya zorlamak hukuk ilkeleri ile bağdaşmaz. Kural Anayasanın 11, 14, 123, 125, 135. maddelerine aykırı bulunmaktadır. 2 Anayasanın 135. maddesinin yedinci fıkrası ile Mahallin en büyük mülkiye amirine, maddede belirtilen hal ve şartlarda sorumlu organları geçici olarak görevden uzaklaştırmak yetkisini tanımıştır. Ancak, Anayasa bu tasarrufu yargının denetimine bağlamış bulunmaktadır. Yasanın, iptali istenen 3003 sayılı Yasa ile değişik 77. maddesinin onuncu fıkrası, Mahkemenin konuyu dosya üzerinde inceleyeceği ve verdiği kararın kesin olacağı esaslarını getirmiştir. Anayasadaki düzenlemede bu hususlar yoktur. Bilakis Anayasanın kendiliğinden işleyen bir yargı denetimi öngördüğü düşünüldüğünde bu kısıtlamanın Anayasaya aykırılığı belirgin bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Dosya üzerinde inceleme hukukumuzda sadece şekli şartların yerine getirildiğinin tespitine yönelik bir sistem olarak mevcuttur. Baro ve Türkiye Barolar Birliği gibi bir kuruluşun, sorumlu organlarını ağır bir suçlamaya muhatap kılacak, görevden geçici nitelikte de olsa uzaklaştırılmaları kararının,Esas Sayısı : 1984/12 Karar Sayısı : 1985/6 2 yargıcın dosya üzerinde yapacağı inceleme ile vermesini Anayasanın uygun göreceği bir sistem olarak kabul etmek mümkün değildir: Dosya üzerinde inceleme savunmaya, yer vermeyen bir yöntemdir. Sistemimizde adli zabıta teşkilatı da mevcut olmadığından hakim, idari makamların takdir ve değerlendirmelerinin tanzim ettikleri dosya ile yönlendirmelerinin çerçevesi içinde kalacaktır. İlgililerin idari makamlarca alınmış ifadelerinin hakimin kararına dayanak alınmasını kabul etmenin onun vicdanına ipotek koyulmasından başka bir anlamı olamaz. Yasanın getirdiği prosedür ile Anayasanın 138. maddesinde yer alan "vicdani kanaata" göre hüküm vermek "hakime tavsiye ve telkinde bulunulmaması" ilkeleri çiğnenmektedir. Anayasamızın 129. maddesinin ikinci fıkrası kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşu mensuplarına savunma hakkı tanınmadıkça disiplin cezası verilemiyeceğini amirdir. Bir ihtar cezasında dahi savunma hakkını tanıyan Kanun Koyucunun, bu denli ağır bir uygulamada savunma hakkını gözardı ettiğini düşünmek mümkün değildir. Bütün bu nedenlerle "dosya" üzerinde inceleme ve "kararın kesinliği" şeklindeki bir yasa düzenlemesinin Anayasanın 135. maddesinin son fıkrasına açıklanan diğer maddeler de gözönünde tutularak aykırı olduğu açıktır. 3 1136 sayılı Yasanın 3003 sayılı Yasa ile değişik 86. maddesi, levhaya yazılı her avukatı genel kurul toplantılarına katılmak ve oy kullanmakla, yükümlü kılmış, haklı bir nedene dayanmayarak bu yükümlülüğü yerine getirmeyenler için para cezası verileceğini belirlemiştir. Anayasanın 135. maddesinde böyle bir yükümlülüğe imkan veren bir hüküm ve buna tefsiren dahi dayanak yapılabilecek bir ifade yoktur. Her ne kadar bu tür uygulama seçim kanunlarımızda mevcutsa da seçme hakkının aynı zamanda, siyasi bir görev olması esasından kaynaklanmaktadır. 135. maddesi "seçim usulünün" yasa ile belirlenmesi ve "yargı gözetimi" altında yapılması ilkeleri ile yetinmiş, genel kurula katılma ve oy kullanmayı bir ödev olarak tanzim etmemiştir. 4 1136 sayılı Yasanın 3003 sayılı Yasa ile değişik 154. maddesi, bazı hallerde haklarında kamu davasının açılması ile avukatların işten yasaklanmaları hükmünü taşımaktadır. Maddede sayılanlar içerisinde avukatlık mesleği ile doğrudan ilgili olmayan mesleğe özgü nitelik taşımayan suçlar vardır. Bunların arasında mahkum olması halinde bile avukatlık yapmasını engellemeyecek, başka bir deyişle Avukatlık Yasasının 5. maddesinin ikinci fıkrasına göre avukatlığa engel sayılmayan suçlar da mevcuttur. Örneğin : 143. maddenin üçüncü, fıkrasındaki ceza sadece para cezasıdır. 143. madde 15 gün, 144. madde 7 gün, 155. ve 159. maddeler 2 ay hapis cezasını öngörmektedir. 10 15 günlük veya 2 3 aylık cezalar gerektiren suçlar ile 163. madde gibi ibadetle ilgili husus dahi işten yasaklanma nedeni olmaktadır. Anayasanın 135. maddesi böyle bir tedbirin alınmasının mümkün kılacak şekilde değildir. Yasa iddianamenin düzenlenmesini işten yasaklamak için yeterli saymıştır. Mücerret iddianame düzenlenmesinin Anayasamızın 38. maddesinin 4. fıkrasındaki suçluluğu hükmenEsas Sayısı : 1984/12 Karar Sayısı : 1985/6 3 sabit oluncaya kadar kimsenin suçlu sayılamıyacağı ilkesi ve uygulanma durumu gözönüne alındığında, suçluluğun bir delili olamıyacağı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. İşten yasaklama diğer meslek kuruluşlarının hiç birinde mevcut olmayan kişiye çalışmak ve kazanmaktan alıkoyan Anayasanın teminatı altında bulunan kişilik hakkını kısıtlayan ilgilinin aklanması halinde dahi maddi ve manevi zararın giderilmesine imkan vermeyen bir uygulamadır. Maddede sayılan suçların fevkalade elastiki olduğu ve uygulanmasının zaman ve mekana göre değişikliği gözönüne alınmadığı da tedbirin ağırlığı daha çok belirlenmektedir. Bu yetkinin yasadaki şartlarla Adalet Bakanına tanınmış olması da sakıncalı ve hatta tehlikelidir: Zira idareye avukatlar hakkında savunma dahi almadan doğrudan ceza vermek yetkisi tanınmıştır. Avukatlığın bir kamu hizmeti olduğu düşünüldüğünde bazı hallerde bu görevi ifaya devam etmesinin kamu oyunca uygun görülemiyeceği başka bir deyişle kamu yararına ters düşeceği de bir vakıadır. Ancak bu kabil durumlarda sanık zaten tutuklanacak ve mesleğini icra edemiyecektir. Sanık olan bir avukatın tutuklanmasını gerektirecek derecede ağır bir suçu bulunmadığı hallerde işten yasaklama gibi ağır bir tedbirle cezalandırılması sonucuna varan bir uygulamayı Anayasanın kabullendiğini uygun görmek mümkün değildir. 5 1136 sayılı Yasanın 3003 sayılı Yasa ile eklenen Ek 2. maddesi, Türkiye Barolar Birliğini veya baroları temsil etmek üzere uluslararası toplantı ve kuruluşlara katılmayı Adalet Bakanlığının iznine tabi kılmıştır. Bu sınırlama Anayasanın 135. maddesinde öngörülmemiştir. Devletin idari denetim hakkının böyle bir uygulamaya cevaz verdiğini düşünmek indi bir değerlendirme olacaktır. Kaldı ki, Anayasanın 69. maddesi bu tür bir kısıtlamayı siyasi partiler için dahi öngörmemiştir. Dernekler ve sendikalar için de Anayasanın yaklaşımı aynıdır. Anayasamızca açıkça yasaklanmamış olan bu faaliyetler sırasında bazı hallerin meydana gelmesinden endişe ediliyorsa bunlar zaten 135. madde ve 3003 sayılı Yasanın bu maddeden kaynaklanan hükümleri ile müeyyideye bağlanmış olacaktır. Bu tür bir uygulama uluslararası platformda demokrasimizin özünün Anayasa Koyucusunun iradesine ters düşecek bir şekilde ve haksız olarak irdelenmesine yol açacak, meslek kuruluşlarının saygınlığına gölge düşürebilecektir. 6 1136 sayılı yasanın 3003 sayılı Yasa ile eklenen Ek 3. maddesinin onüçüncü fıkrası, hakime ve sandık kurulu başkanı ve üyelerine ödenecek ücretler ile diğer seçim giderlerinin Türkiye Barolar Birliği ve ilgili baroların bütçelerinden ödeneceğini amirdir. Bu düzenlemenin yasal dayanağını Anayasanın 135. maddesinde bulmak mümkün değildir. Barolar ve Barolar Birliği seçimleri bir kamu hizmeti niteliğini kazandığına göre giderlerinde Devletçe karşılanması gerekir. Anayasanın 73. maddesinin birinci fıkrasının değerlendirilmesi de bizi bu yargıya götürecektir. Hakimi bir anonim şirket veya dernek genel kurulunda görev yapan hükümet komiseri durumuna getirmek onun saygınlığına gölge düşürür. Bu ödemeyi hukuk davalarındaki masraf şeklinde nitelendirmek de mümkün değildir:Esas Sayısı : 1984/12 Karar Sayısı : 1985/6 4 Kaldı ki maddedeki diğer "seçim giderleri" deyimi suistimale yol açacak kadar kapalı bir ifadedir. Gereken düzenleme kamu hizmetinin nitelik ve saygınlığı ile bağdaşmamaktadır. Ayrıca Ek 3. maddenin ikinci fıkrasının son cümlesi, görüşmelerin bir günde tamamlanması ve oylamanın ertesi gün yapılmasını amirdir. Kongrelerin böyle gün ve zamanla sınırlandırılması hukuka ve Anayasaya aykırı olduğu gibi çoğu kez gereksiz sonuçlara varacak hizmetin yapılmasını engelleyecektir. 15 20 üyeli barolarda bir gün kongre ve bir gün seçimle uğraşılması gereksiz, masraflı, yararsızdır. Ayrıca binlerce üyesi olan baroların kongrelerinin daha uzun sürmesi her zaman mümkündür. Kaldı ki sistem kongreye katılmayan bir kimsenin sadece oy kullanmasına olanak tanıması bakımından sakıncalıdır. Kongreye katılmayan bir kimsenin oya katılmasını haklı ve hukuka uygun bulmak olanağı yoktur. Bu kural da Anayasanın 10, 11, 14, 38, 135. maddelerine aykırıdır.
1,256
Esas Sayısı : 2014/3 Karar Sayısı : 2014/95 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: "Anayasa Mahkemesi'nin yerleşik içtihatlarında belirtildiği üzere; "Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir." Anayasa'nın 2. maddesinde yer alan hukuk devletinin temel ilkelerinden biri "belirlilik ilkesi"dir. Bu ilkeye göre, yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olması, ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesi gerekir. Belirlilik ilkesi, hukuksal güvenlikle bağlantılı olup birey hangi somut eylem ve olguya hangi hukuksal yaptırımın veya sonucun bağlandığını, bunların idareye hangi müdahale yetkisini doğurduğunu bilmelidir. Birey ancak bu durumda kendisine düşen yükümlülükleri öngörebilir ve davranışlarını belirler. Hukuk güvenliği, normların öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar. Anayasa'nın 38. maddesinin ilk fıkrasında, "Kimse, ... kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz" denilerek "suçların kanuniliği", üçüncü fıkrasında da "ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak kanunla konulur" denilerek, "cezaların kanuniliği" ilkesi öngörülmüştür. Anayasa'nın 38. maddesine paralel olarak Türk Ceza Kanunu'nun 2. maddesinde yer alan "suçta ve cezada kanunilik" ilkesi uyarınca, hangi fiillerin yasaklandığı ve bu fiillere verilecek cezaların hiçbir şüpheye yer bırakmayacak biçimde kanunda gösterilmesi, kuralın açık, anlaşılır ve sınırlarının belli olması gerekmektedir. Suçların ve cezaların kanuniliği ilkesi, ceza hukukuna hâkim olan anayasal ilkelerden olup temel hak ve özgürlüklerin önemli güvencelerinden birini oluşturmaktadır. Kişilerin yasaklanmış olan fiilleri önceden bilmeleri ve kendi hareketlerini buna göre ayarlamalarına imkân tanınması düşüncesine dayanan bu ilkeyle ceza sorumluluğu bireylerin bilinçli tercihlerine bağlanmakta ve birey özgürlüğünün güvence altına alınması amaçlanmaktadır. Zira bireylerin hangi fiilin suç oluşturacağını öngörememesi ya da bu konuda çeşitli sürprizlerle karşılaşması, bireyin özgürlüğünü önemli ölçüde kısıtlayacaktır. (Anayasa Mahkemesi'nin 11/04/2012 tarih ve 2011/18 E. 2012/53 K. sayılı kararı) Kanaatimizce, belirlilik ilkesi suç ve ceza içeren normların bir bütün olarak açık olmasını gerektirir. Yani, sadece cezai yaptırımların belirli olması yeterli olmayıp, birey hakkında uygulanabilecek lehe olan hükümler yönünden de kuralın açık olması gerekmektedir. Böylece bireyler hangi davranışlarının suç olduğunu bilebilir, hangi davranışlarında cezada indirim yapılacağını bilebilir, hâkimler somut olaya normu rahatlıkla uygulayabilir ve avukatlar da müvekkillerini, bireyler de kendilerini rahatlıkla savunabilirler. Bu bilgiler ışığında dava konusu somut olay incelendiğinde; sanığın, olay tarihinde polis memurlarına kendi kimliğini gizleyerek başkasına ait kimlik bilgilerini söylemesi nedeniyle, başkalarına ait kimlik veya kimlik bilgilerini kullanma suçundan 5237 s. Türk Ceza Kanunu 268/1. maddesi yollaması ile TCK 267. maddesi uyarınca cezalandırılması amacıyla mahkememize kamu davası açılmıştır.Esas Sayısı : 2014/3 Karar Sayısı : 2014/95 2 Sanığın eylemine uyan başkalarına ait kimlik veya kimlik bilgilerini kullanma suçunun sevk maddesi TCK 268. maddesi olup, söz konusu kanun maddesi incelendiğinde, açıkça cezai bir yaptırım belirlenmediği, yaptırım açısından iftira suçuna ilişkin hükümlere atıf yapıldığı görülmektedir. Atıf yapılan TCK 267. maddesi incelendiğinde ise; maddenin birinci fıkrasında temel cezanın belirlendiği, diğer beş fıkrada ise cezayı arttıran nitelikli hallerin düzenlendiği görülmüştür. (Yedinci fıkra, Anayasa Mahkemesi kararı uyarınca iptal edilmiştir.) Yani atıf yapılan TCK 267. maddesinde, altı fıkra halinde farklı yaptırımların öngörüldüğü görülmektedir. TCK 267. maddesindeki nitelikli unsurlar iftira suçunun yapısı göz önünde bulundurularak düzenlenmiş olup, nitelikli haller düzenlenirken iftira suçunun temel şekli üzerinden faile verilecek cezada bir arttırım yapılması gerektiği ifade edilmiştir. Dolayısıyla iftira suçuna ilişkin hükümlerin, başkalarına ait kimlik veya kimlik bilgilerini kullanma suçuna ne şekilde uygulanacağının yasada açıkça düzenlenmediği anlaşılmaktadır. (Bir sonraki paragrafta da belirtildiği üzere, doktrinde bir kısım yazar, iftira suçunun nitelikli hallerinin başkalarına ait kimlik veya kimlik bilgilerini kullanma suçunda uygulanmayacağını belirtmektedir.) Bunun sonucu olarak, başkalarına ait kimlik veya kimlik bilgilerini kullanma suçundan hakkında soruşturma veya kovuşturma yapılan, hukuki bilgisi olmayan, hukuki yardım alma zorunluluğu da bulunmayan sadece kanunu bilmekle yükümlü olan şüpheli veya sanığın, hakkında uygulanacak olan suçun düzenlendiği TCK 268. maddesine baktığı zaman, kendisi hakkında öngörülen yaptırımı hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde anlayabilmesi ve öngörülen yaptırıma göre kendisini savunabilmesi hukuken mümkün görünmemektedir. Ayrıca başkalarına ait kimlik veya kimlik bilgilerini kullanma suçuyla ilgili etkin pişmanlık hükümlerinin uygulanıp uygulanmayacağı hususu da uygulamada ve doktrinde tartışma konusu olmuştur. Etkin pişmanlık, suç tamamlandıktan sonra, kanun koyucunun öngörmüş olduğu suçlarda uygulama alanı bulan, cezayı kaldıran veya azaltan şahsi cezasızlık sebebidir. Tanımdan da anlaşılacağı üzere, "etkin pişmanlık" Türk Ceza Kanunu'nun genel hükümleri arasında düzenlenmediğinden, yalnızca hangi suç için öngörülmüşse o suçta uygulanması gerekmektedir. Türk Ceza Kanunu'nda, etkin pişmanlığın düzenlendiği diğer maddelere bakıldığında hangi suçlarda uygulanacağının açıkça belirtildiği görülmektedir. (TCK 168, 245, 293, 221 md.) Oysa ki, kimlik veya kimlik bilgilerini kullanma suçuyla ilgili olarak; iftira suçunun temel şeklini düzenleyen 267. maddede, başkasına ait kimlik bilgilerinin kullanılması suçunu düzenleyen 268. maddede ve etkin pişmanlık hükümlerinin yer aldığı 269. maddede etkin pişmanlığın uygulanıp uygulanmayacağı hususunda net bir hüküm yer almamaktadır. Doktrinde bir kısım yazar, başkalarına ait kimlik veya kimlik bilgilerini kullanma suçuyla ilgili olarak sadece yaptırım konusunda iftira suçuna bir atfın söz konusu olduğu (zira 268. maddede, iftira suçuna ilişkin hükümlere göre cezalandırılır ibaresi yer almakta olup iftira suçuna ilişkin hükümler uygulanır ibaresi yer almamaktadır) ve tıpkı ağır cezayı gerektiren nitelikli hallerde olduğu gibi etkin pişmanlık hükümlerinde de iftira suçu için öngörülmüş olan hükümlere gitmenin yerinde olmayacağını belirtmektedir. (Malkoç, Açıklamalı Türk Ceza Kanunu, s.4637; Koçer, Başkasına Ait Kimlik veya Kimlik Bilgilerinin Kullanılması Suçu, s.175) Her ne kadar Yargıtay içtihatları uyarınca etkin pişmanlık hükümlerinin uygulanacağı belirtilmiş ise de, hukuki yardım alma ve Yargıtay içtihatlarını da bilme zorunluluğu olmayan sanık veya şüphelinin sadece kanunu bilmekle yükümlü olması nazara alındığında, kanunda bu hususta açıkça bir düzenleme olmadığından, etkin pişmanlık hükümlerinden yararlanabilmesi için gerekli davranışı gösterememesi sonucu doğabilecektir. Kaldı ki etkin pişmanlık hükümlerinin uygulanmasının Yargıtay içtihatları ile belirlenmiş olması da, hakimler açısından da somut normun uygulanmasında tereddütler olduğunun açık bir göstergesidir.Esas Sayısı : 2014/3 Karar Sayısı : 2014/95 3 Sonuç olarak görülmektedir ki; 5237 s. Türk Ceza Kanunu'nun 268. maddesinde başkalarına ait kimlik veya kimlik bilgilerinin kullanma suçunun ayrı bir hüküm ve ayrı bir suç olarak düzenlendiği ancak yaptırımının ve lehe olan hükümlerinin (etkin pişmanlık) açıkça düzenlenmemiş olması nedeniyle uygulamada gerek taraflar, gerekse hakimler açısından tereddütler oluşturduğu sadece iftira suçuna atıf yapılmasının yukarıda ayrıntılı açıklaması yapıldığı üzere hukuk devleti ilkesi ile suçta ve cezada kanunilik ilkesine aykırı olduğu ayrıca savunma hakkını ve kişi hürriyeti ve güvenliğini kısıtlayıcı nitelikte olduğu, yaptırım ve lehe olan hükümler yönünden açık bir düzenleme gerektiği vicdani kanaatine varılmakla, Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına karar verilmiştir.""
1,066
Esas Sayısı : 1994/59 Karar Sayısı : 1994/83 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru gerekçesinde özetle şöyle denilmektedir: TBMM üyeleri ile dışarıdan atanan Bakanlara ve bunların dul ve yetimlerine ayrıcalıklı ödemeler yapılmasını sağlayan 3284, 3430 ve 3671 sayılı Yasaların kimi maddeleri, Anayasa Mahkemesi'nce, yasama organı üyelerinin, iştirakçi oldukları bir sosyal güvenlik kuruluşundan diğer iştirakçilerle eşit şartlarda yararlandırılmaları gerekirken öteki iştirakçilerin hiçbiri için söz konusu olmayan kimi ayrıcalıklarla donatılmalarının savunulması mümkün olmayan bir eşitsizlik ve adaletsizliğe yol açtığı gerekçesiyle Anayasa'nın 2. maddesindeki "hukuk devleti" ile 10. maddesindeki "eşitlik" ilkesine aykırı bulunarak iptal edilmiştir. Dava konusu 3855 sayılı Yasa ile 5434 sayılı T.C. Emekli Sandığı Yasası'ndan ayrı milletvekillerinin özlük haklarını düzenleyen bir yasa getirilmiş olması Anayasa Mahkemesi'nce verilen iptal kararının sonuçlarından kurtulmaya ve ayrıcalıklı durumun devamını sağlamaya yöneliktir. Milletvekillerine Devlet memurlarının emeklilik haklarından ayrıcalıklı haklar tanımanın Anayasa'nın 2. ve 10. Maddelerine aykırı olduğu yolundaki dâvacı savı Mahkeme'ce ciddî görülerek söz konusu Yasa'nın 2., 3., 4., 5., 6., 7. maddeleriyle Geçici 1. maddesinin iptali için Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmuştur."
165
Esas Sayısı:1978/75 Karar Sayısı:1979/8 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ: İtiraz yoluna başvuran İstanbul Asliye 19. Hukuk Mahkemesinin 23.6.1978 günlü, 1978/281 sayılı kararında: ".....Davacı vekili 5.4.1978 günlü dilekçesinde: tapu kaydında (Sultan Selim Han Kadim vakfından mukataalı) olduğu yazılı bulunan taşınmazın bu ilişiğini kesmek istemesine, karşılık davalı tarafından 80.000. lira taviz bedeli ödenmediği takdirde işinin yapılamıyacağının bildirilmesi üzerine inşaat hazırlıkları sebebi ile ilişiğinin kesilmesi zarureti karşısında yazılı meblâğın ödendiğini bu durumun Anayasa'ya aykırı olduğunu ve 80 bin liranın davalıdan tahsiline karar verilmesini istemiştir. Davalı vekili bu talebin yerinde olmadığnı belirtmiş ise de Vakıflar Genel Müdürlüğünün 1978 Malî Yılı Bütçe Kanununu içeren 2116 sayılı Kanun ile ilgili 9. maddesine göre (2762 sayılı Kanunda öngörülen taviz bedellerini 1319 sayılı Kanun gereğince verilen beyannamelerdeki değerlere göre hesaplandığını), 2116 sayılı Kanunun bir bütçe kanunu olduğunu, Anayasa'nın 126. maddesinin üçüncü fıkrasında ise, bütçe kanunlarına, bütçe ile ilgili hükümler dışında hiç bir hüküm konmayacağını amir bulunduğunu, diğer yönden Anayasa'nın 94. maddesinin diğer kanunların mecliste yürütülme ve kabulüne dair kanunlara nazaran ayrıcalık gösterdiği ve bu sebeple 2116 sayılı Kanunun bütçe isminden yararlanılarak vatandaşa normal bir kanunun getirmediği bir mükellefiyetin getirildiğini, normal bir kanunun tabi tutulacağı merasimin ise Anayasa'nın 92. maddesinde gösterildiğini, 2116 sayılı Kanunun ise merasime tabi tutulmadığını ve bu yönleri ile de Anayasa'ya aykırı bulunduğu, keza olayda 1940 sayılı Kanunun 11. maddesinin Anayasa'nın 126. maddesinin ikinci bendine de aykırılık göstermesi ve yukarıdaki nedenlerle evvelemirde Anayasa'nın 151. maddesi uyarınca 2116 sayılı Kanunun 9. maddesinin Anayasa'nın 92., 94., 126/3. maddelerine aykırılık iddiası ciddi bulunduğundan......" denilmektedir."
245
Esas Sayısı : 2015/79 Karar Sayısı : 2017/164 1 Davacı vekili tarafından mahkememize açılmış bulunan davada; davacının Asliye 19. Hukuk Mahkemesinin 2013/269 456 Esas Karar sayılı ilamı ile cinsiyet değişikliğine izin verildiğini, günlük hayatında özellikle resmi kurum ve kuruluşlarla ilişkilerinde rencide edici aşağılamaya varan davranışlara maruz kaldığını, bu sebeple görüntüsü ve yaşama biçimi ile nüfustaki isminin de uyumlu olmaması sebebiyle aile ve arkadaş çevresinde bilindiği . ismi ile anılması sebebiyle isminin . olarak ve cinsiyetinin erkek olarak değiştirilmesini, mavi kimlik verilme talebinin kabul edilmesini talep etmiş, mahkememizce isim tashihi davası kabul edilerek prosedür gereği cinsiyet değişikliğine ilişkin talep ayrılarak yeni esasa kaydedilmiştir. Davacı vekili tarafından verilen dilekçe ile mahkememizin 15.07.2014 tarihli cinsiyet değişikliği için ameliyat olunmasına dair ara kararından vazgeçilmesine yönelik talebinde cinsiyet değişikliğinde trans erkekler için organ ameliyatlarının kol ve bacaktan alınan dokular ile gerçekleştirilmesi sebebiyle, yaraların kapanma imkanlarının bulunmadığını, ciddi travmalar yaşandığını, kalıcı hastalıklara maruz kalındığını belirterek, kimlik değiştirilmesine izin verilmesine ilişkin TMKnun 40. maddesindeki şartların Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 8. maddesinde yer alan özel hayata saygı hakkının ihlali anlamına geldiğini, Anayasanın 17. maddesi uyarınca tıbbi zorunluluklar ve Kanunda yazılı haller dışında kişinin vücut bütünlüğüne dokunulmayacağının temel prensip olarak belirlendiğini belirterek TMKnun 40. maddesinin Anayasa aykırılık iddiası ile somut norm denetimine tabi tutulmasını talep etmiştir. Davacı cinsiyet değişikliği ameliyatı olmaksızın Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlarına verilen kişinin kimliğini tespite yarar nüfus cüzdanını erkek kimliğine uygun olarak almak, nüfusta kadın olarak görünen cinsiyetini erkek olarak değiştirmek istemektedir. TMKnun 40. maddesi Kişiler Hukukunun ‘Gerçek Kişiler kısmının ‘Kişilik bölümünde düzenlenmiş, cinsiyet değişikliğini hüküm altına almıştır. 40. maddenin son fıkrası 1. fıkra uyarınca cinsiyetini değiştirmek isteyen kişinin alınacak resmi kurul raporu ile cinsiyet değişikliğine izin verilmesinden sonra amaç ve tıbbi yöntemlere uygun bir cinsiyet değiştirme ameliyatı gerçekleştirildiğinin resmi sağlık kurulu raporu ile doğrulanması halinde nüfus sicilinde gerekli düzeltmenin yapılmasına karar verileceğini belirlemektedir. Anayasanın 17. maddesi kişinin hakları ve ödevleri bölümü altında kişinin dokunulmazlığı, maddi ve manevi varlığı başlığında yer almış, herkesin yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahip olduğu belirlenmiş, tıbbi zorunluluklar ve kanunda yazılı haller dışında kişinin vücut bütünlüğüne dokunulamayacağı, rızası olmadan bilimsel ve tıbbi deneylere tabi tutulamayacağı belirlenmiştir. Kişinin vücut bütünlüğü maddi ve manevi varlığını oluşturmakla bedensel ve ruhsal sağlığın korunması da vücut bütünlüğünün korunması kapsamında değerlendirilmelidir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarında ve en son YY Türkiye davasında da belirtildiği gibi, kişinin ruhsal yönden kendisini hissettiği cinsiyet durumunun psikolojik açıdan gerekliliği halinde cinsiyetini değiştirmesine izin verilebileceği haller ülkeden ülkeye farklılıklar arz etmektedir. Aile yapısının korunması noktasında TMKnun 40. maddesinin gerekçesinin de dayanağı olan cinsiyeti belirsiz kişiler tarafından oluşturulacak ailelerin toplum açısından sakıncaları nazara alındığında, kadın cinsiyeti ile ilgili hiçbir bağı kalmamış, üreme yeteneğinden yoksun olduğu ve kadın olarak maddi manevi hiçbir unsuru vücudunda taşımadığı resmi sağlık kurulu raporu ile tespit edilmiş, yine sağlık kurulu raporu ile kendini erkek olarak hissediyor olması, ruhsal ve bedensel özelliklerinin bu cinsiyet yönünde gelişmesi ile cinsiyet değişikliliğinin zorunlu olduğu belirlenmiş, görüntüdeki cinsiyeti ile kimlikteki cinsiyetinin farklılığı nazara alındığında, davacı ile aynı konumda bulunan trans erkeklerin sırf erkekliğe ilişkin cinsel organ ameliyatı olmamaları sebebiyle kadın kimliğini taşımaya zorlanmalarının kişinin maddi ve manevi varlığının korunmasını amaçlayan Anayasanın 17. maddesine aykırı olduğu iddiası yönünde oluşan ciddi kanaat uyarıncaEsas Sayısı : 2015/79 Karar Sayısı : 2017/164 2 TMKnun 40/2. maddesinin Anayasaya aykırılığı yönünde somut norm denetimine tabi tutulması gerektiği yönünde aşağıdaki şekilde görüş bildirilmiştir. SONUÇ VE İSTEM : Yukarıda açıklanan nedenlerle; Davacı vekilinin Anayasa aykırılık iddiasının TC. Anayasasının 152. maddesi uyarınca ciddi bulunması ile SOMUT NORM denetimi açısından dosyanın Anayasa Mahkemesine gönderilmesine, karar verildi.
576
Esas Sayısı:1972/19 Karar Sayısı:1972/47 1 "... II. ANAYASAYA AYKIRILIK GÖRÜŞÜNÜN GEREKÇESİ ÖZETİ : Anayasanın 7. maddesi yargı yetkisinin Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılacağı kuralını koymuştur. 3533 sayılı Kanunun 1. ve 4. maddelerine göre eldeki anlaşmazlığa Alanya yüksek dereceli hukuk mahkemesi başkanı veya hâkimi haksin sıfatiyle bakacaktır. Aynı Kanunun 6. maddesi uyarınca hakem kararları kesindir. Aleyhlerine hiç bir makam ve mahkemeye başvurulamaz. Ancak 4. maddede yazılı hakemce verilmiş karara karşı yeniden incelemeyi gerektirecek nedenlerin varlığı halinde belirli süre içinde kararı veren hakeme itiraz olunabilir. İtiraz üzerine verilecek kararlar kesindir. Görülüyor ki olayda anlaşmazlığı bağımsız mahkeme değil hakem çözecektir. Hakem kararlarının son derecede inceleme yeri de yoktur. 3533 sayılı Kanunun 1., 4. ve 6. maddelerinin Anayasanın 7. maddesine aykırılığı ortadadır."
119
Esas sayısı:1969/28 Karar sayısı:1970/33 1 "... Dâvanın gerekçesi : Dâva dilekçesinde iptal nedenleri şu yolda açıklanmaktadır : (Anayasa'mız hukukun üstünlüğü ilkesine dayanır. Anayasa her türlü keyfiliği önlemek amacı ile "Hukuk Devleti" olmağı Cumhuriyetin nitelikleri arasına koymuştur. (2) "Hiç bir organ kaynağını Anayasa'dan almayan bir devlet yetkisini kullanamaz" Parlamento kanunları yapar, o anda işi bitmiştir. Artık kendi yaptığı kanunu yorumlamak hakkı dahi yoktur. Kanunların yorumu bağımsız yargı organlarına aittir. Yargı organları da kanunları değiştiremez, doğru ya da yanlış uygulamak durumundadır. Yürütme de, yapılmış kanunları yürütmek zorundadır. Yürütme kanunların yürümesine doğrudan doğruya ya da dolayısiyle engel olamaz. Olayımızda iktidar oy çoğunluğuna dayanılarak 1965 de Parlamento tarafından kabul edilerek Anayasa'nın 117/2 fıkrasının ve sosyal haklar ve ödevlerle ilgili maddelerinin yerine getirilmesini sağlamıştır. Yani Devlet Memurları Kanunu kabul etmiştir. Anayasa'nın geçici 7. maddesi esasen bu kanunun iki yıl içinde çıkarılmasını emretmekte idi. Şu anda bu kanun hem var hem yok haline getirilmiştir. Kanun vardır, fakat uygulamama kanunları ile 1971 yılına kadar fiilen yoktur. Kanunlar uygulanmak için çıkarılır. Uygulanmamak varmış hissi vermek için kanun çıkarılamaz, ya da kanun iptal edilemez. Bu takdirde: 1. Dolayı bir yolla parlamentonun yasama görevine müdahale edilmiş olur. Bu hal ise Anayasa'nın 4. maddesi "Hiç bir kimse veya organ kaynağını Anayasa'dan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz" hükmüne aykırı olduğu gibi Anayasa'nın 5. maddesinin "yasama yetkisi T.B.M.M. nindir. Bu yetki devredilemez" ve gene Anayasa'nın 6. maddesinin "yürütme görevi, kanunlar çerçevesinde... yerine getirilir." hükümlerine aykırıdır. 2. Çıkmış kanunu oyçokluğuna sahip olanlar uygulatmayabiliyorlarsa, ölü hale getirebiliyorlarsa bu dolaylı yolla bir çeşit kanun iptali olur. Kanunların iptali ise ancak, Anayasa'ya aykırılık sebebi ile Anayasa Mahkemesi tarafından yapılabilir. Başka bir organın ya da merciin böyle bir yetkisi yoktur. Bu husus da Anayasa'nın 4. maddesinin son cümlesine ve 152. maddesine aykırıdır. 3. Kanunların uygulanmaması için kanun çıkarmağa yasama organının yetkisi yoktur. Parlamentolar uygulamak üzere kanun çıkarırlar. Abesle iştigal etmezler. Anayasa'nın 64. maddesi T. B. M. M. nin görev ve yetkilerini "kanun koymak, değiştirmek ve kaldırmak" şeklinde belirtilmiştir. Bir kanun değiştirilebilir, bir kanun ortadan kaldırılabilir fakat bir kanun olayımızda olduğu gibi askıda tutulamaz. Anayasamız böyle bir ihtimali ancak ve yalnız savaş halinde ve istisna olarak da sıkıyönetim durumunda düşünmüştür. Anayasa'mızın 124. maddesinin son fıkrası şöyledir : "Sıkıyönetim ve genel olarak savaş halinde, hangi hükümlerin uygulanacağı ve işlemlerin nasıl yürütüleceği, hürriyetlerin nasıl kayıtlanacağı veya nasıl durdurulacağı kanunla gösterilir. Bunun dışında yürürlüğe girmiş bir kanunun olayımızda olduğu gibi ertelenmesi, uygulanmaması, durdurulması diye bir yetki tanınmamıştır. Bunun yapılması Anayasa'nın 64. maddesine ve 4. maddesinin son cümlesine aykırıdır. 4. İktidarın oy çoğunluğu ile Parlâmentodan çıkmış bir kanunu uygulatmama yetkisini kabul ettiğimiz takdirde Anayasa'mızın 56. maddesinin "siyasî partiler ister iktidarda ister muhalefette olsunlar, demokratik siyasî hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır." esasına da aykırıEsas sayısı:1969/28 Karar sayısı:1970/33 2 hareket edilmiş olur. Çünkü; Parlâmento'da iktidariyle, muhalefetiyle tartışılarak çıkarılmış bir kanunu, yürütme oy çokluğu ile erteleyebilirse siyasî partiler "vazgeçilir unsur" haline geleceği gibi, bu hal yürütmenin üstünlüğünü de sağlamış olur. Oysa ki Türk Anayasa düzeninde kuvvetler arası denge ve denet sistemi esas alınmış olduğundan Anayasa'nın sistemine aykırı bir durum yaratılmış olur. Bu denge ve denetimin bozulması hürriyetlerin yok olmasına yol açabilir. Bu ise, dolambaçlı yoldan bir Anayasa değişikliği demektir ki, Anayasa'ya ve Anayasa'nın benimsediği hukuk devleti ilkesine aykırıdır. 5. Cumhuriyetimizin niteliklerinden biri de, sosyal hukuk devletî olucudur. (2) Bu esas Anayasa'nın başlangıcında da yer almıştır. (Başlangıç 5. fıkra) Anayasa'mızın 10. maddesinin ikinci fıkrasında "devlet kişinin temel hak ve hürriyetlerini, fert huzuru, sosyal adalet ve hukuk devletî ilkeleriyle bağdaşmıyacak surette sınırlayan siyasî, iktisadî ve sosyal bütün engelleri kaldırır, insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartlan hazırlar" demek suretiyle devlete ve yasama organına temel ödev olarak verilmiştir. Ayrıca Anayasa "iktisadî ve sosyal hayatin, adalete, ...... ve herkes için insanlık haysiyetine yaraşır bir yaşayış seviyesi sağlanması amacına göre düzenlenmesini" (41/1) "Devletin, çalışanların insanca yaşaması ve çalışma hayatının kararlılık içinde gelişmesi için sosyal, iktisadî ve malî tedbirleri alarak çalışanları korumasını" (42/2) "devletin çalışanların yaptıkları işe uygun ve insanlık haysiyetine yaraşır bir yaşayış seviyesi sağlamalarına elverişli adaletli bir ücret elde etmeleri için gerekli tedbirleri almasını" (45) Ödev olarak kabul etmiştir. Gene Anayasa'mız "Memurların nitelikleri, atanmaları. Ödev ve yetkileri, hakları ve yükümleri, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük işleri kanunla düzenlenir" (117/2) esasını da getirmiştir. Anayasa'mızın geçici 7. maddesi ise, "bu Anayasa ile konulması emredilen diğer kanunlar da engeç iki yıl içerisinde çıkarılır" hükmünü koymuştur. 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu bu maddelere göre çıkarılmıştır. Yani çıkarılmasını Anayasa'nın emrettiği kanunlar arasındadır. Bu niteliği gerek kanun gerekçesinde gerekse, müzakereler sırasında konuşmacıların sözlerinden anlamak mümkündür. Bugün Anayasa'nın 117. maddesinin 2. fıkrasında kanunla düzenlenmesi emredilen hususların halen kararname ve yönetmeliklerle ve bütçenin R, N, S, E, D cetvelleriyle düzenlendiği ortadadır. 657 sayılı Kanunun ölü hale getirilmesi yukarıdaki Anayasa esasına özettikle Anayasa'nın geçici 7. maddesine aykırıdır. Anayasa'nın emri gereğince iki yıl içinde çıkarılması gerekli .bir kanunun geri alınması anlamını taşır".)
783
Esas Sayısı : 2021/69 Karar Sayısı : 2022/50 1 Anayasa Mahkemesinin de birçok kararında belirtildiği üzere Anayasanın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve kanunlarla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir. Anayasanın 2. maddesinde belirtilen hukuk devletinin önemli ilkelerinden birisi de ölçülülük ilkesidir. Buna göre, hak ve özgürlüklerin kullanım alanına ilişkin kuralların hakkaniyete uygun, dengeli ve ölçülü bir şekilde düzenlenmesi gerekmektedir. Anayasanın Hak Arama Hürriyetini düzenleyen 36. maddesinde ise yargı mercilerine davacı ve davalı olarak başvurabilme ve bunun doğal sonucu olarak da iddia, savunma ve adil yargılanma hakkı güvence altına alınmış olup, kişinin uğradığı bir haksızlığa veya zarara karşı kendisini savunabilmesinin ya da maruz kaldığı haksız bir uygulama veya işleme karşı haklılığını ileri sürüp kanıtlayabilmesinin, zararını giderebilmesinin en etkili ve güvenceli yolu, yargı mercileri önünde dava hakkını kullanabilmesidir. Kişilere yargı mercileri önünde dava hakkı tanınması hak arama özgürlüğünün bir gereğidir. 2004 sayılı İcra ve İflas Kanununun İhalenin Neticesi ve Feshi başlıklı 134. maddesinin 2. fıkrası (Değişik: 9/11/1988 3494/22 md.) İhalenin feshini, Borçlar Kanununun 226. maddesinde yazılı sebepler de dahil olmak üzere yalnız satış isteyen alacaklı, borçlu, tapu sicilindeki ilgililer ve pey sürmek suretiyle ihaleye iştirak edenler yurt içinde bir adres göstermek koşuluyla icra mahkemesinden şikayet yolu ile ihale tarihinden itibaren yedi gün içinde isteyebilirler. İlgililerin ihale yapıldığı ana kadar cereyan eden muamelelerdeki yolsuzluklara en geç ihale günü ıttıla peyda ettiği kabul edilir. İhalenin feshi talebi üzerine tetkik icra mahkemesi talep tarihinden itibaren yirmi gün içinde duruşma yapar ve taraflar gelmeseler bile icap eden kararı verir. Talebin reddine karar verilmesi halinde icra mahkemesi davacıyı feshi istenilen ihale bedelinin yüzde onu oranında para cezasına mahkum eder. (Ek cümle: 17/7/2003 4949/38 md.) Ancak işin esasına girilmemesi nedeniyle talebin reddi hâlinde para cezasına hükmolunamaz. şeklinde düzenlemeye yer vermiş olup, buna göre; ihalenin feshine ilişkin görülen davada mahkemece işin esasına girilerek fesih isteminin reddine karar vermesi halinde davacıyı ihale bedelinin yüzde onu oranında para cezasına mahkum edecektir. 5582 sayılı Kanunun 4. maddesi ile eklenen 3. fıkraya göre ise konut finansmanından kaynaklanan alacaklar ile Toplu Konut İdaresi Başkanlığının rehinle temin edilmiş alacaklarının takibinde bu oran yüzde yirmi olarak uygulanacaktır. Anayasa Mahkemesinin 22/11/2012 tarih, 2012/68 Esas 2012/182 Karar sayılı kararı ile 2004 sayılı İcra ve İflas Kanununun 134. maddesinin 09/11/1988 günlü, 3494 sayılı Kanunun 22. maddesiyle değiştirilen ikinci fıkrasının ‘Talebin reddine karar verilmesi halinde tetkik mercii davacıyı feshi istenilen ihale bedelinin yüzde onu oranında para cezasına mahkum eder. biçimindeki dördüncü cümlesinin oy çokluğu ile Anayasaya aykırı olmadığına karar verildiği anlaşılmıştır. 5582 sayılı Kanunun 4. maddesi ile İcra ve İflas Kanununun 134/3 maddesine getirilen düzenleme ile birlikte ihalenin feshi davasının işin esasına girilmesi halinde diğer takiplerden farklı olarak eğer takip konusu alacak konut finansmanından kaynaklanan alacaklar ile Toplu Konut İdaresi Başkanlığının rehinle temin edilmiş alacaklardan kaynaklanıyorsa ve davanın esasına girilerek mahkemece reddine karar verilmiş ise maddenin ikinci fıkrasına göre verilecekEsas Sayısı : 2021/69 Karar Sayısı : 2022/50 2 para cezası yüzde on yerine yüzde yirmi olarak uygulanacaktır. Bu madde ile getirilen yüzde yirmi oranındaki para cezası oransal olarak yüksek olup, gerek Anayasanın 2. maddesinde belirtilen hukuk devletinin önemli ilkelerinden birisi olan ölçülülük ilkesini, gerekse de yargı mercilerine davacı ve davalı olarak başvurabilme ve bunun doğal sonucu olarak da iddia, savunma ve adil yargılanma hakkını güvence altına alan Anayasanın 36. maddesine aykırı olduğu Dairemizce değerlendirilmiştir. Anayasa Mahkemesinin 22/11/2018 tarih, 2015/18872 B. nolu kararında konuya ilişkin olarak, ihalenin feshi davasının reddi sonucu hakkında mahkemece %10 oranında (175.800,00 TL.) para cezası uygulanan davacının, Anayasa Mahkemesine yapmış olduğu bireysel başvurusu neticesinde, Anayasanın 36. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkı kapsamındaki mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiğine oyçokluğuyla karar verildiği, bu kararın gerekçesinde müdahalenin orantılı olup olmadığı değerlendirilirken alacağının tahsili için devletin yardımını talep eden ve bu çerçevede devletin cebri icra mekanizmasına müracaat eden alacaklının menfaatleri ile ihalenin feshini talep eden başvurucunun menfaati arasında makul bir dengenin gözetilip gözetilmediğine bakılması gerektiği, ihale konusu olan mülkün ne olduğu, bu mülkün diğer bireylerin hakları bağlamında özel bir güvenceye temas edip etmediği, başvurucunun daha önceki safhalarda ihalenin feshi davasıyla aynı sonucu elde edecek başka bir dava açma imkanını haiz olup olmadığı, uygulanan para cezasının somut olayın koşulları çerçevesinde tutarı ve başvurucunun bu tutarı ödeme gücünün gözönünde bulundurulması gerektiği vurgulanmıştır. Yine konuya ilişkin olarak, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi İkinci Dairesinin Davasında, (Başvuru No: 20577/05) ihalenin feshi davasının reddi sonucu hakkında mahkemece %10 oranında para cezası uygulanan davacı şirketin Sözleşmenin 6. maddesi uyarınca, başvuran şirketin mahkemeye erişim hakkına ilişkin şikâyetin kabul edilebilir olduğuna ve sözleşmenin 6. maddesinin ihlal edildiğine karar verdiği, mahkeme gerekçesinde; 2004 sayılı Kanunun 134. maddesi uyarınca verilen para cezasına bir üst sınır belirlemediği, söz konusu kanuni hükme göre, para cezasının, ihalede teklif edilen miktarın %10 olması gerektiği, ayrıca, para cezasının uygulanmasının zorunlu olduğu ve yerel mahkemelerin takdir yetkisine bırakılmadığı, mevcut davada, başvuran şirkete maruz bırakılan finansal yükün kayda değer bir miktar olduğu, (140.000 Avro) mahkemece bir borcun ödenmesinde yaşanabilecek gereksiz gecikmeleri önlemek için verilen para cezasının amacının, adaletin uygun bir şekilde yönetilmesi olmasına rağmen verilen para cezasının özellikle yüksek bir miktarda olduğu göz önüne alındığında, başvuran şirketin maruz bırakıldığı kısıtlamanın söz konusu meşru amaca uygun olduğunun düşünülemeyeceğinin belirtildiği görülmüştür. Yukarıda belirtilen Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararları da dikkate alındığında, devletin cebri icra mekanizmasına müracaat eden alacaklı menfaati ile ihalenin feshini talep eden başvurucunun menfaati arasında makul bir denge gözetilmeli, mahkemeye erişim hakkını etkileyen kısıtlama meşru bir amaca yönelik olmalı ve uygulanan yöntemler ile ulaşılmak istenen meşru amaç arasında makul bir orantılılık ilişkisi bulunmalıdır. İcra ve İflas Kanunu 134/3 maddedeki düzenlemedeki borçluların konut finansmanı nedeni ile borçlanan konut malikleri olduğu ve ipoteğe konu borcun ödenmemesi nedeni ile söz konusu konutların ihale ile satışa çıkartıldığı, İcra ve İflas Kanunu 134/2 maddesi uyarınca diğer ilgililerin de dava açma hakkı olmasına rağmen genellikle menfaati zedelendiğini düşünen borçlular tarafından ihalenin feshine ilişkin davaların açıldığı, bu bağlamda konut edinmek üzere borçlanan, borcunu ödeyemeyen kişinin ekonomik durumu da dikkate alındığında, İcra ve İflas Kanunu 134/3 maddesi uyarınca ihale bedelinin yüzde yirmisiEsas Sayısı : 2021/69 Karar Sayısı : 2022/50 3 yani satılan konut bedelinin beşte biri oranında bir para cezası ile cezalandırılmasının, adil yargılanma hakkının ihlali sonucunu doğuracağı açıktır. Burada değerlendirilmesi gereken diğer bir husus ise kanun önünde eşitliği düzenleyen Anayasanın 10. maddesi yönündendir. İcra ve İflas Kanunu 134/3. maddedeki düzenlemede konut finansmanından kaynaklanan alacaklar ile Toplu Konut İdaresi Başkanlığının rehinle temin edilmiş alacaklarının takibinde uygulanacak para cezasının, maddenin ikinci fıkrasından ayrı olarak yüzde yirmi olarak uygulanacağı düzenlenmiş, ancak yukarıda da belirtildiği üzere devletin cebri icra mekanizmasına müracaat eden alacaklı menfaati ile ihalenin feshini talep eden başvurucunun menfaati arasında makul bir dengenin gözetilmesi gerektiği, burada konut finansmanı ile borçlanan şahıslar ile diğer takip borçluları arasında eşitsiz bir durum oluşturulduğu, konut finansman borçluların diğer borçlulardan daha fazla para cezasına cezalandırılmalarını gerektirecek meşru bir durumun da bulunmadığı, kaldı ki finansman ile temin ettiği konutun borcunu ödeyemeyen kişinin diğer borçlulardan daha iyi durumda olacağının da zaten düşünülemeyeceği, ayrıca İcra ve İflas Kanunun 134/2. maddesi uyarınca ihalenin feshi davasının borçlu dışında satış isteyen alacaklı, borçlu, tapu sicilindeki ilgililer ve pey sürmek suretiyle ihaleye iştirak edenler tarafından da açılabileceği, bu kapsamda örneğin pey sürmek suretiyle ihaleye iştirak eden kişi tarafından açılan ihalenin feshi davasında esasa girilerek davanın reddine karar verilmesi ve borcun kaynağının konut kredisinden kaynaklanması halinde yüzde on yerine yüzde yirmi para cezasının uygulanacağı, ancak borçla ilgisi bulunmayan üçüncü şahıs açısından da borcun kaynağına göre farklı uygulamaların olmasının Anayasanın 10. maddesine aykırılık teşkil edeceği değerlendirmiştir. Sonuç olarak, Dairemizce 5582 sayılı Kanunun 4. maddesi ile 2004 sayılı İcra ve İflas Kanunun 134. maddesine 3. fıkra olarak eklenen ve 06/03/2007 tarihinde Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 2499 sayılı Sermaye Piyasası Kanununun 38/A maddesinin birinci fıkrasında tanımlanan konut finansmanından kaynaklanan alacaklar ile Toplu Konut İdaresi Başkanlığının rehinle temin edilmiş alacaklarının takibinde, ikinci fıkrada yer alan oran yüzde yirmi olarak uygulanır. şeklindeki düzenlemenin Anayasanın 2., 10. ve 36. maddelerine aykırı olduğu değerlendirildiğinden, Anayasanın 152. maddesi gereğince Anayasa Mahkemesine başvurulmasına karar verilmiştir. GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ 1 ) 5582 sayılı Kanunun 4. maddesi ile 2004 sayılı İcra ve İflas Kanununun 134. maddesine 3. fıkra olarak eklenen ve 06/03/2007 tarihinde Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 2499 sayılı Sermaye Piyasası Kanununun 38/A maddesinin birinci fıkrasında tanımlanan konut finansmanından kaynaklanan alacaklar ile Toplu Konut İdaresi Başkanlığının rehinle temin edilmiş alacaklarının takibinde, ikinci fıkrada yer alan oran yüzde yirmi olarak uygulanır. şeklindeki düzenleme, Anayasanın 2., 10. ve 36. maddelerine aykırı olduğundan 2709 sayılı Anayasanın 152. maddesi uyarınca maddenin iptali istemi ile Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, 2 ) İlgili dosya içeriği ve belgelerin birer suretinin dizi pusulasına bağlanarak Anayasa Mahkemesine gönderilmesine, 3 ) 2709 sayılı Anayasanın 152/3. maddesi uyarınca dosyanın Anayasa Mahkemesine gelişinden başlamak üzere 5 ay içinde karar verilmesinin beklenilmesine, bu süre içinde karar verilmez ise istinaf incelemesinin yürürlükteki kanun hükümlerine göre sonuçlandırılmasına, oybirliği ile karar verildi.
1,472
Esas Sayısı : 1994/54 Karar Sayısı : 1994/49 1 "... I İPTAL İSTEMİNİN GEREKÇESİ : 13.6.1994 günlü dava dilekçesinin gerekçe bölümünde aynen şöyle denilmektedir: "Adalet Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkındaki 2992 Sayılı Kanun, daha önce By Pas adıyla bilinen kanun sebebiyle iki yasama yılı içerisinde zaman zaman Yüce Meclisin gündemini işgal etmekle kalmamış, siyasi hayatımızın Basının ve kısmen iptalle sonuçlanan bir dava dolayısıyla Yüksek Mahkemenizin gündemini de işgal etmiştir. Bugün yine Anayasanın muhtelif maddelerine aykırılığı dolayısıyla iptal davası açmak durumunda kaldığımız 528 sayılı Kanun Hükmünde Kararname, 6.10.1993 gün ve 1993/35 esas, 1993/34 karar sayılı kararınızla iptal edilmiş olmakla birlikte Anayasanın 91. maddesinde yer alan amir hükümler muvacehesinde ilgili komisyonlarından geçerek öncelik ve ivedilikle görüşülmek üzere Meclis gündeminde bulunan 520 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile bütünüyle aynı hükümleri taşımaktadır. 23.3.1994 tarihinde 609 Sıra Sayısı ile Meclis Genel Kurulunun gündemine alınan, öncelik ve ivedilikle görüşülmesi gereken bir konunun yeniden bir Kanun Hükmünde Kararname ile düzenlenilmesi Anayasanın 6, 7, 87, 91, 128, 138 ve 153. maddelerine aykırıdır. Zira 528 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye konu düzenlemeler Yüksek Mahkemenizce iptal edilmiş bulunan 520 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname dolayısıyla Yüce Meclisin gündemine gelmiştir. Yüce Meclisin bu metni görüşüp karara bağlayarak kanunlaştırması an meselesidir. Kaldı ki, hükümetin de, esasen öncelik ve ivedilikle görüşülmesi gereken bu konuyu daha da hızlandırma imkanı vardır. Yüce Meclisin gündeminde bulunan bir konunun Hükümet tarafından bir Yetki Kanunu kapsamında düşünülerek ve üstelik aynı hükümleri taşıyacak şekilde Kanun Hükmünde Kararname ile düzenlenmesi bir yetkinin kullanılmasından ziyade yetki gasbına girmektedir. Hükümet istihsal ettiği 528 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile açıkca Yüce Meclisin yetkisini gasbetmiş durumdadır. Konuya objektif hukuk kuralları ve yerleşmiş yargı kararları açısından bakıldığından 528 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnameyi ve muhtevasını Anayasamızın 6, 7, 87, 91, 128, 138 ve 153. maddeleriyle bağdaştırmak mümkün değildir. Görülüyor ki, Hükümet Meclis gündeminde bulunan gerek Kanun Hükmünde Kararname olmaları dolayısıyla Anayasanın 91. maddesi gereğince öncelik ve ivedilikle görüşülmesi gereken ve hatta bir kısmı kısmen müzakere edilerek yarıda kalan konuları ve gerekse kendi tasarılarını Mecliste görüşülmesini sağlayarak kanunlaştırmak yerine aldığı yetkiyi de aşarak uygulamakla yükümlü bulunduğu bütün kanunları veya kendisine göre çıkarılmasını gerekli gördüğü kanunları, Meclisi dışlamak suretiyle yasama görevini de üstlenerek, Bakanlar Kurulundan geçirmek yolundadır. Bu genel açıklamalar muvacehesinde: 1 Anayasanın 6 ve 7. maddelerine aykırılık: Anayasanın 6. maddesine Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir. Hiç bir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir yetkiyi kullanamaz. Türk Milleti Egemenliğini Anayasanın koyduğu kurallar içerisinde yetkili organlar eliyle kullanır. Bu genel kurala göreEsas Sayısı : 1994/54 Karar Sayısı : 1994/49 2 yasama yetkisi, kanun koyma görevi Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne aittir. Keza Anayasanın 7. maddesi de bu yetkinin devredilemiyeceğini öngörmüş bulunmaktadır. Her ne kadar Hükümet, iptali maksadıyla açılan bir dava sebebiyle Yüksek Mahkemenizde derdest olan 18.5.1994 gün ve 3990 Sayılı yetki kanununa istinaden bu Kanun Hükmünde Kararnameyi düzenlemiş ise de kapsamı ve mahiyeti itibariyle aynı olup Meclis gündeminde bulunan bir konuyu yok saymak suretiyle doğrudan yasamanın görevlerine müdahale eder bir tutum izlemiştir. Dolayısıyle 528 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile düzenlenen konular 3990 Sayılı Kanunla Hükümete verilmiş bulunan yetki içerisinde olsa dahi, acelelik, ivedilik ve zorunluluk halleri sözkonusu olamaz. Bu sebeple dava konusu 528 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname, bir yetki gasbı niteliğini taşıdığından Anayasanın 6 ve 7. maddelerine aykırı olup iptali gerekir. 2 Anayasanın 87 ve 91. maddelerine aykırılık : Anayasanın 7. maddesine paralel olarak, Türkiye Büyük Millet Meclisinin görev ve yetkilerini düzenleyen 87. maddesi kapsamında "... Bakanlar Kuruluna belli konularda Kanun Hükmünde Kararname Çıkarma Yetkisi vermek; ...de bulunmakta ise de bu hüküm Meclis gündeminde bulunan bir konunun da, geri çekme luzumunu dahi hissetmeden aynı konunun Kanun Hükmünde Kararname ile düzenlenebileceği anlamını taşımaz. Komisyonlardan geçerek Meclis Genel Kurulu gündemine gelmiş ve heran görüşülmesi imkan dahilinde bulunan bir kanun konusunun, yeni bir Kanun Hükmünde Kararname ile düzenlenilmesi, Anayasanın 6 ve 7. maddelerine aykırı olduğu kadar 87. ve 91. maddelerine de aykırılık teşkil etmeleri sebebiyle iptali gerekir. Keza Anayasanın 91. maddesinde de yeralan Bakanlar Kuruluna Kanun Hükmünde Kararname çıkarma yetkisi verilebileceği yolundaki hükmü de yukarıdan beri açıklamaya çalıştığımız ana kurallardan ayrı düşünmek mümkün değildir. Bu maddedeki düzenleme dahi Bakanlar Kuruluna yetki gasbı niteliğini de beraberinde getirecek boyut ve ölçülerde yorumlanamaz. Gerek Anayasada yer alan hükümlerin ve gerekse mustakar iptal kararlarınızda açıkca ifadesini bulan zorunluluk ve ivedilik halleri bu Kanun Hükmünde Kararname için düşünülemez. Yüce Meclisin gündeminde bulunan bir konuda Bakanlar Kurulu yetkilendirilmez. 3990 sayılı Yetki Kanununun kapsamı ve mahiyetinin de bu çerçevede düşünülüp uygulanması gerekir. Aksi bir davranış Anayasanın söz konusu maddelerine aykırılığı oluşturur. Diğer taraftan yine Anayasanın 91. maddesinin altıncı ve sekizinci fıkralarında, Kanun Hükmünde Kararnamelerin Resmi Gazetede yayımlandıkları gün Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulacağı, yayımlandığı gün Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulmayan kararnamelerin aynı gün yürürlükten kalkacağını amir bulunmaktadır. Dava konusu edilen 528 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname 20 Mayıs 1994 tarihli Resmi Gazetenin mükerrer sayısında yayımlanmıştır. 20 Mayıs 1994 tarihi, Ulusal Bayram ve genel tatil günlerini düzenleyen kanun hükümlerine göre, Pazar günleri hariç ulusal bayram ve genel tatil günlerinde Resmi Gazete neşredilemez. Kurban Bayramının arifesi olan 20 Mayıs günü Saat 13.00 den itibaren tatildir. Dolayısıyla 528 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin mer'iyete girmesi için bu saatten önce Türkiye Büyük Millet Meclisine tevdii mecburiyeti olması lazım gelmektedir.Esas Sayısı : 1994/54 Karar Sayısı : 1994/49 3 Oysa mezkur Kanun Hükmünde Kararname TBMM.'ne, genel tatil dolayısıyla Meclisin olduğu bir saatte devdi edilmiş olmakla Anayasanın 91. maddesinde ifadesini bulan "yayımlandığı gün TBMM.'ne sunulur." hükmü ihlal edilmiştir. 3 Anayasanın 128, 138 ve 153. maddelerine aykırılık: Anayasanın 153. maddesinin dördüncü fıkrası "iptal kararının yürürlüğe girişinin ertelendiği durumlarda, Türkiye Büyük Millet Meclisi, iptal kararının ortaya çıkardığı hukuki boşluğu dolduracak kanun tasarı veya teklifini öncelikle görüşüp karara bağlar." beşinci fıkrası da Anayasa Mahkemesi kararlarının yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlayacağı yolunda amir hükümler taşımaktadır. Bu hükümlerin gereği olarak daha önce 6.10.1993 gün ve 1993/35 esas, 1993/34 karar sayılı kararınızla iptal edilmiş bulunan 520 sayılı Kanun Hükmünde Kararname Türkiye Büyük Millet Meclisinin ilgili komisyonlarınca görüşülerek 23.3.1994 tarihinde dağıtılan 609 Sıra Sayısı ile Genel kurulun gündeminde yer almış ve öncelik ve ivedilikle görüşülecek işler arasında bulunmaktadır. 18.5.1994 tarih ve 3990 sayılı Yetki Kanununa dayanılarak Bakanlar Kurulunca çıkarılan 528 sayılı Kanun Hükmünde Kararname, daha önce Yüksek Mahkemenizde iptal edilen ve ancak Meclis gündeminde bulunan 520 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile aynı hükümleri taşımakta olmakla Anayasanın 153. maddesine tamamıyla aykırıdır. 528 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 8. maddesiyle 2992 Sayılı Kanuna eklenen "Ek Madde 2" ile Adalet Bakanlığı Merkez ve Taşra Teşkilatında bazı görevlerde, 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu ile diğer kanunların sözleşmeli personel çalıştırılmasına ilişkin hükümlerine bağlı olmaksızın, asli ve sürekli bazı kamu hizmetlerinde sözleşmeli personel istihdam edilebileceği öngörülmektedir. Bu düzenlemede keza Anayasanın 7. ve 128. maddesine aykırılık teşkil etmekle birlikte Yüksek Mahkemenizden daha önce Sağlık Temel Hizmetleri Kanunu ile 308 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname dolayısıyla sadır olan E.987/16 ve K.1988/6; E.988/5 ve K.988/55 sayılı kararları kuvacehesinde Anayasanın 138 ve 153. maddelerine de aykırılık teşkil ettiği düşünülmektedir. Yüksek Mahkemenizce iptal edilmiş bulunan 3911 Sayılı Yetki Kanununa dayanılarak Bakanlar Kurulunca çıkarılan 520 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede bilindiği üzere kanuni dayanaktan yoksun olması sebebiyle iptal edilmiş bulunmaktadır. Ancak Adalet Bakanlığının bu iptal kararınıza rağmen 520 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile ihdas edilmiş bulunan kadrolara atama yaptığı söz konusu kanun hükmünde kararnamenin yerini almak üzere çıkarılan 528 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin geçici birinci maddesinden anlaşılmaktadır. Bütünüyle iptal edilmiş bulunan bir kanun veya kararnameye istinaden yapılan atamaların hukuki geçerliği düşünülemez. Mutlak butlan olan bir düzenlemeye dayanılarak yapılan tasarruflarda yoklukla malul olup bunlara sonradan hukuki varlık kazandırılması, hukuk sistemine, hukuk Devleti anlayışına ve Anayasanın 138 ve 153. maddelerine ve yargı kararlarının idareyi bağlayıcılığı ilkelerine göre mümkün değildir. İptal edilmiş bulunan bir kararnameye konu kadrolara Adalet Bakanlığınca atama yapılması ve bu tasarruflarına, hakkında yürütmeyi durdurma kararı verilmiş olan 3990 sayılı Yetki Kanununa istinaden istihsal edilen 528 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile hayatiyet kazandırmak üzere yapılan bu düzenlemenin de Anayasanın 138 ve 153. maddelerine aykırı olduğu düşünülmektedir.Esas Sayısı : 1994/54 Karar Sayısı : 1994/49 4 4 Anayasanın 163. maddesine aykırılık : Anayasanın "bütçelerde değişiklik yapılabilme esasları"nı düzenleyen 163. maddesi "Genel ve Katma bütçelerle verilen ödenek, harcanabilecek miktarın sınırını gösterir. Harcanabilecek miktar sınırının Bakanlar Kurulu Kararıyla aşılabileceğine dair bütçelere hüküm konulamaz. Bakanlar Kuruluna Kanun Hükmünde Kararname ile bütçede değişiklik yapmak yetkisi verilemez." hükmünü taşımaktadır. Dava konusu 528 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile Adalet Bakanlığı merkez teşkilatı için muhtelif derecelerden toplam 175 adet kadro ihdas edilmiştir. Bu kadroların tamamı da serbest olup, 1994 mali yılı içerisinde kullanılabilecek durumdadır. Mezkur Kanun Hükmünde Kararnameye sonradan eklenen geçici maddeden anlaşıldığı üzere bu kadrolara atama da yapılmıştır. Bu suretle genel bütçeye dahil bir kuruluş olan Adalet Bakanlığının 1994 mali yılı bütçesiyle öngörülmüş bulunan harcanabilecek ödenek sınırları Anayasaya aykırı olarak aşılmıştır. Oysa böyle bir yetkinin kullanılamayacağını hatta Bakanlar Kuruluna böyle bir yetkinin verilemeyeceğini amir bulunan 163. madde, bu Kanun Hükmünde Kararname ile ihlal edilmiştir. Bakanlar Kurulu olmayan bir yetkiyi kullanmıştır. Bütün bu sebeplerle 18.5.1994 tarihli ve 3990 sayılı Yetki Kanununa dayanılarak çıkarılan 18.5.1994 gün ve 528 sayılı "2992 Sayılı Adalet Bakanlığı Teşkilat ve Görevleri hakkında kanun hükmünde kararnamenin Değiştirilerek Kabulü hakkında Kanunun Bazı Maddelerinde ve 190 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye Ekli cetvellerde Değişiklik yapılmasına ilişkin Kanun Hükmünde Kararname" yukarıda açıklanan durumlar muvacehesinde Anayasanın 6, 7, 87, 91, 128, 138, 153 ve 163. maddelerine aykırı olup, ayrıca Meclis gündeminde bulunan ve daha öncede Yüksek Mahkemenizce iptal edilmiş olan bir konuyu yeniden Kanun Hükmünde Kararname ile düzenlemekle açıkca yasama organının yetkisini gasp niteliğinde olmakla iptali gerekmektedir. Sonuç ve İstem : Gerek Yüksek Mahkemenizce iptal edilmiş bulunan 3911 Sayılı Yetki Kanunu ile yürütmenin durdurulmasına karar verilen ve iptal ile sonuçlanması muhtemel bulunan 3990 sayılı Yetki Kanunu aynı mahiyette olmakla birlikte yine iptal edilmiş olan 520 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile 528 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname yukarıda iptal gerekçelerimiz meyanında açıkladığımız üzere aynı nitelik ve kapsamda olmakla dayandığı Yetki Kanununun iptali karşısında yine kanuni mesnetten yoksun kalacağı, bu kararnameye dayanılarak yapılacak tasarruflarında ileride telafisi mümkün olmayan uygulamalara yol açacağının muhakkak olduğu düşünülmektedir. İdarenin iptal edilen 520 sayılı Kararnameye rağmen uygulama ve tutumu 528 sayılı kararnameye konulan geçici hükümlerden anlaşılmaktadır. İyi niyetle hareket etmediği böylece sabit olan idarenin daha büyük boyutlarda hukuk dışı tasarruflarda bulunmasını önlemek amacıyla: 1 Yüksek Mahkemenizce, 3911 Sayılı Yetki Kanununun iptali sebebiyle hukuki dayanaktan yoksun olduğu gerekçesiyle iptal edilen 520 sayılı Kanun hükmünde Kararnamenin yerini almak üzere, yürütmenin durdurulmasına karar verilen 3990 sayılı Yetki Kanununa istinaden çıkarılan 528 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin de yürütmesinin durdurulması, 2 İptal gerekçelerimiz bölümünde izah edilen sebeplerle 20 Mayıs 1994 tarihli ve mükerrer 21939 sayılı, Resmi Gazetede yayınlanan 528 sayılı 2992 Sayılı Adalet Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulü Hakkında Kanunun Bazı maddelerine ve 190 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye ekliEsas Sayısı : 1994/54 Karar Sayısı : 1994/49 5 cetvellerde Değişiklik yapılmasına ilişkin Kanun Hükmünde Kararnamenin Anayasanın 6, 7, 87, 91, 128, 138, 153 ve 163. maddelerine aykırı olduğundan iptali, talebidir.""
1,773
Esas Sayısı : 1997/79 Karar Sayısı : 1998/3 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ İtiraz başvurusunun gerekçe bölümü şöyledir : "Turistik Tesisler İşletmeciliği Ticaret A.Ş. vekili Av. Yüksel ESİN tarafından, işletmekte oldukları talih oyunları işletmelerine ilişkin olarak yapılan kapasite artırımı talebinin, 4302 sayılı Kanunun geçici l. maddesi hükmü uyarınca işletme izninin 10.8.1997 tarihini izleyen altıncı ayın sununda hükümsüz hale geleceğinden bahisle reddine ilişkin işlemin iptali istemiyle Turizm Bakanlığı'na karşı açılan davada, uyuşmazlığın çözümünde uygulanacak olan 4302 sayılı Kanunun geçici l. maddesi gerek mahkememizce Anayasa'ya aykırı görülmesi gerekse davacı vekilinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varılması üzerine işin gereği görüşüldü: Uyuşmazlık, davacı şirketin işletmekte olduğu talih oyunları işletmelerine ilişkin olarak yapılan kapasite artırımı talebinin 4302 sayılı Kanunun geçici 1. maddesi hükmü uyarınca işletme izninin 10.8.1997 tarihini izleyen altıncı ayın sununda hükümsüz hale geleceğinden bahisle reddine ilişkin Turizm Bakanlığı işleminin iptaline ilişkindir. Uyuşmazlık konusu olayın çözümüne ilişkin 10.8.1997 tarihli Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren ve 4266 sayılı Turizmi Teşvik Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkındaki 4302 sayılı Kanunun geçici 1. maddesinde, "Bu Kanunun yürürlüğe girmesinden önce Turizm Bakanlığı tarafından izin verilmiş bulunan talih oyunları işletmelerinin izinleri, bu konunun Resmi Gazetede yayınlanmasını izleyen günden başlayarak 6 ay sonra herhangi bir bildirime gerek olmaksızın kendiliğinden hükümsüz olur. Bu tarihten sonra bu işletmelerin faaliyetlerine hiçbir şekilde izin verilmez." hükmü yer almıştır. Davacı vekili dava dilekçesinde, Anayasa'nın 7. maddesi ile düzenlenen yasama yetkisinin sınırsız olmayıp yasama organının tüm tasarruflarında Anayasa'nın öngördüğü kural ve ilkelere ve bunların yanında hukukun temel ilkelerine uymak zorunda olduğunu belirtmekte ve 4302 sayılı Kanunun geçici 1. maddesi hükmünün, hukuk devletinin gereği olan Devlete güven ilkesi, kazanılmış haklara saygı ilkesi, kanunların kamu yararına uygunluğu ilkesi yönlerinden Anayasa'nın 2. maddesine aykırı olduğunu; 4302 sayılı Kanunla yürürlükten kaldırılan 2634 sayılı Kanunun 19/b maddesi ile talih oyunları işletmecilerine tanınmış olan hakkın Anayasanın "Temel Haklar ve Ödevler" başlığını taşıyan kısmının "Sosyal ve Ekonomik Haklar ve Ödevler" başlıklı 3. bölümünde yer alan "Çalışma ve Sözleşme Hürriyeti" kapsamında olduğunu, temel hak ve hürriyetlerin ne şekilde sınırlanabileceğinin Anayasa'nın 13. maddesinde düzenlendiğini, Anayasa Mahkemesi kararlarında anılan madde de öngörülen sınırlama ile temel hak ve özgürlüklerin ortadan kaldırılmasının değil kullanım alanının daraltılmasının amaçlandığı hususunun yer aldığını, özgürlüklerin, ancak istisnai olarak ve demokratik toplum düzeninin sürekliliği için zorunlu olduğu ölçüde sınırlandırılabilecekleri ve yapılan sınırlama ile sağladığı yarar arasında adil bir dengenin korunması gerektiği, yasa maddesinin bu nedenlerle Anayasanın 13. maddesi 2. fıkrasındaki "ölçülülük, ilkesine ve Anayasanın 48. maddesi 2. fıkrasında yer alan "Devlet özel teşebbüslerin milli ekonomisinin gereklerine ve sosyal amaçlara uygun yürümesini, güvenlik ve kararlılık içinde çalışmasını sağlayacak tedbirleri alır" hükmüne aykırı olduğunu öne sürmektedir. Davalı idare ise savunma dilekçesinde, talih oyunları salonlarının açılması ile ülke ekonomisine bu tesislerin beklenen katkısının olmadığı, ayrıca bu işletmelerin toplumda bazıEsas Sayısı : 1997/79 Karar Sayısı : 1998/3 2 sosyal yıpranmalara yol açtığını hukuk devletinin bir gereğinin de toplumu korumak ve kollamak olduğunu belirtmekle yetinmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın Başlangıç bölümünde, "Millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu ve bunu millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun, bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı;" 2. maddesinde ise cumhuriyetin nitelikleri arasında, Türkiye Cumhuriyetinin bir Hukuk Devleti olduğu belirlenmiş ve Anayasa Mahkemesince Hukuk Devleti: Hukuk Devleti, bütün işlem ve eylemlerinde hukuk kurallarına uygunluğunu başlıca geçerli koşulu bilen, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurmayı amaçlayan ve bunu geliştirerek sürdüren, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasaya aykırı durum ve tutumlarından kaçınan, insan haklarına saygı duyarak bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, Anayasa ve hukuk kurallarına bağlılığa özen gösteren, yargı denetimine açık olan yasaların üstünde yasa koyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri ile Anayasa'nın bulunduğu bilincinden uzaklaşmayan Devlettir, şeklinde tanımlanmıştır. Anayasanın 48. maddesi ise, "Herkes, dilediği alanda çalışma ve sözleşme hürriyetine sahiptir. Özel teşebbüsler kurmak serbesttir. Devlet, özel teşebbüslerin millî ekonominin gereklerine ve sosyal amaçlara uygun yürümesini, güvenlik ve kararlılık içinde çalışmasını sağlayacak tedbirleri alır." hükmünü amirdir. Bu durumda, talih oyunları işletmelerinin kurulması Anayasanın 48. maddesinde belirtilen çalışma ve sözleşme özgürlüğü kapsamındadır. Yasakoyucu tarafından Temel Hak ve Özgürlükler Kamu Yararı amacı ile sınırlanırken, Anayasa'nın 13. maddesinde ifade bulan demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı ve öngörülen amaç dışında kullanılmasını engelleyici düzenlemeler getirilmemesi hükmünün gözardı edilemeyeceği açıktır. Başka bir anlatımla sınırlamalar getirilirken Anayasa'nın ve Temel Hukuk İlke ve Kuralları gözönünde bulundurularak ancak istisnai olarak demokratik toplum düzeninin sürekliliği için zorunlu olduğu ölçüde amaç dışına çıkılmayacak şekilde düzenlemeler getirilmelidir. Anayasa Mahkemesi kararlarında bu konu; meşru amaç güdülerek sınırlanmış olsalar bile, getirilen sınırlama bu amacın zorunlu yahut gerekli kıldığından fazla olmayacak, sınırlama maksimum ölçüde değil, amaca ulaşmak için minimum ölçüde olması gerektiği, şeklinde yer almıştır. Oysa 4302 sayılı Yasanın geçici 1. maddesi ile getirilen sınırlama ile amaç ve araç arasındaki makul ölçü aşılarak Anayasanın 48. maddesinde yer alan teşebbüs ve çalışma özgürlüğünün kullanılmasını ortadan kaldıracak bir şekilde sınırlama getirilmektedir. Yukarıda açıklanan nedenlerle; 4266 sayılı "Turizmi Teşvik Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında 4302 sayılı Kanunun geçici l. maddesinin Anayasa'nın 2, 13. ve 48. maddelerine aykırı olabileceği ve davacı vekilinin Anayasa'ya aykırılık iddiaları ciddi görüldüğünden Anayasa'nın 152. maddesi gereğince anılan yasanın iptali istemiyle itiraz yoluyla Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, 16.12.1997 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.""
837
Esas Sayısı : 2021/122 Karar Sayısı : 2021/92 1 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu ikinci bölümünde vücut dokunulmazlığına karşı suçlar başlığı altında m.86da kasten yaralama suçunu düzenlemiş, suçun kanuni tanımında Kasten başkasının vücuduna acı veren veya sağlığının ya da algılama yeteneğinin bozulmasına neden olan kişi, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır denmiştir. Suçun alt ve üst sınırı dikkate alınarak bu suç ve suçun nitelikli halleri yönünden görevli mahkeme Asliye Ceza Mahkemeleridir. Konumuzla alakalı olan nitelikle halin incelenmesinde ise, aynı maddenin 3. fıkrasında, Kasten yaralama suçunun, kişinin yerine getirdiği kamu görevi nedeniyle işlenmesi halinde, şikayet aranmaksızın verilecek ceza yarı oranında arttırılır denilerek bu suçun mağdurunun kamu görevlisi olması halinde bir artırım sebebi düzenlenmiştir. Aynı Kanunun sekizinci bölümünde şerefe karşı suçlar başlığı altında, 125. maddede hakaret suçu düzenlenmiştir. Bu suç, Bir kimseye, onur, şeref ve saygınlığını rencide edebilecek nitelikte somut bir fiil veya olgu isnat eden veya sövmek suretiyle bir kimsenin onur, şeref ve saygınlığına saldıran kişi, üç aydan iki yıla kadar hapis veya adli para cezası ile cezalandırılır. Mağdurun gıyabında hakaretin cezalandırılabilmesi için fiilin en az üç kişiyle ihtilat ederek işlenmesi gerekir. şeklinde tanımlanmıştır. Nitelikli halleri ve arttırıcı sebepleri düzenleyen devam maddelerinin incelenmesinde, özellikle 3. maddenin (a) bendinde, Hakaret suçunun, kamu görevlisine karşı görevinden dolayı . işlenmesi halinde, cezanın alt sınırı bir yıldan az olamaz, denilerek bu suçun mağdurunun kamu görevlisi olması halinde bir nitelikli hal düzenlenmiştir. Burada tartışılması gereken husus, kamu görevlisinin kim ve kamu hizmetinin ne olduğudur. TCKnın 6. maddesinin 1. fıkrasının (c) bendinde: Kamusal faaliyetin yürütülmesine atama veya seçilme yoluyla ya da herhangi bir surette sürekli, süreli veya geçici olarak katılan kişi denilmek suretiyle kamu görevlisinin tanımının yapıldığı, maddenin gerekçesinde ise kişinin kamu görevlisi sayılması için aranacak yegane ölçüt, gördüğü işin bir kamusal faaliyet olmasıdır denildikten sonra, kamusal faaliyetin de Anayasa ve Kanunlarda belirlenmiş olan usullere göre verilmiş olan bir siyasal kararla bir hizmetin kamu adına yürütülmesidir şeklinde tanımlandığı, TCKnın 6. maddesinin 1. fıkrasının (c) bendindeki kamu görevlisi tanımında yer alan katılan kişi ibaresi ile madde gerekçesinde yer alan kamusal faaliyet kavramından hareketle bir kimsenin kamu görevlisi yapılan faaliyetinde kamusal faaliyet sayılabilmesi için kamu adına yürütülen bir hizmetin bulunması, bununda Anayasa ve Kanunda belirlenmiş usullere göre verilmiş bir siyasal karara dayalı olması ile ayrıca faaliyetin kamuya ait güç ve yetkilerin kullanılması suretiyle gerçekleştirilmesi gerektiği anlaşılmalıdır (Ankara Bölge Adliye Mahkemesi 10 .CD. 2021/759 E, 2021/1640 K, 15.10.2021) Yargıtay 18. Ceza Dairesi 2015/3449 Esas, 2015/3800 Karar sayılı kararında Katılanın özel hastanede doktor olarak çalıştığının anlaşılması karşısında, eylemin kamu görevlisine hakaret olarak kabul edilemeyeceği gözetilmeden, TCKnın 125/1. maddesi yerine 125/3 a maddesi ile hüküm kurulması yine Yargıtay 21. Ceza Dairesinin 28.12.2015 gün 2015/13365 6682 E,K, sayılı ilamlarında da başka suçlar yönünden de özel hastane personelinin kamu görevlisi sayılamayacağı hususunu net bir şekilde ortaya koymaktadır. 3359 sayılı Kanunun Ek 12 maddesiyle 15/04/2020 tarihinde eklenen hükmün ilk cümlesi, kamu sağlık kurum ve kuruluşlarında görev yapan personele karşı işlenen suçlarda Türk Ceza Kanununun 51. maddesinde belirtilen erteleme yasağı ve artırım hükümleriEsas Sayısı : 2021/122 Karar Sayısı : 2021/92 2 getirilmiş, özel sağlık kurum ve kuruluşlarında görev yapan personel ise yukarıda belirtilen yüksek yargı mahkemesi kararlarının aksine kamu görevlisi sayılması kararlaştırılmıştır. Somut norm denetimi talep edilen denetime konu somut olayımızdaki hastane personelimiz bir özel teşebbüs hastane olup suçun sübutunda bir sıkıntı olmadan kovuşturma ve tahkikat işlemleri tamamlandıktan sonra hüküm fıkrasına gelindiğinde, somut norm denetimine tabi hükmün varlığından önce hüküm kurulacak olsaydı sırasıyla sanığın sübut bulan ve özel hastanede çalışan doktora yönelik eyleminin hakaret suçunu oluşturduğu dikkate alınarak takdiren Türk Ceza Kanununun 125/1. maddesi gereğince cezalandırılmasına (burada hakimin takdir hakkına girmeyip yalnızca sübut ve nihai hüküm irdelenmektedir) verilecek cezanın mağdurun özel hastanede çalışan ve yeni yasa değişikliği ile kamu görevlisi statüsüne giren bir sağlık personeli olmasından dolayı 1 yıldan az olamayacağından sanığın bir yıl ile cezalandırılmasına denilerek akabinde Türk Ceza Kanununun 62., 50. ve 51. madde hükümleri tartışılarak sanık hakkında nihai karar verilecekken, 3359 sayılı Kanunun Ek 12. maddesinin 2 a bendi gereğince verilecek sonuç cezanın hükmün yayım tarihi itibariyle yarı oranında sonuç cezaya ilaveten bir kez daha artırım yapmak gerekecektir. Benzer bir şekilde her ne kadar somut olayımızda kasten yaralama suçu yönünden olmasa da, kasten yaralamaya ilişkin benzer bir hüküm kurulduğunda, yine sanığın özel hastanede çalışan doktora karşı sübut bulan fiilinin Türk Ceza Kanununun 86/1de belirtilen yaralama suçunu oluşturduğu anlaşıldığından cezalandırılmasına, mağdurun kamu görevlisi olmasından ve eyleminin doktorun yerine getirdiği kamu görevi nedeniyle işlenmesi halinde aynı Kanunun 86/3 c maddesi gereğince verilecek cezanın yarı oranında arttırılmasına, bu maddeden sonra gelmek üzere denetime konu 3359 sayılı Kanunun Ek 12. maddesinin 2 a bendi gereğince bu cezanın yarı oranında bir kez daha arttırılması gerekecektir. Peki burada problem nedir? Burada sorun evrensel non bis in idem ilkesidir. Bu ilke, 4 Kasım 1950 tarihinde Romada imzalanan İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korunmaya Dair Sözleşmeyi, yani bildiğimiz adıyla Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde belirtilen, ülkemizce 10 Mart 1954 tarihinde 6366 sayılı Kanunla onaylanan ve AİHAS 7. Ek Protokolü ile Anayasamızın 90/5. maddesine göre mevzuatımızda icrailik kazanan aynı suçtan iki defa yargılanmama ve cezalandırılmama hakkı anlamına gelmektedir. Ülkemizde de yürürlük yetkisi alan İHAS Ek 7 nolu Protokolün Aynı Suçtan İki Defa Yargılanmama Ve Cezalandırılmama Hakkı başlıklı 4. maddesine göre protokolün geçerli olduğu ülkelerde aynı suçtan dolayı ikinci defa yargılanma ve cezalandırma durumu ortadan kaldırılmaktadır. Adı geçen hükme göre; 1. Hiç kimse; bir devletin ceza yargılaması usulüne ve yasaya uygun olarak kesin bir hükümle mahkum edildiği ya da beraat ettiği bir suçtan dolayı aynı devletin yargısal yetkisi altındaki yargılama usulleri çerçevesinde yeniden yargılanamaz veya mahkum edilemez. 2. Yukarıdaki fıkra hükümleri, yine veya yakın zamanda ortaya çıkarılan delillerin veya önceki muamelelerde davanın sonucunu etkileyebilecek esaslı bir kusurun varlığı durumunda, ilgili devletin ceza yargılaması usulü ve yasasına uygun olarak davanın yeniden açılmasını engellemez. 3. Sözleşmenin 15. maddesi çerçevesinde bu madde ile öngörülen yükümlülüklere aykırı hiçbir tedbir alınamazEsas Sayısı : 2021/122 Karar Sayısı : 2021/92 3 Non bis in idemolarak da ifade edilen bu prensip, aynı fiil nedeniyle faile bir defa ceza verilmesi demektir. Herkes, bir suçtan ancak bir defa yargılanabilir ve bir defa cezalandırılabilir. Somut olayımızda bu ilke, bir artırım sebebinden dolayı ceza ancak bir kez artırılabilir olarak vücut bulacaktır. Görevi nedeniyle kendisine karşı işlenen suçun mağdurunun kamu hastanesinde çalışan bir sağlık personeli olması nedeniyle hem özellikle Türk Ceza Kanununun 86/1 ve 86/3 c ve 3359 sayılı Kanunun Ek 12. maddesinden hem de somut norm denetimine konu Türk Ceza Kanununun 125/1 ve 3/adan verilecek ceza bir yıla çekilerek tekrardan 3359 sayılı Kanunun Ek 12. maddesinden artırım yapılması gerekecektir. Hal böyle olunca, görevi nedeniyle bir sağlık personeline karşı gerçekleştirilen eyleminden dolayı sanık cezalandırılacaksa mağdurun kamu hastanesinde çalışan bir sağlık personeli, dolayısıyla kamu görevlisi olmasından dolayı suçun mahiyetine göre artırım veya cezanın 1 yıldan az olamayacağı gündeme gelecek, hem de sağlık personeli olan bir kamu görevlisi olmasından dolayı ayrıca bir kez daha yarı oranında artırım gündeme gelecektir. Burada mağdurun kamu veya özel sağlık personeli olması zaten içinde kamu görevlisi olmasını da barındırmakta olup sanığın eyleminin özel veya kamu hastanesinde çalışan kamu görevlisine karşı işlenmesinde kamu görevlisi olma durumu iki defa cezalandırılacak ve Anayasamızın 95. maddesi gereğince ülkemiz mevzuatına uygun olarak yürürlüğe giren İHAS Ek 7 nolu protokolde belirtilen non bis in idem ilkesinin aksine bir artırım sebebinden dolayı ceza birden fazla kez artırılacak, dolayısıyla Anayasamızın 38. maddesinde düzenlenen suç ve cezalara ilişkin esasları düzenleyen maddedeki düzenlemelere aykırı olacaktır. Hal böyle olunca, işbu somut norm denetimi yoluna gidilen kanunun Anayasaya uygun olmadığı kanaatindeyiz. Ayrıca, kamu görevlileri ve kamu hizmetleri yine Anayasamızın Cumhuriyetin niteliklerini düzenleyen 2. maddesinde belirtilen ve Türkiye Cumhuriyetimizin sosyal bir devlet olduğuna dair düzenlemenin en tabii sonucudur. Şüphesiz, sağlık hizmetleri sosyal devletin en temel hizmetlerinden biridir. Tüm dünyayı saran ve toplumsal infiale yol açan Covid 19 Pandemi süreci neticesinde sağlık personeline karşı işlenen suçlarda belirtilen cezalarda erteleme yasağına veya artırımına gitmek kabul edilebilir bir minnet yöntemi olmayıp aksinin kabulü halinde savaş döneminde kolluk kuvvetlerine veya toplumsal terör olaylarında yargı mensuplarına karşı işlenen suçlar yönünden kalıcı artırımlar yapılabilecek, bu durum kazuistik kanunların getirdiği uygulama zorluklarını beraberinde getirecektir. Olayımızla ilgili olarak, şahsın kamu görevlisi olması bir artırım sebebi, kamu veya özel hastanede çalışan bir ve yine kamu görevlisi olması ilave bir artırım sebebi olacaksa, bu durum diğer kamu hizmet ve görevlileri için de derin yaralar açacaktır. Örneğin; kanun koyucu şahsın kamu görevlisi olmasından dolayı benzer suçlar yönünden hali hazırda artırım veya nitelikli halleri düzenlemişken, son dönemlerde artan öğretmenlere karşı işlenen suçlar neticesinde eylemin mağduru olan kamu görevlisinin öğretmen olmasından dolayı tekrar bir artırım yapacak ve belki de mübalaa gibi gözükse de örneğin matematik öğretmeni diye tekrar mı artırım yapacaktır? Nasıl, Anayasamızın 10. maddesinde herkes kanun önünde eşit ise, şartlar ve koşullar ne olursa olsun, ister pandemi isterse savaş dönemi olsun, tüm kamu görevlileri kanun önünde eşittirler ve kanunlar Anayasaya aykırı olamaz. Bu düzenlemeyle giderilmek istenen mağduriyet uygulamada yerleşen özel sağlık kuruluşlarındaki asıl ve yardımcı sağlık personellerinin Türk Ceza Kanunu kapsamında kamu görevlisi sayılmayışı olup bu husus 3359 sayılı Kanunun Ek 12. maddesinin 3. fıkrasında net bir şekilde aydınlığa giderilmiş ancak devamında 2. fıkranın (a) ve (b) bendinde yapılan düzenlemelerin ile aşağıda belirtilen Anayasa hükümlerine aykırılık olduğu kanaatindeyiz.Esas Sayısı : 2021/122 Karar Sayısı : 2021/92 4 Sonuç ve İstem: Yukarıda açıklanan nedenlerle; 7243 sayılı Yükseköğretim Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 28. maddesiyle 3359 sayılı Kanunda Ek 12. maddeye ilaveten getirilen 2. fıkradaki (a) ve (b) bendinde belirtilen İlgili maddelere göre tayin edilecek cezalar yarı oranında artırılır ibaresi ile Türk Ceza Kanununun 51. maddesinde düzenlenen hapis cezasının ertelenmesi hükümleri uygulanmaz ibareleri Anayasanın 2., 10., 38. ve 141. maddelerine aykırı olduğunun tespiti ile iptaline karar verilmesine arz olunur.
1,575
Esas Sayısı : 1992/20 Karar Sayısı : 1992/27 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ : İtiraz yoluna başvuran Mahkemenin iptal isteminin gerekçesi aynen şudur: "Hükümlü zorla ırza geçmek suçundan Mahkememizin 11.9.1987 gün, 1986/93 Esas, 1987/127 karar sayılı hükmü ile TCKnun 416/1, 81/1. maddeleri gereğince 7 yıl 4 ay 6 gün ağır hapis cezası ile cezalandırıldığı, bu cezasının kesinleştiği, diğer suçları ile içtima ettirildiği, halen Kırklareli Kapalı Cezaevinde bulunduğu, müddetnamenin 3713 sayılı Kanunun geçici 4. maddesine göre hesap edildiği, şartla salıverilme tarihinin de buna göre belirlendiği infaz dosyasının tetkikinden anlaşılmıştır. Hükümlülerin cezalarının infazında uygulanan 3713 sayılı Kanun'un Geçici maddeleri incelendiğinde geçici 4. maddede gösterilen suçlardan hükümlü bulunanların cezalarına ilişkin infaz sürelerinin geçici 1. maddede öngörülen sürelere nazaran misliye yakın biçimde farklı olduğu görülmektedir. 3713 sayılı Yasanın Geçici 1 ve 4. maddelerindeki bu farklılık, şartla salıverilmeyi düzenleyen 647 sayılı Cezaların İnfazı Hakkındaki Kanunun 19. maddesinin zaman içersindeki değişim ve gelişimi gözetildiğinde hakkında verilen mahkumiyet hükmü kesinleşerek suç ile alakası kesilen ve hükümlü konumuna giren kişilerin aynı şartlarda cezalarını çekmeleri gerektiği, şartla salıverilme gereklerininde aynı konuda bulunan tüm hükümlülere aynı esaslarla uygulanması gerektiği yolundaki Hukukun Temel İlkelerine aykırı olduğu gibi suçun niteliği ile alakalı bulunmayıp tamamen cezanın infazına ve suçlunun topluma kazandırılmasına yönelik şartla salıverme kurumunun amacınada ters düşmektedir. 3713 sayılı Kanunun geçici 4. maddesinin (b) bendinde sayılan TCKnun 414, 416/1 ve 418 maddelerindeki suçları işleyenler bu madde ............. cezalarının 1/3 nü çektikleri takdirde şartla salıverilmeden yararlanabilecekler, ancak Anayasa Mahkemesinin 12.12.1991 gün 21079 sayılı resmi gazetede yayınlanan 1991/34 Esas, 1991/34 karar sayılı 8.10.1991 tarihli kararı ile TCKnun 414 ve 418/2 maddedeki hükümleri iptal edilmiş ve 3713 sayılı Yasa'nın Geçici 1. maddeleri kapsamına alınmış, ancak bu maddelerle sınırlı olmak üzere karar verilmiş, TCKnun 416. madde ile ilgili inceleme yapılmamıştır. Bu hususta Anayasaya aykırıdır. Zira, Anayasanın 10. maddesinde belirtilen herkes dil, ırk, din, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin Kanun önünde eşittir. Eşitlik ilkeleri gereğince hükümlülerin cezalarının infazı sırasında ayırım yapmamak, aynı konumda bulunan hükümlülerin suçların niteliğine göre suçluların iki ayrı gruba ayrılarak infazda farklı uygulamalara gidilmesi Anayasaya aykırıdır. Keza Anayasanın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyetinin Hukuk Devleti olduğunun belirtilmesi karşısında farklı infaz uygulamaları getirilen 3713 sayılı Kanunun geçici 4. maddesinin (b) bendi Genel Hukuk Kurallarına aykırılık teşkil etmektedir. Bu nedenle 12.4.1991 günlü, 3713 sayılı "Terörle Mücadele Kanununun" Geçici 4. maddesinin birinci fıkrasının (b) bendinin Anayasanın 2. ve 10. maddesine aykırı olması sebebiyle iptali yoluna gidilmesi için Anayasa Mahkemesine başvurulmasına karar verilmek gerekmiştir. Yukarıda açıklanan nedenlerle; 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanununun Geçici 4. maddesinin (b) bendinin TCKnun 416/İlk maddesinin Anayasanın 2. ve 10. maddelelerinde tanımlanan "Hukuk Devleti" veEsas Sayısı : 1992/20 Karar Sayısı : 1992/27 2 "Eşitlik" ilkelerine aykırı olduğu ve bağdaşmadığı sonucuna varılmış olmakla, 3713 sayılı Yasanın Geçici 4. maddesinin (b) bendindeki TCKnun 416. maddesinin iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, oybirliğiyle, C. Savcılığının huzurunda mütaalasına uygun olarak karar verildi.""
469
Esas Sayısı : 2016/160 Karar Sayısı : 2016/144 1 Davacı vekili dava dilekçesinde özetle; müvekkilinin Antalya Manavgat ve Alanyada kiracı veya malik sıfatıyla çok sayıda otel işleten turizm şirketi olduğunu, otellerin elektrik ihtiyacının karşılanmasına yönelik davalı şirket ve başka şirketler ile çeşitli yıllarda elektrik alım sözleşmesi imzaladığını, davalı şirketin müvekkilin daha önceki yıllarda elektrik temin ettiği Akdeniz Elektrik Dağıtım A.Şnin 28.05.2013 tarihinde özelleştirilmesi neticesinde Tedaşa ait olan % 100 hisseyi aldığı, bu sebeple davalı şirketin halefiyet ilkesi gereği özelleştirme yapılan 28.05.2013 tarihinden önce müvekkilinden tahsil edilen elektrik faturalarındaki hukuka aykırılıktan da sorumlu olduğunu, müvekkili şirketin 0070100070500000014500 0070100200000005113320 0070202010000030210200 0070210013600031001070 0070210013600031001520 0070200050000000001470 007010007050020149750 0070100200000004956000 0070102000000000041091 007020202000000030202761 0070210013600031000560 0070210013600031001090 0070100200000006126580 0070217020800030280390 0070210013600000006050 007021001360031001080 00701002000000061264900070200050000000001500 0070202010000000000680 0070217020900030290111 nolu abonelikler nedeniyle davalı şirketin düzenleyip müvekkiline gönderdiği dağıtım bedeli, kayıp kaçak bedeli, sayaç okuma bedeli gibi birçok kalemde çeşitli tahsilatlar yaptığını, ancak ne kadarının kayıp kaçak, ne kadarının diğer kalemler olduğunun belli olmadığını, müvekkilinin davalı şirkete ihtarname gönderdiğini, verilen cevabi ihtarda söz konusu bedellerin EPDK mevzuatı gereğince zorunlu olarak tahsil edildiğini, bu konuda müvekkillerinin takdir haklarının olmadığını bildirdiklerini, anılan bu kayıp kaçak bedellerinin hem tüketiciler için hem efe tüketici şirketler tüzel kişiler için haksız ve hukuka aykırı olduğunu, Anayasa ve yasal dayanağı olmadığını, hakkaniyet ilkeleri ile bağdaşmadığını, 4628 sayılı Elektrik Piyasası Kanununun 4. maddesi gereği EPDKya sınırsız bir fiyat belirleme hak ve yetkisinin verilmediğini, elektrik ve su dağıtım hizmetlerinin tekel niteliğinde yürütülen bir hizmet olduğunun yargı kararları ile kabul görmüş olduğunu, Anayasanın 78.maddesine dayalı olarak ihdas edilen bir kanunla faturalardan tahsil edilen TRT payı gibi yasal bir dayanağının olmadığını belirterek müvekkili şirket adına kayıtlı tüm abonelikler açısından dava tarihinden geriye dönük 10 yıl içinde müvekkilinin davalı şirkete ve özelleştirme öncesinde Akdeniz Elektrik A.Şye ödemiş olduğu tüm elektrik faturalarının kayıp kaçak bedellerinin, ayrıca ve açıkça gösterildiği şekilde ayrıntılı dökümlerinin tespiti ile geçmişe dönük 10 yıl içinde ödenen şimdilik 10.000,00. TL tutarındaki kayıp kaçak bedeli ile hukuki temeli olmadan müvekkilinden tahsil edilen tüm bedellerin ödeme tarihinden itibaren işleyecek ticari faizi ile davalı şirketten istirdatına ve müvekkiline ödenmesine karar verilmesini talep ve dava etmiştir. Davalı CLK Akdeniz Elektrik Perakende Satış A.Ş vekili cevap dilekçesi ile özetle; davacı tarafın müvekkili şirket yönünden haksız bedeller tahsil ederek sebepsiz zenginleştiği yönündeki iddiasının TBK 82 maddesi uyarınca zamanaşımı süresinin 2 yıl olduğunu, zamanaşımı süresinin geçtiğini, davacının faize ilişkin talebinin kabul edilebilir nitelikte olmadığını, ticari faiz talep edilmesinin hukuki dayanağının olmayıp yasal faiz uygulanmasının zaruri olduğunu, 01.01.2013 tarihinde kurulan müvekkili şirketin mevcut olmadığı dönemlerden sorumlu tutulmasının mümkün olmadığını, müvekkiline husumet yöneltilemeyeceğini, haksız ve hukuka aykırı olarak davacıdan herhangi bir bedel tahsil edilmediğini, Yargıtay 3. Hukuk Dairesinin 11.09.2013 tarihli 2013/9458 E 2013/12489 K sayılı ilamı ile EPDKnın düzenleyici kuruluş olduğu ve lisans sahibi şirketlerinin mevcut tarifeleri uygulamak zorunda olduklarını, bu nedenle ortada bir hukuksuz varsa bunun için idari yargıda EPDKya karşı tarifelerin iptal edilmesi için dava açılması gerektiğini, 6446 sayılı yasa doğrultusunda kurulca onaylanan tarifelerin hüküm ve şartlarını lisans sahibi şirketlerEsas Sayısı : 2016/160 Karar Sayısı : 2016/144 2 uygulamak, tüketiciler de tarifede öngörülen bedelleri ödemek zorunda olduklarını, mevzuat dışında belirlenmiş bir bedelin talep ve tahsili söz konusu olmadığından hukuki dayanaktan yoksun olarak açılan davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir. Davacı vekili 09.08.2016 tarihli dilekçesi ile 6446 Sayılı Elektrik Piyasası Kanununun muhtelif maddelerinde değişik ve bu kanuna getirilen 6719 Sayılı Elektrik Piyasası Kanunu ile bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanununun 21. maddesi ile 6446 Sayılı Kanunun 17 maddesine 10. fıkra olarak eklenen 21/10 maddesi ile 6446 Sayılı Kanuna geçici 20 maddenin eklenmesine ilişkin 26. maddelerinin Anayasaya aykırılığı iddiasında bulunmuştur. Dava; taraflar arasındaki varlığı uyuşmazlık konusu olmayan elektrik enerjisi satışına ilişkin sözleşme nedeniyle davalının davacıya temin ettiği elektrik enerjisi tüketim bedeli ile ilgili faturalarda davacı aboneye tahakkuk ettirilip, fatura içeriği ile kayıp kaçak bedeli adı altında yapılan tahsilatların iadesi istemine ilişkin olup, uyuşmazlık konusu tahsil edilen bu bedellerin yasal dayanağının bulunup bulunmadığı ve davalı dağıtım şirketinden iadesinin istenip istenemeyeceği konusundadır. Davalı taraf, kayıp kaçak bedellerinin EPDKnun kararlarına dayalı olarak tahsil edildiğini, EPDKnun kararı iptal edilmedikçe kayıp kaçak bedeli tahsilinin haklı olduğunu savunmuştur. Elektrik dağıtım hizmetlerinin tekel niteliğinde yürütülen hizmet olduğu yargı kararları ile de kabul edilmiş olup, tacir olsa dahi tüketicilerin alternatif elektrik aboneliği sağlama ve hizmet alma olanağı bulunmamaktadır. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu ve Yargıtay 3. Hukuk Dairesinin istikrar kazanmış kararlarında 6446 sayılı yasanın verdiği yetkiye dayanılarak çıkarılan EPDK karar ve tebliğlerine göre alınan kayıp kaçak bedeli, sayaç okuma bedeli, perakende satış hizmet bedeli, iletim sistemi kullanım ve dağıtım bedellerinin birer mali yükümlülük olduğu, bu yükümlülüklerin yasa ile konulmaları gerektiği, ayrıca hangi hizmetin karşılığında ne bedel ödenmesinin bilinmesi gerektiği, tarafından kaçak kullanmak suretiyle kullanılan elektrik bedellerinin davranan abonelerden tahsil yoluna gidilmesinin hukuk devleti ve adalet bağdaşmadığı tespitinde bulunmuştur. Konuya ilişkin yasal düzenlemeler incelendiğinde; 17.06.2016 tarih ve 29745 Sayılı Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren 6719 Sayılı Elektrik Piyasası Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 21. maddesi ile 6446 Sayılı Kanunun 17. maddesine 10. fıkra olarak Kurum tarafından gelir ve tarife düzenlemeleri kapsamında belirlenen bedellere ilişkin olarak yapılan başvurularda ve açılan davalarda; tüketici hakem heyetleri ile mahkemelerin yetkisi, bu bedellerin, kurumun düzenleyici işlemlerine uygunluğunun denetimi ile sınırlıdır., 26. maddesi ile de; 6446 Sayılı Elektrik Piyasası Kanuna geçici 20. madde eklenmiş, 6446 Sayılı Yasaya eklenen geçici 20. maddeye göre; Kurul kararlarına uygun şekilde tahakkuk ettirilmiş dağıtım, sayaç okuma, perakende satış hizmeti, iletim ve kayıp kaçak bedelleri ile ilgili olarak açılmış olan her türlü ilamsız icra takibi, dava ve başvurular hakkında 17 nci madde hükümleri uygulanır. hükümlerinin eklendiği görülmüştür. Geçici 20. maddedeki düzenleme, 6719 sayılı yasanın yürürlüğe girmesinden önce Enerji Piyasası Düzenleme Kurulunca alınan kararlara göre tahakkuk ve tahsil edilen faturalardan dolayı, bu tahakkuk ve tahsillerin Enerji Piyasası Düzenleme Kurulunun kararlarına uygun olduğu kabul edilerek yasanın uygulamasını devam eden dava ve bundan sonra açılacak davalar içinde uygulama yolunu açmıştır.Esas Sayısı : 2016/160 Karar Sayısı : 2016/144 3 Mahkememize göre bu düzenlemeler T.C. Anayasasının 5., 9., 11., 36. ve 73. 125/4. maddelerine açıkça aykırıdır. Anayasamızın 2. Maddesine göre Türkiye Cumhuriyeti laik, demokratik hukuk devletidir. Hukuk Devleti; insan haklarına dayanan bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, konulan kurallarda adalet ve hakkaniyet ölçülerini göz önünde tutan, hakların elde edilmesini kolaylaştıran, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve yasalar ile kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık ve hak arama özgürlüğünün önündeki engelleri kaldıran devlettir. Adil yargılanma hakkı Anayasalarda açıkça tanınsın veya tanınmasın Anayasamızın 2. maddesinde yer alan hukuk devleti kavramı bu temel hakkın içeriğini dolduran haklar ve ilkeleri hukuk sistemlerinin bir parçası haline getirmeyi zorunlu kılmaktadır. Anayasamızın 5. maddesine göre devletin temel amaç ve görevleri, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır. Anayasamızın 9. maddesinde Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır. Anayasamızın 11. maddesinde Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır. Anayasamızın 36. maddesinde (Değişik: 3/10/2001 4709/14 md.) Herkes, meşrû vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir. Hiçbir mahkeme, görev ve yetkisi içindeki davaya bakmaktan kaçınamaz. Anayasanın 40. maddesine göre; Anayasa ile tanınmış hak ve hürriyetleri ihlal edilen herkes, yetkili makama geciktirilmeden başvurma imkanının sağlanmasını isteme hakkına sahiptir. TC Anayasasının 73. maddesinde; Herkes, kamu giderlerini karşılamak üzere, malî gücüne göre, vergi ödemekle yükümlüdür. Vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımı, maliye politikasının sosyal amacıdır. Vergi, resim, harç ve benzeri malî yükümlülükler kanunla konulur, değiştirilir veya kaldırılır. Anayasanın değişik 125/4. maddesine göre Yargı yetkisi, idari ek m ve işlemlerin hukuka uygunluğunun denetimi ile sınırlı olup, hiçbir suretle yerindelik denetimi şeklinde kullanılamaz. Yürütme görevinin kanunlarda gösteren şekil ve esaslara uygun olarak yerine getirilmesini kısıtlayacak, idari eylem ve işlem niteliğinde veya takdir yetkisini kaldıracak şekilde yargı kararı verilemez. Bu hükümlerle güvence altına alınan dava yolu ile hak arama özgürlüğü, bir temel hak niteliği taşımasının ötesinde, diğer temel hak ve özgürlüklerden gereken şekildeEsas Sayısı : 2016/160 Karar Sayısı : 2016/144 4 yararlanılmasını ve bunların korunmasını sağlayan en etkili güvencelerden birini oluşturmaktadır. Kişinin uğradığı bir haksızlığa veya zarara karsı kendisini savunabilmesinin ya da maruz kaldığı haksız bir uygulama ve işleme karşı haklılığını ileri sürüp kanıtlayabilmesinin en etkili ve güvenceli yolu yargı mercileri önünde dava hakkı tanınması adil yargılamanın ön koşulunu oluşturur. Kendisinden haksız bir tahsilat yapılmasından dolayı açılmış bir davanın çıkarılan bir yasa ile engellenmesi hak arama özgürlüğünü engelleyici nitelik taşımaktadır. 6719 Sayılı Yasanın 21. maddesi yürürlüğe girdiği 17.06.2016 tarihinden sonrası ve geçici 20. maddeyi ön gören 26. maddesi de 20.06.2016 tarihine kadar açılan takip ve davalar ile başvuruları kapsamaktadır. Mahkememize göre her iki düzenleme de hukuka ve Anayasaya aykırıdır. Kanunun 21 maddesi yargının hukukilik denetimi yetkisini kısıtlamakta ve yargı yetkisini sadece Enerji Piyasası Denetleme Kurumunun düzenleyici işlemleri ile tüketiciden alınacak bedellerin uygunluğunu, bir anlamda yerindeliğini denetlemekle sınırlandırmaktadır. Kanun bu yönü ile yargının tüketiciye yüklenen elektrik enerjisi bedellerinde yer alan hukukun evrensel ilke ve esasları ile bunları koruyan anayasaya aykırılık taleplerini yani elektrik faturasında yer alan unsurları denetleyip hukuka aykırı olanları iptal etmesi varsa tüketiciden haksız alınanların iadesini engellemeyi amaçlamıştır. Yasa, bu nedenle Anayasanın 125/4. maddesine aykırıdır. 6719 Sayılı Kanunun 21. ve 26. maddeleri ile Anayasanın 36. maddesinde güvence altına alınan hak arama hürriyeti de engellenmektedir. Bu durum hukuk devleti ilkesini güvence altına alan Anayasanın 2. maddesinde düzenlenen hak arama hürriyetini koruyan 36/1 maddesine de aykırıdır. Yargı yetkisinin bu şekilde kısıtlanması kuvvetler ayrılığı ilkesine müdahale niteliği taşıdığından Anayasanın Yargı Yetkisi başlıklı 9 maddesine de aykırıdır. Kanunun 26. maddesi ile geriye dönük olarak açılan icra takipleri davalar ve başvuruları da kapsayan geçici 20. maddede Aleyhe geriye yürümezlik ilkesini ihlal ettiği için hukuka ve Anayasaya aykırıdır. Sonuç olarak 6719 Sayılı Yasanın 26. maddesi ile 6446 Sayılı Elektrik Piyasası Kanununa eklenen geçici 20. maddenin, Kurul kararlarına uygun şekilde tahakkuk ettirilmiş, dağıtım, sayaç okuma, perakende satış hizmeti, İletim ve kayıp kaçak bedelleri ile ilgili olarak açılmış olan her türlü İlamsız icra takibi, dava ve başvurular hakkında 17 ncı madde hükümleri uygulanır. ve 6446 Sayılı Kanununun 17 maddesinin değiştirilmesi ve ek fıkraları düzenleyen 21. maddelerinin T.C. Anayasasının 2, 5, 9, 11, 36, 73 ve 125/4. maddelerine açıkça aykırıdır. Açıklanan nedenlerle ve bir davaya bakmakta olan mahkemenin uygulanacak bir kanunun veya kanun hükmünde kararname hükümlerini Anayasaya aykırı görmesi durumunda gerekçeli kararı ile Anayasa Mahkemesine başvurması gerektiğini öngören Anayasanın 152. maddesi ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluş ve Yargılama Usulleri hakkında Kanunun 40. maddesi gereğince 6446 sayılı Elektrik Piyasası Kanununa, 6719 sayılı Yasa ile eklenen geçici 20. maddenin (1) Kurul kararlarına uygun şekilde tahakkuk ettirilmiş, dağıtım, sayaç okuma, perakende satış hizmeti, iletim ve kayıp kaçak bedelleri ile ilgili olarak açılmış olan her türlü ilamsız icra takibi, dava ve başvurular hakkında 17 nci madde hükümleri uygulanır düzenlemesi ile bu maddenin yollaması ile 6446 sayılı Kanunun 17. maddesinin birinci, üçüncü ve dördüncü fıkraları ile altıncı fıkrasının (a, c, d, f) bentlerinin değiştirilmesi ve aynı maddeye fıkra eklenmesi hakandaki 21. Maddesinin (10 fıkrasındaki Kurum tarafından gelir ve tarife düzenlemeleri kapsamında belirlenim bedellere ilişkin olarak yapılanEsas Sayısı : 2016/160 Karar Sayısı : 2016/144 5 başvurularda ve açılan davalarda; tüketici hakem heyetleri ile mahkemelerin yetkisi, bu bedellerin kurumun düzenleyici işlemlerine uygunluğunun denetimi ile sınırlıdır şeklindeki fıkrasının T.C. Anayasasının 2, 5, 9, 11, 36 ve 73. maddelerine aykırı olduğu görüşü ile yasa maddesinin iptali için ANAYASA MAHKEMESİNE başvurulmasına, dosyanın onaylı bir örneğinin Anayasa Mahkemesine gönderilmesine, yargılamanın Anayasa Mahkemesince yapılan yargılamada verilecek karara kadar bekletilmesine, Anayasa Mahkemesince dosyanın eksiksiz olarak ulaşmasından itibaren 5 ay içerisinde karar vermemesi halinde yargılamaya devam edilip, yürürlükteki yasa hükümlerine göre yargılama yapılıp karar verilmesine karar verilmiştir. SONUÇ VE İSTEM : Yukarıda açıklanan nedenlerle; 6719 Sayılı Yasanın 26. maddesi ile 6446 Sayılı Elektrik Piyasası Kanununa eklenen geçici 20. maddenin, Kurul kararlarına uygun şekilde tahakkuk ettirilmiş, dağıtım, sayaç okuma, perakende satış hizmeti, iletim ve kayıp kaçak bedelleri ile ilgili olarak açılmış olan her türlü İlamsız icra takibi, dava ve başvurular hakkında 17 ncı madde hükümleri uygulanır. ve 6446 Sayılı Kanununun 17. maddesinin değiştirilmesi ve ek fıkraları düzenleyen 21. maddesi ile 6446 Sayılı Yasanın 17. maddesine eklenen 10. Fıkrasındaki Kurum tarafından gelir ve tarife düzenlemeleri kapsamında belirlenen bedellere ilişkin olarak yapılan başvurularda ve açılan davalarda; tüketici hakem heyetleri ile mahkemelerin yetkisi, bu bedellerin kurumun düzenleyici işlemlerine uygunluğunun denetimi ile sınırlıdır. düzenlemelerinin Anayasanın 2., 5., 9., 11., 36., 73. ve 125/4. maddelerine aykırı olduğunun tespiti ile iptaline karar verilmesi arz olunur.
2,057
Esas Sayısı : 1996/15 Karar Sayısı : 1996/34 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Mahkeme'nin başvuru kararındaki gerekçesi şöyledir : "Mahkememiz yaptığı incelemede TCK'nun 441. maddesinde kocanın zinasını düzenleyen suçu, bu suça iştirak eden kadın ile sadece cinsel ilişkide bulunmayı yeterli görmeyip karısı ile birlikte ikamet ettiği veya herkesçe bilinecek başka bir yerde karı koca gibi geçinmek için birlikte yani bir arada bulunmayı şart koştuğu halde yine TCK'nun 8. babı'nın 5. faslında bulunan ve kadının zinasını düzenleyen TCK'nun 440. maddesinde aynı konuda bulunan ve zina suçu işleyen kadın eş hakkında ise başka bir erkekle bir kez cinsel ilişkide bulunmayı yeterli görüp bu suç için kadın sanıklar mahkum edilmektedirler. TCK'nun 8. babı adabı umumiye ve aile nizamı aleyhindeki cürümlerden müteşekkildir. Aile nizamı Türk Medeni Kanununda, ceza uygulamasında ve sosyal hayatımızda kadın ve erkek açısından aynı ölçüde korumaya değer kavramlardır. Evlilik birliğinde sadakatte kadın ve erkek aynı ölçüde yükümlüdürler. Evlenmek ile karı ve koca sıfatını alan eşleri bu müessese içinde sadakat açısından farklı konumlarda görmek mümkün değildir. TCK'nun uygulamasında, Anayasamızda herkes dil, din, ırk, mezhep ve özellikle cinsiyet yönünden kanunlar önünde eşittir, buna rağmen zina suçu açısından sanık konumunda olan erkek'in suçun unsurlarının oluşmasında sanıklara göre daha ayrıcalıklı ve daha korunulan konumda bulunması Anayasamızın 10. maddesinde düzenlenen eşitlik ilkesine aykırıdır. Bu durum ve tipik fiilin bu şekilde cezaya bağlanması, ceza normu açısından da doğru değildir. Alman Ceza Kanununun 172. ve İsviçre Ceza Kanununun 214. maddelerinde karı ve kocanın zina suçunun unsurları açısından eşitlik ilkesini benimsemiş olması TCK'nun da düzenlenen zina suçlarının mevcut hali ile mukayeseli hukukta tasvip göremeyeceğinin açıkca delilidir. TCK'nun 438. maddesinin değiştirilmesi gerekçelerini iptali istenen TCK'nun 441. maddesi açısından da geçerli buluyoruz. Kocanın, karısına göre cinsel arzusuna kapılmış olsa dahi hayat arkadaşına karşı saygı ve sevgisini devam ettirebileceğini, kadının ise böyle bir zina halinde kocasına olan bağlılığını kolayca koparabileceğini düşünmek bizce mümkün değildir. Aksini gerekçe yapan Yüksek Mahkeme kararlarına da katılmıyoruz, ayrıca bu durumu eşitlik ilkesi ile bağdaştırmak kolay değildir. Kadının evlilik birliğine girip karı vasfını alması ile erkeğin evlilik birliği içinde koca vasfını almasını Ceza Kanunu açısından farklı konularda değerlendirmek doğru değildir ve eşitlik ilkesine aykırıdır. Bu gerekçelerle iddia makamının talebi ciddi bulunmuş ve eyleme göre olmayıp suçu işleyen sanıkların cinsiyetine göre suçun unsurları düzenlenmiş olmasını da kanun tekniği ceza normu özellikleri ve eşitlik ilkesine aykırı bulduğumuzdan TCK'nun 441. maddesinin iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulmasına karar verildi.""
387
Esas Sayısı : 2004/95 Karar Sayısı : 2008/156 1 "... II İTİRAZLARIN GEREKÇELERİ İtiraz yoluna başvuran Mahkemelerin gerekçelerinde özetle, 4389 sayılı Bankalar Kanunu'nun 15. maddesinin (9) numaralı fıkrasının (e) bendinde Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu tarafından başlatılan ve/veya Fona intikal eden bankalardan devir alınan takiplerde borçlular tarafından yapılan tüm itirazların satış dışında takip işlemlerini durdurmayacağının belirtilmesiyle alacaklıya borçludan daha farklı hükümler getirildiği, borçlunun borcuna itirazının engellendiği, alacaklıya ise başka alacaklılardan daha ayrıcalıklı haklar tanındığı, kuralın yürürlüğünden önce yapılan takip ve itirazların hükümsüz kaldığı, söz konusu kuralla, duran takibin devam ettirilmeye başlandığı, borçluya yasayla sağlanan korumanın kaldırılarak borçlu ile alacaklı arasındaki sözleşmenin imzalanmasından farklı bir uygulamaya geçildiği, borçlunun mağdur edilerek çalışma hakkının engellendiği, Fona tanınan yetkilerin sadece ek 5. maddede sayılan bankalara tanınmasıyla bu bankalara bir takım imtiyazlar tanınarak diğer bankalarla bu bankalar arasında eşitsizlik yaratıldığı, borçluların özel bankalarla kamu bankaları arasında farklı işlemlere tabi tutulduğu, yapılacak icra işlemlerinde farklılık yaratıldığı, herkese aynı zamanda aynı hukuk kurallarının uygulanmasının hukuk devletinin gereği olduğu, Devlet organlarının ve idari makamların da bütün işlemlerinde yasa önünde eşitlik ilkesine uygun hareket etmek zorunda olduğu, Yasa'nın yürürlük tarihinden önceki itirazların da hükümsüz kalması suretiyle yasaların geriye yürümezliği ilkesinin ihlal edildiği, bu nedenlerle itiraz konusu kuralların Anayasa'nın 2., 10., 38. ve 48. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür."
208
Esas Sayısı : 2009/94 Karar Sayısı : 2011/90 1 "... I İPTAL VE YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMİNİN GEREKÇESİ İptal ve yürürlüğün durdurulması istemini içeren 16.12.2009 tarihli dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir: 'III. GEREKÇE 1) 19.11.2009 Tarihli ve 5924 Sayılı Sayıştay Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 1 inci Maddesi ile Değiştirilen 21.02.1967 Tarihli ve 832 Sayılı Sayıştay Kanununun 9 uncu Maddesinin Beşinci Fıkrasında Yer Alan 'üç katına kadar aday' İbaresinin ve Altıncı Fıkrasındaki 'Bunun dışında mülakat ile ilgili herhangi bir kayıt sistemi kullanılmaz' Cümlesinin Anayasaya Aykırılığı 19.11.2009 tarihli ve 5924 sayılı Kanunun 1 inci maddesi ile 832 sayılı Sayıştay Kanununun 9 uncu maddesi başlığı ile birlikte değiştirilerek, 'Sayıştay Denetçi Yardımcısı Adaylığına Giriş Sınavı ve Denetçi Yardımcısı Adayları ile Denetçi Yardımcılarının Yetiştirilme ve Meslek Sınavı Yönetmeliği' ile düzenlenen denetçi yardımcısı adaylığına giriş sınavı ve diğer hususlarla ilgili hükümlere Kanunda yer verilmiştir. Bu çerçevede Yasa'nın 9 uncu maddesinin beşinci fıkrasında yapılan düzenlemede yer verilen ve iptali istenen ibare ile yazılı sınav sonucunda, yetmiş puandan az olmamak üzere, en yüksek puandan başlayarak eleme sınavı ilanında belirtilen kadronun üç katına kadar adayın mülakata çağrılması öngörülmüştür. Mülakata üç kat aday çağrılmakla, mülakata alınacakların sayısı yazılı sınavda en yüksek puan alanların aleyhine olacak biçimde genişletilerek yazılı sınavın etkisini azaltan, bilgiye, ehil olmaya ve liyakate dayalı bir sınav yapma yerine, kamu yararı ve hizmet gereklerine uygun olmayan başkaca subjektif değerlendirmelere dayalı olarak bir seçim yapmanın önü açılmıştır. Halbuki Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu'nun YD. İtiraz No. 2008/774 sayılı kararında da belirtildiği üzere, mülakata çağrılacak aday sayısı saptanırken yazılı sınavın nesnel sonuçlarının ortadan kaldırılmaması, mesleğe olabildiğince yazılı sınavda en başarılı olanların alınmasının sağlanması gerekmektedir. Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu'nun söz konusu kararında (Ek.1) aynen şöyle denilmiştir: 'Sözlü sınavın, yazılı sınavı tamamlayıcı nitelikte, bilgi ve liyakati ölçmek, adayın kaymakamlık mesleğine uygun yeteneğe, kültüre, çağdaş yaşam anlayışına sahip olup olmadığını belirlemek amacıyla yapılacağı açıktır. Bu çerçevede, sözlü sınavın temel amacı, yazılı sınav yapılmak suretiyle nesnel bir biçimde belirlenen en başarılı aday adayından başlayarak mesleğe en uygun kaymakam adaylarının belirlenmesidir. Bu nedenle, aday adaylarının yarıştırıldığı bir sınavda sözlü sınava çağrılacak aday sayısı saptanırken yazılı sınavın nesnel sonuçlarının ortadan kaldırılmaması, mesleğe olabildiğince yazılı sınavda en başarılı olanların alınmasının sağlanması gerekmektedir. Böylece, idarenin takdir yetkisinin kullanılmasında öznel nedenlerin etkili olması önlenebilir, kamu yararı ve hizmet gereklerine uygun bir belirleme gerçekleştirilebilir. Örneğin, 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanunu'nunEsas Sayısı : 2009/94 Karar Sayısı : 2011/90 2 9/A maddesinde, 'Yazılı sınavda yüz tam puan üzerinden en az yetmiş puan almak kaydıyla en yüksek puan alandan başlamak üzere, sınav ilanında belirlenen kadro sayısının bir katı fazlası mülakata çağrılır.' hükmü yer almaktadır. Bu kuralda, mülakata çağrılacak aday sayısı yazılı sınavda en yüksek puan alanların lehine olacak biçimde daraltılmış, böylece yazılı sınavın nihai başarıdaki payı artırılmıştır. Belirtilen nitelikteki bir düzenlemenin yazılı sınavın nesnel sonucunun ortadan kaldırılmasını önleyici nitelikte olacağı açıktır. Bu durumda, dava konusu Yönetmeliğin 10 uncu maddesinin V. fıkrasında yer alan sınav ilanında belirtilen kadronun dört katı kadar adayın sözlü sınava çağrılması yolundaki düzenleme, yazılı sınavın nesnel sonuçlarının ortadan kaldırılmasına, idarenin takdir yetkisinin kullanılmasında öznel nedenlerin etkili olmasına yol açacak nitelikte olup, bunun ise kamu yararı ve hizmet gerekleriyle bağdaşmayacağı sonucuna varılmaktadır.' Bir hukuk devletinde, devlet erki kullanılarak yapılan tüm kamu işlemlerinin nihaî amacının 'kamu yararı' olması gerekir. Bu gereklilik, kamu yararını, yasama organının takdir yetkisi için de bir sınır konumuna getirir. Anayasa Mahkemesi'nin 15.10.2003 tarih ve E.2003/36, K.2003/91 sayılı Kararında da, 'Anayasanın 2 nci maddesinde belirtilen hukuk devleti, her eylem ve işlemi hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumları benimseyen, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, yasaların üstünde Anayasanın ve yasakoyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri bulunduğu bilincinde olan devlettir. 'Yasaların kamu yararına dayanması' gereği kuşkusuz hukuk devletinin temel değerlerinden birini oluşturmaktadır. Hukuk devletinde hukuk güvenliğinin sağlanabilmesi için yasakoyucunun öngörülebilir düzenlemeler getirmesi de asıldır' denilmiştir. İptali istenen ibare, yazılı sınavın nesnel sonuçlarının ortadan kaldırılmasına, idarenin takdir yetkisinin kullanılmasında öznel nedenlerin etkili olmasına yol açacak nitelikte bir düzenleme olduğundan kamu yararına dayanmadığı açıktır. Bu nedenle de Anayasanın 2 nci maddesine aykırıdır. Öte yandan, Anayasanın 10 uncu maddesinde 'Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.' denilmektedir. Bu kural, birbiri ile aynı durumda olanlara ayrı kuralların uygulanmasını, ayrıcalıklı kişi ve toplulukların yaratılmasını engellemektedir. Yazılı sınavın nesnel sonuçlarının ortadan kaldırılması, bu sınavda daha başarılı olanların aleyhine, daha az başarılı olanlar lehine bir durum yarattığından Anayasanın 10 uncu maddesindeki 'Kanun önünde eşitlik' ilkesiyle de bağdaşmamaktadır. Diğer taraftan, 19.11.2009 tarihli ve 5924 sayılı Kanunun 1 inci maddesi ile değiştirilen 832 sayılı Sayıştay Kanununun 9 uncu maddesinin altıncı fıkrasında, 'Mülakat, adayın; a) Bir konuyu kavrayıp özetleme, ifade yeteneği ve muhakeme gücü,Esas Sayısı : 2009/94 Karar Sayısı : 2011/90 3 b) Liyakati, temsil kabiliyeti, davranış ve tepkilerinin mesleğe uygunluğu, c) Özgüveni, ikna kabiliyeti ve inandırıcılığı, ç) Genel yetenek ve genel kültürü, d) Bilimsel ve teknolojik gelişmelere açıklığı, yönlerinden değerlendirilerek, ayrı ayrı puan verilmek suretiyle gerçekleştirilir. Adaylar, komisyon tarafından (a) ila (d) bentlerinde yazılı özelliklerin her biri için yirmişer puan üzerinden değerlendirilir ve verilen puanlar ayrı ayrı tutanağa geçirilir.' denildikten sonra iptali istenen cümlede de 'Bunun dışında mülakat ile ilgili herhangi bir kayıt sistemi kullanılmaz.' hükmüne yer verilmiştir. İptali istenen bu cümle ile adayların mülakatta verdikleri yanıtların teknolojik imkânlardan yararlanarak sesli ve görüntülü kayıt altına alınması engellenmekte ve dolayısıyla hukuk devleti ilkesinin sağladığı güvence dışlanmaktadır. Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu'nun yukarıda değinilen kararında da bu konuda; 'Danıştay Onikinci Dairesince; tüm unsurları itibariyle yargısal denetimin yapılabilmesi ve hukuk devleti ilkesinin temini açısından, sözlü sınav komisyon üyelerinin her biri tarafından değerlendirme yapılarak tutanağa bağlanmış soruların ve yanıtlarının neler olduğunun, bu yanıtlara komisyon üyelerince takdir edilen notun gerekçeleriyle ortaya konulmamış olması ve ayrıca sözlü sınavda verilen yanıtların teknolojik imkânlardan yararlanarak sesli ve görüntülü kayıt altına alınmaması nedenleriyle davacının sözlü sınavda başarısız sayılmasına ilişkin işlem hukuka uygun bulunmamıştır. Anılan Daire kararı incelendiğinde, işlemin hukuka uygun bulunmamasının gerekçelerinden birisini, 'sözlü sınavda adayın sorulara verdiği yanıtların teknolojik imkânlardan yararlanarak sesli ve görüntülü kayıt altına alınmamasının' oluşturduğu görülmektedir. Dolayısıyla, sesli ve görüntülü kayıt yapılmak suretiyle gerçekleştirilecek bir sözlü sınavda, adaylara yöneltilen soruların ve yanıtlarının da kaydedileceği açık olup, bunların ayrıca sözlü sınav komisyon üyeleri tarafından tutanağa bağlanması gerekli bulunmamaktadır. Bununla birlikte, sözlü sınavda komisyon üyelerince takdir edilen notun gerekçeleriyle ortaya konulması hukuk devleti ilkesinin sağladığı güvencenin temini açısından zorunlu ve gereklidir.' görüşüne yer verilmiştir. Anayasanın 2 nci maddesinde belirtilen hukuk devletinin unsurlarından biri de, vatandaşlarına hukuk güvenliği sağlamasıdır. Hukuk devleti, tüm eylem ve işlemlerinde yönetilenlere en güçlü en kapsamlı şekilde hukuksal güvence sağlayan devlettir. Hukukun üstünlüğünün egemen olduğu bir devlette hukuk güvenliğinin sağlanması, hukuk devleti ilkesinin olmazsa olmaz koşuludur. Görüldüğü üzere, iptali istenen 'Bunun dışında mülakat ile ilgili herhangi bir kayıt sistemi kullanılmaz.' cümlesi, yargısal denetim yapılmasını ortadan kaldıracak bir nitelik taşıdığından Anayasanın 2 nci maddesine ve aynı sınava giren adaylardan bazıları lehineEsas Sayısı : 2009/94 Karar Sayısı : 2011/90 4 idarenin takdir yetkisinin kullanılmasında öznel nedenlerin etkili olmasına yol açacak bir nitelik taşıdığı için de Anayasanın 10 uncu maddesindeki 'Kanun önünde eşitlik' ilkesine aykırıdır. Diğer taraftan, bir yasa kuralının Anayasanın herhangi bir kuralına aykırılığının tespiti onun kendiliğinden Anayasanın 11 inci maddesine de aykırılığı sonucunu doğuracaktır (Anayasa Mahkemesinin 03.06.1988 tarih ve E.1987/28, K.1988/16 sayılı kararı, AMKD., sa. 24, shf. 225). Açıklanan nedenlerle, 19.11.2009 tarihli ve 5924 sayılı Sayıştay Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 1 inci maddesi ile değiştirilen 21.02.1967 tarihli ve 832 sayılı Sayıştay Kanununun 9 uncu maddesinin beşinci fıkrasında yer alan 'üç katına kadar aday' ibaresi ve altıncı fıkrasındaki 'Bunun dışında mülakat ile ilgili herhangi bir kayıt sistemi kullanılmaz' cümlesi Anayasanın 2 nci, 10 uncu ve 11 inci maddelerine aykırı olup, iptalleri gerekmektedir. 2) 19.11.2009 Tarihli ve 5924 Sayılı Sayıştay Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 2 nci Maddesi ile 832 Sayılı Kanuna Eklenen Geçici Madde 11'in Birinci ve İkinci Fıkralarının Anayasaya Aykırılığı 5720 sayılı Yasanın iptali istenen geçici madde 1'i, aynı konuda verilmiş yargı kararını etkileyici ve değiştirici nitelik taşımaktadır. Anayasanın 138 inci maddesinde, sadece yürütmenin değil yasama organının da mahkeme kararlarına uymak zorunda olduğu, bu organların mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremeyeceği ve bunların yerine getirilmeyeceği belirtilmiştir. Madde Anayasanın bu kuralına aykırıdır. 2 ' 6 Şubat 2009 tarihlerinde yapılan Sayıştay Denetçi Yardımcılığı sözlü sınavında başarısız olan adaylar, sözlü sınavın iptali ve sınav sonucu yapılan atamaların iptali ile 29.01.1980 tarihli ve 16884 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan, Sayıştay Denetçi Yardımcısı Adaylığına Giriş Sınavı ve Denetçi Yardımcısı Adayları ile Denetçi Yardımcılarının Yerleştirilme ve Meslek Sınavı Yönetmeliğinin 'sözlü sınav' başlıklı 16 ncı maddesinde yer alan 'Sözlü sınav değerlendirilmesinde adayların zekâ, intikal surati, ifade ve temsil yeteneği de dikkate alınır' ifadesinin iptalini istemiştir. Danıştay Onikinci Dairesi, Sayıştay başkanlığının savunmasının aldıktan sonra, yargısal denetimin nasıl yapılabilirliği üzerinde durmuş ve şu gerekçelere kararda yer vermiştir: 'Sözlü sınavda başarısız sayılma işleminin, diğer tüm idari işlemlerin yargısal denetimlerinde olduğu gibi yetki, şekil, sebep, konu ve maksat olmak üzere işlemin tüm unsurları yönünden yargısal denetiminin yapılması esas olmalıdır. İdari işlemin yetki, şekil gibi salt usule ilişkin unsurları ile sınırlı olmak üzere yapılan bir yargısal denetimin, hukuk devleti ilkesinin sağladığı güvenceyi temin etmeyeceği açıktır. Nitekim 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 2 nci maddesinin (1/a) bendi gereğince iptal davalarında, idari işlemlerin yetki, şekil, sebep, konu ve maksat unsurları yönünden yargısal denetime tabi tutulması zorunlu bulunmaktadır. Dolayısıyla; sözlü sınavda başarısız sayılma işleminin yargısal denetimini sağlayacak altyapının tüm unsurlarıyla oluşturulmasını sağlamak hukuka bağlı idarenin görevidir.' Danıştay bu değerlendirmeler sonrasında; sözlü sınavda adayın hangi yönlerden görevinin gerektirdiği niteliklere sahip olmadığının Sayıştay tarafından açıklanamaması veEsas Sayısı : 2009/94 Karar Sayısı : 2011/90 5 öznel değerlendirmelere açık olan sözlü sınavda takdir edilen puanla, eleme ve yazılı sınavda normal ölçütlerde ortaya konan başarı ve liyakatin geçersiz kılınmasının mümkün olamayacağını belirtmiştir. Bu nedenle de sözlü sınavın hizmet gerekleri ve nesnel ölçüler esas alınarak yapılamadığı sonucuna varmış ve 'Bu durumda, tüm unsurları itibariyle yargısal denetim yapılabilmesi ve hukuk devleti ilkesinin temini açısından, komisyon üyelerince takdir edilen notun gerekçeleriyle ortaya konulmaması, sınavın sesli ve görüntülü kayıt yapılmak suretiyle gerçekleştirilmemesi nedeniyle yapılan sözlü sınavda ve davacının bu sınavda başarısız sayılmasına ilişkin işlemde hukuka uyarlık bulunmamaktadır.' denilmiştir. Danıştay bu kararında ayrıca, yapılan atamaların da doğal olarak iptal edilmesi gerektiğine karar vermiştir. İptali istenilen Geçici 11 inci madde, Danıştay 12. Dairesinde devam etmekte olan 2009/1045 Esas sayılı dava sırasında verilen yürütmeyi durdurma kararını geçersiz hale getirmektedir. İptali istenen maddedeki; '02.02.2009 ' 06.02.2009 tarihleri arasında yapılan Sayıştay denetçi yardımcısı adaylığı sözlü sınavında başarısız sayılanlar, bu Kanun hükümlerine göre mülakata alınırlar' ve '02.02.2009 ' 06.02.2009 tarihleri arasında yapılan sınav sonucuna göre atananların, sınav sonucuna ilişkin hakları saklıdır. Bu adayların eğitimleri ve stajları kaldığı yerden devam eder.' ifadeleri, anılan yargı kararını geçersiz kılma durumunu hiçbir kuşkuya yer vermeyecek şekilde açıkça ortaya koymaktadır. Oysa Anayasa Mahkemesinin pek çok kararında tanımlandığı gibi, Anayasanın 2 nci maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına saygı gösteren, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayıp yargı denetimine açık olan, yasaların üstünde yasakoyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri ve Anayasa bulunduğu bilincinde olan devlettir (Any. Mah. 04.06.2003 tarihli ve E.2002/132, K.2003/46 sayılı kararı). Hukuk devleti niteliğini kazanmanın vazgeçilmez koşullarından birisi mahkeme kararlarına uyulma zorunluluğudur. Anayasanın 138 inci maddesinde; Yasama ve yürütme organları ile idarenin, mahkeme kararlarına uymak zorunda olduğu, bu organlar ve idarenin, mahkeme kararlarını hiç bir surette değiştiremeyeceği ve bunların yerine getirilmesini geciktiremeyeceği öngörülmüştür. Söz konusu hüküm ve kararlar gözetildiğinde, iptali istenen düzenlemeyle Anayasanın 138 inci maddesine aykırı hareket edilmiş olduğu kuşkusuzdur. Anayasa Mahkemesinin 24.12.2003 günlü ve E.2002/43, K.2003/103 sayılı kararına yazılan ek gerekçede de; Bakanlar Kurulu'nun 01.11.1999 günlü kararıyla yürürlüğe giren Türk Hava Kurumu Tüzüğünün Yürürlükten Kaldırılmasına Dair Tüzük'ün 1 inci maddesinde, Türk Hava Kurumu'nun yürürlükten kaldırılan tüzüğünde belirtilen organların görevlerinin bu Tüzüğün yürürlüğe girmesiyle sona ereceği, bu görevlerin ise, Başbakanlıkça belirlenecek bir başkan ve iki üyeden oluşan üç kişilik kurul tarafından yerine getirileceği, bu kurulun da en geç altı ay içinde Türk Hava Kurumu'nun yeniden yapılandırılmasına ilişkin Tüzüğü hazırlayarak Bakanlar Kuruluna sunacağı belirtilmiş, üç kişilik kurulun 01.11.1999 günlü Bakanlar Kurulu kararıyla oluşturulduğu, Danıştay 10. Daire tarafından Tüzük'le ilgili olarak 17.02.2000 gün ve E.1999/4871 sayı ile Kurula atama işlemi içinde 09.03.2000 gün ve 1999/5044 sayı ile yürütmenin durdurulması kararı verildiği, üç kişilik kurul tarafından hazırlanan Tüzük ile Bakanlar Kuruluna karşı açılan davada da aynı Daire tarafından 23.03.2000 gün ve E.2000/893 sayı ile yürütmenin durdurulması kararı alındığı, bu davalar devam ederken çıkarılanEsas Sayısı : 2009/94 Karar Sayısı : 2011/90 6 28.03.2000 günlü ve 4552 sayılı Yasanın dava konusu geçici 7 nci maddesiyle Türk Hava Kurumu'nun organlarının görevleri Yasa'nın dava konusu geçici 7 nci maddesiyle Türk Hava Kurumu'nun organlarının görevleri Yasa'nın yayımı tarihinde sona erdirilip, bu görevlerin Başbakanlıkça belirlenecek üç kişilik bir Kurul tarafından yerine getirileceği, söz konusu Kurul'un en geç bir ay içinde Türk Hava Kurumu'nun yeniden yapılandırılmasına ilişkin tüzüğü hazırlayarak Bakanlar Kurulu'na sunacağının öngörüldüğü, böylece, Danıştay'da görülmekte olan davanın konusunu oluşturan idari işlemin yasa kuralı haline dönüştürüldüğü, Anayasanın 138 inci maddesinin son fıkrasında, 'Yasama ve yürütme organları ile idarenin mahkeme kararlarına uymak zorunda olduğu, bu organlar ve idarenin mahkeme kararlarını hiçbir surette değiştiremeyeceği ve bunları geciktiremeyeceği kuralına yer verildiğini, davanın geçirdiği evrelerden de anlaşılacağı gibi, yasama organının itiraz konusu geçici 7 nci madde ile diğer yargı kararlarıyla aynı etki ve değerde olan yürütmenin durdurulması kararını sonuçsuz bırakmak amacıyla yasal düzenleme yaparak Anayasanın 138 inci maddesinin ihlal edildiği, öte yandan, Anayasanın benimsediği kuvvetler ayrılığı ilkesinin Devletin üstlendiği görevlerin niteliklerine göre, yasama, yürütme ve yargı organları tarafından yerine getirilmesini zorunlu kıldığı, bu organlardan birinin, diğerinin görev alanıyla ilgili işlem yapmasının fonksiyon gaspı olarak nitelendirileceğinden hukukun üstünlüğünü egemen kılmakla yükümlü hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmayacağı, itiraz konusu geçici 7 nci madde ile idari işlem niteliğinde yasama tasarrufunda bulunularak bu ilkenin de ihlal edildiği vurgulanmıştır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin kararları da bu doğrultudadır, Nitekim Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, 10.11.2004 günlü 'Bergama Altın Davası' olarak adlandırılan (Taşkın ve Diğerleri ' Türkiye, Dava No: 46117/99) kararında (Ek.3); Danıştay'ın 13.05.1997 tarihinde, 'altın madeninin oluşturduğu riske dair konuyla ilgili pek çok incelemeye dayanarak, söz konusu madene izin verilmesinin kamu yararı ile bağdaşmadığını, Bakanlar Kurulunun 29.03.2002 tarihli gizli kararnamesiyle hâlihazırda Nisan 2001 tarihinde faaliyete başlamış olan altın madeninin faaliyetlerinde devam etme izni verildiğini, Ovacık altın madeni faaliyetlerinin 13.04.2001 tarihinden itibaren deneme düzeyine indirildiğini, bu faaliyetin çeşitli Bakanlık izinlerine dayandığını ve tümüyle Başbakanlık kaynaklı olduğunu, söz konusu izinlerin hiçbir yasal dayanağa sahip olmadığını açıklanmış ve idarenin işlemleri 'yargı kararının dolanılması anlamına gelmektedir.' denildikten sonra 'Böyle bir durum, hukukun üstünlüğü ve hukuk güvenliği ilkelerinin dayandığı hukuk devleti prensibine aykırılık oluşturmaktadır' vurgusu yapılmış ve belirtilen gerekçeler temelinde AİHM'nin ulusal yetkililerin 01.04.1998 tarihinde Danıştay tarafından onanan 15.10.1997 tarihli İzmir İdare Mahkemesi kararını makul bir zaman içersinde ve gerçek anlamda yerine getirmedikleri görüşünde olduğunu, dolayısıyla Sözleşmenin m.6/1 ihlal edildiği belirtilmiştir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin 12.12.2006 günlü (Dildar ' Türkiye) kararında da; herhangi bir mahkeme tarafından verilen bir kararın uygulanması, 6 ncı maddenin amaçları bağlamında 'yargılama'nın bütünleyici bir parçası olarak görülmesi gerektiğini, yargı kararlarına 'uygun hareket etmek amacıyla' gerekli önlemleri almak için önemli bir süre gecikmekle, AİHS'nin 6/1 inci maddesinin ihlal edildiği vurgulanmıştır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin 12.07.2005 günlü (Okyay ve Diğerleri ' Türkiye) kararında da; Anayasanın 138/4 üncü maddesi ve İdari Yargılama Usul Yasasının 28 inci maddesine göre, idari makamların mahkeme kararlarına uymak ve kendilerine tebliğ edilmesinden itibaren 30 gün içinde uygulamakla yükümlü olduklarını, Başbakan ve kabinenin diğer bakanlarından oluşan (54. Hükümetin) Bakanlar Kurulu'nun 03.09.1996 tarihinde idare mahkemesi kararlarının aksine, termik santrallerin çalışmasının devamına karar verdiğini, AİHM'nin, bir mahkeme tarafından verilen kararın yerine getirilmesinin, Sözleşmenin 6/1 inciEsas Sayısı : 2009/94 Karar Sayısı : 2011/90 7 maddesinde amaçlanan 'yargılama'nın bütünleyici parçası olarak dikkate alınması gerektiğini yinelediğini, eğer Sözleşmeci Devletin yasal sisteminin, kesin ve bağlayıcı olan bir mahkeme kararının veya bir tarafın maruz kalacağı zararı önleyen bir tedbir kararının uygulanamaz hale gelmesine izin veriyorsa, bu durumda, 6 ncı maddeyle sağlanmış olan mahkemeye ulaşma hakkının görünürde kalacağını, bu ilkenin, davacının medeni hakları için kesinlik sağlayan idari işlemler bağlamında bir tartışmanın sonucu ile ilgili olduğu takdirde daha da önemli olduğunu, idari makamların üç termik santralin çalışmalarının durdurulması için, 20.07.1996 tarihinde Aydın İdare Mahkemesince verilen yürütmeyi durdurma kararını uygulamadıklarına dikkat çektiğini, İdari makamların, ayrıca Aydın İdare Mahkemesinin 30.12.1996 tarihli kararını onayan Danıştay'ın kararlarını da yasa tarafından emredilen süre içinde yerine getirmediğini, bilakis, Bakanlar Kurulu'nun 03.09.1996 tarihinde idare mahkemelerinin kararlarının aksine, üç termik santralin faaliyetinin sürdürülmesine karar verdiğini, bu son kararın yasal temelden yoksun ve iç hukuka göre açıkça hukuka aykırı olduğunu, bunun yargı kararlarına karşı hile yapmakla aynı şey olduğunu, AİHM'nin, böyle bir durumun yasal kesinlik ilkesi ve hukukun üstünlüğü üzerine kurulmuş Hukuk Devleti ilkesini ters yönde etkilediği görüşünde olduğunu, ulusal makamların, Aydın İdare Mahkemesince verilen 30.12.1996 tarihli kararları ve sonra verilen Danıştay'ın 3 ve 06.07.1998 tarihli kararlarını makul süre içinde ve hukuka uygun şekilde yerine getirmede ihmalleri olduğunu, bu nedenle 6/1 inci maddenin etkin kullanımından yoksun kalındığı düşüncesinde olduğunu ve bu nedenle Sözleşmenin 6/1 inci maddesinin ihlal edildiği belirtilmiştir. Söz konusu hüküm ve kararlar gözetildiğinde, iptali istenen düzenlemeyle Anayasanın 138 inci maddesine aykırı hareket edilmiş olduğu kuşkusuzdur. Sayıştay Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi'nin 'Genel Gerekçesinde Teklif'in amacı; 'Teklif ile Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 128 inci maddesinin 'Memurların ve diğer kamu görevlilerinin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük işleri kanunla düzenlenir' hükmü gereğince; Sayıştay denetçi yardımcısı adaylığına girişle ilgili genel hususların kanunla düzenlenmesi suretiyle objektiflik, yerindelik, hesap verilebilirlik ve liyakat ilkelerine uygun seçimin yasal güvenceye kavuşturulması ve yukarda bahsi geçen sözlü sınav neticesinde ortaya çıkan mağduriyetin giderilmesi amaçlanmaktadır' şeklinde açıklanmıştır. Ancak bu 'amaç' açıklamasının, doğru olmadığı ve yapılan bu düzenleme ile 'saklı bir amaç' güdüldüğü; bu Kanun Teklif'ini veren Bilecik Milletvekili Fahrettin POYRAZ'ın, Teklif'in Yasama Meclisi'ndeki görüşmeleri sırasında yaptığı konuşmadan da açıkça anlaşılmaktadır. Adı geçen bu konuşmasında (Ek.2); 'Değerli arkadaşlar, yapılan sınav 2 ila 6 Şubat 2009 tarihlerinde yapılıyor ve atamalar 23.02.2009 tarihinde yapılıyor. Bu atamalar yapılmadan Danıştay'a 16.02.2009 tarihinde dava açılıyor ve fakat yaklaşık beş ay sonra 07.07.2009 tarihinde de yürütmeyi durdurma kararı veriliyor. Şimdi, hakikaten ortada telafisi güç bir zarar ortaya çıkacak olsaydı, varsa bu zarar o zaman haklı olarak biz bu beş ay niye bekledik diye sormamız gerekmiyor mu'' demek suretiyle Danıştay 12. Dairesinde devam etmekte olan 2009/1045 Esas sayılı dava sırasında verilen yürütmeyi durdurma kararını ağır bir şekilde eleştirmiş ve yine buEsas Sayısı : 2009/94 Karar Sayısı : 2011/90 8 konuşmasında söz konusu kararın, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu'nun 2 nci maddesine aykırılığından bahisle idarenin takdir yetkisini kaldıracak biçimde verilmiş bir yargı kararı olduğunu vurgulamıştır. Yine Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkan Vekili Kayseri Milletvekili Sadık Yakut' da yaptığı konuşmada (Ek.3); ''Türkiye Büyük Millet Meclisi adına mali denetim yapan sayıştayın denetçi yardımcılarının mesleğe alınmasıyla ilgili yönetmeliğe dair mahkeme sebebiyle ortaya çıkan hukuki boşluğun Anayasa'nın 160/son maddesindeki kanunla düzenleme yapma şartına uygun olarak doldurulmak suretiyle ortaya çıkmış olan mağduriyetin giderilmesinde ibarettir' demek suretiyle getirilen Yasa Teklifinde güdülen amacın, Sayıştay mensuplarının atanmalarının kanunla düzenlenmesi olduğunu belirtmiştir. Ancak, bu amaç açıklamasının da gerçeği yansıtmadığı kuşkusuzdur. Zira, Anayasa Mahkemesi'nin 11.06.2003 tarih ve E.2001/346, K.2003/63 sayılı kararında da belirtildiği üzere Yasayla düzenleme, düzenlenen alanda temel ilkelerin konularak çerçevesinin çizilmiş olmasını ifade eder. Ancak, yasada temel esasların belirlenmiş olması koşuluyla uzmanlık ve teknik konulara ilişkin ayrıntılar yürütme organının takdir yetkisine bırakılabilir. Bu nedenle, Sayıştay'ın denetçi yardımcılarının mesleğe alınmasıyla ilgili olarak yasada temel esasların belirlenmiş olması şartıyla uzmanlık ve teknik konulara ilişkin ayrıntıların yürütme organının takdir yetkisine bırakılması, diğer bir anlatımla yönetmelik ile düzenlenmesi mümkün olduğundan yapılan bu düzenlemede saklı bir amacın güdüldüğü kuşkusuzdur. Yapılan bu açıklamalar da, yasama erkinin yukarıda etraflıca belirtilen yargı kararının uygulanmasını engellemek amacına yönelik olarak kullanıldığının açık bir göstergesi olup, iptali istenen söz konusu düzenlemeden anlaşılacağı üzere yürütme, Sayıştay denetçi yardımcısı adaylığı sözlü sınavında başarısız sayılanlar ile atama işlemleri yargı kararları ile durdurulanların atamasını 'yetki saptırması' yoluyla gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Anayasa da belirtilen amacı ya da bir kamu yararını gerçekleştirmek ereğiyle olsun, yasakoyucu belli bir sonucu elde etmek için değişik yolların seçimini siyasî tercihlerine göre yapmakta serbesttir. Ancak, yasakoyucunun kişisel, siyasî ya da saklı bir amaç güttüğü durumlarda, yani kamu yararına yönelik olmayan başka bir amaca ulaşmak için bir konuyu yasayla düzenlediği durumlarda bir 'yetki saptırması' ve giderek de amaç öğesi bakımından yasanın sakatlığı ve dolayısıyla Anayasanın 2 nci maddesinde belirtilen hukuk devleti ilkesine aykırılığı söz konusu olur. Kaldı ki anılan düzenleme, yasaların genelliği kuralı ile de bağdaşmamaktadır. Hukuk Devleti olabilmenin bir başka göstergesi de yasalarda 'genellik' ilkesine uyulmasıdır. 'Yasaların genelliği' ilkesi, hukukun genel ilkelerinden birisi olup özel, aktüel ve geçici bir durumu gözetmeyen, belli bir kişiyi hedef almayan, aynı statüde olan herkesi kapsayan kuralların getirilmesini zorunlu kılar (Anayasa Mahkemesi'nin 20.11.1996 günlü, E.1996/58, K.1996/43 sayılı kararı). Dava konusu kuralın, esas itibariyle Sayıştay denetçi yardımcısı adaylığı sözlü sınavında başarısız sayılanlar ile atama işlemleri yargı kararları ile durdurulanlar için getirildiği kuşkusuzdur. Bu nedenle iptali istenen kural, nesnellik ve genellik niteliklerinden yoksun olup,Esas Sayısı : 2009/94 Karar Sayısı : 2011/90 9 belirli durumlar için, belirli amaçlara ulaşmak amacıyla getirildiğinden bu nedenle de Anayasanın hukuk Devleti kavramına aykırıdır. Öte yandan, Anayasanın 10 uncu maddesinde 'Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.' denilmektedir. Bu kural, birbiri ile aynı durumda olanlara ayrı kuralların uygulanmasını, ayrıcalıklı kişi ve toplulukların yaratılmasını engellemektedir. İptali istenen geçici madde 11'in birinci fıkrasında ise, 02.02.2009 ' 06.02.2009 tarihleri arasında yapılan Sayıştay denetçi yardımcısı adaylığı sözlü sınavında başarısız sayılanların, bu Kanun hükümlerine göre mülakata alınacakları öngörülmüştür. Sayıştay denetçi yardımcılığı için aynı eleme ve yazılı sınava giren ve dolayısıyla aynı hukuki durumda olanlardan bazılarının sözlü sınava, bazılarının mülakata tabi olmasının öngörülmesi sonucunu doğuran iptali istenen düzenleme, aynı hukuki durumda olanlar için farklı bir düzenleme getirdiğinden eşitlik ilkesine de aykırılık oluşturmaktadır. Öte yandan iptali istenen düzenlemenin kanun yapma tekniği ile bağdaştırılması da mümkün değildir. 832 sayılı Sayıştay Kanununun 'Sayıştaya İlişkin Kanun Tasarı ve Teklifleri' başlıklı 19 uncu maddesinde 'Sayıştaya ilişkin olarak yapılan kanun tasarısı ve teklifleri hakkında görüşlerini tesbit etmek, vize ve denetleme işleri için yönetmelikler yapmak, Genel Kurulun görevleri arasındadır.' hükmüne yer verilmiştir. Hal böyle iken, Sayıştay'a ilişkin söz konusu Kanun Teklifi ile ilgili olarak Sayıştay Genel Kurulu'nun görüşü de alınmamıştır. Böyle bir durumun, Anayasa'nın 2 nci maddesindeki hukuk devleti ilkesine aykırı düşeceği çok açıktır. Diğer taraftan, bir yasa kuralının Anayasanın herhangi bir kuralına aykırılığının tespiti onun kendiliğinden Anayasanın 11 inci maddesine de aykırılığı sonucunu doğuracaktır (Anayasa Mahkemesinin 03.06.1988 tarih ve E.1987/28, K.1988/16 sayılı kararı, AMKD., sa. 24, shf. 225). Açıklanan nedenlerle, 19.11.2009 tarihli ve 5924 sayılı Sayıştay Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 2 nci maddesi ile 832 sayılı Kanuna eklenen geçici madde 11'in birinci ve ikinci fıkraları, Anayasanın hukuk devletine ilişkin 2 nci, eşitlik ilkesine ilişkin 10 uncu, Anayasa normlarının bağlayıcılığı ve üstülüğüne ilişkin 11 inci, mahkeme kararlarına uyulma zorunluluğuna yönelik Anayasanın 138 inci maddelerine aykırı olup, iptali gerekmektedir. IV. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ İptali istenen kurallar, anayasa hükümlerine açıkça aykırı olduğu gibi, yasaların genelliği ilkesiyle bağdaşmayan kişiye özel bir kanun niteliği taşımakta ve özünde de kamu yararı amacına dayanmadığından uygulanmaları halinde sonradan giderilmesi güç ya da olanaksız durum ve zararların doğabileceği açıktır. Öte yandan, Anayasal düzenin en kısa sürede hukuka aykırı kurallardan arındırılması, hukuk devleti sayılmanın da gereğidir. Anayasaya aykırılığın sürdürülmesinin, bir hukuk devletinde subjektif yararların üstünde, özenle korunması gereken hukukun üstünlüğü ilkesini de zedeleyeceği kuşkusuzdur. Hukukun üstünlüğü ilkesinin sağlanamadığı bir düzende, kişi hak ve özgürlükleri güvence altında sayılamayacağından, bu ilkenin zedelenmesinin hukuk devletiEsas Sayısı : 2009/94 Karar Sayısı : 2011/90 10 yönünden giderilmesi olanaksız durum ve zararlara yol açacağında duraksama bulunmamaktadır. Bu zarar ve durumların doğmasını önlemek amacıyla, Anayasaya açıkça aykırı olan iptali istenen kuralların, iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüklerinin de durdurulması istenerek Anayasa Mahkemesine dava açılmıştır. V. SONUÇ VE İSTEM Yukarıda açıklanan gerekçelerle, 19.11.2009 tarihli ve 5924 sayılı Sayıştay Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun; 1) 1 inci maddesi ile değiştirilen 832 sayılı Sayıştay Kanununun 9 uncu maddesinin beşinci fıkrasında yer alan 'üç katına kadar aday' ibaresinin ve altıncı fıkrasındaki 'Bunun dışında mülakat ile ilgili herhangi bir kayıt sistemi kullanılmaz' cümlesinin Anayasanın 2 nci, 10 uncu ve 11 inci maddelerine aykırı olduğundan, 2) 2 nci maddesi ile 832 sayılı Kanuna eklenen Geçici Madde 11'in birinci ve ikinci fıkralarının Anayasanın 2 nci, 10 uncu, 11 inci ve 138 inci maddelerine aykırı olduğundan, iptallerine ve uygulanmaları halinde giderilmesi güç ya da olanaksız zarar ve durumlar doğacağı için, iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüklerinin durdurulmasına karar verilmesine ilişkin istemimizi saygı ile arz ederiz.'"
4,049
Esas Sayısı : 2017/163 Karar Sayısı : 2018/90 1 Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 2. maddesi uyarınca; Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir. Anayasamızın 5. maddesinde devletin amaç ve görevleri; Devletin temel amaç ve görevleri, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartlan hazırlamaya çalışmaktır. şeklinde düzenlenmiştir. Temel hak ve hürriyetlerin niteliği başlığını taşıyan 12. maddede; Herkes, kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir. Hükmüne yer verilmiş olup temel hak ve hürriyetlerin ancak özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabileceği, bu sınırlamaların, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve laik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamayacağı hüküm altına alınmıştır. Anayasanın 18. maddesi uyarınca; Hiç kimse zorla çalıştırılamaz. Angarya yasaktır. Anayasamızın 35. maddesinde mülkiyet hakkı düzenlenmiş olup bu düzenleme uyarınca; Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir. 1512 sayılı Noterlik Kanununun 1. maddesi uyarınca noterlik bir kamu hizmeti olup aynı Yasanın 82. maddesi uyarınca bu yasa kurallarına göre belgelendirilen işlemler resmi işlem niteliğindedir. Noterler Adalet Bakanlığı ve Noterler Birliğinin bilgi ve gözetimi dahilinde iş ve faaliyetlerine devam etmektedirler. Gelir Vergisi Kanununun 66. maddesi uyarınca serbest meslek erbabı sayılan noterlerin, çalışmaları sermayeden çok kişisel çalışmaya, ilmi ve mesleki bilgiye ve uzlaşmaya dayanan ve ticari nitelikte olmayan işlerin, işverene tabi olmaksızın, kişisel sorumluluk altında kendi adına yapılması olarak tanımlanmıştır.(aynı yasanın 65. Maddesi) Noterlik hizmetinin özel girişimcilik ilkelerine göre yönetilmemesine karşın noterlik dairesinin bulunduğu çevre iş merkezlerine yakınlık gibi etkenler dolayısı ile noterler arasında kazanç yönünden gelir farklılıklarının ortaya çıktığı ve bu gelir farklılıklarının önlenmesi amacıyla belli bazı noterlik işlemlerinden elde edilen gelirlerin ortak bir hesapta harcayarak gerçekleştirdikleri, yine bu işlemler dolayısı ile daha çok gider yaptıkları, gelir dağılımının sağlanması ya da rekabetin önlenmesi amacıyla bile olsa kazancın paylaştırılmasına yönelik bu uygulamanın sosyal adalet ilkesine, angarya yasağına ve mülkiyet hakkına aykırılık teşkil ettiği açık olup anılan hükümlerin Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptalleri gerekmektedir. NETİCE VE TALEP: Yukarıda arz edilen gerekçelerle; 1512 sayılı Noterlik Kanununun 109 ve 111. maddelerinin Anayasanın 152.m. gereğince itirazen iptaline karar verilmesi saygı ile arz ve talep olunur.
406
Esas sayısı:1976/27 Karar sayısı:1976/51 1 "... I DAVACININ GEREKÇESİNİN ÖZETİ : Anayasa'nın 28. maddesinde toplantı ve gösteri yürüyüşü, Türk Ulusunun Temel Hak ve Özgürlüklerinden biri olarak kabul edilmiştir. Maddenin ikinci fıkrası uyarınca bu hak, ancak kamu düzenini korumak için kanunla sınırlanabilir. 11. maddesinin ikinci fıkrasında da "kanun, temel hak ve hürriyetlerin özüne dokunamaz." kuralı yer almıştır. Kamu düzenini korumak amacıyla yapılacak yasal düzenlemeler sırasında bu ana ilke gözden uzak tutulamaz. a Biçime İlişkin gerekçe özeti : 1 Cumhuriyet Senatosu Danışma Kurulunun karan olmadan ve dolayısıyla genel kumlun da karar üzerinde onayı alınmadan geçici komisyon kurulmuştur. Böylece, tasarıyı görüşecek olan geçici komisyonun oluşturulmasında hem Senato içtüzüğünün 13/B maddesine aykırı hareket edilmiştir, hem de Anayasa'nın 85/2. maddesinde öngörülen kuvvetler oranına uyulmamıştır. 2 Tasarının; gündeme alınarak, görevine devam etmesi gereken geçici komisyonun huzuriyle, görüşülmesinin tamamlanması gerekirken "içtüzük madde 17/B." Başkanlık Divanının, içtüzüğün 44. maddesindeki yetkisini kötüce kullanarak gündemlere almaması, yanlış ve olumsuz tutumları nedeniyle Senato Genel Kurulunun çeşitli birleşimlerinde zamanında görüşülmesi mümkün olmamıştır. 3 Anayasa'nın 92. maddesinde öngörülen üç aylık süre, 28/6/1975 gününde işlemeye başlamış, 23/1/1976 günü saat 24 de sona ermiştir. Olağanüstü toplantının sürdüğü üç gün içinde de üç aylık surenin işlediği kabul edilse bile tasarının Cumhuriyet Senatosundaki görüşülme süresi 19/1/1976 günü değil 20/1/1976 gününde dolmuştur. Halbuki Cumhuriyet Senatosu Başkanlığı, tasarının Millet Meclisinden gelen metninin 19/1/1976 tarihinde yasalaşmış olduğunu belirtmiştir. Böylece, Anayasa'nın 92. maddesinde belirlenen sürenin dolması beklenilmeden tasarının kanunlaştığı şeklinde işlem yapılmıştır. b Esasa ilişkin gerekçe özeti : 1 171 sayılı Kanuna 1932 sayılı Yasanın 3. maddesiyle eklenen 9. maddenin üçüncü fıkrasiyle toplantının devamım imkânsız kılacak ve genel sükûn ve düzeni bozacak sözle saldırılı bir şekil alması halinde, Hükümet Komiserine toplantıyı dağıtma yetkisi verilmiştir. Bu dağıtma nedeni, toplantı hak ve özgürlüğünün özünü zedeleyici hatta yok edici niteliktedir. Anayasa'nın 28. ve 11. maddelerine aykırı olan "sözle veya" deyiminin iptal edilmesi gerekir. Öte yandan, Anayasa ve yasalar, bir sözün saldırı niteliğini taşıyıp taşımadığı konusunda hüküm verme yetkisini sadece bağımsız mahkemelere tanır. 2 1932 sayılı Yasanın 4. maddesiyle171 sayılı Yasaya 10. madde olarak eklenen maddenin dördüncü fıkralarındaki hükümlere gelince: a İkinci fıkra hükmüne göre mahalli mülkiye amiri, fıkrada öngörülen altı erteleme nedeninden birine (kendi kişisel düşünce ve yorumuna.) dayanarak her toplantı başvurmasını erteleyebilecektir. Böyle olunca da toplantı ve gösteri yürüyüşü, bu hak ve özgürlüktenEsas sayısı:1976/27 Karar sayısı:1976/51 2 yararlanacakların arzuladıkları anda değil, idare amirinin arzuladığı anda yapılabilecektir. Bu durumda ise hakkın özü zedelenmiş ve Anayasa'nın 11. maddesi ihlâl edilmiş olur. Aynı nedenle, dolambaçlı yollardan Anayasa'nın 28. maddesinde yer alan "önceden izin almaksızın" hükmü de çiğnenmiş ve bir çeşit önceden izin alma müessesesi getirilmiştir. Bu nedenlerle, söz konusu 10. maddenin ikinci fıkrası iptal edilmelidir. b Üçüncü fıkra hükmü de, Anayasa'nın 28. ve 11. maddelerine aykırılık bakımından bir önceki fıkradan farksızdır. Bu nedenle (a) fıkrasında ileri sürülen gerekçeler bu fıkra için de geçerlidir. Valiye, fıkrada öngörülen nedenle, toplantı ve gösteri yürüyüşlerinden bir kısmını erteleyebilmesi yetkisinin tanınması halinde o ülkenin Anayasa'sında "kanun hakkın özüne dokunamaz" ilkesinin bir anlamı kalmaz. Fıkra hükmü toplantı ve gösteri yürüyüşü hak ve özgürlüğünü, valinin subjektif takdiri ile sınırlandırmaktadır. Ve partizan bir valinin muvazaalı davranışına olanak hazırlar niteliktedir. c Yukarıda (a) ve (b) fıkraları için belirtilen gerekçelere dayanarak, Anayasa'nın 11. ve 28. maddelerine aykırı görülen dördüncü fıkra hükmünün de iptal edilmesi gerekir. d 10. maddenin üçüncü ve dördüncü fıkralarının iptali halinde bu son fıkranın beşinci fıkranın anlamı kalmayacağından, bağlı bulunduğu fıkra hükümleri dolayısiyle bu fıkra da bu nedenle iptal olunmalıdır. Sonuç ve istem: 29/1/1976 günlü ve 15483 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan 19/1/1976 tarihli ve 1932 sayılı Yasa ile 171 sayılı "Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Hürriyeti Hakkında Kanun"a 9. madde olarak eklenen maddenin üçüncü fıkrası içinde yer alan "sözle veya" deyimi ile, 10. madde olarak eklenen maddenin ikinci, üçüncü, dördüncü ve beşinci fıkralarında yazılı hükümlerin tümünün, Anayasa'nın 11. ve 28. maddelerine aykırı olduğundan, Anayasa'nın değişik 147., 149. ve 150. maddeleri uyarınca, biçim ve esasa ilişkin nedenlerle iptallerine karar verilmelidir. Dava dilekçesinde, ayrıca sözlü istemde de bulunulmuştur."
642
Esas Sayısı : 2018/69 Karar Sayısı : 2018/47 1 ... 1. 13.03.2018 tarihli ve 7102 sayılı Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanun İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 1. maddesiyle 298 sayılı Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanunun 5. maddesinin birinci fıkrasına eklenen cümlenin Anayasaya aykırılığı 7102 sayılı Yasanın 1. maddesiyle 298 sayılı Yasanın 5. maddesinin birinci fıkrasına eklenen cümle ile aynı binada oturan seçmenlerin, hane bütünlükleri korunarak aynı seçim bölgesindeki farklı sandıklarda oy kullandırılabilmesinin yolu açılmaktadır. Anayasanın 67. maddesinin ikinci fıkrasında, seçimler ve halkoylamasının serbest, eşit, gizli, tek dereceli, genel oy, açık sayım ve döküm esaslarına göre, yargı yönetim ve denetimi altında yapılacağı belirtilmiştir. Demokratik anlamda meşruiyetin kaynağı olan seçimlerin her türlü şaibeden uzak bir şekilde denetime açık, saydamlığın sağlandığı bir ortamda, seçmenlerin oylarını sandıklara erişimde bir sıkıntı yaşamadan kullanmaları sağlanmalıdır. Anayasa Mahkemesine göre seçimlerin demokrasideki önemi devletin oyların serbestliği(ni) etkileyecek yanlı girişim ve eylemlere karşı önlem alınmasını zorunlu kılmıştır. Seçimlerin dürüstlük kurallarına uygun biçimde yapılması, Devletin başta gelen yükümlülüğüdür. Bu konuda gösterilecek özen rejimin sağlıklı yaşamı için temel koşuldur. Seçimler, demokratik düzenin başlıca kaynağı ve geçerlik göstergesidir Kaldı ki, 67. maddenin ikinci fıkrasındaki ilkeler de dürüstlük ilkesini özetlemekte, onunla birleşmekte, bütünleşmektedir. (E.1987/6 K.1987/14, 22/5/1987). Diğer taraftan Anayasanın 79. maddesinde seçimlerin dürüstlüğünü sağlama görevi Yüksek Seçim Kuruluna verilmiştir. Seçimlerin dürüstlüğü ilkesi serbest seçim ilkesinin bir boyutu ve gereğidir. Zira dürüst bir şekilde yapılmayan seçimin, seçmenin serbest iradesini yansıttığını söylemeye olanak bulunmamaktadır. Seçimlerin dürüstlüğünü ve seçimlere güveni tesis etmenin yollarından biri bizzat seçmenlerin seçimlerle ilgili denetim olanaklarının artırılması ya da en azından kısıtlanmamasıdır. Aynı binada oturan ve hatta sokakta oturan seçmenler; birbirini tanımaları nedeniyle sandık seçmen listelerinin oluşturulmasında ve sandık seçmen listesindeki hata ve hileleri tespitte önemlidir. Seçmenlerin bu şekilde farklı sandık bölgelerine dağıtılması, seçmenler birbirilerini tanımadığından, örneğin o sandıktaki sahte seçmenleri tespit etme, vefat edenlerin halen kayıtlı olup olmadığını bilme veya eğer binada boş daire varsa o haneye yazılan seçmenler olup olmadığını ya da aynı haneye fazladan seçmen yazılıp yazılmadığını denetleme imkânı bulamayacaklardır. Oysa bu tür usulsüzlükleri tespit eden seçmenlerin itiraz etme yetkisi vardır. 298 sayılı Yasanın 4. Maddesinde seçimlerde her muhtarlık bir seçim bölgesidir 5. Maddesinde ise Seçimlerde, her seçim bölgesi gerektiği kadar sandık bölgesine ayrılır. hükmü yer alır. Buna göre her muhtarlık bölgesindeki kişiler farklı sandıklara dağıtılabilecektir. Ülkemizde nüfusu illerden ve ilçelerden daha büyük olan mahalleler olduğu devletin resmi verilerine, istatistiklerine bakıldığında çok rahat görülmektedir. Bu şekilde kalabalık bir mahallede seçmenlerin her türlü denetim olanağı elinden alınmaktadır. Ayrıca bu dağıtımın kriterinin ne olduğu da belli değildir. Hangi haneler, aynı binada oturanlardan farklı sandık bölgelerine yönlendirilecektir. Bu ayrımın nasıl yapılacağına ilişkin bir açıklık da yerEsas Sayısı : 2018/69 Karar Sayısı : 2018/47 2 almamaktadır. Siyasi partilerin seçmen listeleri üzerinde seçim denetimi imkânı da bu şekilde ortadan kaldırılmaktadır. Bu hükmün uygulanmasının sandığa ulaşımda meydana getireceği sıkıntılar da sandığa erişim açısından sıkıntılar oluşturacaktır. Bu maddeyle aynı zamanda 298 sayılı Yasanın 5. Maddesinin ikinci fıkrası ilga edilmiştir. Oysa bu fıkra sandık bölgelerinin oluşturulmasında uzaklık ve ulaşım güçlüklerinin dikkate alınması düzenliyordu. Nüfusu ve yüzölçümü çok geniş olan mahallelerde bu hususun göz ardı edilmesi elbette sandığa erişim sıkıntısına yol açacaktır. Siyasi partilerin daha önceki dönemlerde seçimlerde kendilerine avantaj sağlamak için şehirleri büyükşehir, seçim bölgelerine giren ilçeleri, köyleri ve mahalleleri değiştirmiş olduğu unutulmamalıdır. Bu şekilde öncesinde ilçe, köy ve mahalle düzeyinde yapılan seçimi lehe çevirmeye yönelik değişiklikler aynı binalara kadar indirilmiştir. Seçimlerde seçmenlerin denetim imkânlarını kısıtlayarak seçimlerin dürüstlüğü ve güvenilirliğini zedeleyen, siyasi iktidarın daha önce il, ilçe, belediye, mahalle düzeyinde kendisini avantajlı kılmak için yaptığı değişiklikleri aynı binada oturanlara kadar indirgeyen, seçmenlerin sandığa erişiminde sorunlara yol açacak, seçmen listelerindeki usulsüzlükler nedeniyle seçmen iradesinin fesada uğramasına zemin hazırlayan bu düzenlemenin Anayasanın 67. maddesinde yer alan serbest seçim ilkesine ve Anayasanın 79. maddesinde belirtilen seçimlerin dürüstlüğü ilkelerine uygun olduğundan söz edilemez. Sonuç olarak Anayasanın 67. ve 79. maddelerine aykırı olan kuralın iptali gerekir. 2. 13.03.2018 tarihli ve 7102 sayılı Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanun İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 2. maddesiyle 298 sayılı Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanunun 14. maddesinin birinci fıkrasına eklenen (16) numaralı bendin Anayasaya aykırılığı 7012 sayılı Yasanın 2. maddesiyle 298 sayılı Yasanın 14. maddesinin birinci fıkrasına eklenen (16) numaralı bent ile Yüksek Seçim Kuruluna, seçim güvenliğinin gerektirmesi halinde, vali veya il seçim kurulu başkanının talebi üzerine, o yerdeki sandıkların en yakın seçim bölgesine taşınabilmesine, sandık bölgelerini birleştirilebilmesine, seçim bölgelerinin birleştirilmesine ve seçmen listelerinin karma şekilde düzenlenmesine karar verme yetkisi tanınmıştır. Seçimin serbestliği ve dürüstlüğü Anayasada seçimlere ilişkin olarak yer verilen temel ilkelerdir. Seçimin serbestliği ilkesi, seçmenin oyunu her türlü etkiden uzak ve gizlilik içinde kullanmasının tam olarak güvence altına alınması halinde gerçekleşebilir Anayasa Mahkemesinin kimi kararlarında belirtildiği gibi serbest oy ilkesi seçmenin hiçbir yasa dışı el atmaya, baskıya ve etkiye kapılmadan oyunu kullanmasıdır. Serbest seçim, oyların bu ortamda kullanıldığı seçimdir. Oy kullanmayı etkileyecek, seçmenin özgür iradesini saptırabilecek her tür etkileme baskı sayılır. Seçmeni dolaylı da olsa, olumlu ya da olumsuz etkiye açık tutacak her girişimin önlenmesi gerekir. Oy hakkı Anayasada güvence altına alınmış temel bir haktır. Yasa koyucunun ödevi de yurt içinde ya da yurt dışında yaşayan bütün yurttaşların oy hakkından Anayasanın öngördüğü ilkelere uygun olarak yararlanmasını sağlamaktır. (E.2008/33 K.2008/113, 29.5.2008). Mahkeme bir başka kararında da oy verme hakkına getirilen kısıtlamaların hakkın özüne zarar vermemesi gerektiğini ve demokratik toplumda gereklilik kriterine uygun olmasıEsas Sayısı : 2018/69 Karar Sayısı : 2018/47 3 gerektiğini ifade etmiştir. Oy vermeye güçlük çıkaran ve bu hakkı kullanmayı olanaksız kılan düzenlemeler seçimin özünü zedeler Seçme ve seçilme hakkı demokratik devlet yönetiminin "olmazsa olmaz" koşullarındandır. Bu nedenle seçim özgürlüğünün, Anayasanın ve ona uygun olarak çıkarılacak yasanın belirleyeceği zorunlu durumlar dışında kısıtlanmaması gerekir. Serbest seçme hakkı, her türlü siyasal, ekonomik etki ve baskıdan uzak olarak oy kullanılmasını kapsar. Serbest oy ilkesine göre yapılan seçimde, seçmen oyunu açık ya da kapalı hiçbir baskıya ve bir müdahaleye uğramadan kullanır (E.1995/54 K.1995/59 18.11.1995) ve devletin bunu sağlayacak tedbirleri alması gerekir. Diğer taraftan Anayasanın 79. maddesinde seçimlerin dürüstlüğünü sağlama görevi Yüksek Seçim Kuruluna verilmiştir. Seçimlerin dürüstlüğü ilkesi serbest seçim ilkesinin bir boyutu ve gereğidir. Zira dürüst bir şekilde yapılmayan seçimin, seçmenin serbest iradesini yansıttığını söylemeye olanak bulunmamaktadır. Oysa 7102 sayılı Yasanın bu kuralı ile seçimin serbestliği ilkesi ciddi bir risk altına girmiştir. Öncelikle bu düzenlemeyle, bir ironi olarak seçim güvenliği açısından gerekli görülmesi durumunda sandık birleştirme ve taşınma kararının alınabileceği belirtilmektedir. Ancak seçimin güvenilirliği ve dürüstlüğü için bu derece ciddi bir kararın hangi hallerde alınabileceği açık bir şekilde ortaya konulmuş olmalıdır. Seçim güvenliği açısından gerekli görülmesi gibi muğlâk ifadelerle idareye oldukça geniş bir takdir yetkisi tanındığı görülmektedir. Oysa oy hakkının kullanılmasını ve serbestliğini, seçimin dürüstlüğünü doğrudan etkileyen böyle bir kararın hangi ilkeler çerçevesinde ve hangi usule göre alınabileceğinin açık bir şekilde düzenlenmesi gerekirdi. Mesela, özel güvenlik ilan edilen yerlerde buna imkân verileceği vb. hususların, yasa ile mutlaka belirtilmesi gerekirdi. İdarenin bireyin temel haklarına yönelik en büyük ihlal edici olduğu dikkate alındığında, temel haklara müdahale yetkisi tanıyan bir düzenlemenin çerçevesinin kesin, açık ifadelerle ortaya konulması temel hakların kanunla sınırlandırılması ilkesinin bir gereğidir. İdarenin keyfi uygulamalarına ve suiistimaline karşı seçmeni korumasız bırakan düzenlemeler bir hukuk devletinde kabul edilemez. Temel haklara müdahalenin ancak yasa ile yapılabileceğini ifade eden Anayasa hükmü ile Yasama yetkisinin devredilemeyeceğini düzenleyen Anayasanın 7. maddesi temel haklara sınırlama getiren düzenlemelerin müdahalenin temel ilkelerinin ve usulünün yasa tarafından düzenlenmiş olmasını gerektirir. İkinci olarak, sandıkların taşınması büyük şehirlerde olabileceği gibi, özellikle mezra veya köy vb. yerlerde mesafe ve ulaşım zorluklarına yol açacaktır. Bilindiği üzere bu Yasanın 1. maddesiyle sandık bölgelerinin oluşturulmasında mesafe ve ulaşım zorluklarının hesaba katılmasını düzenleyen 298 sayılı Yasanın 5. maddesinin ikinci fıkrası ilga edilmiştir. Bu şekilde madde ile yapılacak düzenlemenin yolu açılmıştır. Sandığa erişimi güçleştirecek böyle bir müdahale vatandaşların oy kullanamaması ile sonuçlanabilecektir. Sandığa erişimi zorlaştıran böyle bir uygulama oy hakkını ihlal edecektir. Bu nedenle oy hakkını güvence altına alan Anayasanın 67. maddesine aykırıdır. Üçüncü olarak bu düzenleme seçmen iradesini baskı altına almaktadır. Seçmenin oyunu güven içinde kullanmasını sağlamak seçimlerle ilgili temel ilkelerdendir. Seçmenin iradesini fesada uğratacak onu idarenin suiistimaline açık hale getirilecek düzenlemeler kabul edilemez. Ancak bazı köyler ve mahallelerde sandık kurulmaması, seçmenlerin sandığa gitmesini engelleyebilecek, özellikle kırsal alanda sandığa gidip gelmede zorluk çeken ya da baskıdan korkan seçmen sandıktan uzaklaşabilecektir. Bu şekilde seçmene etki ve baskı ihtimali ortaya çıkacaktır.Esas Sayısı : 2018/69 Karar Sayısı : 2018/47 4 Dördüncü olarak, seçim ve sandık bölgelerinin taşınması, birleştirilmesi ve karma seçmen listelerinin oluşturulması, seçmenler ve siyasi partiler açısından denetimi zorlaştıracağından sandığı her türlü müdahaleye açık hale getirir. Sandıkların kaçırılması, içindeki oyların değiştirilmesi gibi olasılıkları artırarak seçimlerin güvenilirliğini ve dürüstlüğünü zedeleyecektir. Beşinci olarak, seçim bölgelerinin birleştirilmesi ve seçmen listelerinin karma yapılarak düzenlenmesi, seçmenlerin bırakın aynı binada olmamalarını birbirinden tamamen uzakta farklı seçim bölgelerinde olmaları nedeniyle seçmen denetimini ortadan kaldıracak, seçmenlerin kaydında ve oy kullanmada hata ve hilelerin önüne geçilmesine engel olacaktır. 7102 sayılı Yasanın ilk maddesiyle ilgili ileri sürülen anayasaya aykırılık iddiaları bu açıdan da geçerlidir. Son olarak, sandıkların taşınması ve birleştirilmesi talebinin doğrudan valiliklerce yapılması, siyasi iktidarın bu sürece müdahale ihtimalini artırmaktadır. İdareden bu konuda görüş alınması kabul edilebilir olmakla beraber talep yetkisinin siyasi iktidarın temsilcisi olarak hareket eden ilin sorumlusuna verilmesi ile valilerin siyasi iktidarın yönlendirmesi ile hareket etmesine imkân tanınmıştır. Böylece valilere seçim sürecine doğrudan müdahale yetkisi tanınmış, seçimlerin yargının denetim ve gözetimi altında yapılmasını düzenleyen Anayasanın 67. maddesinin ikinci fıkrasına aykırılık oluşmuştur. Siyasi iktidarın talimatıyla hareket eden valiler aracılığıyla İdarenin seçimlere bu müdahalesi seçimlerin serbestliğine gölge düşürecek, seçmenin iradesinin serbestçe sandığa yansımasına engel olacaktır. Yüksek Seçim Kurulu, sandıkların taşınması ve birleştirilmesi yönünde daha önce kendisine yapılan başvuruları reddederken bu uygulamanın Anayasanın 67. maddesine neden aykırılık içerdiği açık bir şekilde ifade etmiştir: seçmen iradesinin özgürce oluşması, anayasal bir hak olan seçme hakkının engellenmemesi, kısıtlanmaması, seçmenin kendi sandık bölgesinde rahat ve basit şekilde oy kullanmasının sağlanması amacıyla güvenlik nedeniyle sandık yerlerinin seçim bölgesi dışına çıkartılarak değiştirilmesi, bir başka seçim bölgesine taşınması Anayasanın 67. maddesine uygun görülmemiştir. Açıklanan nedenlerle 298 sayılı Yasanın 14. maddesinin birinci fıkrasına eklenen (16) numaralı bent Anayasanın 7., 13., 67. ve 79. maddelerine aykırıdır, iptali gerekir. 3. 13.03.2018 tarihli ve 7102 sayılı Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanun İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 3. maddesiyle değiştirilen 298 sayılı Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanunun 22. maddesinin birinci fıkrasının ikinci cümlesi ve ikinci fıkrasının Anayasaya aykırılığı 7102 sayılı Yasanın 3. maddesiyle 298 sayılı Yasanın 22. maddesi değiştirilmiş ve sandık kurulu başkanın nasıl belirleneceği düzenlenmiştir. İlçe seçim kurulu başkanı ilçede görev yapan tüm kamu görevlileri arasından kura usulü ile ihtiyaç duyulan sandık kurulu başkanının iki katı kadar kamu görevlisi belirleyecektir. Böylece başkanların siyasi partilerin katılımıyla oluşan bir listeden, onların müdahil olduğu bir süreçle belirlenmesi usulü terk edilmiştir. Anayasa Mahkemesi serbest seçim hakkını her türlü siyasal, ekonomik etki ve baskıdan uzak olarak oy kullanılmasını kapsar. Serbest oy ilkesine göre yapılan seçimde, seçmen oyunu açık ya da kapalı hiçbir baskıya ve bir müdahaleye uğramadan kullanır şeklinde tanımlamıştır (E.1995/54 K.1995/59 18.11.1995). Bir başka kararında ise Oy kullanmayı etkileyecek, seçmenin özgür iradesini saptırabilecek her tür etkileme baskı sayılır. SeçmeniEsas Sayısı : 2018/69 Karar Sayısı : 2018/47 5 dolaylı da olsa, olumlu ya da olumsuz etkiye açık tutacak her girişimin önlenmesi gerekir Seçimin serbestliği ilkesi, seçmenin oyunu her türlü etkiden uzak ve gizlilik içinde kullanmasının tam olarak güvence altına alınması halinde gerçekleşebilir demektedir (E.2008/33 K.2008/113, 29.5.2008). Ayrıca Mahkemeye göre serbest oy ilkesi, seçmenin hiçbir yasa dışı elatmaya, baskıya, tek yanlı etkiye kapılmadan oyunu kullanmasıdır. Serbest seçim, oyların bu ortamda kullanıldığı seçimdir. Baskının eylemli olması gerekmez. Oy kullanmayı etkileyecek, seçmenin özgür iradesini saptırabilecek her tür etkileme baskı sayılır. Seçmeni dolaylı da olsa, olumsuz tek yanlı etkiye açık tutacak her girişimin önlenmesi gerekir (E.1987/6 K.1987/14, 22.5.1987). Diğer taraftan Anayasanın 79. maddesinde seçimlerin dürüstlüğünü sağlama görevi Yüksek Seçim Kuruluna verilmiştir. Seçimlerin dürüstlüğü ilkesi serbest seçim ilkesinin bir boyutu ve gereğidir. Zira dürüst bir şekilde yapılmayan seçimin, seçmenin serbest iradesini yansıttığını söylemeye olanak bulunmamaktadır. Yukarıdaki ilkeler çerçevesinde ele alındığında sandık kurulu başkanının kamu görevlileri arasından seçilmesi aşağıdaki nedenlerle seçimlerin serbestliği ilkesine aykırıdır. Başkanın kamu görevlileri arasından seçilmesi, kamu görevlilerinin siyasallaştığı, iktidar partisinin görevlileri haline geldiği, özellikle OHAL sürecinde yaşanan toplu ihraçlar ve kamu görevlilerinin memurluk güvencesinin her an hiçbir itiraz imkânı olmaksızın ortadan kaldırılabildiği bir ortamda seçim güvenliği ve seçimlerin serbestliği üzerinde büyük bir baskı oluşturacaktır. Sandık kurulu başkanının yetki ve görevleri dikkate alındığında, örneğin sandık çevresinde düzenin sağlanması (md. 82) görevi, seçimlerin serbestliği ve adilliği üzerinde etkisi büyüktür. Bu hüküm ile seçime gölge düşürecek, seçimin serbestliği, dürüstlüğü ve adilliğine dair var olan endişeleri daha da artıracaktır. Bu değişiklik 7102 sayılı Yasanın diğer maddeleri ile birlikte değerlendirildiğinde, seçmen listelerinin karma hale getirilmesi, sandık bölgesinin birleştirilmesi, sandıkların taşınması, kolluk kuvvetlerinin sandık çevresine müdahalesinin kolaylaştırılması vb. sandık başkanının kamu görevlilerinden olması –güvencelerinin ortadan kalktığı ve kamuda partizanlığın yaygınlaştığı bir dönemde seçimlerin serbestliğini ve seçimlere dair birçok ilkeyi göz ardı edilmesi sonucunu doğuracaktır. En hafifinden oyların sayımında muhalefete ait oyların geçersiz sayılabilmesi, ittifak partileri oylarında kuralların daha esnek uygulanması nedeniyle seçmen iradesi bozulma riski vardır. Bu değişiklik ile siyasi partilerin seçimler üzerindeki denetim yetkisi de ciddi derecede azalmıştır. Seçimlerin temel ilkelerini tehdit eden bu nedenle seçimlerin serbestliği, dürüstlüğü ve güvenilirliği üzerinde ciddi şüphe ve risklerin ortaya çıkmasına neden olacak bu düzenleme Anayasanın 67. ve 79. maddelerine aykırıdır, iptali gerekir. 4. 13.03.2018 tarihli ve 7102 sayılı Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanun İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 4. maddesiyle değiştirilen 298 sayılı Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanunun 23. maddesinin altıncı fıkrasında yer alan ihtiyaç duyulan sandık kurulu üye sayısının iki katı kamu görevlisini ad çekme suretiyle tespit eder ve bu kişilerden mani hali bulunmayanları sandık kurulu asıl ve yedek üyesi olarak belirler kısmının Anayasaya aykırılığı 7102 sayılı Yasanın 4. maddesiyle 298 sayılı Yasanın sandık kurulu üyeliklerini düzenleyen 23. maddesine altıncı fıkra ilave edilmiştir. Bu fıkrada sandık kurulunun bir asıl veEsas Sayısı : 2018/69 Karar Sayısı : 2018/47 6 bir yedek üyesinin ilçedeki kamu görevlileri arasından ad çekme usulüyle belirleneceği kabul edilmiştir. Anayasa Mahkemesi kararlarında serbest seçme hakkı her türlü siyasal, ekonomik etki ve baskıdan uzak olarak oy kullanılmasını kapsar. Serbest oy ilkesine göre yapılan seçimde, seçmen oyunu açık ya da kapalı hiçbir baskıya ve bir müdahaleye uğramadan kullanır. şeklinde tanımlanmıştır (E.1995/54 K.1995/59 18.11.1995). Bir başka kararında ise Oy kullanmayı etkileyecek, seçmenin özgür iradesini saptırabilecek her tür etkileme baskı sayılır. Seçmeni dolaylı da olsa, olumlu ya da olumsuz etkiye açık tutacak her girişimin önlenmesi gerekir Seçimin serbestliği ilkesi, seçmenin oyunu her türlü etkiden uzak ve gizlilik içinde kullanmasının tam olarak güvence altına alınması halinde gerçekleşebilir. demektedir (E.2008/33 K.2008/113, 29.5.2008). Ayrıca mahkemeye göre serbest oy ilkesi, seçmenin hiçbir yasa dışı el atmaya, baskıya, tek yanlı etkiye kapılmadan oyunu kullanmasıdır. Serbest seçim, oyların bu ortamda kullanıldığı seçimdir. Baskının eylemli olması gerekmez. Oy kullanmayı etkileyecek, seçmenin özgür iradesini saptırabilecek her tür etkileme baskı sayılır. Seçmeni dolaylı da olsa, olumsuz tek yanlı etkiye açık tutacak her girişimin önlenmesi gerekir (E.1987/6 K.1987/14, 22.5.1987). Diğer taraftan Anayasanın 79. maddesinde seçimlerin dürüstlüğünü sağlama görevi Yüksek Seçim Kuruluna verilmiştir. Seçimlerin dürüstlüğü ilkesi serbest seçim ilkesinin bir boyutu ve gereğidir. Zira dürüst bir şekilde yapılmayan seçimin, seçmenin serbest iradesini yansıttığını söylemeye olanak bulunmamaktadır. Yukarıdaki ilkeler çerçevesinde ele alındığında sandık kurulu başkanı yanında üyelerden birinin de kamu görevlileri arasından seçilmesi, 7102 sayılı Yasada yer alan diğer düzenlemeler de dikkate alındığında aşağıdaki nedenlerle seçimlerin serbestliği ilkesine aykırıdır. 298 sayılı Yasanın 23. maddesine göre sandık kurulu, başkan dâhil yedi üyeden oluşur. Başkanın kamu görevlileri arasından seçilmesi bu Yasanın 3. maddesiyle düzenlenmiştir. Beş üyesi ise siyasi partilerin gönderdikleri üyelerden oluşacaktır. Bu üyeler, o seçim çevresinde seçime katılan ve ilçede teşkilatı bulunan siyasi partilerden, son milletvekili genel seçiminde o ilçede en çok oy almış olan beş partiye, her sandık için birer asıl ve birer yedek üye adını bildirmeleriyle seçilir. Yedinci üye de Yasanın bu maddesine göre kamu görevlileri arasından ad çekme ile belirlenecektir. Sandık başkanının kamu görevlileri arasından seçilmesi hususunda belirtilen çekinceler kurul üyesi kamu görevlisi için de geçerlidir. Kamu görevlisi güvencesinin ortadan kalktığı, kamu görevlilerinin kural ve ilkelere değil siyasi partilere bağlılıklarının istenildiği, OHAL uygulamalarıyla memurların bir OHAL KHKsı ile soruşturmasız ve itiraz imkânı olmadan kamudan ihraç edildiği bir dönemde bu kişilerin bağımsız ve tarafsız hareket etmesinin beklenmesi oldukça zordur. Diğer yandan kamu görevlisi sandık başkanı ve bir üye dışında ittifaka dâhil olan partilerden gelen üyelerle birlikte sandık kurulunda oy çoğunluğunu ele geçiren ittifak partilerinin seçmenlerin iradesine etkide bulunma riski oldukça yüksektir. Oyun kullanımı ve geçerliliği konusunda çıkacak her türlü uyuşmazlıkta belirleyici karar alma yetkisi bu çoğunluğun elinde olacaktır. Demokratik meşruiyetin kaynağı olan seçimlerin serbest bir şekilde yapılması, seçmen iradesinin sonrasında değiştirilmemesi gerekir, eğer böyle riskler var ise bunun ortadan kaldırılması ise Anayasanın 67. maddesinde öngörülen serbest seçim ilkesinin ve bu ilkeninEsas Sayısı : 2018/69 Karar Sayısı : 2018/47 7 tamamlayıcısı olan 79. maddede yer alan seçimin dürüstlüğü ilkelerinin gereğidir. Bu konuda gerekli güvenceleri içermeyen düzenleme Anayasanın 67. ve 79. maddelerine aykırıdır, iptali gerekir. 5. 13.03.2018 tarihli ve 7102 sayılı Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanun İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 5. maddesiyle değiştirilen 298 sayılı Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanunun 68. maddesinin ikinci fıkrasının Anayasaya aykırılığı 7102 sayılı Yasanın 5. maddesiyle 298 sayılı Yasanın 68. maddesinin ikinci fıkrası değiştirilerek, birlikte yapılan cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimlerinde oy pusulalarının aynı zarfa konulması hükmü getirilmiştir. Seçmen iradesini etkilemeye ve seçim işlerinde karışıklığa neden olma potansiyeli taşıyan bu düzenlemenin Anayasanın 67. Maddesiyle uyumlu olduğu kabul edilemez. Anılan maddenin ikinci fıkrasına göre seçimler serbest, eşit, gizli, tek dereceli, genel oy, açık sayım ve döküm esaslarına göre, yargı yönetim ve denetimi altında yapılacaktır. Burada geçen serbest oy ilkesi seçmenin hiçbir yasa dışı el atmaya, baskıya ve etkiye kapılmadan oyunu kullanmasıdır. Serbest seçim, oyların bu ortamda kullanıldığı seçimdir. Oy kullanmayı etkileyecek, seçmenin özgür iradesini saptırabilecek her tür etkileme baskı sayılır. Seçmeni dolaylı da olsa, olumlu ya da olumsuz etkiye açık tutacak her girişimin önlenmesi gerekir. (E.2008/33 K.2008/113, 29.5.2008). Ayrıca Mahkeme, kamu makamlarının serbest oy ilkesini etkileyecek tarafgir girişim ve eylemleri önleme, engelleme, vatandaşın serbestçe oluşturduğu iradesi doğrultusunda siyasi kanaatini sandığa yansıtmasını sağlama görevini kabul eder. Seçimlerin dürüstlük kurallarına uygun biçimde yapılması, Devletin başta gelen yükümlülüğüdür (E.1987/6 K.1987/14, 22/5/1987). Diğer taraftan Anayasanın 79. maddesinde seçimlerin dürüstlüğünü sağlama görevi Yüksek Seçim Kuruluna verilmiştir. Seçimlerin dürüstlüğü ilkesi serbest seçim ilkesinin bir boyutu ve gereğidir. Zira dürüst bir şekilde yapılmayan seçimin, seçmenin serbest iradesini yansıttığını söylemeye olanak bulunmamaktadır. İptali istenen düzenlemenin seçmenin iradesini etkilemeye dönük bir algı çalışması olduğu anlaşılmaktadır. Zira her iki seçimin de farklı olması biri yasama organının seçimine dair oy pusulası, diğeri yürütme erkini tekeline alan cumhurbaşkanlığı seçimi, her iki seçimin de aynı gün yapılsa da farklı zarflara konulmasını gerektirir. Aksine bir uygulama, vatandaşın algısı üzerinde oynayarak vatandaşın her iki seçimi aynileştirmesi, birinde yaptığı tercihi diğerinde yapmak zorunda olduğu algısını oluşturmak ve üzerinde psikolojik baskı kurmak, onun tercihini zihin karışıklığı içinde yapması anlamına gelir. İki farklı seçime ait tercihi aynı zarfa koymak zorunda olan seçmen iki farklı seçimde farklı siyasi partileri veya adayları tercih ettiğinde iki farklı tercihte bulunduğunun görüleceği ve anlaşılacağı kaygısına kapılabilir. Bu şekilde gerçek tercihlerini oyuna yansıtmaktan kaçınabilir. Bu şekilde seçmen tercihine baskı yapılması serbest seçim ilkesiyle bağdaşmaz. Her iki pusulanın da aynı zarfa konulmasını zorlayan ya da gerektiren hiçbir neden bulunmamaktadır. Seçimlerin mümkün olduğu ölçüde vatandaşın anlayacağı ölçüde sade bir şekilde organize edilmesi esastır. Bu nedenle her bir seçim için ayrı oy pusulalarının ayrı zarflara konulması, bir seçim için oyunu kullanıp ilgili sandığa attıktan sonra diğer seçim için oy pusulası ve zarfının teslim edilmesi gerekir. Nitekim eğer karışıklıkların önlenmesi isteniyorsaEsas Sayısı : 2018/69 Karar Sayısı : 2018/47 8 daha önce mahalli idare seçimlerinde uygulanan her bir seçim için farklı renkte, üzerinde ilgili olduğu seçimin adının olduğu zarfların kullanılması daha uygun bir tedbir olacaktır. Sandık kurulu başkanının kamu görevlilerinden seçilmesinin nedenini, seçim işlerinin daha ehil ellerle ve sorunsuz yürütülmesi olarak açıklayan yasa teklifinin, oyların ayrı zarflara konulması gibi daha önceden de uygulanan ve hiçbir soruna yol açmayan bir işlemi yönetmesi hiç de zorluk içermemelidir. Cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimi birlikte yapıldığında her iki seçime ait oy pusulalarının aynı zarfa konulması, oyların sayım ve dökümünde de sorunları beraberinde getirecektir. Nitekim bu yasa ile bahsedilen sorunları çözmek için düzenlemeler yapılmıştır. Daha sade ve anlaşılır olması amacıyla getirilen bir sistemin daha fazla karışıklığa neden olması, onu düzeltmek için yeni kuralların getirilmesi kuralın asıl amacının seçimlerin dürüstlüğü ve adilliği olmadığı kanaatini güçlendirmektedir. Sandık kurulu başkanının kamu görevlilerinden seçilmesini seçim işlerinin daha ehil ellerle ve sorunsuz yürütülmesi olarak açıklayan yasa teklifinin oyların ayrı zarflara konulmasını gibi öncesinde de uygulanan ve ciddi sorunlara yol açmayan bir işlemi yönetmesi hiç de zorluk içermemelidir. Neticede yasama ve yürütme iki ayrı erk olup seçimleri aynı gün yapılmış olsa da ayrı seçimler olduğu açıktır. İki ayrı seçime ait oy pusulalarının aynı zarfa konulmasını zorunlu kılan hiçbir makul gerekçe bulunmamaktadır. Tam aksine bu durum seçmenlerin tercihlerini özgürce ifade etmesini önleyici bir rol oynayabilecektir. İki farklı seçime ait oy pusulalarının aynı zarfa konulması zorunluluğu oy kullanmayı kolaylaştırmayacağı gibi daha da zorlaştıracaktır. İki ayrı pusuladaki mühürlerin birbirine bulaşarak oyun geçersiz sayılmasına neden olma riski de çok yüksektir. Bu şekilde birbirine bulaşan mühürler dolayısıyla oyun geçerli olup olmadığı yönünde uyuşmazlıklar çıkacaktır. Sandık kurullarına ilişkin kurallarda yapılan değişikliklerle sandık kurullarının iktidarın kontrolüne girmesi sağlanmıştır. Bu kurulların çıkacak uyuşmazlıklarda iktidar ve ittifak lehine, diğer partiler ve adaylar aleyhine kararlar vereceğini öngörmek için herhangi bir çabaya gerek yoktur. Bu nedenle seçmeni baskı altına almayı ve serbest iradesini ortadan kaldırmayı amaçlayan, seçimlerin dürüstlüğü ilkesini zedeleyen kural Anayasanın 67. ve 79. maddelerine aykırıdır, iptali gerekir. 6. 13.03.2018 tarihli ve 7102 sayılı Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanun İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 8. maddesiyle değiştirilen 298 sayılı Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanunun 82. maddesinin beşinci fıkrasının birinci cümlesinde yer alan ya da seçmenlerin ihbarı ibaresi ile ikinci cümlesinin Anayasaya aykırılığı 7102 sayılı Yasanın 8. maddesiyle 298 sayılı Yasanın 82. maddesinin beşinci fıkrası değiştirilerek sandık başı düzenini bozmaya çalışanlara müdahale edilmesi amacıyla, sandık kurulu başkan ve üyelerine tanınan kolluk kuvvetlerini çağırma yetkisi tüm seçmenlere tanınan bir yetkiye dönüştürülmüştür. Sandık çevresinde cebir, şiddet veya tehdit kullanarak sandık başı düzenini bozmaya kalkışanlar artık vatandaşların da şahsen ihbarıyla kolluk tarafından derhal sandık çevresinden uzaklaştırılıp haklarında gerekli yasal işlemler yapılacaktır. Önceki düzenlemede seçmenler, usulsüz ve hatalı bir durumla karşı karşıya kaldıkları veya şahitEsas Sayısı : 2018/69 Karar Sayısı : 2018/47 9 olduklarında bunu sandık kurullarına iletebiliyorlardı. Eğer sandık kurulları gerekli görürse kolluk kuvvetlerinin sandık alanı içinde yer alması mümkün olabiliyordu. Seçimlerin güvenilir ve dürüstlük ilkeleri çerçevesinde yapılması, yurttaşlarının oylarını serbest iradeleri ile kullanabilmelerini gerektirir. Seçmen, oyunu bilinçli bir şekilde, serbest iradesiyle ve tehdit ve baskı altında olmadan, ileride oyların değiştirilmeyeceğine ve seçmen iradesinin aynen yansıyacağının güveni içinde kullanabilmelidir. Burada bahsedilen güven yasa teklifiyle getirilmeye çalışılan güvenlik güçlerinin sandığı muhafaza altına almaları değil, oyların vicdani kanaate uygun şekilde baskı olmadan kullanabileceği ve sonrasında değiştirilmeyeceğine dair güvendir. AYM de seçimlerin serbestliği ilkesinin gerçekleşmiş olması için seçmenin tercihine saygı gösterilmesi, seçmenin tercihi, seçim işlemlerinin başından sonuna kadar niteliğini ve doğrultusunu korumalı, herhangi bir müdahaleye uğramaksızın, seçim sonuçlarının saptanmasında bu niteliği ile hesaba katılmalıdır. demektedir (E.1968/15, K.1968/13; 3, 4, 6.5.1968). Serbest seçme hakkı, her türlü siyasal, ekonomik etki ve baskıdan uzak olarak oy kullanılmasını kapsar. Serbest oy ilkesine göre yapılan seçimde, seçmen oyunu açık ya da kapalı hiçbir baskıya ve bir müdahaleye uğramadan kullanır. (E.1995/54 K.1995/59 18.11.1995). Oy kullanmayı etkileyecek, seçmenin özgür iradesini saptırabilecek her tür etkileme baskı sayılır. Seçmeni dolaylı da olsa, olumlu ya da olumsuz etkiye açık tutacak her girişimin önlenmesi gerekir (E.2008/33 K.2008/113, 29.5.2008). Diğer taraftan Anayasanın 79. maddesinde seçimlerin dürüstlüğünü sağlama görevi Yüksek Seçim Kuruluna verilmiştir. Seçimlerin dürüstlüğü ilkesi serbest seçim ilkesinin bir boyutu ve gereğidir. Zira dürüst bir şekilde yapılmayan seçimin, seçmenin serbest iradesini yansıttığını söylemeye olanak bulunmamaktadır. Ancak bu maddeyle getirilen düzenleme ile seçmenlerin doğrudan kolluk kuvvetlerine başvurarak, kolluk kuvvetlerinin sandık çevresine gelmesine olanak tanınmaktadır. Böylece çok kolay bir şekilde kolluk mensuplarının sandık çevresine gelmesi mümkün hale gelmiştir. Kolluk güçlerinin sandık çevresinde bulunması, seçmenler üzerinde baskı oluşturabilir ve seçimlerin serbestliği üzerinde olumsuz etkide bulunabilir. Özellikle toplumda farklı gruplar arasında, siyasi, sosyal vb., derin ayrılıkların, keskin kutuplaşmaların olduğu bir dönemde, seçmenlere tanınan böyle bir yetkinin kötüye kullanması, muhalefet partilerinin temsilcileri üzerinde bir baskı aracı haline gelmesi kuvvetle muhtemeldir. Hatta kolluk kuvvetleri tarafından kişilerin sandık çevresinden uzaklaştırılması yetkisi, bireylerin oy kullanmasını önlemek, böylece oy hakkını ortadan kaldırmak için kullanılma olasılığı çok yüksektir. Seçmenlerin sandık kuruluna yapacağı haklı itirazların dahi sandık başı düzenini bozma olarak değerlendirilerek vatandaşın ihbarı ile kolluk kuvvetlerinin sandık başına gelmeleri sağlanabilecektir. Bu durum, seçmenlerin tam bir serbestlik içinde, kendi iradeleri doğrultusunda oylarını kullanmaları üzerinde olumsuz etkisi olacaktır. Kolluğun her an sandık çevresine gelebileceği ve verilen oyların denetleneceği korkusu, seçmenlerin tercihlerini ifade etmede çekinceli davranmalarına sebep olabilecektir. Bu düzenleme özellikle küçük yerleşim yerlerinde, köy, belde ve ilçelerde vatandaşların kolluk denetiminde oylarını kullanmaları sonucunu doğurabilecek, seçimlere katılımı azaltabilecek, katılım halinde is
4,070
Esas Sayısı : 1997/8 Karar Sayısı : 1997/21 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuruda, itiraz konusu kuralın, Anayasa'nın 10. ve 60. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür."
26
Esas Sayısı: 1987/22 Karar Sayısı: 1988/19 1 "... l İPTAL İSTEMİNİN GEREKÇESİ : Anayasa Mahkemesi'ne 26.8.1987 gününde verilen dava dilekçesinde açıklanan iptal gerekçeleri özetle şöyledir : Anayasa, 126. maddesinde "Merkezî idare", 127. maddesinde "Mahallî idareler" olmak üzere idarenin kuruluşunu iki başlık altında düzenlemiş, merkezî idarede "yetki genişliği" esasını benimsemiştir. Bu idare sisteminde karar mercii, merkezdeki yetkili devlet organlarıdır. Merkezî idarenin, kendi hiyerarşisine bağlı olan görevlilere, belli konularda, karar alma ve yerine getirme yetkisini tanıması olarak nitelendirilen yetki genişliği ilkesinin uygulanmasında, merkezî idare adına, bu idarenin bir memuru tarafından alman kararlar merkezî idarece her zaman değiştirilebilir, yerine yenileri oluşturulabilir. Merkezî idarede yetki genişliği esasını benimseyen Anayasa, mahallî idarelerde "yerinden yönetim" ilkesini uygun bulduğunu 127. maddesinin ikinci fıkrasında açıkça ortaya koymuştur. Anılan maddenin beşinci fıkrasına göre merkezî idarenin, mahallî idareler üzerindeki "idarî vesayet" yetkisi, denetim hakkıyla sınırlıdır. Yine 127. maddenin birinci fıkrasına göre, mahallî idarelerin organları, seçmenlerce seçim yoluyla oluşturulur. Anayasa, bu oluşturmada ve organlık sıfatının kaybedilmesinde merkezî idareye herhangi bir yetki tanımamış, bu konulardaki itirazların yargı yoluyla denetleneceğini öngörmüştür. Merkezî idareye tanınan istisnaî yetki ancak, görevleriyle ilgili bir suç nedeniyle hakkında soruşturma ya da kovuşturma açılan mahallî idare organlarını ya da bu organların üyelerini, geçici bir önlem olarak, İçişleri Bakanı'nın kesin hükme kadar uzaklaştırabilmesidir. Bakana, organlık sıfatının ortadan kaldırılması sonucunu doğuracak bir yetki verilmemiştir. Organlık sıfatının kazandırılması ve organların oluşturulmasında da Bakana hiçbir yetki tanınmadığı 127. maddenin gerekçesiyle, maddenin dördüncü fıkrasında açıkça belirtilmiştir. Açıklanan bu anlayıştan başka bir anlayış Anayasa'nın 127. maddesinin ikinci fıkrasındaki "Mahallî idarelerin kuruluş ve görevleri ile yetkileri, yerinden yönetim ilkesine uygun olarak kanunla düzenlenir" hükmüne ve merkezî idarenin yalnızca idari vesayet yetkisine sahip olduğu biçimindeki yetki sınırlamasına aykırı olur. Anayasa, merkezî idareyi bu konuda yetkili kılmayı düşünseydi, yukarıda vurgulanan ilkeleri benimsemezdi. Ülkemizde belediyeler, yerinden yönetim kuruluşlarının tipik örnekleridir. Öbür yerel yönetim birimlerine göre daha dinamik bir gelişme çizgisi izlemişler, özellikle kentleşme ve çok partili siyasal yaşamla birlikte daha ön plâna çıkmışlar, hem ulusal hem de yerel politikanın ilgi ekseni durumuna gelmişlerdir. Bu süreçte iktidarların kendi siyasal çıkarları için belediyeleri kullanma istekleri, yerinden yönetim ilkesini daraltan düzenlemelere neden olmuştur. Dava konusu yasa bu eğilimin somut bir belirtisidir. İktidar, bu yasa ile kendisine bağımlı bir yerel yönetim sistemi yaratma çabasına girmiştir. Getirilen hükümlerle, belediye meclisleri yetki ve statü kaybına uğratılmakta, belediye organlarının oluşturulmasında demokratik ilkelerden uzaklaşılmakta, vesayet makamına, yerel yönetimin yerine geçerek karar alma olanağı tanınmaktadır. Anayasa'nın 91. maddesinde öngörülen kurallara ve yasa yapma tekniğine aykırı olarak görülür bir telâş içinde çıkarılan söz konusu yasanın, 283 sayılı Kanun Hükmünde Kararname hükümlerini de kapsamına almasına karşın ne başlığında ne de içeriğinde bu hususu açıklayan bir belirti yoktur. A Yasanın 1. maddesi, 1580 sayılı Yasanın 93. maddesini değiştirmiştir.Esas Sayısı: 1987/22 Karar Sayısı: 1988/19 2 1. Sözü edilen maddenin birinci fıkrasında belirtilen durumlarda, önceden üyeleri arasından bir başkanvekili belirleme yetkisinin belediye meclisinden alınıp belediye başkanına verilmesi, yerinden yönetim ilkesinin somut simgesi ve belediye tüzelkişiliğinin bir tür parlamentosu olan belediye meclisine güvensizliği anlatır. Belediye başkanvekilini belirleme yetkisinin yürütme organına değil, karar organına verilmesi yerinden yönetim ilkesinin doğal gereğidir. Şimdiye kadar zararı görülmemiş uygulamayı tersine çevirmenin pratik bir nedeni ve yararı yoktur, tersine sakıncaları vardır. Uygulamada muhalefete mensup belediye başkanları "hizmet şantajı" adı verilen bir yöntemle iktidar partisine geçmeye zorlanmakta ya da özendirilmektedir. Yeni düzenlemeyle, parti değiştiren belediye başkanları belediye meclislerine karşı bir tür siyasal güvenceye alınmak istenmektedir. Geçici bir süre ile de olsa, yerinden ayrılan başkana vekâlet edecek üyeyi belirleme yetkisinin belediye meclisinden alınarak başkanlara verilmesini öngören bu sistem partizanlığı teşvik eder. 2. Değiştirilen 93. maddenin ikinci fıkrasının başındaki "Belediye Başkanlığı ve başkanvekilliğinin aynı zamanda boşalma halinde" ibaresi için de aynı durumlar olasıdır. Bu nedenlerle, yasanın 1. maddesinin birinci fıkrası ile ikinci fıkrasının başında yer alan "Belediye Başkanlığı ve başkanvekilliğinin aynı zamanda boşalması halinde" ibaresi, Anayasa'nın 2. maddesindeki "demokratik hukuk devleti" ilkesine, 5. maddesindeki "devletin demokrasiyi koruma" amacına ve 127. maddesindeki "yerinden yönetim" kıstaslarına aykırıdır. 3. Belediye yasasının 93. maddesinin dördüncü fıkrasıyla öngörülen, geçici olarak bir başkanın görevlendirilebilmesinin, "hizmetin aksatılmaması" fikrine dayandırılması geçerli bir gerekçe değildir. Görevden uzaklaştırmayı takiben, İçişleri Bakanı'nın ataması yoluyla boşluğun doldurulmasında hizmetin aksamayacağının, belediye meclisince doldurulması durumunda ise aksayacağının kabulü bir mantık açmazını getirir. Asıl amaç, belediyeleri iktidarın uydusu durumuna getirmek ve partizanlığı pekiştirmektir. Getirilen hüküm, Anayasa'nın 127. maddesinde yer alan "yerinden yönetim" ve "idarî vesayet" kıstaslarına aykırı bulunmaktadır. Genel anlamda yerinden yönetim, kamu hizmetlerinin bir bölümünün devletin dışında, fakat onun genel denetimi altında başka kamu tüzelkişilikleri eliyle özerk bir biçimde yürütülmesidir. Yerinden yönetimin temelinde, kuruluşun kendi organlarıyla kendi kendini yönetme fikri vardır. Belediyeler, yer esasına göre oluşturulan yerinden yönetim kuruluşlarıdır. Anayasa'ya göre, yerel yönetimler, yerel ortak gereksinimleri karşılamak üzere oluşturulan, kuruluş esasları yasayla belirtilen ve karar organları seçimle oluşmuş, tüzelkişiliğe sahip kuruluşlardır. Bir belediye başkanının görevden uzaklaştırılmasında hizmetin aksamaması için gerekli önlemleri alma görevi herkesten, hattâ idarî vesayet makamından önce belediye tüzelkişiliğinin en büyük karar organı olan belediye meclisine düşer. İdarî vesayet makamı ancak, belediye meclisinin görevini savsaklaması, yerine getirmemesi durumunda müdahale edebilir. Hizmet gerekleri dışında bir müdahale, yerinden yönetim ilkesiyle bağdaşamaz. Anayasa'nın 127. maddesinin beşinci fıkrasındaki gereklerle sınırlı idarî vesayet, sınırlı bir denetim yetkisidir. İptali istenilen fıkra bu sınırı aşmakta, idarî vesayet makamına verilen yetki, her boşluk doğmasında yeni bir atama sürecini zorunlu kılmaktadır. Bu ise, hizmeti aksatacaktır. Yeni düzenlemenin görevden uzaklaştırma yetkisini kullanan makama aynı zamanda atamayı teklif etme yetkisini vermesiyle, vesayet makamı, yerel yönetim biriminin yerine geçmiştir. Anayasa ile İçişleri Bakanına belli durumda, yerel yönetim organlarını ve bu organların üyelerini geçici bir önlem olarak görevden uzaklaştırma yetkisi verilmişse de, görevden uzaklaştırdığı bir kimsenin yerine atama yetkisi verilmemiştir. Anayasa'nın vermediği yetki, idarî vesayet ilkesine dayanılarak alınmak istenmektedir. Bir an için bu yetki, idarî vesayet çerçevesinde kabul edilse, böyle olduğu varsayılsa bile, yetkinin nasıl kullanılacağının, kullanma koşul ve yöntemlerinin yasada belirtilmesi gerekirdi. Yetkinin kullanılmasına ilişkin esasları içermeyen yasa maddesi, belediye meclisinde çoğunluğa sahip parti grubunuEsas Sayısı: 1987/22 Karar Sayısı: 1988/19 3 dikkate almayabilecektir. Maddenin TBMM'de görüşülmesi sırasında bu konudaki soruya İçişleri Bakanı cevap vermemiştir. Dayanılabilecek ölçütün, "siyasî takdir" ve "partizanlık" olduğu bugüne kadar yapılan uygulamalardan da bellidir. İçişleri Bakanı, siyasal yönden sakıncalı gördüğü kimse için yapay bir soruşturma açabilecek, buna dayanarak onu görevden uzaklaştırabilecek, sonra da kendi siyasal felsefesine ya da kişisel takdirine uygun birisini başkanvekili olarak görevlendirebilecektir. Tanınan yetki, siyasal iktidarın, yerel yönetimleri tek yönlü ve partizanca oluşturmasına yol açacaktır. Anayasa'nın öngördüğü idarî vesayet ölçütlerine uymayan keyfî yetki, partizanlığın kurumlaştırılmasına olanak vermesi nedeniyle Anayasa'nın Başlangıç kısmında yer alan "hürriyetçi demokrasi", 2. maddesindeki "demokratik devlet" ilkelerine, 5. maddesindeki "devletin demokrasiyi koruma" amacına ve siyasal partileri demokratik siyasal yaşamın vazgeçilmez öğeleri sayan 68. maddesinin ikinci fıkrasına aykırıdır, iptali gerekir. B Yasanın 2. maddesinin, 3030 sayılı Yasanın 9. maddesine eklediği fıkra da, yukarıda 1580 sayılı Yasanın 93. maddesinin dördüncü fıkrası için ileri sürdüğümüz nedenlerle Anayasa'nın Başlangıç kısmına, 2., 5. maddelerine ve 68. maddesinin ikinci fıkrasına aykırıdır. C 2972 sayılı Yasanın 4. maddesini değiştiren 3394 sayılı Yasanın 3. maddesiyle, büyükşehir belediye başkanı ile büyükşehir ilçe belediye başkanları seçimi için, büyükşehir belediye sınırları bir seçim çevresi sayılmakta, buna karşın büyükşehir belediye sınırları içinde kalan ilçelerin belediye meclisi üyelerinin seçiminde her ilçe bir seçim çevresi olarak kabul edilmektedir. Tasarının genel gerekçesinden, iktidarın, büyükşehir belediye başkanları ile büyükşehirdeki ilçe belediye başkanlarının aynı partiden olması amacını güttüğü anlaşılmaktadır. Bu, herşeyden önce, çok partili, çoğulcu demokrasiye aykırıdır. Büyükşehir belediye sınırları içinde birden fazla ilçe belediyesinin varlığı kabul edildiğine ve belediye başkanlarının seçimle gelmesi esası benimsendiğine göre, bu beldelerde oturan yurttaşlara kendi yöneticilerini serbestçe belirtmeleri hakkının da tanınması gerekmektedir. Aksi durumda ilçe belediyeleri birer şube durumunda düşünülür, başlarına da atama ile başkan getirilirdi. Seçim esasının kabul edildiği her yerde onun sonuçlarına katlanmak demokrasi gereğidir. Büyükşehir belediye sınırları içinde siyasal bir şablona göre oluşturulacak bir "dikensiz gül bahçesi" arayışı, "hürriyetçi demokrasi" ilkesine açıkça aykırıdır. Tasarının genel gerekçesinde, büyükşehir belediyeleri sınırları içinde "uyumlu ve koordineli çalışma" ile belediye başkanlarının aynı partiden olmaları arasında ilişki kurulması doğru bir düşünce değildir. Bu düşünce yöntemi, bütün yurtta tek parti egemenliğini geçerli bir ilke durumuna getirerek demokrasiyi inkâra götürür. Büyükşehir belediye başkanı ile ilçe belediye başkanları arasında çıkması doğal anlaşmazlıkların hizmeti aksatacak boyutlara varmaması ve önlenmesi için gerekli mekanizmaları oluşturmak varken, uyumlu bir belde tutkusu uğruna demokrasiden vazgeçilmesi savunulamaz. Maddenin iki fıkrası birbiriyle çelişmektedir. Son fıkra, birinci fıkrada yer alan ilkeyle çelişen bir hüküm içermekte, büyükşehir belediye sınırları içinde kalan ilçelerin belediye meclisi üyeleri seçimlerinde her ilçeyi bir seçim çevresi saymaktadır. Bu çifte standardın nedeni genel gerekçede ve madde gerekçesinde açıklanmamıştır. Uyumlu ve koordineli çalışma, yalnız büyükşehir belediye başkanıyla ilçe belediye başkanları arasında değil, belediye meclisleri arasında da söz konusudur. Belediye başkanı ile belediye meclis üyeleri seçimlerinde değişik seçim çevresi esasının uygulanması, farklı yapılanmalar doğurabilir ve başkan ile meclis arasında çatışma olasılığını artırabilir. Yasanın değişiklik getiren 3. maddesi, Anayasa'nın Başlangıç kısmında hürriyetçi demokrasi ilkesine 2., 5. ve 127. maddelerine aykırıdır.Esas Sayısı: 1987/22 Karar Sayısı: 1988/19 4 D Yasanın 4. maddesiyle 2972 sayılı Yasanın 18. maddesinin (b) bendine, birinci fıkrasından sonra gelmek üzere eklenen fıkradaki "... büyükşehir ilçe belediye başkan adayları" ibaresinin de, yasanın 3. maddesinin iptali için ileri sürdüğümüz gerekçelerle iptali gerekir. E Yasanın 6. maddesi ile ikinci ve üçüncü fıkraları üç fıkra olarak değiştirilen 2972 sayılı Yasanın 29. maddesinde yapılan değişikliklerin : 1 İlk fıkrasında, belediye organlarında çeşitli nedenlerle ortaya çıkacak boşalmalar için "... boşalmayı takip eden ilk yılın Haziran ayının ilk pazar günü"nün seçim günü olarak kabul edileceği ve 27.6.1984 günlü, 3030 sayılı Yasaya bağlı organlardaki boşalmalar için ise ara seçimi yapılmayacağı hükme bağlanmıştır. Bu değişikliğin nedeni ne genel ne de madde gerekçesinde açıklanmıştır. Maddenin yasama organında görüşülmesi sırasında da konuya açıklık getirilmemiştir. Ara seçimin uzun bir süre ertelenmesine, daha önemlisi büyükşehir belediye organlarında ve büyükşehir ilçe belediyeleri organlarında, belirtilen nedenlerle doğacak boşalmalar için ara seçimin yasaklanmasına, belediyelerin, gelecek genel yerel yönetim seçimlerine kadar 4 5 yıl atanmış görevlilerce yönetilmesine yol açan düzenleme, Anayasa'nın Başlangıç kısmına, 2., 5., 10. ve 67. maddelerine aykırıdır. 2 İkinci fıkrasıyla, yerel yönetim organlarındaki boşalmaları mülkî âmirlerin "derhal" seçim kurullarına bildirme zorunluluğu kaldırılmış, bildirim yükümlülüğü zamanla sınırlandırılmayarak takdire bırakılmıştır. Bu da Anayasa'nın yerel yönetim organlarının seçimle oluşturulmasını öngören 127. maddesine aykırı bir düzenlemedir. İptali gerekir."
1,640
Esas Sayısı : 2018/67 Karar Sayısı : 2018/110 1 ... Davacı ... vekili ... tarafından; Zonguldak ili, Kdz. Ereğli Karakol Gemileri Grup Komutanı olarak görev yapan davacının, emre itaatsizlik eylemi nedeniyle 6413 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri Disiplin Kanununun 19/1 a maddesi uyarınca 1 gün hizmet yerine terk etmeme cezası ile cezalandırılmasına ilişkin 14.04.2016 gün ve bila sayılı işlemin iptali istemiyle MİLLÎ SAVUNMA BAKANLIĞIna karşı açılan davada; 6413 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri Disiplin Kanununun 19. maddesinin 1. fıkrasının a bendinde; Kasıtlı olarak hizmete ilişkin bir emri tam yapmamak ya da değiştirerek veya sınırını aşmak suretiyle yapmaktır şeklinde tanımlanan emre itaatsizlik fiilinin 1 gün hizmet yerine terk etmeme disiplin cezasını gerektirdiği hüküm altına alınmış olup anılan Kanunun 19/1 a maddesinin Anayasaya uygun olup olmadığı yönünden gerekli inceleme yapılarak işin gereği görüşüldü; Hizmet yerini terk etmeme cezasının uygulama şekli: 6413 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri Disiplin Kanununun 12. maddesinin 5. fıkrasında; Hizmet yerini terk etmeme cezası personelin mesai bitiminden sonra görev yaptığı yerden ayrılmayıp resmî daire, kışla, eğitim alanları ile sair yerlerdeki hizmetine devam etmesidir. Bu ceza disiplin amirleri tarafından ekli (1) sayılı çizelgeye göre; disiplin kurulları tarafından dört ila on güne kadar verilebilir. Ceza verilen personel için uygun bir yatma yeri tahsis edilir. Tatil günlerinde cezanın yerine getirilmesine ara verilir. Cezanın yerine getirilmesi sırasında, hizmete ilişkin hâller hariç, günde toplam bir saati geçmemek üzere ziyaretçi kabul edilebilir. hükmü yer almaktadır. 1 6413 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri Disiplin Kanununun 19. maddesinin 1. fıkrasının (a) bendinde yer alan başvuru konusu kuralın Anayasaya aykırılığı sorunu: Anayasanın 19. maddesinin ikinci fıkrasında; Mahkemelerce verilmiş hürriyeti kısıtlayıcı cezaların ve güvenlik tedbirlerinin yerine getirilmesi; ... halleri dışında kimse hürriyetinden yoksun bırakılamaz. ... Anayasanın 38. maddesinin onuncu fıkrasında; İdare, kişi hürriyetinin kısıtlanması sonucunu doğuran bir müeyyide uygulayamaz. Silahlı Kuvvetlerin iç düzeni bakımından bu hükme kanunla istisnalar getirilebilir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin, Özgürlük ve güvenlik hakkı kenar başlıklı 5. maddesinin (1) numaralı fıkrası ise şöyledir: Herkes özgürlük ve güvenlik hakkına sahiptir. Aşağıda belirtilen haller dışında ve yasanın öngördüğü usule uygun olmadan hiç kimse özgürlüğünden yoksun bırakılamaz: a) Kişinin, yetkili bir mahkeme tarafından verilmiş mahkûmiyet kararı sonrasında yasaya uygun olarak tutulması; Kişinin Anayasa ve Sözleşmede güvence altına alman özgürlüğünden yoksun bırakılabilmesi hallerinden biri de yetkili bir mahkemenin mahkûmiyet kararma dayalı olarak ve hukuka uygun bir şekilde tutulmasıdır. Bu doğrultuda, cezai veya disiplin tedbiri sonucu her türlü hürriyetten mahrum bırakma halleri de Anayasa ve Sözleşmenin ortak koruma alanı ve dolayısıyla Anayasa Mahkemesinin konu bakımından yetkisi kapsamındadır.Esas Sayısı : 2018/67 Karar Sayısı : 2018/110 2 Anayasanın 19. maddesinin birinci fıkrasında özgürlük ve güvenlik hakkı güvence altına alınmıştır. Aynı maddenin ikinci fıkrasında ise şekil ve şartlan kanunda gösterilen belirli haller dışında, kişilerin başka bir nedenle özgürlüğünden yoksun bırakılması yasaklanmıştır. Anılan ikinci fıkradaki sınırlama nedenlerinden biri de mahkemelerce verilmiş hürriyeti kısıtlayıcı cezaların ve güvenlik tedbirlerinin yerine getirilmesi halidir. Sözleşmenin 5. maddesinin (1) numaralı fıkrasında ise Anayasanın birinci fıkrası ile paralel bir ifadeye yer verildikten sonra, aynı fıkranın (a) bendinde kişi özgürlüğü ve güvenliğinin istisnası olarak yetkili bir mahkeme tarafından verilmiş mahkûmiyet kararı sonrasında yasaya uygun olarak tutulma hali düzenlenmiştir. Sözleşmeye göre, özgürlüğe getirilen sınırlamanın meşru kabul edilebilmesi için mahkûmiyet kararı sonrası tutma hali veya hapsedilmenin, yetkili mahkeme kararma dayalı ve hukuka (kanuna) uygun olması şartları aranmaktadır. Kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı yönünden tutma hali, geniş anlamda kullanılmakta olup; gözaltı, tutuklama, mahkûmiyet sonrası tutukluluk ve hükümlülük hallerini içine almaktadır. Sözleşme maddesindeki yetkili mahkeme vurgusu, kişinin özgürlüğünden yoksun bırakılması sonucunu doğuran ceza veya güvenlik tedbiri uygulama konusunda kanun gereği yetkilendirilmiş, yürütme organı ve taraflardan bağımsız ve yeterli güvencelere sahip yargısal organı ifade etmektedir. Anayasanın 19. maddesinin birinci fıkrasında herkesin kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkına sahip olduğu ilke olarak ortaya konduktan sonra, ikinci ve üçüncü fıkralarında şekil ve şartları kanunda gösterilmek şartıyla kişilerin özgürlüğünden mahrum bırakılabileceği durumlar sınırlı olarak sayılmıştır. Dolayısıyla kişinin özgürlük ve güvenlik hakkının kısıtlanması ancak Anayasanın anılan maddesi kapsamında belirlenen durumlardan herhangi birinin varlığı halinde söz konusu olabilir. Diğer taraftan Anayasanın 38. maddesinin onuncu fıkrasında idarenin kişi hürriyetini kısıtlayacak biçimde bir yaptırım uygulayamayacağı belirtildikten sonra Silahlı Kuvvetlerin iç düzeni bakımından bu hükme kanunla istisnalar getirilebileceği hususu düzenlenmiştir. Böylece Silahlı Kuvvetlerin iç düzeni bakımından gerekli olması halinde idare tarafından kişi hürriyetini bağlayıcı bazı yaptırımların uygulanabilmesine izin verilmiştir. Ancak, Silahlı Kuvvetlerin iç düzeni bakımından kabul edilen bu istisna, sadece disiplini koruma ve bozulan disiplini sağlama niteliğindeki yaptırımlar bakımından söz konusu olabilir. Bunun ötesinde mevzuatta disiplin cezası olarak vasıflandırılmış olsa bile ceza hukuku alanına girecek nitelikteki hürriyeti bağlayıcı yaptırımların idare tarafından verilmesine demokratik bir toplumda izin verilemez. Nitekim AİHM de askeri yaşamın gerekliliklerini göz ardı etmemiş ve ceza hukuku alanına girmeyecek kadar kısa olan bazı cezaların Sözleşmenin 5. maddesi kapsamına girmediğini belirtmiştir. Mevzuatta disiplin cezası olarak öngörülmüş olan hizmet yerini terk etmeme cezası, disiplin amiri tarafından verilir ve bu amaçla, personelin mesai bitiminden sonra görev yaptığı yerden ayrılmayıp resmî daire, kışla, eğitim alanları ile sair yerlerdeki hizmetine devam etmesi, ceza verilen personel için uygun bir yatma yeri tahsis edileceği, tatil günlerinde cezanın yerine getirilmesine ara verileceği, cezanın yerine getirilmesi sırasında, hizmete ilişkin hâller hariç, günde toplam bir saati geçmemek üzere ziyaretçi kabul edilebileceği şeklinde yerine getirilir. Bu bakımdan hizmet yerini terk etmeme cezası, sonuçlan itibarıyla kişi özgürlüğünü kısıtlayan bir yaptırımdır. Dolayısıyla, hürriyetten yoksun bırakma bir yargı kararının sonucu olması ve bu kararın gerekli yetkiye sahip, yürütmeden bağımsız ve uygun yargı teminatlarını sunan yetkili mahkeme tarafından verilmesi gerekir.Esas Sayısı : 2018/67 Karar Sayısı : 2018/110 3 Somut olayda, yarbay olan davacı hakkında hiyerarşik üstü tarafından verilen 1 gün hizmet yerini terk etmeme disiplin cezası uygulanarak Anayasanın 19. maddesi çerçevesinde davacının hürriyetinden yoksun bırakılacağı açıktır. Davacı hakkında karar veren kişi orduda albay rütbesiyle görev yapmakta, askeri hiyerarşik düzende yetkili bulunmakta ve bu düzenden bağımsız hareket edememektedir. Bu durumda; davacının özgürlükten mahrum bırakılma hali yetkili bir mahkeme tarafından verilen mahkûmiyet kararı ile gerçekleşmemiş bulunduğundan Anayasada öngörülen şartlara uymamaktadır. II Sonuç ve İstem: Açıklanan nedenlerle; bir davaya bakmakta olan Mahkemenin, uyuşmazlığın çözümüne dayanak teşkil edecek yasa hükmünün Anayasaya aykırı olduğu kanısına varması durumunda, kendisini bu kanıya götüren görüşünü açıklayan kararı ile Anayasa Mahkemesine başvurması gerektiğini düzenleyen Anayasanın 152. maddesi ile 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 40. maddesi uyarınca ve yukarıda açıklanan gerekçelerle, 6413 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri Disiplin Kanununun 19. maddesinin 1. fıkrasının (a) bendinin Anayasanın 19. ve 38. maddelerine aykırı olduğu görüldüğünden, anılan maddenin iptali istemiyle itirazen Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, dosyada bulunan belgelerin onaylı bir örneğinin Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davanın geri bırakılmasına, 03/04/2018 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
1,067
Esas Sayısı : 1996/9 Karar Sayısı : 1996/21 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: "3320 sayılı "Memurlar ve İşçiler ile Bunların Emeklilerine Konut Edindirme Yardımı Yapılması Hakkında Kanun"un, "kapsam" başlıklı 1. maddesinin (b) bendinde; (10) ve (10)'dan fazla işçi çalıştıran işyerlerinde çalışan işçilere bu kanunda belirtilen esas ve usuller dahilinde konut edindirme yardımı yapılacağı hükme bağlanmış, devamı fıkrada da "(10) işçiden az işçi çalıştıran işverenlerden ise isteyenler, işçilerini Konut Edindirme Yardımından faydalandırılabilirler." hükmüne yer verilmiştir. Dava konusu Tebliğin davacı tarafından iptali istenilen hükmü, 3320 sayılı Yasanın uygulanmasını açıklamaya yönelik genel nitelikte düzenleyici bir işlemdir. Dolayısıyla davacının iptalini istediği işlemlerin denetiminin yapılabilmesi için işlemin dayanağı yasa hükmünün Anayasa'ya uygun olup olmadığının belirlenmesi gerekmektedir. Kurulumuzca, uyuşmazlığın kaynağı olan 3320 sayılı "Memurlar ve İşçiler ile Bunların Emeklilerine Konut Edindirme Yardımı Yapılması Hakkında Kanun"un, "kapsam" başlıklı 1. maddesinin (b) fıkrasında yer alan "(10) ve (10)'dan fazla işçi çalıştıran işyerlerinde çalışan işçilere, "hükmü ile aynı maddenin devamında yer alan "10 işçiden az işçi çalıştıran işverenlerden ise isteyenler, işçilerini Konut Edindirme Yardımından faydalandırabilirler." hükmünün Anayasa'ya aykırılığı bakımından incelenmesi gerekli görülmüştür. Yasanın bütünün incelenmesinden, yardıma müstehak devlet memurları ile diğer kamu personelinin konut edindirme yardımının kurumlarınca, T. Emlak Kredi Bankasında Toplu Konut ve Kamu Ortaklığı İdaresi Başkanlığı adına açılacak "Devlet Memurları ve Emeklileri Konut Edindirme Yardımı" hesabına, emeklilerin konut edindirme yardımının da Emekli Sandığınca aynı hesaba yatırılacağı, işçilerin konut edindirme yardımının da, işverenlerce tahakkuk ettirilerek SSK'na S.S.Kurumunca da, yaşlılık ve malullük aylığı alanların konut edindirme yardımı gibi, T. Emlak Kredi Bankasında Toplu Konut ve Kamu Ortaklığı İdaresi Başkanlığı adına açılan "İşçiler ve Emeklileri Konut Edindirme Yardımı" hesabına yatırılacağı ve yasada belirlenen koşullarda konut edinmek isteyenlerce konut edindirme yardımından yararlanacakları anlaşılmaktadır. Bu sistem içersinde tanınan konut edindirme yardımından, aylıklarını 657 sayılı Devlet Memurları Yasasına, 926 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri Personel Yasasına, 2914 sayılı Yüksek Öğretim Personel Kanunu ve 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Yasası hükümlerine göre alan kamu görevlileri ile yasayla veya yasanın verdiği yetkiye dayalı olarak kurulan kuruluşlarda çalışanlar arasında hiçbir ayrım yapılmadan hepsinin faydalanması öngörülmüştür. Oysa işçiler açısından "on ve daha fazla işçi çalıştıran işyerlerinde çalışanlar" ile "on'dan daha az işçi çalıştıran işyerlerinde çalışanlar" arasında ayrım yapıldığı, eşitsizlik yaratıldığı görülmektedir. 1982 Anayasasının 10. maddesinde yer alan, "yasa önünde eşitlik" ilkesi uyarınca, kimliği, unvanı, görev, yetki ve sorumluluğu, gördükleri hizmetin özellikleri ve ayrıntıları aynı veya benzer olan kişilere aynı kuralların uygulanması gerekir.Esas Sayısı : 1996/9 Karar Sayısı : 1996/21 2 Aynı hizmet koşullarına sahip ve aynı statüye tabi işçiler arasında farklı uygulama yapılması eşitlik ilkesine aykırı olacaktır. Uyuşmazlık konusu 3320 sayılı Yasadaki düzenlemeye bakıldığında, tüm kamu görevlilerinin ve (10)'dan fazla işçi çalıştıran işyerlerinde çalışan işçilerin konut edindirme yardımından yararlandırıldıkları, (10)'dan az işçi çalıştıran işyerlerinde çalışan işçilerin ise bu haktan mahrum edildikleri, konut edindirme yardımından yararlandırılmalarının işverenin isteğine bırakıldığı görülmektedir. Konut edindirme yardımından yararlandırılabilecekleri, sırf, işverenin, işyerindeki işçi sayısının (10)'un altında tutması nedeniyle, bazı işçilerin, kamu yararı haklı neden ve olağanüstü hal bulunmadığı halde yasayla tanınan olanaktan yoksun bırakılmaları ilkesine aykırı bulunmaktadır. Açıklanan nedenlerle, 3320 sayılı Memurlar ve İşçiler ile Bunların Emeklilerine Konut Edindirme Yardımı Yapılması Hakkında Kanun"un 1. maddesi (b) fıkrasındaki "(10)" ve (10)'dan fazla işçi çalıştıran işyerlerinde çalışan işçilere" hükmü ile aynı maddede yer alan "10 işçiden az işçi çalıştıran işverenlerden ise isteyenler, işçilerini Konut Edindirme Yardımından faydalandırabilirler." hükmünün Anayasa'nın 10. maddesine aykırı olduğu kınasına varıldığından, anılan Yasa hükümlerinin iptali istemiyle Anayasa Mahkemesine başvurulmasına; Anayasa'nın 152. maddesi gereğince yürütmenin durdurulması istemini de içeren davanın, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar geri bırakılmasına 2.11.1995 gününde oybirliğiyle karar verildi.""
576
Esas Sayısı : 2017/137 Karar Sayısı : 2017/161 1 Anayasanın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve yasalarla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir. Hukuk devletinde ceza hukukuna ilişkin düzenlemelerde olduğu gibi idari yaptırımlar açısından da hangi eylemlerin kabahat sayılacağı, bunlara uygulanacak yaptırımın türü ve ölçüsü, yaptırımın ağırlaştırıcı ve hafifleştirici nedenlerinin belirlenmesi gibi konularda kanun koyucu takdir yetkisine sahiptir. Ancak kanun koyucunun, kendisine tanınan takdir yetkisini anayasal sınırlar içinde adalet, hakkaniyet ve kamu yaran ölçütlerini göz önünde tutarak kullanması gerekir. Hakkaniyet, 4721 sayılı Türk Medeni Kanununda düzenlenmiş olup hâkime takdir yetkisi tanınan durumlarda, hâkimin bu takdir yetkisini somut olayın özelliklerine uygun olarak ve adalet ilkelerini gözeterek kullanmasını ifade etmektedir. Hakkaniyet kavramı, hukukun genel bir ilkesi olduğundan, anayasa yargısında da dikkate alınmalıdır. Kanun koyucu da tıpkı mahkemeler gibi takdir yetkisi kullanırken hakkaniyeti gözetmekle yükümlüdür. Kanun koyucu, sosyal sigortalar ile genel sağlık sigortası bakımından kişileri güvence altına almak, bu sigortalardan yararlanacak kişileri ve sağlanacak hakları, bu haklardan yararlanma şartlan ile finansman ve karşılanma yöntemlerini belirlemek, sosyal sigortaların ve genel sağlık sigortasının işleyişi ile ilgili usûl ve esasları düzenlemek amacıyla yürürlüğe koyduğu 5510 sayılı Kanunda ilgili gerçek ve tüzel kişilere getirdiği yükümlülüklerin ihlal edilmesi halinde idari para cezası uygulanacağını Kanunun 102. maddesinde öngörmüştür. Yukarıda belirlenen amaç doğrultusunda getirilen yükümlülüklerin ihlali durumunda ilgililerin idari para cezası ile cezalandırılması Kanun koyucunun takdir hakkı kapsamında kalmaktadır. Bununla birlikte kanun koyucunun, takdir hakkı kapsamında öngördüğü yaptırımın, adil, ölçülü ve hakkaniyete uygun olması gerekmektedir. Uyuşmazlıkta, davacıya ait işyerinde yapılan denetim sırasında 01.05.2013 31.07.2013 dönemine ait defter ve belgelerin idarece istenildiği, davacının bir başka denetim sırasında defter ve belgelerini idareye teslim ettiği gerekçesiyle defter ve belgelerini ibraz etmediği, bunun üzerine dava konusu 20.03.2014 tarihli işlemle 5510 sayılı Kanunun 102.maddesinin (e) bendinin 1.fıkrası uyarınca asgari ücretin oniki katı tutarında olmak üzere 12.852,00 TL idari para cezası ile cezalandırıldığı anlaşılmaktadır. İptali istenilen Kanun hükmünde, idarece istenilen işyeri defter, kayıt ve belgelerin 15 günlük yasal süresi içinde verilmemesi halinde asgari ücretin oniki katı tutarında maktu idari para cezası uygulanacağı hüküm altına alınmıştır. 5510 sayılı Kanunun 102.maddesinde yer verilen idari para cezasına ilişkin yaptırımlar içerisinde iptali istenilen kuralla getirilen oniki katlık tutarın en yüksek orana tekabül ettiği, diğer benzer yaptırımlar incelendiğinde ise, asgari işçilik uygulaması ile ilgili kamu kurumlan ile bankalara getirilen yükümlülüklerin yerine getirilmemesi halinde asgari ücretin iki katı tutarında ceza öngörüldüğü, inceleme ve soruşturma sırasında görevlilerin görevini yapmasınınEsas Sayısı : 2017/137 Karar Sayısı : 2017/161 2 engellenmesi halinde asgari ücretin beş katı tutarında, bu engellemenin cebir ve tehdit kullanılarak yapılması halinde asgari ücretin on katı tutarında ceza öngörüldüğü, yine aynı Kanunun 100. maddesi uyarınca Bankacılık Kanunu kapsamındaki kuruluşların ve protokol yapılan kamu kurumlarının maddede belirtilen yükümlülüklerini yerine getirmemesi halinde asgari ücretin beş katı tutarında, geç verilmesi halinde ise iki katı tutarında para cezası uygulanacağı görülmektedir. Öte yandan, itiraz konusu kuralda istenilen defter ve belgelerin ibraz edilmemesi halinde öngörülen idari para cezası maktu olarak düzenlenmiştir. Cezada, işletmelerin ekonomik büyüklüğü ve sınıfına ilişkin herhangi bir kademelendirme yapılmadığı görülmektedir. Buna göre, yıllık cirosu çok düşük olan işletmeler ile çok büyük ölçekli işletmeler açısından yükümlülüğün ihlali halinde verilecek ceza miktarı aynı olmakla birlikte daha düşük gelirli işletme için verilen ceza daha ağır sonuçlar doğurmaktadır. Bilanço esasına göre defter tutmakla yükümlü olanlar için daha yüksek, diğer defterleri tutmakla yükümlü olanlarla defter tutmakla yükümlü olmayanlar için kademeli olarak daha düşük oranda cezaların öngörülmesi, aynı defteri tutmakla yükümlü olanlar açısından bahsedilen ağır sonucu gideremeyecektir. Ayrıca tüm bunların yanında, defter ve belgelerin çeşitli sebeplerle yasal sürenin geçmesinden sonra idareye teslim edilmesi halinde öngörülen ceza ile defter ve belgelerin kötüniyetli olarak idareye hiç sunulmaması halinde uygulanan idari para cezasının aynı miktarda öngörüldüğü, böylelikle idari para cezası uygulanırken fiilin işleniş şeklinin, ilgilinin kusur durumunun, bir başka ifadeyle fiilin kusurla mı yoksa bir kasıtla mı işlendiğinin, defter ve belge kapsamında incelenen ekonomik büyüklüğün dikkate alınması engellenmektedir. Tüm bu veriler ışığı altında, cebir ve tehdit uygulanarak görevin yapılmasının engellenmesi halinde dahi asgari ücretin on katı tutarında para cezası öngörülmesine karşın yine görevin yapılmasının bir bakıma engellenmesi olarak tabir edilebilecek bir fiil kapsamında Kanun sistematiği içinde getirilen en yüksek orandaki cezanın öngörülmesi, benzer nitelikteki fiiller karşılığında kamu kurumlan ile 5441 sayılı Bankacılık Kanunu kapsamındaki kuruluşlara daha düşük oranda cezalar getirilmesi, söz konusu kurumların yükümlülüklerini geç yerine getirmesi durumunda cezanın daha az oranda uygulanması yoluna gidilmesine karşın defter ve belgelerin geç teslimi halinde dahi yine aynı oranda para cezasının öngörülmesi, maktu olarak getirilen ceza ile failin kusur durumunun ve ekonomik büyüklüğünün dikkate alınamayacak olması hususları bir bütün olarak değerlendirildiğinde, adil bir denge gözetilmeden ilgililerin itiraz konusu kuralla ölçülü ve makul olmayan idari para cezası ile cezalandırılmaları hukuk devletinin gereği olan adalet ve hakkaniyet ilkeleriyle bağdaşmamaktadır. Açıklanan nedenlerle, 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu'nun Kurumca verilecek idari para cezaları başlıklı 102. maddesinin (e) bendinin 1.fıkrasında yer alan Bilanço esasına göre defter tutmakla yükümlü olanlar için, aylık asgari ücretin oniki katı tutarında hükmünün Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 2. maddesine aykırı olduğundan bahisle iptali istemiyle Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına, dosyanın esastan görüşülmesinin Anayasa Mahkemesi'nce bu konuda bir karar verilinceye kadar bekletilmesine 05/01/2017 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
869
Esas Sayısı : 2011/149 Karar Sayısı : 2012/187 1 "... I REDD İ HÂKİM, İPTAL ve YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMLERİNİN GEREKÇESİ Dava Dilekçesinin Gerekçe Bölümü Şöyledir: 'I. HAKİMİN REDDİ TALEBİ Anayasanın 'Hak arama hürriyeti' başlıklı 36 ncı maddesinde, 'adil yargılanma hakkı' düzenlenmiş; 138 inci maddesinde ise, 'Hâkimler görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm verirler.' denilmiştir. Yargıçların bağımsızlığına gerekçe oluşturan, Anayasa, yasa ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm vermesine ilişkin bu kuraldan yargıçların tarafsızlığı anlaşılmalıdır. Yargıçlara yönelik 'meslek ahlakı standartlarını' oluşturmak amacıyla belirlenen ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun 27.06.2006 gün ve 315 sayılı kararıyla benimsenen, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu'nun 23 Nisan 2003 tarihli oturumunda kabul ettiği 2003/43 sayılı 'Birleşmiş Milletler Bangolar Yargı Etiği İlkeleri' de yargıcın bağımsızlığı ile tarafsızlığına ilişkin bağlayıcı hükümler içermektedir. Birleşmiş Milletler Bangolar Yargı Etiği İlkelerinin 'Bağımsızlık' ve 'Tarafsızlık' değerleri şöyledir: 'Değer 1: BAĞIMSIZLIK İlke: Yargı bağımsızlığı, hukuk devletinin ön koşulu ve âdil yargılanmanın temel garantisidir. Bundan dolayı hâkim, hem bireysel hem de kurumsal yönleriyle yargı bağımsızlığını temsil ve muhâfaza etmelidir. Uygulama: 1.1 Hâkim, doğrudan ya da dolayısıyla her hangi bir sebeple ya da her hangi bir yerden gelen müdâhale, tehdit, baskı, teşvik ve tüm hâricî etkilerden uzak, hâkimin olayları değerlendirmesi temelinde, vicdânî hukuk anlayışı ile uyum içerisinde bağımsız olarak yargısal işlevini yerine getirmelidir. 1.2 Hâkim, genelde toplumdan, özelde ise karar vermek zorunda olduğu ihtilâfın taraflarından bağımsızdır. 1.3 Hâkim, yasama ve yürütme organlarının etkisi ve bu organlarla uygun olmayan ilişkilerden fiîlen uzak olmakla kalmayıp, aynı zamanda öyle görünmelidir de. 1.4 Hâkim, yargısal görevlerini yerine getirirken, tek başına karar vermek zorunda olduğu hususlarda diğer yargıçlardan da bağımsızdır. 1.5 Hâkim, yargının kurumsal ve eylemsel bağımsızlığını sürdürmek ve arttırmak için, yargısal görevlerinin ifasına yönelik koruma tedbirlerini almalı ve bunları artırmalıdır.Esas Sayısı : 2011/149 Karar Sayısı : 2012/187 2 1.6 Hâkim, yargı bağımsızlığını sürdürmede esas olan yargıya yönelik kamusal güveni güçlendirmek amacıyla, yargı etiği ile ilgili yüksek standartlar sergilemeli ve bunları ilerletmelidir. Değer 2: TARAFSIZLIK İlke: Tarafsızlık, yargı görevinin tam ve doğru bir şekilde yerine getirilmesinin esasıdır. Bu prensip, sadece bizâtihî karar için değil aynı zamanda kararın oluşturulduğu süreç açısından da geçerlidir. Uygulama: 1. Hâkim, yargısal görevlerini tarafsız, önyargısız ve iltimassız olarak yerine getirmelidir. 2. Hâkim, mahkemede ve mahkeme dışında, yargı ve yargıç tarafsızlığı açısından kamuoyu, hukuk mesleği ve dava taraflarının güvenini sağlayacak ve artıracak davranışlar içerisinde olmalıdır. 3. Hâkim, duruşma ve karar aşamalarında, kendisini yargılamadan zorunlu olarak el çektirecek olasılıkları makul ölçüler içerisinde asgariye indirecek şekilde hareket etmelidir. 4. Hâkim, önündeki bir dava veya önüne gelme ihtimâli olan bir konu hakkında, bilerek ve isteyerek; yargılama aşamasının sonuçlarını veya sürecin açıkça âdilânelik vasfını makul ölçüler çerçevesinde etkileyecek veya zayıflatacak hiçbir yorumda bulunmamalıdır. Ayrıca hâkim, her hangi bir şahsın ya da meselenin âdil yargılanmasını etkileyebilecek alenî olsun veya olmasın her hangi bir yorum da yapmamalıdır. 5. Hâkim, tarafsız olarak karar veremeyeceği durumda veya makul olarak düşünme yeteneği olan bir kişide tarafsız olarak karar veremeyeceği izlenimi yaratması halinde, yargılamanın her hangi bir aşamasına katılmaktan çekinmelidir. Sınırlı sayıda sayılmamakla birlikte bu durum aşağıdaki ihtimallerde söz konusu olur: 6. Hâkimin, yargılama aşamasında delil kâbilinden tartışılan olaylarla ilgili kişisel bir bilgiye sahip olması veya davanın bir tarafıyla ilgili gerçek bir önyargı veya tarafgirlik içerisinde olması veya, 7. Hâkimin ihtilâf konusu davada, olaya ilişkin bir tanıklığının olması ya da daha önceden bu konuda avukat olarak hizmet vermiş olması veya, 8. Hâkim ya da hâkimin ailesinden birisinin ihtilâf konusu dava sonuçlarıyla ilgili ekonomik bir çıkarının olması. Davaya bakmaya devam edecek yeni bir mahkemenin kurulamaması halinde veya hiçbir şeyin yapılmamasının durumun aciliyeti nedeniyle ciddi şekilde adaletsizliğe yol açacağı halde hâkime, görevden el çektirmek gerekmez.' Birleşmiş Milletler Bangolar Yargı Etiği İlkelerinin yukarıda aynen yer verilen 'Bağımsızlık' ve 'Tarafsızlık' değerleri hiçbir yoruma ve ek açıklamaya ihtiyaç göstermeyecek derecede açıktır.Esas Sayısı : 2011/149 Karar Sayısı : 2012/187 3 Kamuoyunda Wikileaks belgeleri olarak bilinen ve bir internet sitesinde (http://www.wikileaks.ch/origin/186_18.html) yer alan 03 ANKARA 4862 kodlu yazıda, ' 4. (C) Kapsamlı reformların önde gelen savunucularından, Anayasa Mahkemesi Hakimi Haşim Kılıç, 1 Ağustos tarihinde bize özel olarak CHP'nin mevcut problemleri için kendini suçlaması gerektiğini aktarmıştır. CHP, muhalefet etmek görüntüsünü vererek ya da çok çekişme yarattıktan sonra isteksizce 'her şeyi' ' demokrasi yanlısı ortaya atılan tüm reformları kabul ederek, kendisi için prensipsiz ve erişilemez bir imaj yaratmakta. CHP, Hükümet doğru şeyi yapsa bile, sanki tek işinin AK Parti Hükümetinin yaptığı her şeye muhalefet etmek gibi davranmak olduğunu söylemiştir. Bu da seçmenleri kaçırıyor demiştir.' ifadeleri yer almaktadır. Kamuoyuna yansıyan ve Anayasa Mahkemesi Başkanı Sayın Haşim Kılıç tarafından da yalanlanmayan belgeye dayalı bilgilere göre, Sayın Başkanın Cumhuriyet Halk Partisi hakkında Amerika Birleşik Devletlerinin Ankara Büyükelçiliği yetkililerine olumsuz değer yargılarında bulunduğu anlaşılmış, bu konudaki gizli görüşmenin kamuoyuna yansıması ile de Sayın Başkanın Cumhuriyet Halk Partisinin tarafı olduğu bir davada tarafsız karar veremeyeceği izlenimi doğmuştur. Yasama ve yürütme organlarının siyasi söylemlerinden ve bu organlarla uygun olmayan ilişkilerden fiilen uzak olmakla kalmayıp, aynı zamanda öyle görünmesi de gereken bir yüksek yargıcın, hem de yabancı bir ülkenin Büyükelçiliğine iç siyasete ilişkin değerlendirmelerde bulunmasındaki tuhaf ötesi gariplik bir yana, yasaları, yasa gücünde kararnameleri, TBMM İçtüzüğünü, Anayasaya şekil ve esas bakımından; Anayasa değişikliklerini ise şekil bakımından denetlemek ve bireysel başvuruları karara bağlamakla Anayasal olarak görevli Anayasa Mahkemesinin bir üyesinin, TBMM'nin çıkardığı yasaları, yasa gücünde kararnameleri, TBMM İçtüzüğünü ve Anayasa değişikliklerini gerek gördüğü durumlarda Anayasa Mahkemesine taşımakla Anayasal olarak yetkilendirilmiş Anamuhalefet Partisi hakkında şikayetvari olumsuz görüş beyan etmenin de ötesinde, hiç kimseyi yüceltmeyecek sözler söylemesi; yargıcın bireysel bağımsızlığını koruyamadığını, karar vermek zorunda olduğu ihtilafın taraflarından bağımsız kalamadığını, sadece bizatihi karar için değil, aynı zamanda kararın oluşturulduğu süreç açısından da geçerli olan tarafsızlık ilkesiyle bağdaşmayan eylemler içinde bulunduğunu, mahkemede ve mahkeme dışında, yargı ve yargıç tarafsızlığı açısından kamuoyu, hukuk mesleği ve dava taraflarının güvenini sağlayacak ve artıracak davranışlar içerisinde bulunmadığını; önüne gelme ihtimâli olan davalar hakkında, yargılama aşamasının sonuçlarını veya sürecin açıkça adilanelik vasfını makul ölçüler çerçevesinde etkileyecek veya zayıflatacak yorumlarda bulunduğunu, hiçbir yoruma ihtiyaç göstermeyecek açıklıkta ortaya koymaktadır. Somut olayda, ekte yer alan belgeler ve bu belgeler çerçevesinde kamuoyu önünde yapılan aleni tartışma ve değerlendirmeler karşısında, Sayın Başkan Haşim Kılıç'ın derin bir sessizliğe bürünerek, usulen yalanlama yoluna dahi gitmemiş olması, kamuoyunda ABD Ankara Büyükelçiliğine Cumhuriyet Halk Partisini şikayet eder mahiyetteki sözleri söylediği ve olumsuz değerlendirmelerde bulunduğu ve dolayısıyla davanın bir tarafıyla ilgili gerçek bir önyargı veya tarafgirlik içerisinde olduğu şeklinde anlaşılmış ve Sayın Haşim Kılıç'ın Cumhuriyet Halk Partisinin tarafı olduğu işbu davada bir yargıç tarafsızlığı ile karar veremeyeceğine ilişkin ciddi kuşkuların yerleşmesine yol açmıştır. 25 Nisan 2011 tarihinde Anayasa Mahkemesinin 49 ncu Kuruluş Günü Töreninde yapılan açılış konuşmasındaki şu sözler de Sayın Haşim Kılıç'a aittir:Esas Sayısı : 2011/149 Karar Sayısı : 2012/187 4 'Anayasanın 175 inci maddesinde Anayasa değişikliği için öngörülen nitelikli çoğunluk anlayışının içinde, uzlaşmaya dönük örtülü bir yaklaşım olduğu düşünülebilirse de, bu, çoğunluğu elde edenlerin azınlıkta kalan diğer görüşleri ve farklılıkları yok sayma, dışlama ya da dayatma yolunu haklı kılamaz. Ancak, nitelikli çoğunluk dışındaki görüş sahiplerinin de bu gücü bloke etme, etkisizleştirme gibi davranış sergilemelerine de izin verilemez. Doğal hukukla örtüşen evrensel değerler üzerinde geniş katılımlı bir iradeyi oluşturmak zor değildir. Yeter ki demokrasinin müzakere imkânlarından faydalanarak çözüm bulma iradesi samimiyetle ortaya konulabilsin. Toplumun tanıklığında ortaya konulan bu samimi duruşlar, çoğunlukçu, dayatmacı ve 'ben yaptım oldu' noktasındaki düşünce sahiplerinin haksızlığını açıkça ortaya koyacaktır. Siyaset kurumları, geçmişte yaşanan fahiş hatalarla hesaplaşarak, sorunlara çözüm önerilerini cesaretle sunabilmelidirler. Ümit ediyorum ki bu gayret, Anayasa Mahkemesi'ne dava açmak suretiyle sorun çözme kolaycılığını da ortadan kaldıracaktır.' Anayasa Mahkemesinin Sayın Başkanı Haşim Kılıç'a göre, Anayasanın 175 inci maddesinde aranan nitelikli çoğunluk, uzlaşmaya dönük açık bir kural değil, sadece örtülü bir yaklaşım olarak düşünülebilir ve Anayasal olarak yetkilendirilmiş Anamuhalefet partisinin, siyasal iktidarın çoğunlukçu, dayatmacı ve 'ben yaptım oldu' anlayışıyla çıkardığı yasal düzenlemeleri, iptali istemiyle Anayasa Mahkemesine götürmesi, 'Anayasa Mahkemesine dava açmak suretiyle sorun çözme kolaycılığı'dır. CHP'nin Anayasa Mahkemesine dava açmasına ilişkin olarak kamuoyunda kahve sohbeti düzeyinde sürdürülen güncel siyasi tartışmalar esnasında, sadece Anayasa Mahkemesine iptal davası açma yetkisi bulunan Anamuhalefet Partisini aşağılamayı ve toplum nezdinde itibarsızlaştırmayı değil, aynı zamanda Başkanı olduğu Yüksek Mahkemenin demokratik sistem içindeki işlevi ile Anayasal varlık nedenini de sorgulayan bu sözleri, herhangi bir siyaset insanı değil, Anayasa Mahkemesinin Sayın Başkanı söyleyebilmiştir. Dahası bu sözler, günümüz Türkiye'sinin kâbusu olduğu üzere, dostlar arasında yapılan özel bir sohbetin ortam veya telefon dinlemesi suretiyle elde edilmesi ve medyaya servisi yoluyla kamuoyuna yansımamış; yazılı ve görsel tüm medyanın takip ettiği Yüksek Mahkemenin 49 ncu Kuruluş Günü Töreninde 6223 sayılı Yetki Yasasının siyasal iktidarın sayısal çoğunluğuna dayalı olarak kabul edildiği 06.04.2011 tarihinden 20 gün sonra 25.04.2011 tarihinde yapılmıştır. Demokratik siyasal sistemlerde bir siyasi partinin muhatabı, diğer siyasi partilerdir. Bu bağlamda, herhangi bir siyasi parti hakkında siyasi değerlendirme, eleştiri ve suçlamaları yapacak olanların da halkın oylarına talip olan diğer siyasi partiler olacağında kuşku yoktur. Anayasasında demokratik hukuk devleti ile kuvvetler ayrılığı ilkelerini benimsemiş ve yargıç bağımsızlığı ile tarafsızlığına yer vermiş bir ülkede, Anayasa Mahkemesi Başkanının herhangi bir siyasi partiyi bırakınız suçlamayı, eleştirmesi dahi hiçbir şekilde mümkün olamaz. Hele bu suçlamanın, Başkanı olduğu Mahkemenin demokrasilerdeki işlevi ile varlık nedenini de yok sayarak Anayasa Mahkemesine dava açmak gibi Anayasal bir hakkın kullanımı, muhalefet görevinin bir parçası ve temel hak ve özgürlükler ile halkın çıkarlarını korumanın gereği ile ilgili olması, açıklanabilir olmanın uzağındadır. Anayasa Mahkemesinin Sayın Başkanının amacı ve hedefi, 'kör kör parmağım gözüne' kadar açık ve herhangi bir yoruma ihtiyaç duymayacak kadar belirgin bir şekilde Anamuhalefet Partisini, 'Anayasa Mahkemesine dava açmak suretiyle sorun çözme kolaycılığı' ile suçlaması; hukuksal konumu ve statüsü ile mesleki deneyimi göz önüne alındığında, ancak, Anamuhalefet Partisine karşı alt benliğe yerleşmiş katı önyargının, üst benliğin kontrol işlevini parçalayarakEsas Sayısı : 2011/149 Karar Sayısı : 2012/187 5 açığa çıkacak derecede güçlü olmasıyla mümkün olabilir ve bu durum tarafsızlığın yitirildiğinin en belirgin göstergesidir. Öte yandan, Sayın Haşim Kılıç Anayasa Mahkemesi üyeliğine seçildiği 1990 yılından bu yana, Bakanlar Kuruluna KHK çıkarma yetkisi veren 9 adet yetki yasasının iptali başvurularına üye ve başkan sıfatıyla katılmıştır. Bu Yetki Yasaları ve Anayasa Mahkemesi kararları ile Sayın Haşim Kılıç'ın kullandığı oylar şöyledir: 1 06.06.1991 günlü ve 3755 sayılı Yetki Kanununun iptali için Sosyaldemokrat Halkçı Parti'nin açtığı davada, AYM 12.12.1991 günlü ve E.1991/27, K.1991/50 sayılı Kararı ile 3755 sayılı Yetki Yasasını, Anayasanın 91 inci ve 153 üncü maddelerine aykırı bulunarak OYÇOKLUĞU ile iptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ, karşıoy kullanmıştır. 2 24.06.1993 günlü 3911 sayılı Yetki Kanununun iptali için Anavatan Partisinin açtığı davada, AYM 16.09.1993 tarihli ve E.1993/6, K.1993/28 sayılı Kararı ile 3911 sayılı Yetki Yasası, 'verilen yetkinin belirsiz olduğu', 'yetki yasasında bulunması gereken öğeleri içermediği', 'verilen yetkinin önemli, ivedi ve zorunlu olup olmadığının tespitinin olanaksız olduğu', 'yasama yetkisinin devri niteliğinde olduğu' gerekçeleriyle Anayasanın Başlangıcı ile 2 nci ve 91 inci maddelerine aykırı bularak OYBİRLİĞİ ile iptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ iptal gerekçelerinin tamamına katılmıştır. 3 18.05.1994 günlü ve 3990 sayılı Yetki Kanununun iptali için Anavatan Partisinin açtığı davada, AYM 05.07.1994 tarihli ve K.1994/44 2 sayılı Kararı ile 3990 sayılı Yetki Yasası, 'verilen KHK çıkarma yetkisinin ivedi, zorunlu ve önemli durumlara ilişkin olmadığı', 'yasama yetkisinin devri niteliğinde olduğu', 'öngörülen amaç, konu ve kapsamın somut ve belirgin nitelikte olmadığı' gerekçeleriyle Anayasanın 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerine aykırı bularak OYBİRLİĞİ ile İptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ, iptali yönünde oy kullanmakla beraber, KHK çıkarma yetkisinin ivedi, zorunlu ve önemli durumlara ilişkin olması gerektiği görüşüne katılmamıştır. 4 31.05.1995 günlü ve 4109 sayılı Yetki Kanununun iptali için TBMM Üyeleri Hasan KORKMAZCAN, Bülent ECEVİT ve 113 Milletvekilinin açtığı davada, AYM 04.07.1995 günlü ve E.1995/35, K.1995/26 sayılı Kararı ile 4109 sayılı Yetki Yasasını, 'erkler ayrılığı', 'demokratik hukuk devleti' 'yasama yetkisinin devredilemeyeceği' ilkelerine aykırı olduğu, 'nerelerin il, nerelerin ilçe olacağı konusunda belirsizlik yarattığı', 'kapsam ve ilkelerinin belirsiz olduğu' gerekçeleriyle Anayasanın Başlangıcı ile 2 nci, 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerine aykırı bularak OYBİRLİĞİ ile iptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ iptal gerekçelerinin tamamına katılmıştır. 5 08.06.1995 günlü ve 4113 sayılı Yetki Kanununun iptali için Anavatan Partisinin açtığı davada, AYM 19.09.1995 tarihli ve E.1995/39, K.1995/45 sayılı Kararı ile 4113 sayılı Yetki Yasasını, 'yetki yasasında, çıkarılacak KHK'lerin konu, amaç, kapsam ve ilkelerinin belirgin ve somut biçimde gösterilmemesi', 'yasama yetkisinin devrini doğurması' gerekçeleriyle Anayasanın 2 nci 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerine aykırı bulunarak OYBİRLİĞİ ile iptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ iptal gerekçelerinin tamamına katılmıştır. 6 31.08.1996 günlü ve 4183 sayılı Yetki Kanununun iptali için Sayın Cumhurbaşkanı Süleyman DEMİREL'in açtığı davada, AYM 02.10.1996 günlü ve E.1996/61, K.1996/35 sayılıEsas Sayısı : 2011/149 Karar Sayısı : 2012/187 6 Kararı ile 4183 sayılı Yetki Yasasını, 'amaç, kapsam ve ilkelerin belirsiz olduğu', 'Bakanlar Kurulu'na geniş kapsamlı KHK çıkarma yetkisi verildiği', 'yürütme organına, TBMM'ne ait bulunan yasama yetkisini sınırsız biçimde kullanma olanağı ve yürütmeye yasama karşısında üstünlük tanındığı' gerekçeleriyle, Anayasanın 2 nci, 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerine aykırı bularak OYBİRLİĞİ ile iptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ iptal gerekçelerinin tamamına katılmıştır. 7 29.06.2000 günlü ve 4588 sayılı Yetki Kanununun iptali için Fazilet Partisinin açtığı davada, AYM 05.10.2000 tarihli ve E.2000/45, K.2000/27 sayılı Kararı ile 4588 sayılı Yetki Yasasını, 'sınırlarının geniş ve belirsiz olması', 'yasama yetkisinin yürütme organına devri anlamına gelmesi', 'verilen yetkinin önemli, ivedi ve zorunlu durumları içerip içermediğinin tespitine imkan vermemesi' gerekçeleriyle Anayasanın Başlangıç'ının dördüncü paragrafı ile 2 nci, 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerine aykırı bulunarak OYÇOKLUĞU ile iptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ iptali yönünde oy kullanmış ve iptal gerekçelerinin tamamına katılmıştır. 8 21.12.2000 günlü ve 4615 sayılı Yetki Kanununun iptali için Fazilet Partisinin açtığı davada, AYM 20.03.2001 tarihli ve E.2001/9, K.2001/56 sayılı Kararı ile 4615 sayılı Yasanın 1 inci ve 2 nci maddelerinde yer alan 'idari' ibaresini, 'idarî hak kavramının, memurların ve diğer kamu görevlilerinin malî ve sosyal hakları dışında kalan tüm haklarını ifade etmesi nedeniyle belirsizlik içermesi', 'idari haklara ilişkin düzenlemelerin Anayasanın 91 inci maddesindeki yasak alan içinde olması' 'Malî ve sosyal haklar dışındaki idarî hak kavramı içinde nitelenebilecek konuların önemli, zorunlu ve ivedi durumlar kapsamında düşünülemeyeceği' gerekçeleriyle Anayasanın Başlangıcı ile 2 nci, 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerine aykırı bularak oyçokluğu ile iptal etmiş; Sayın Haşim Kılıç iptali yönünde oy kullanmış ve iptal gerekçelerinin tamamına katılmıştır. 9 06.04.2011 tarihli ve 6223 sayılı Yetki Kanununun iptali için Cumhuriyet Halk Partisinin açtığı davada, AYM'nin 27.10.2011 tarihli ve E.2011/60, K.2011/147 sayılı Kararı ile 14 üyenin oyunun 7'ye 7 çıkması nedeniyle iptal isteminin reddi yönünde oy kullanan Mahkeme Başkanı Sayın Haşim KILIÇ'ın kullandığı oyun üstün sayılmasından dolayı iptal istemi reddedilmiştir. Her dosyanın kendi içinde değerlendirilmesi gerekeceği kural olmakla birlikte, Sayın Haşim Kılıç'ın Yetki Yasaları konusunda 1993 yılından bu yana istikrar kazanmış görüşünden ve bu görüşlerindeki, 'sınırlarının geniş ve belirsiz olması', 'yürütme organına, TBMM'ne ait bulunan yasama yetkisini sınırsız biçimde kullanma olanağı ve yürütmeye yasama karşısında üstünlük tanınması' 'verilen yetkinin önemli, ivedi ve zorunlu durumları içerip içermediğinin tespitine imkan vermemesi' gerekçelerinden dönerek iptal isteminin reddi yönünde oy kullanması, kamuoyunda AKP'yi Anayasa Mahkemesi Başkanının kurtarması şeklinde değerlendirilmiş ve bu değerlendirme Sayın Haşim Kılıç'ın Cumhuriyet Halk Partisinin tarafı olduğu davalarda yargıç tarafsızlığı ile karar veremeyeceğine ilişkin yerleşen ciddi kuşkuları pekiştirmiştir. Yukarıda açıklanan nedenlerle, 30.03.2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 59 uncu maddesinin (1) numaralı fıkrasının (d) bendinde yer alan, Başkan ve üyelerin istişari görüş ve düşüncesini ifade etmiş olduğu dava ve işlere bakamayacaklarına ilişkin kural ile 60 ıncı maddesinin (1) numaralı fıkrasındaki, 'Başkan ve üyeler tarafsız hareket edemeyecekleri kanısını haklı kılan hâllerin olduğu iddiası ile reddolunabilirler.' hükmüne dayanarak Anayasa Mahkemesi Başkanı Sayın Haşim Kılıç hakkında reddi hakim talebinde bulunuyoruz.Esas Sayısı : 2011/149 Karar Sayısı : 2012/187 7 ' III. GEREKÇELER 655 Sayılı 'Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname'nin Tümü ve Ayrı Ayrı Tüm Maddeleri ile Eki (1) Sayılı Cetvel, (2) Sayılı Cetvel, (1) Sayılı Liste ve (2) Sayılı Listesinin Anayasaya Aykırılığı Anayasanın Başlangıcının dördüncü fıkrasında, 'Kuvvetler ayırımının, Devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, belli Devlet yetkilerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medeni bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda bulunduğu;' belirtildikten sonra 2 nci maddesinde Cumhuriyetin nitelikleri arasında 'hukuk devleti' ilkesine yer verilmiş; 6 ncı maddesinde, hiç kimse ve hiçbir organın kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamayacağı; 7 nci maddesinde, Yasama yetkisinin Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet meclisine ait olduğu ve bu yetkinin devredilemeyeceği; 8 inci maddesinde, yürütme yetkisi ve görevinin Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından Anayasa ve yasalara uygun olarak yerine getirileceği kuralları getirilmiş; 87 nci maddesinde, Bakanlar Kuruluna 'belli konularda' KHK çıkarma yetkisi verilmesi TBMM'nin görevleri arasında sayılmış; 91 inci maddesinin ikinci fıkrasında ise, yetki kanununun, çıkarılacak kanun hükmünde kararnamenin, amacını, kapsamını, ilkelerini, kullanma süresini ve süresi içinde birden fazla kararname çıkarılıp çıkarılmayacağını göstereceği hükme bağlanmıştır. Anayasa Mahkemesinin 05.10.2000 tarih ve E.2000/45, K.2000/27 sayılı Kararında da vurgulandığı üzere, Anayasanın 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerinin birlikte değerlendirilmesi sonucunda, yasama yetkisinin genel ve asli bir yetki olması, TBMM'ye ait bulunması ve devredilememesi karşısında KHK çıkarma yetkisinin kendine özgü ve ayrık bir yetki olduğu anlaşılabilmektedir. Dolayısıyla yetki yasalarının, yasama yetkisinin devri anlamına gelecek ya da bu izlenimi doğuracak biçimde yaygınlaştırılıp genelleştirilmemesi gerekir. KHK'ler ancak ivedilik gerektiren belli konularda, kısa süreli yetki yasaları temel alınarak etkin önlemler ve zorunlu düzenlemeler için yürürlüğe konulmak durumundadır. Anayasanın 91 inci maddesinin Danışma Meclisi'nde görüşülmesi sırasında KHK çıkarabilmesi için hükümete yetki verilmesinin nedeni, '... çok acele hallerde hükümetin elinde uygulanacak bir seri kural olmadığı için, acele olarak çıkarılıp ve hemen olayın üstüne gidilmesi gereken hallerde çıkarılması için bu düzenleme getirilmiştir ...' biçiminde açıklanırken; Anayasa Komisyonu Başkanınca da, 'Kanun hükmünde kararname, yasama meclisinin acil bir durumda, kanun yapmak için geçecek sürede çıkaracağı kanun ihtiyacı, halledilmesi gereken meseleyi çözemeyeceğine; o zaman çok geç kalınacağı endişesinden kaynaklanan bir müessesedir ve bu müessese bunun için kurulmuştur.' denilerek aynı doğrultuda görüş bildirilmiştir. Yetki yasasında Bakanlar Kuruluna verilen yetkinin 'amaç', 'kapsam' ve 'ilkeleri'nin belirlenmesinden amaç, bu yetki ile Bakanlar Kurulunun neleri gerçekleştirebileceğinin açıklığa kavuşturulmasıdır. KHK'nin, amacı, kapsamı ve ilkeleri de konusu gibi geniş içerikli, her yöne çekilebilecek, yuvarlak ve genel anlatımlarla gösterilmemeli, değişik biçimlerde yorumlamaya elverişli olmamalıdır. Verilen yetkinin konu, amaç, kapsam ve ilkeler yönünden belirgin duruma getirilmesi, başka bir anlatımla somutlaştırılması, yürürlüğe konulacak KHK'lerin yetki yasası kapsamı içinde kalıp kalmadıklarının, 91 inci maddede belirlenen yasakEsas Sayısı : 2011/149 Karar Sayısı : 2012/187 8 alana girip girmediklerinin, önemli, ivedi ve zorunlu bir durum için düzenlenip düzenlenmediklerinin saptanabilmesi yönünden gereklidir. Anayasa Mahkemesinin 1990'lardan bu yana verdiği kararlarda, TBMM'nin Bakanlar Kuruluna KHK çıkarma yetkisi vermesi için, 'ivedilik, 'zorunluluk' ve 'önemlilik' gibi üç koşulun birlikte bulunması gerekeceğine yönelik içtihat oluşturduğu gözlenmektedir (06.02.1990 günlü ve E.1988/62, K.1990/3). Yüksek Mahkeme, 16.10.1993 günlü ve E.1993/26, K.1993/28 sayılı kararında ise, 'KHK'lar, ancak ivedilik isteyen belli konularda, kısa süreli yetki yasaları temel alınarak etkin önlemler ve zorunlu düzenlemeler için yürürlüğe konur.' demiştir. İvedilik koşulu ile etkin önlemler ve zorunlu düzenlemeleri taşımayan hususlarda KHK çıkarma yetkisi verilmesinin yasama yetkisinin devri anlamına geleceği açıktır. Nitekim; 1990 yılından bu yana, Bakanlar Kuruluna KHK çıkarma yetkisi veren 8 adet yetki yasasının iptali için Anayasa Mahkemesine yapılan başvurulardan, sonuncusu olan 6223 sayılı Yetki Yasası hariç, 06.06.1991 günlü ve 3755 sayılı, 24.06.1993 günlü ve 3911 sayılı, 18.05.1994 günlü ve 3990 sayılı, 31.05.1995 günlü ve 4109 sayılı, 08.06.1995 günlü ve 4113 sayılı 31.08.1996 günlü ve 4183 sayılı, 29.06.2000 günlü ve 4588 sayılı Yetki Yasaları; Anayasa Mahkemesinin sırasıyla 12.12.1991 günlü ve E.1991/27, K.1991/50 sayılı; 16.09.1993 tarihli ve E.1993/6, K.1993/28 sayılı; 05.07.1994 tarihli ve K.1994/44 2 sayılı; 04.07.1995 günlü ve E.1995/35, K.1995/26 sayılı; 19.09.1995 tarihli ve E.1995/39, K.1995/45 sayılı; 02.10.1996 günlü ve E.1996/61, K.1996/35 sayılı; 05.10.2000 tarihli ve E.2000/45, K.2000/27 sayılı kararları ile iptal edilmiştir. Yüksek Mahkemenin anılan 05.10.2000 tarih ve E.2000/45, K.2000/27 sayılı Kararında; 'Anayasanın 87 nci maddesine göre, ancak, belli konularda KHK çıkarma yetkisi verilmesi gerekirken dava konusu Yasa'yla her konuyu kapsayacak biçimde genel bir yetki verilmiştir. Bakanlar Kurulu, ayrık tutulan iki kurum dışında tüm kamu kurum ve kuruluşlarını yeniden örgütleyebilecek, bunların görev ve yetkilerini yeniden düzenleyebilecek, memurlar ve diğer kamu görevlilerinin ücret, aylık, disiplin ve cezaları ile emeklileri hakkında kanun ve KHK'lerde değişiklik yapabilecek, Devletin gelirleri ve harcamalarına ilişkin tüm mevzuatı 'kamu malî yönetimi' kavramı içinde değerlendirerek yeni kurallar getirebilecektir. Sınırları geniş ve belirsiz konularda düzenleme yapmak üzere Bakanlar Kurulu'na KHK çıkarma yetkisi verilmesi, Anayasanın 87 nci maddesinde belirtilen 'belli konu'larda verilen yetki olarak değerlendirilemez. Öte yandan, yasa, Anayasanın 91 inci maddesinde belirtilen öğeleri de içermemektedir. Yasa'nın 1 inci maddesinde çıkarılacak KHK'lerin 'kapsam' ve konusu içiçe girmiş, kapsamının çok geniş ve sınırsız olması nedeniyle de verilen yetkinin 91 inci maddede öngörülen yasak alana girip girmediğinin denetimi olanaksız hale gelmiştir. Konu ve kapsamdaki bu sınırsızlık ve belirsizlik, TBMM'ne ait olan yasama yetkisinin yürütme organına devri anlamına gelir. Amaç, konu, ilke ve kapsamla ilgili sınırların belirli olması gerekirken bunlara uyulmadan KHK çıkarma yetkisi verilmesi Anayasanın 7 nci maddesine aykırılık oluşturur. Yasa'nın 2 nci maddesinde, Bakanlar Kuruluna verilen yetkinin ivedi ve zorunlu hallerde kullanılması gerektiği belirtilmiştir. Yetkinin 'önemli, ivedi ve zorunlu' durumlarla sınırlandırılması, dava konusu Yetki Yasası'nda olduğu gibi bunun takdirinin Bakanlar Kuruluna bırakılmasıyla değil, amacın, kapsamın ve konunun içeriği yönünden ivedi ve zorunluEsas Sayısı : 2011/149 Karar Sayısı : 2012/187 9 olduğunun yasakoyucu tarafından saptanmasıyla olanaklıdır. Niteliği itibariyle uzun süreli ve çok yönlü çalışmayı gerektiren düzenlemeler ivedi ve zorunlu olarak nitelendirilemez. Dava konusu Yasa'nın amaç ve kapsamındaki genişlik ve sınırsızlık, verilen yetkinin önemli, ivedi ve zorunlu durumları içerip içermediğinin tespitine imkan vermemektedir. Açıklanan nedenlerle Yetki Yasası'nın 1 inci maddesiyle 2 nci maddesinin birinci fıkrası Anayasanın Başlangıç'ının dördüncü paragrafı ile 2 nci, 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerine aykırıdır. İptali gerekir.' denilmiştir. 6223 sayılı Yetki Yasasının 'Amaç ve kapsam' başlıklı 1 inci maddesinin (1) numaralı fıkrasının, (a) bendinde, 'Kamu hizmetlerinin bakanlıklar arasındaki dağılımının yeniden belirlenerek;' denildikten sonra; (1) numaralı alt bendinde, mevcut bakanlıkların birleştirilmesine veya kaldırılmasına, yeni bakanlıklar kurulmasına, anılan bakanlıkların bağlı, ilgili ve ilişkili kuruluşlarıyla hiyerarşik ilişkilerine; (2) numaralı alt bendinde, mevcut bağlı, ilgili ve ilişkili kuruluşların bağlılık ve ilgilerinin yeniden belirlenmesine veya bunların mevcut, birleştirilen veya yeni kurulan bakanlıklar bünyesinde hizmet birimi olarak yeniden düzenlenmesine; (3) numaralı alt bendinde, mevcut bakanlıklar ile birleştirilen veya yeni kurulan bakanlıkların görev, yetki, teşkilat ve kadrolarının düzenlenmesine, taşrada ve yurt dışında teşkilatlanma esaslarına; (b) bendinde ise, kamu kurum ve kuruluşlarında istihdam edilen memurlar, işçiler, sözleşmeli personel ile diğer kamu görevlilerinin çalışmalarında etkinliği artırmak üzere, bunların atanma, nakil, görevlendirilme, seçilme, terfi, yükselme, görevden alınma ve emekliye sevk edilme usul ve esaslarına; 'ilişkin konularda düzenlemelerde bulunmak üzere Bakanlar Kuruluna kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi vermektir.' gibi belirsiz ve sınırsız ifadelere yer verilerek Yetki Yasasının amacı ortaya konmak istenmiştir. Aynı maddenin (2) numaralı fıkrasında ise, Yetki Yasasının kapsamına ilişkin olarak, 'Bu Kanuna göre çıkarılacak kanun hükmünde kararnameler;' denilip, (a) bendinde, 'Kamu hizmetlerinin bakanlıklar arasındaki dağılımının yeniden belirlenmesine ilişkin olarak;' ifadesinden sonra, 19 alt bent halinde 19 yasa ve KHK sayılmış ve (20) numaralı alt bendinde, 'Diğer kanun ve kanun hükmünde kararnamelerin görev, yetki, merkez, taşra ve yurt dışında teşkilatlanma esasları, kadrolar, bağlı, ilgili ve ilişkili kuruluşların bağlılık ve ilgilerine ilişkin hükümlerinde, (') yapılacak değişiklik ve yeni düzenlemeleri kapsar.' denilerek adeta tüm kamu kurum ve kuruluşları kapsama alınmak istenmiş; (b) bendinde ise, 'Kamu kurum ve kuruluşlarında istihdam edilen memurlar, işçiler, sözleşmeli personel ile diğer kamu görevlilerinin atanma, nakil, görevlendirilme, seçilme, terfi, yükselme, görevden alınma ve emekliye sevk edilme usul ve esaslarına ilişkin olarak;' denildikten sonra 6 alt bent halinde 5 yasa ve 1 KHK sayılmış ve (7) numaralı alt bendinde ise, 'Diğer kanun ve kanun hükmünde kararnamelerin memurlar, işçiler, sözleşmeli personel ile diğer kamu görevlilerinin atanma, nakil, görevlendirme, seçilme, terfi, yükselme, görevden alınma ve emekliye sevk edilme usul ve esaslarına ilişkin hükümlerinde' ifadesiyle de neredeyseEsas Sayısı : 2011/149 Karar Sayısı : 2012/187 10 tüm kamu personeli hakkında Bakanlar Kuruluna her türlü düzenlemede bulunma yetkisi verilmesi hedeflenmiştir. Oysa yetki yasalarının, Anayasanın belirlediği ögeleri belli bir içeriğe kavuşturarak somutlaştırması ve verilen yetkiyi hiçbir tartışmaya yol açmayacak açıklıkta belirleyerek Bakanlar Kurulu'na çerçeveyi çizmesi ve niteliği itibariyle uzun süreli ve çok yönlü çalışmayı gerektiren düzenlemeleri kapsamaması gerekmektedir. Çünkü, Yetki Yasası'nda Bakanlar Kurulu'na verilen yetkinin 'amaç', 'kapsam' ve 'ilkeleri'nin belirlenmesinden amaç, bu yetki ile Bakanlar Kurulu'nun neleri gerçekleştirebileceğinin açıklığa kavuşturulmasıdır. Ancak, 6223 sayılı Yetki Yasasının, amacı, kapsamı ve ilkeleri de konusu gibi geniş içerikli, her yöne çekilebilecek, yuvarlak ve genel anlatımlarla geçiştirilerek, her okuyanın değişik şekillerde yorumlamasına açık hale getirilmiştir. Verilen yetkinin konu, amaç, kapsam ve ilkeler yönünden belirgin duruma getirilmesi, başka bir anlatımla somutlaştırılması, yürürlüğe konulacak KHK'lerin yetki yasası kapsamı içinde kalıp kalmadıklarının, 91 inci maddede belirlenen yasak alana girip girmediklerinin, önemli, ivedi ve zorunlu bir durum için düzenlenip düzenlenmediklerinin saptanabilmesi yönünden gereklidir. Herhangi bir yetki yasasının Anayasaya aykırı olmaması için Anayasadaki öge ve ölçütlere, Anayasa Mahkemesi kararları ile getirilen yorumlara uygun olması gerekir. Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığı ilkesi kararlarda açıklanan gerekçelerin göz önünde bulundurulmasını zorunlu kılar. Tüm bunlara ve kanun hükmünde kararnamenin, 12 Mart 1971 Askeri Müdahalesinden sonra 20.09.1971 tarihli ve 1488 sayılı Kanunun 1 inci maddesiyle Anayasanın 64 üncü maddesine girdiğinden bu güne kadarki Anayasa Mahkemesinin yerleşik içtihadına rağmen; 06.04.2011 tarihli ve 6223 sayılı 'Kamu Hizmetlerinin Düzenli, Etkin ve Verimli Bir Şekilde Yürütülmesini Sağlamak Üzere Kamu Kurum ve Kuruluşlarının Teşkilat, Görev ve Yetkileri ile Kamu Görevlilerine İlişkin Konularda Yetki Kanunu'nun iptali için Cumhuriyet Halk Partisinin açtığı iptal davası sonucunda 6223 sayılı Yetki Yasası, AYM'nin 27.10.2011 günlü ve E.2011/60, K.2011/147 sayılı Kararı ile 14 üyenin oyunun 7'ye 7 çıkması nedeniyle, bu güne kadar istikrar kazanmış görüşünün aksine iptal isteminin reddi yönünde oy kullanan ve bu Dava Dilekçesinin 'Hakimin Reddi Talebi' bölümünde belirtilen nedenlerle reddi hakim talebinde bulunulan Mahkeme Başkanı Sayın Haşim KILIÇ'ın kullandığı oydan dolayı iptal istemi OY ÇOKLUĞU ile reddedilmiştir. Anayasa Ma
4,161
Esas Sayısı : 2013/34 Karar Sayısı : 2013/74 1 "... I İPTAL VE YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMİNİN GEREKÇESİ Dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir: ''Kanunun 4üncü maddesinin birinci fıkrasıyla, kanun kapsamında yapılacak müracaatlar hakkında karar vermek üzere, Adalet Bakanlığının merkez, bağlı ve ilgili kuruluşlarında çalışan hâkim ve savcılar arasından Adalet Bakanı tarafından atanacak 4 kişi ile Maliye Bakanı tarafından Maliye Bakanlığı personeli arasından atanacak 1 kişiden oluşan 5 kişilik bir komisyon kurulması, komisyon başkanının üyeler arasından Adalet Bakanı tarafından seçilmesi öngörülmüştür. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nden yargılama hakkına ilişkin etkin bir iç hukuk yolu düzenlenmesini istemiştir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi de adil yargılanma hakkını kurumsallaştıran bir yapı oluşturulmasını öngörür. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, getirilecek düzenlemenin etkin ve adil bir düzenleme olması gerektiğini ilke olarak belirlemiştir. Bu anlamda karar verecek makamın adil yargılamaya uygun karar verecek bağımsız bir organ olması zorunludur. Ancak kanunda öngörülen kurul, bağımsız bir kurul olmadığı gibi adil yargılanmayı sağlayacak nitelikte yetkin bir kurul da değildir, direkt yürütmeye bağlı Adalet Bakanı ve Maliye Bakanı tarafından atanacak kişilerden oluşmaktadır. Öte yandan, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nde sayılan bireysel hakların idari ya da yargısal tasarruflarla ihlali mağdur kişi açısından AİHM'ne başvuru için aranan ilk koşuldur. AİHM bir yargı merciidir. Yargı merciinin görev ve yetki alanındaki bir konunun iç hukukta yürütme organınca oluşturulan beş kişiden oluşan bir komisyona havale etmek yargının alanına yürütmenin müdahale etmesi demektir. AİHM, kurulacak yol ile ilgili olarak, Etkin bir yol olmasını ilke olarak belirlemiş, bu anlamda karar verecek olan makamın da AİHS'nin 6 ncı maddesi uyarınca Adil Yargılamaya uygun karar verebilecek, bağımsız bir organ olmasını şart koşmuştur. Ancak kanunla öngörülen kurul bağımsız bir kurul olmadığı gibi adil yargılamayı sağlayacak nitelikte yetkin bir kurul da değildir. Özellikle, çözüme esas olacak başvuruların ceza hukuku kapsamındaki soruşturma ve kovuşturmalar ile özel hukuk ve idare hukuku kapsamındaki yargılamaların makul sürede sonuçlandırılmadığı veya mahkeme kararlarının geç veya gereği icra edilmediği hususları göz önünde bulundurulduğunda, komisyon atamalarının Adalet Bakanı ve Maliye Bakanı tarafından yapılacak olması, Komisyonun bağımsızlığını ve tarafsızlığını tamamen ortadan kaldırmıştır. Yasanın çıkarılış amacı yurttaşı korumak ve hak ihlalleri karşısında uygun tazminatı öngörmek olmalıyken bu amaçtan sapılarak tamamen yürütme organının gölgesinde ve zamanla Devleti koruma refleksi ile hareket edecek bir yapı öngörülmüştür. Hatırlatmak gerekir ki, 650 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile Adalet Bakanlığı Uluslararası Hukuk ve Dış İlişkiler Genel Müdürlüğü bünyesinde İnsan Hakları Daire Başkanlığı kurulmuştur. Mezkûr Başkanlığa, Dışişleri Bakanlığı ile işbirliği yapmak suretiyle Türkiye Cumhuriyeti aleyhine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine yapılan başvurulara ilişkin savunmaları hazırlama ve gerektiğinde oturumlara temsilci gönderme yetkisi verilmiştir. Bu nokta da şu hususa dikkati çekmek gerekir. Hem başvurularda savunma yapma görev ve yetkisinin Adalet Bakanlığı bünyesinde bir Başkanlığa verilmiş olması hem de başvurunun tazminat ödenmesi yoluyla çözümü konusunda görevlendirilen Komisyon üyelerinin kahirEsas Sayısı : 2013/34 Karar Sayısı : 2013/74 2 ekseriyetini atama yetkisinin Adalet Bakanına tanınmış olması, 6384 sayılı yasanın kendi içerisinde bir tezadı barındırdığını göstermektedir. Hak arama özgürlüğü başlı başına bir temel hak olduğu kadar hukuk devletinin de bir gereğidir. Bu hakkın önemi, diğer temel hakların korunmasının bir aracı olmasından ileri gelmektedir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hak arama özgürlüğünü 'etkili başvuru hakkı' adıyla 13 üncü maddesinde tanımıştır. T.C. Anayasası'nda ise bu hakla ilgili olarak, birisi doğrudan doğruya 'hak arama hürriyeti' (m. 36), diğeri ise 'temel hak ve hürriyetlerin korunması' başlığını taşıyan (m. 40) başlıca iki madde yer almaktadır. Sözleşme'nin 13 üncü maddesine göre, Sözleşme'nin tanıdığı hak ve özgürlükler ihlâl edilen herkes, ihlâl resmî sıfatla hareket eden kişiler tarafından yapılmış olsa da, ulusal bir makama etkili bir başvuru yapabilme hakkına sahiptir. Bu madde taraf devletlere, her şeyden önce, kendi iç hukuklarında bu nitelikte hak arama yollarını getirme yükümlülüğü yüklemektedir. Dolayısıyla, ihlâlin varlığına rağmen herhangi bir başvuru yolunun getirilmemiş olması veya daha önceki uygulamalardan herhangi bir etkisinin olmadığının anlaşılması 13 üncü maddeye aykırılık teşkil eder. Başvuru veya hak arama yolunun 'etkin' olması, Mahkeme'ye göre, onun'hayalî veya teorik' değil; sonuç doğurabilir, işe yarar ve elverişli olması anlamına gelir. Başka bir anlatımla, ihlâl iddiasının önüne getirilecek olduğu merciinin işin esasını inceleme ve gerektiğinde ihlâli düzeltici ve uygulanabilir karar alma yetkisine sahip olması gerekir. Bununla beraber, başvurulacak makamın yargısal nitelikte olması şart olmasa da idarî makamlara başvurma hakkının genel olarak ve Türk Hukuku uygulaması açısından bu anlamda etkili bir yol olduğunu söylemek oldukça zordur. Mevzuat hükümlerinin yorumlanmasında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarının yön göstericisinden faydalanılması gerektiği izahtan vareste olmakla birlikte, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının doğrudan iç mevzuat hükümlerini ortadan kaldırma yeteneğinin bulunmadığı, Anayasanın 90/5 inci maddesinin bu yönde bir yorumda bulunulmasına elverişli olmadığı hususunda duraksama bulunmamalıdır. Bununla birlikte, Anayasanın 90/5inci maddesinde, 'temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır' şeklinde yer verilen ifadedeki uyuşmazlığın, sözleşme ile iç hukuk metinleri arasındaki somut farklılıklar olarak algılanması gerektiği de ortadadır. İptali istenen yasa metninin 4 üncü maddesinin birinci fıkrası, AİHS'nin 13 üncü maddesinde yer alan etkili başvuru yolu öngöremediği için Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile çelişmektedir. Anayasanın 90 ıncı maddesinin son fıkrasında temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası antlaşmalara kanunlar karşısında üstünlük tanındığına göre, Adalet Bakanlığı bünyesinde oluşturulacak olan Komisyon, etkin, yetkin, sonuç doğurabilir, işe yarar ve elverişli olamayacağı için 6384 sayılı yasanın birinci fıkrası, AİHS'nin 13 üncü maddesine ve temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası antlaşmalara kanunlar karşısında üstünlük tanındığı için de Anayasanın 90 ıncı maddesinin son fıkrasına aykırıdır. IV. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİEsas Sayısı : 2013/34 Karar Sayısı : 2013/74 3 Arz ve izah olunan nedenlerle, söz konusu kural hakkında yürürlüğünün durdurulması da istenerek iptal davası açılmıştır. 09.01.2013 tarihli ve 6384 sayılı'Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine Yapılmış Bazı Başvuruların Tazminat Ödenmek Suretiyle Çözümüne Dair Kanun'uniptali istenen maddelerin uygulanması halinde, Anayasaya, kanunlara ve Uluslararası sözleşmelere ve Anayasa Mahkemesinin kararlarına aykırı olarak geriye dönüşü imkansız biçimde ve giderilmesi olanaksız hukuki zarar ve durumlara yol açacağı açıktır. Açıklanan nedenlerle, iptali istenen kuralın yürürlüğünün durdurulması istenilmektedir. V. SONUÇ VE İSTEM 4 üncü maddesinin birinci fıkrasının AİHS'nin 13 üncü maddesine ve Anayasanın 90/5 inci maddesine aykırı olduğundan iptaline ve iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüğünün durdurulmasına kararverilmesine ilişkin istemimizi saygı ile arz ederiz.'"
988
Esas Sayısı : 2020/10 Karar Sayısı : 2020/67 1 06/11/2019 tarihli ve 7191 sayılı Su Ürünleri Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 5. maddesiyle değiştirilen 1380 sayılı Kanunun 22. maddesinin ikinci fıkrasının üçüncü cümlesinde yer alan onayı, kontrollüğü ile yaptırılır ibarelerinin Anayasaya Aykırılığı İptali talep edilen düzenleme 1380 sayılı Su Ürünleri Kanunun 22. maddesinin ikinci fıkrasını değiştirmektedir. Yapılan değişiklik uyarınca akarsular üzerinde kurulmuş veya kurulacak olan baraj ve regülatör gibi su yapılarında su ürünlerinin geçmesine mahsus balık geçidi yapılması ve işler durumda bulundurulması zorunlu olmuştur. Ancak yüksekliği yirmi metreden fazla olan su yapılarında, masrafları müteşebbis tarafından karşılanmak üzere Tarım ve Orman Bakanlığınca yapılacak veya yaptırılacak bilimsel araştırma ve inceleme sonucu balık geçitlerinin işlevsiz olacağının anlaşılması halinde balık geçidi dışında farklı göç yapıları, asansörle taşıma, yapay ortamda üretilip kaynağa bırakma gibi tedbirler alınabilecektir. Bu madde kapsamındaki balık geçidi, balık asansörü ve diğer yapılara ilişkin projenin onayı, kontrollüğü ve kabulü inşaat tekniği açısından Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü tarafından yapılması veya yaptırılması düzenlenmiştir. İptalini talep ettiğimiz ibareler yapılması zorunlu olan balık geçitlerinin işler durumda olmasını sağlamaya yöneliktir. Fıkrada yapılan değişikliğin uygulamadaki anlamı yapılması zorunlu olan ve işler halde olması gereken balık geçitlerine dair istisnalar yaratılması ve bu istisnalara yasal zemin sağlanmasıdır. Nitekim iptali talep edilen ibarelerin ilki yüksekliği yirmi metreden fazla olan su yapılarında, masrafları müteşebbis tarafından karşılanmak üzere Tarım ve Orman Bakanlığınca yapılacak veya yaptırılacak bilimsel araştırma ve inceleme sonucu balık geçitlerinin işlevsiz olacağının anlaşılması halinde balık geçidi dışında farklı göç yapıları, asansörle taşıma, yapay ortamda üretilip kaynağa bırakma gibi alınabilecek tedbirlere dair projelerin onayının ve kontrolünün de Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü tarafından yapılması veya yaptırılmasına ilişkindir. İptalini talep ettiğimiz ikinci ibare ise yüksekliği yirmi metreden fazla olan su yapılarında, masrafları müteşebbisçe karşılanmak üzere Tarım ve Orman Bakanlığınca yapılacak veya yaptırılacak bilimsel araştırma ve inceleme sonucu balık geçitlerinin işlevsiz olacağının anlaşılması halinde balık geçidi dışında farklı göç yapıları, asansörle taşıma, yapay ortamda üretilip kaynağa bırakma gibi alınabilecek tedbirlere dair projelerin tüm aşamalarının bir başka deyişle onay, kontrol ve kabul aşamalarının Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğünün dışında yaptırılmasının mümkün kılınmasıdır. İptali talep edilen düzenleme, aşağıdaki açılardan Anayasaya aykırıdır. 1. Anayasanın 2. maddesine Aykırılık Düzenlemenin lafzi itibariyle, hazırlanacak projelerin onay ve kontrolünün Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü tarafından yapılıp yapılmayacağı belirsizdir. Normun lafzi yorumundan ilk etapta onay ve kontrolün aynı merci tarafından yapılacağı söylenebilecekse de yaptırılır ibaresi bir başka belirsizlik daha yaratmıştır. Nitekim yaptırılır denilerek DSİ içinde bir hizmet birimi mi yoksa özel şirketler mi kastedilmiştir? Bu husus muğlaktır. Proje hazırlama ile onay süreçlerinin yanı sıra denetim süreçlerinin de özel şirketlere verilmesi madde uyarınca mümkündür. Düzenlemedeki belirsizlik projelerin aynı merci tarafından onaylanması veEsas Sayısı : 2020/10 Karar Sayısı : 2020/67 2 denetlenmesini de mümkün kılmaktadır. Oysa ki, hukuk devleti olmanın birincil koşulu düzenlemelerin belirli olması anlamına gelmektedir. Bir başka deyişle, hukuk devletinin temel ilkelerinden biri de belirlilik ilkesidir. Hali hazırda iptali talep edilen ibareler, normun belirsiz nitelik taşımasına neden olmaktadır. Nitekim belirlilik ilkesine göre, yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olması, aynı şekilde anlaşılmasının yanı sıra, kamu otoritelerinin keyfî uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesi gerekir. Belirli ve öngörülebilir kurallara bağlanmaksızın verilen yetkiler hukukî güvenlik sağlayamayacağı için Anayasanın 2. maddesinde yer alan hukuk devleti ilkesine aykırılık teşkil etmektedir. Bunun yanı sıra, Kanunlar nihayetinde, devlet etkinliklerinin düzenle sürdürülebilmesi için gerekli olan hukuksal alt yapıyı oluşturmak, kamu yararını gerçekleştirmek ve uygulanmak amacıyla çıkarılır. Kanun koyucu, takdir yetkisini kullanırken belirli sınırlamalara tabidir. Anayasanın sözüne ve özüne saygı kaydı altında, bu sınırlamalardan ilki kanun koyucunun takdir yetkisini kullanırken kamu yararını gözetmesi zorunluluğudur. Kanunların kamu yararının sağlanması amacına yönelik olması, genel, objektif, adil kurallar içermesi ve hakkaniyet ölçütlerini gözetmesi hukuk devleti olmanın gereğidir. Bu nedenle kanun koyucunun hukuki düzenlemelerde kendisine tanınan takdir yetkisini anayasal sınırlar içinde adalet, hakkaniyet ve kamu yararı ölçütlerini göz önünde tutarak kullanması gerekir. Hukuk devletinde kanunların kamu yararı gözetilerek çıkarılması zorunludur. Kanun koyucu, Anayasaya ve hukukun genel ilkelerine aykırı olmamak kaydıyla her türlü düzenlemeyi yapma yetkisine sahip olup, düzenlemenin kamu yararına, başka bir anlatımla ülke koşullarına uygun olup olmadığının belirlenerek takdir edilmesi kanun koyucuya aittir. Anayasaya uygunluk denetiminde, kanun koyucunun kamu yararı anlayışının isabetli olup olmadığı değil, incelenen kuralın kamu yararı dışında belli bireylerin ya da grupların çıkarları gözetilerek yasalaştırılmış olup olmadığı incelenebilir (29.3.2017 Tarihli, E: 2016/168, K:2017/82 sayılı Anayasa Mahkemesi Kararı). Ayrıca belirtilmesi gerekir ki, hukuk devleti ilkesi; devletin tüm organlarının üstünde hukukun mutlak egemenliğinin bulunmasını, yasa koyucunun da her zaman Anayasa ve hukukun üstün kuralları ile kendisini bağlı sayması sonucunu yaratan bir niteliktedir. Bu bağlamda yasa koyucunun yasal düzenlemelerin yapılmasındaki takdir yetkisi, sınırsız ve keyfi olmayıp, hukuk devleti ilkesiyle sınırlıdır. Yine kanunların amaçları açısından Anayasaya uygunluğu, kanunla erişilmek istenilen amacın Anayasada ifade bulan amaçlara ve devlet işlemlerinin tümünün yöneldiği nihai amaç niteliğinde olan kamu yararı amacına uygun olmasını ifade etmektedir (Merih ÖDEN, Türk Anayasa Hukukunda Eşitlik İlkesi, Yetkin Yayınları, Ankara, 2003, s.206 207). Devlet etkinliklerinin düzenle sürdürülmesine engel olan, kamu yararını gerçekleştirme amacı taşımayan, kamu hizmetinin nitelikleriyle bağdaşmayan, hak, hukuk ve adalet anlayışına aykırı, makul olmayan ve uygulanabilirliği bulunmayan bir düzenlemenin, Anayasanın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti ilkesi ile de bağdaştırılması imkansızdır. 2. Anayasanın 128. maddesine Aykırılık Anayasanın 128. maddesinin birinci fıkrasında Devletin, kamu iktisadî teşebbüsleri ve diğer kamu tüzelkişilerinin genel idare esaslarına göre yürütmekle yükümlü oldukları kamu hizmetlerinin gerektirdiği aslî ve sürekli görevler, memurlar ve diğer kamu görevlileri eliyle görülür... denilmektedir. Geniş anlamda, Devlet ya da diğer kamu tüzel kişileri tarafından ya da bunların gözetim ve denetimleri altında, genel ve ortak gereksinimleri karşılamak, kamu yararını ya da çıkarını sağlamak için yapılan ve topluma sunulmuş bulunan sürekli ve düzenli etkinlikler olarakEsas Sayısı : 2020/10 Karar Sayısı : 2020/67 3 tanımlanan kamu hizmetinin, kamu hukukunun genel ilkeleri gereğince, doğrudan idare, kuruluş ve kurumları eliyle, kamusal yönetim biçimine göre yürütülmesi asıl ve olağandır. Gerçek veya tüzel kişiler tarafından yapılabilecek balık geçidi, balık asansörü ve diğer yapılara ilişkin projenin onayı, kontrollüğü ve kabulü inşaat tekniği açısından yapılması gereken işlemlerinin kamu hizmeti niteliği taşıdığı kuşkusuzdur. İptali istenilen kural ile DSİnin bu konuda haiz olduğu yetkileri özel hukuk tüzel kişisi niteliğindeki yetkilendirilecek şirketlere de devredebilmesi mümkündür. Nitekim yaptırılır ibaresindeki belirsizlik buna olanak sağlamaktadır. Bu durumda DSİnin denetim ve gözetim görevinin de devam edip etmeyeceği belirsizdir. İptali talep edilen ibareler bağlamında normu değerlendirdiğimizde denetim bakımından olan belirsizlik DSİnin; özel hukuk tüzel kişisi niteliğindeki yetkilendirilecek denetim şirketlerine devredebileceği anlamına gelmektedir. Ancak denetleme görev ve yetkisi; idarenin kolluk etkinlikleri içinde yer alan, genel idare esaslarına göre yürütülmesi gereken bir kamu hizmeti olup, idarenin asli ve sürekli görevlerindendir. Anayasanın 128. maddesine göre de kolluk faaliyetleri arasında yer alması nedeniyle denetleme yetkisinin memurlar ve diğer kamu görevlileri eliyle yürütülmesi zorunlu olduğundan, idarenin haiz olduğu inceleme ve denetim yetkisinin belirsiz bir düzenleme ile özel hukuk tüzel kişilerine devredilmesi veya onlarla paylaşması ise olanaklı değildir. 3. Anayasanın 56. maddesine Aykırılık Anayasanın Sağlık hizmetleri ve çevrenin korunması başlıklı 56. maddesinde Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir. hükmü yer almaktadır. Çevre mevzuatına ilişkin kurallar esas olarak 2872 sayılı Çevre Kanununda yer almaktadır. 2872 sayılı Kanunun amacı, Kanunun 1. maddesinde, bütün canlıların ortak varlığı olan çevrenin, sürdürülebilir çevre ve sürdürülebilir gelişme ilkeleri doğrultusunda korunmasını sağlamak olduğu ifade edilmiştir. Anılan Kanunun 2. maddesinde ise sürdürülebilir çevre "Gelecek kuşakların ihtiyaç duyacağı kaynakların varlığını ve kalitesini tehlikeye atmadan, hem bugünün hem de gelecek kuşakların çevresini oluşturan tüm çevresel değerlerin her alanda (sosyal, ekonomik, fizikî vb.) ıslahı, korunması ve geliştirilmesi sürecini ifade eder."; sürdürülebilir kalkınma ise "Bugünkü ve gelecek kuşakların, sağlıklı bir çevrede yaşamasını güvence altına alan çevresel, ekonomik ve sosyal hedefler arasında denge kurulması esasına dayalı kalkınma ve gelişmeyi ifade eder." biçiminde tanımlanmıştır. (Anayasa Mahkemesinin 22/5/2014 Tarihli ve E: 2013/65, K: 2014/93 Sayılı Kararı) Türkiye, 1992 tarihli Birleşmiş Milletler Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesine taraftır. Biyolojik çeşitlilik kaybının veya önemli ölçüde azalmasının nedenlerini, önceden kaynağında tahmin etmenin, önlemenin ve bu nedenlerle mücadele etmenin yaşamsal önem taşıdığını (Önsöz, p.6) ifade eden Sözleşme; devletlerin, kendi biyolojik çeşitliliklerini korumakla yükümlü olduklarını (Önsöz, p.5) belirtmektedir. Buna göre sürdürülebilir çevre ve sürdürülebilir gelişme ilkelerinin içeriği itibarıyla hem bugünün hem de gelecek kuşakların çevresini oluşturan tüm çevresel değerlerin her alanda ıslahı, korunması ve geliştirilmesi ile sağlıklı bir çevrede yaşamasını güvence altına aldığı açıktır. Bu çerçevede anılan Kanunun amacının gerçekleşebilmesi ve sürdürülebilir çevrenin korunması bu Kanunda belirtilen hususların yerine getirilmesi ile mümkün olacaktır. Ayrıca, sağlıklı ve dengeli bir çevre yaratılması, öncelikle yapılacak elektrik üretim faaliyetinin denetlenmesini gerektirir. Bu denetimin etkin araçlarından biri de bu Kanunda düzenlenen izinlerdir. Başka bir anlatımla elektrik üretim faaliyetlerinde çevrenin korunması, çevreyeEsas Sayısı : 2020/10 Karar Sayısı : 2020/67 4 verilen bu olumsuz etkilerin giderilmesi ve zararın en aza indirgenmesi açısından başta 2872 sayılı Kanunda ve diğer mevzuatta belirtilen çeşitli izinlerin alınmasına ilişkin hükümler büyük önem taşımaktadır. (Anayasa Mahkemesinin 22/5/2014 Tarihli ve E: 2013/65, K: 2014/93 Sayılı Kararı). İptali talep edilen düzenlemeler, devletin anayasamızın 56. maddesine düzenlenen çevreyi geliştirme ve çevre sağlığını koruma görevlerini ihlal eder niteliktedir. Bu maddenin öngörmüş olduğu, Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir şeklindeki açık hükümde, geliştirme, koruma ve önleme ödevleri hem Devlet hem de yurttaşlar için öngörülmüş olsa da bu üçlü ödev, Devlet açısından şu diğer üçlü yükümlülüğü beraberinde getirmektedir: düzenlemek, denetlemek ve yaptırım mekanizmasını işletmek. Başka bir deyişle, Devlet, önleme, koruma ve geliştirme ödevlerini, düzenleme, denetleme ve yaptırım yükümlülüklerini yerine getirmesi ölçüsünde gerçekleştirme olanağına sahip olur. Hatta, yurttaşlar da önleme, koruma ve geliştirme ödevlerinin yükümlüsü oldukları halde, onlara düzenleme, denetim ve yaptırım görevi verilmemiştir. Gerçekten, yurttaşların ve sivil toplum örgütlerinin madde 56da sıralanan üçlü ödevi yerine getirebilmeleri ve çevresel haklarını (bilgilenme, katılım ve başvuru yollarıyla) etkili şekilde kullanabilmeleri, Devletin çevre ve doğal ortamlara yönelik etkinliklere ilişkin düzenleyici ve denetleyici kurallar koyması yanı sıra, zor kullanma gücünü de kapsamına alan yaptırıma ilişkin mekanizmalar öngörmesi ve düzenlemeler yapması ölçüsünde mümkündür. Buna karşılık, 7191 sayılı yasadaki onayı, kontrollüğü ile yaptırılır ibarelerine ilişkin ayrıntılı olarak yukarıda açıklandığı üzere hazırlanma, onay ve denetimin kim tarafından yapılacağının belirsiz olması; onayı veren merci ile denetimi yapan merciinin aynı olup olmayacağı hususunda belirsizliği, Devletin yükümlülüklerini zaafa uğratacağı gibi çevre sağlığını riske atar ve çevre hakkını zedeler niteliktedir. Bu sebeple iptali talep edilen düzenlemeler Anayasanın 56. maddesine de aykırılık teşkil etmektedir. III. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ 7191 sayılı Su Ürünleri Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 5. maddesiyle değiştirilen 1380 sayılı Kanunun 22. maddesinin ikinci fıkrasının üçüncü cümlesinde yer alan onayı, kontrollüğü ile yaptırılır ibareleri çevreyi yok sayan bir hukuk düzenine hizmet etmektedir. Kamu yararına aykırı olan, telafisi mümkün olmayacak sonuçlara yol açacak bu düzenlemelerin iptal davası sonuçlanana kadar yürürlüğünün durdurulması gerekmektedir. Nitekim, Anayasal düzenin hukuka aykırı kural ve düzenlemelerden en kısa sürede arındırılması, hukuk devleti sayılmanın en önemli gerekleri arasında sayılmaktadır. Anayasaya aykırılıkların sürdürülmesi, özenle korunması gereken hukukun üstünlüğü ilkesini de zedeleyecektir. Hukukun üstünlüğünün sağlanamadığı bir düzende, kişi hak ve özgürlükleri güvence altında sayılamayacağından, bu ilkenin zedelenmesi hukuk devleti yönünden giderilmesi olanaksız durum ve zararlara yol açacaktır. Söz konusu düzenleme nedeniyle; Türkiyede gitgide azalmakta olan balık tür ve popülasyonlarının kararlı ve ivedi şekilde korunması ve çevre hakkına saygı gösterilmesi anayasal gereklilikleri açısından telafisi mümkün olmayacak sonuçların doğabileceği ortadadır. Bu zarar ve durumların doğmasını önlemek amacıyla, Anayasaya açıkça aykırı olan ve iptali istenen hükmün iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüğünün de durdurulması istenerek Anayasa Mahkemesine dava açılmıştır.Esas Sayısı : 2020/10 Karar Sayısı : 2020/67 5 IV. SONUÇ VE İSTEM 06/11/2019 tarihli ve 7191 sayılı Su Ürünleri Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 5. maddesiyle değiştirilen 1380 sayılı Kanunun 22. maddesinin ikinci fıkrasının üçüncü cümlesinde yer alan onayı, kontrollüğü ile yaptırılır ibarelerinin Anayasanın 2., 56. ve 128. maddelerine aykırı olduğundan iptallerine ve uygulanmaları halinde giderilmesi güç ya da olanaksız zarar ve durumlar olacağı için, iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüğünün durdurulmasına karar verilmesine ilişkin istemimizi saygı ile arz ederiz.
1,934
Esas Sayısı : 2001/403 Karar Sayısı : 2001/345 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: "Bursa, Cumhuriyet Başsavcılığının 2000/1584 579 sayılı 28.1.2000 tarihli iddianamesiyle sanık İlknur POROY'un General Sigorta A.Ş. ve Hür Sigorta A.Ş.nin Bursa Acenteliğini yaptığı, Sigorta Denetleme Uzmanlarınca yapılan denetimde 7397 sayılı Yasa'nın 27. maddesinde belirtilen primlerin sigorta şirketine intikal ettirilmesi esasına aykırı hareket ettiğinden bahisle 7397 sayılı Yasa'nın 27. maddesi delaletiyle 48/1. TCK. 119/5 8. maddeleri gereğince cezalandırılması istemiyle mahkememize kamu davası açılmıştır. Sanık vekili 7397 sayılı Yasa'nın 27. maddesini değiştiren 539 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin çıkarılmasına dayanak teşkil eden 1.6.1994 gün, 3991 sayılı Yetki Yasası'nın Anayasa Mahkemesi'nin 1994/68 80 sayı 29.11.1994 tarihli kararıyla iptal edildiğini, bu sebeple 539 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin anayasal dayanaktan yoksun kaldığı, bu yüzden bu Kanun Hükmünde Kararname'nin 20. maddesi ile değişik 7397 sayılı Yasa'nın 27. maddesinin Anayasa'ya aykırı olduğundan bahisle bu maddenin iptali için Anayasa Mahkemesi'ne başvuruda bulunmasını talep etmiştir. 7397 sayılı Yasa'nın 539 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile değişik 27. maddesinin Anayasa'nın 2., 6. ve 91. maddelerine aykırı olduğu kanaatine varıldığından sanık vekilinin bu talebi ciddi görülmüştür. Şöyleki; Anayasa'nın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyeti'nin bir hukuk Devleti olduğu, 6. maddesinde hiç bir kimse veya organın kaynağını Anayasa'dan almayan bir devlet yetkisini kullanamayacağını ve 91. maddesinde de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin Bakanlar Kurulu'nun kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi verebileceğinin, çıkarılacak kanun hükmünde kararnamenin amacının, kapsamının, ilkelerinin, kullanma süresinin, süresi içerisinde birden fazla kararname çıkarılıp çıkarılamayacağının yetki yasasıyla düzenleneceği belirtilmiştir. 3991 sayılı Yetki Yasası ile; Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından Bakanlar Kurulu'na kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi verildiği, Bakanlar Kurulu'nca bu yetki yasasına dayanılarak 539 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin çıkarıldığı, bilahare Anayasa Mahkemesi'nin 1994/68 80 sayılı, 29.11.1994 tarihli kararı ile 3991 sayılı Yetki Yasası'nın iptal edildiği, bu halde 539 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin hukuki dayanaktan yoksun kaldığı anlaşılmıştır. Bu durumda, Anayasa'ya aykırı görülerek iptal edilen 3991 sayılı Yetki Yasası'na dayanılarak çıkarılmış bulunan 539 sayılı Kanun Hükmünde Kararnane'nin Anayasa'nın 2. maddesindeki hukuk devleti, 6. maddesindeki hiç bir kimse veya organın kaynağını Anayasa'dan almayan bir devlet yetkisini kullanamayacağı ilkesi ile Kanun Hükmünde Kararname çıkarma yetkisine ilişkin 91. maddesine aykırı olduğu bu nedenle 7397 sayılı Sigorta Murakabe Kanunu'nun 539 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin 20. maddesi ile değişik 27. maddesinin iptali için Anayasa Mahkemesi'ne başvurulması gerektiği kanaatine varılmıştır.Esas Sayısı : 2001/403 Karar Sayısı : 2001/345 2 Hüküm: Açıklanan nedenlerle; 7397 sayılı Sigorta Murakabe Kanunu'nun 27. maddesinin (539 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile değişik) Anayasa'nın 2., 6. ve 91. maddelerine aykırı olduğu, kanaatine varıldığından 7397 sayılı Sigorta Murakabe Kanunu'nun 539 sayılı Kanun Hükmünde Kararname 'nin 20. maddesiyle değişik 27. maddesinin iptali istemiyle Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına, ... karar verildi.""
433
Esas Sayısı : 2014/57 Karar Sayısı : 2014/81 1 "... I YOKLUĞUN TESPİTİ, İPTAL VE YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMLERİNİN GEREKÇESİ 28.2.2014 günlü dava dilekçesinin gerekçe bölümleri şöyledir: II 6524 SAYILI KANUN'UN ÖNCELİKLE TÜMÜNÜN YOK HÜKMÜNDE OLDUĞUNUN SAPTANMASI İSTEMİNE İLİŞKİN İDDİALARIN GEREKÇELERİ Geleneksel kamu hukuku doktrinine göre, bir hukukî işlemin, çok ağır bir sakatlık ile malûl olması durumunda bu işlem yok hükmünde sayılmaktadır (Kemal Gözler, Türk Anayasa Hukuku, Bursa, 2000, sh.949 vd.). Yokluk, bir kurala vücut veren iradenin mevcut olmamasıdır. Bu nedenle, yasama işleminin yok sayılabilmesi, ancak ağır bir yetki gaspı halinde mümkündür. Hukukî işlemin, yani kanunun geçerliliği üzerinde iptalden daha ağır bir hukuka aykırılık hâli, yokluktur. Dava konusu yaptığımız somut olayda olduğu gibi, kanunla yargısal denetimi etkisiz bırakacak düzenleme, tipik ve ağır bir yetki gaspı olup, hukukî işlemin yokluğu sonucunu zorunlu olarak doğurur. Bu durum, Anayasamızda öngörülen kuvvetler ayrılığı ilkesinin sonu demektir ve Anayasa'nın Başlangıç Bölümünün 4. paragrafı ile 2. maddesine açık aykırılık teşkil etmektedir. Başka bir değişle, dava konusu yaptığımız 15.2.2014 tarihli ve 6524 sayılı Kanun ile öngörülen düzenleme, yargısal denetimin olası bir aykırılığının yaptırımı etkisiz bırakma amacını güttüğü için açık ve ağır bir yetki gaspıdır. Yaptırımı ise yokluktur. Yok hükmünde saymamüessesesi ile ilgili olarak Anayasa Hukukçusu Prof. Dr. Erdoğan Teziç, Türk anayasal yargı sisteminde yokluk kavramının tanınmadığını teyit etmekle birlikte, Hukuk sistemimizde 'yürürlük durdurma' diye bir müessese de yoktu. Ancak PTT'nin T'sinin satışı sırasında Anayasa Mahkemesi'nin 1993'te verdiği kararla sisteme girdi. Sonra da içtihat haline geldi. Şimdi benzer biçimde 'yokluk' hükmü de oluşabilir demek suretiyle Yok hükmünde saymafikrine, Anayasa Mahkemesi'nin geçmiş kararlarını yorumlayarak ulaştığını belirten Teziç, Dava konusu 6524 sayılı Kanun ile ilgili olarak da HSYK Kanunu Resmi Gazete'de yayımlandığı anda bazı görevlilerin görevi sona eriyor. Anayasa Mahkemesi iptal kararı verse bile bu geriye işlemeyecek. Yani bu düzenleme yargısal denetimin olası bir iptalini etkisiz bırakma amacını güttüğü için açık ve ağır bir yetki gaspıdır. O yüzden iptalden daha ileri bir yaptırım gerekir. Bu da ancak 'yok hükmünde sayarak' yapılabiliryönünde görüş beyan etmiştir (Bkz. Utku Çakırözer'in Burun Kırdırtan HSYK Kavgasının Nedeni Başlıklı Yazısı, 17.2.2014 tarihli Cumhuriyet Gazetesi). Bundan yaklaşık yüz yıl önce ünlü Alman hukukçu, siyaset bilimci Carl Schmitt yazmış olduğu Siyasi İlahiyat isimli kitabında günümüz siyaset biliminin kavramlarının dünyevileştirilmiş ilahiyat kavramları olduğunu söyler. Örneğin, her şeye kâdir Tanrı gitmiş, onun yerine her şeye kâdir kanun koyucu gelmiştir. Her şeye kâdir kanun koyucunun demokratikleşmesi demokrasinin de serüvenidir. Ancak, bugün 6524 sayılı Kanun sayesinde geldiğimiz nokta ve gördüğümüz tablo, bu Kanun'la ilgili olarak Hükûmetin başlangıçtan bu yana gütmüş olduğu politika ile her şeye kâdir kanun koyucunun demokratikleştirilmesi yönündeki bir adımın işaretlerini değil, tam tersine, her şeye kâdir tek adamın politikasının, uygulamalarının, onun otoriter tutumunun işaretlerini bize göstermektedir. Devlet birey ilişkisi artık yüz yıl önceki ilişki değildir. Eskiden devlet birey ilişkisi, güç itaat ilişkisine dayanmakta iken, artık birey öne çıkmıştır; bireyin öne çıkmasıyla birlikte onun özgürlükleri çok daha önemli hâle gelmiştir. Eskiden devlet karşısında güçsüz bir birey, ancak güçlü bir devlet varken,Esas Sayısı : 2014/57 Karar Sayısı : 2014/81 2 bugün, devletin karşısında güçlü bir birey ve onun özgürlükleri söz konusudur. Eskiden anayasalar devletin kuruluşunu, örgütlenişini, buna ilişkin hükümleri düzenlerken, bugün, anayasalar bireyin özgürlükleri karşısında devletin gücünü sınırlayan metinlere dönüşmüştür. 1748 yılında, Montesquieu kuvvetler ayrılığı ilkesini Kanunların Ruhu kitabını yazdığı zaman daha kuvvetler ayrılığı ilkesi O'nun savunduğu gibi şekillenmiş değildi. İlk defa kuvvetler ayrılığı ilkesi olmadan demokrasinin vâr olmayacağı Montesquieu tarafından bir tarihî belge olarak Kanunların Ruhu isimli kitabında yer almış ve 41 yıl sonra 1789 tarihinde insanlık tarihine çok büyük bir devrim olarak geçen Fransız Devrimi gerçekleşmiştir. Fransız Devrimi sonucunda 1789 yılında yayınlanan Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi'nin 16.maddesi bugün dahî bütün demokrasilerin temelini oluşturan altın bir kuralı koymuştur. Hakların güvence altında olmadığı, kuvvetler ayrılığının bulunmadığı ülkelerde anayasa yoktur. Yazılı olarak kâğıt üzerinde adına Anayasa dediğiniz bir metin olabilir, ama bu metinde kuvvetler ayrılığı prensibi tahrip edilmişse o ülkede, o Anayasa'da kuvvetler ayrılığı yoktur; dolayısıyla o ülkede Anayasa'nın olduğunu söylemek imkânsızdır. 15.2.2014 tarihli ve 6524 sayılı Kanun ile birlikte, ne yazık ki, artık Türkiye'de Anayasa, kağıt üzerindeki bir metne dönüşmüş ve fiilen ortadan kaldırılmıştır. Başka bir değişle, 6524 sayılı Kanun ile Anayasa, 15.2.2014 tarihinde TBMM Genel Kurul Salonunda iktidar partisinin kabûl oyu ile birlikte ilgâ edilmiştir. Anayasa'nın Başlangıç Bölümünün 4. Paragrafında açıkça dile getirilen Kuvvetler ayrılığı ilkesinin olmazsa olmaz koşulu olan Bağımsız Yargı ilkesi, ne yazık ki, 6524 sayılı Yoklukla malûl bir Kanunla ortadan kaldırılmakta; yargının yürütmeye bağlandığı ve böylece demokratik parlamenter rejimin rafa kaldırıldığı bir sürece girilmektedir. Mezkûr Kanun ile, Anayasa'ya göre millete ait olan yetkileri Hükûmet, Başbakan, Adalet Bakanı kendi yetkisi ve inisiyatifi içerisine almakta ve Yargı yetkisinin, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır hükmünü içeren Anayasa'nın 9. maddesini açıkça ihlâl etmektedir. Bu vâkıâ, 6524 sayılı Kanun'un çok açık bir şekilde yok hükmünde sayılmasını gerektiren kanunî düzenlemedir. 15.2.2014 tarihli ve 6524 sayılı Kanunun, işbu davanın konusu olan maddeleriyle yapılan düzenlemelerin, hem Anayasa'nın 87. maddesinin vermediği bir yetkinin kullanılması yoluyla gerçekleştirilmeleri, hem de bu yetkinin aynı zamanda Anayasa'nın 2. 6. ve 9. maddelerinde belirtilen ilkelere aykırı bir biçimde kullanılması bakımından, yok hükmünde sayılmalarına yol açacak nitelikte ağır yöntem sakatlıklarıyla malûl olduğu sâbittir. Şöyle ki; 1 ) 12.9.2010 tarihli ve 5982 sayılı Kanunun 22. maddesi ile değiştirilen Anayasa'nın 159. maddesi hükmü ile Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu yürütmeden bağımsız ve ayrı bir erk olması gerektiği ilkesine uygun bir düzenlemeye kavuşturulması amaçlanmış iken, 15.2.2014 tarihli ve 6524 Kanun değişikliği ile Kurulun fiilen Adalet Bakanına bağlı ve bağımlı, ayrı bir erkten çok, yürütmenin güdümü, emir ve gözetimi altında görev yapan bir Genel Müdürlük haline getirilmek istenmektedir. Şüphesiz, bu olgu, 12.9.2010 tarihli Anayasa değişikliği ile amaçlanan bağımsız bir Kurulun oluşumuna aykırıdır. Anayasa'nın Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun düzenlendiği 159. maddesine bakıldığında dikkati çeken ilk husus, Kurul'a Adalet Bakanlığından ve dolayısıyla siyasî iradeden bağımsız, özerk bir irade verilmesinin amaçlandığı ve tüm maddenin bu temel amaçtan hareketle düzenlendiği vâkıâsıdır. Nitekim, bu vâkıâ, Anayasamızın 159. maddenin ilk fıkrasında Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlikEsas Sayısı : 2014/57 Karar Sayısı : 2014/81 3 teminatı esaslarına göre kurulur ve görev yapar. denilmek suretiyle kuşkuya yer bırakmayacak biçimde ifade edilmiş ve Kurul'un organizasyon yapısı ile işleyişine ilişkin tüm kuralların klasik bir kamu kurumundan farklı olarak mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı ilkelerine uygun olması gerektiği vurgulanmıştır. Anayasa'nın 159. maddesi lâfzı ve rûhu ile bir bütün (kül) halinde incelendiğinde; Anayasa koyucunun, yerine getirdiği nâzik ve hassas fonksiyon nedeniyle Kurul'u, klasik bir kamu kurumu olarak görmek istemediği ve olağan bürokratik hiyerarşiden ayrık tutarak, Kurul'a siyasî iradeden (yürütmeden) bağımsız, kendi inisiyatifini kullanabileceği ayrı ve özerk bir yapıya kavuşturmayı amaçladığı anlaşılmaktadır. Anayasa koyucu bu amaçtan hareketle 159. maddenin Birinci fıkrasında, Kurul'un organizasyon yapısı ve işleyişine ilişkin yapılacak düzenlemelerinmahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı ilkeleri doğrultusunda yapılacağını belirterek, TBMM'nin sahip olduğu takdir yetkisini bu ilkeler ile sınırlamış ve bu anlamda Kurul'un özerk iradesinin varlığını Anayasal bir güvenceye kavuşturmuştur. Bu itibarla, HSYK'nın organizasyon yapısı ve işleyişine ilişkin tüm kuralların ihdâsında TBMM'nin kullanabileceği takdir yetkisi, klasik kamu kurumlarının organizasyon yapısı ve işleyişine ilişkin takdir yetkisinden farklıdır; dahası, farklı da olmak zorundadır. Nitekim, bu farklılığın gerekliliği, Anayasa'nın 159. maddesinin Birinci fıkrasında mahkemelerin bağımsızlığı ile hâkimlik teminatı ilkelerine gönderme yapılmak suretiyle açık bir biçimde ifade edilmiştir. Bu noktada Anayasa'nın 159. maddenin son fıkrasında Meclis'e tanınan ve Kurul üyelerinin seçimini, dairelerin oluşumunu ve işbölümünü, Kurul'un ve dairelerin görevlerini, toplantı ve karar yeter sayılarını, çalışma usul ve esaslarını, dairelerin karar ve işlemlerine karşı yapılacak itirazları ve bunların incelenmesi usûlleri ile Genel Sekreterliğin kuruluş ve görevlerini kanunla düzenleyebilme yetkisi, sınırlı bir yetki olup, ancak anılan maddenin birinci fıkrasında belirtilen mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı ilkeleri doğrultusunda kullanılabilecek özel bir yetkiyi ifade etmektedir. Oysa, 15.2.2014 tarihli ve 6524 sayılı Kanun metni incelendiğinde, Kurul'un organizasyon yapısı ve işleyişine ilişkin düzenlemelerde Anayasa'nın 159. maddesi hükmünce uyulması gereken mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı ilkeleri yok sayılmış ve Kurul, âdetâ yürütmenin emrinde, Adalet Bakanı'nın iradesi dışında karar verme yetkisi kullanamayan sıradan bir kamu kurumuna dönüştürülürken, bir yandan da seçimle gelen üyeler Adalet Bakanı'nın emri altında ve O'nun izni olmaksızın karar alamayacak konuma getirilmiştir. Kanun metninde öngörülen değişikliklerin büyük bölümünde, esâsen dönüştürme / siyasallaştırma amacının güdüldüğü çok açık ve net bir biçimde görülebilmektedir. Dava konusu yapılan, Mahkemelerin ve hâkimlerin bağımsızlığını ortadan kaldırır mâhiyetteki işbu düzenleme ile hukuk devleti ilkesi tamamen zedelenmiştir. Oysa (yukarıda da açıklandığı veçhile), hukuk devleti anlayışının somutlaştırılmasında ve vatandaşların belli bir güven duygusuyla yaşayabilmelerinde yargı bağımsızlığı ilkesinin önemi tartışmasızdır. Anayasa'mız kuvvetler ayrılığı ilkesini benimsenmiştir. 6524 sayılı Kanun'da yer alan yasal düzenlemelerin incelenmesinde ise yargıya ilişkin en temel ve önemli yetkilerin doğrudan veya dolaylı olarak Kurul Başkanı sıfatıyla Adalet Bakanı'na verilmiş olduğu açıkça görülmektedir. Bu durumun da yargı bağımsızlığına, kuvvetler ayrılığı ilkesine ve HSYK'nın mahkemelerin bağımsızlığı ile hâkimlik ve savcılık teminatı esaslarına göre hareket etmesi prensibine aykırılık teşkil ettiği çok açıktır. Dolayısı ile, dava konusu Kanun ileEsas Sayısı : 2014/57 Karar Sayısı : 2014/81 4 yapılmak istenen düzenlemenin Anayasa'nın 2. maddesinde yer alan Cumhuriyetin Hukuk Devleti niteliğine ve yine 2. maddenin Cumhuriyetin nitelikleri arasında atıf yaptığı Anayasa'nın Başlangıç bölümünde belirtilen kuvvetler ayrılığı ilkesine aykırılık teşkil ettiğini göstermektedir. Bunun doğal bir sonucu olarak, Anayasa'nın 2. maddesine aykırılık ise, anılan maddede yer alan ve Cumhuriyetin nitelikleri arasında gönderme yapılan Anayasa'nın Başlangıç Bölümü'nün 4. paragrafında belirtilen Kuvvetler ayrılığı ilkesine aykırılık anlamına gelmektedir. 15.2.2014 tarihli ve 6524 sayılı Kanun'daki düzenlemelerin birçoğu, yüksek yargı kurumlarının oluşumuna ilişkin kural ve ilkelerin yer aldığı uluslararası belge ve raporlarda öngörülen görüşlerle (Venedik Kriterleri, İlerleme ve İstişari Ziyaret Raporları, Avrupa Hâkimleri Danışma Konseyi / CCJE, 10/2007 Sayılı Görüşü, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesinin Hâkimlerin Bağımsızlığı, Verimliliği ve Rolü Hakkında 94/12 Nolu Tavsiye Kararı, Avrupa Yargı Kurulları Ağı / ENCJ Raporları ile) çelişmektedir. Öyle ise, 15.2.2014 tarihli ve 6524 sayılı Kanun ile yapılmak istenen düzenlemelerin Anayasa'nın 2.maddesinde ifadesini bulun hukuk devleti ilkesi ile Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun yürütme organından bağımsız ve dolayısı ile yargının ayrı bir erk olması gerektiği ilkesine uygun bir düzenlemeyi öngören 159. maddesine aykırılık teşkil etmektedir. Başka bir değişle, 15.2.2014 tarihli ve 6524 sayılı Kanunun getirmekte olduğu düzenlemelerin kaynağını Anayasa'dan almayan bir yetkinin kullanımıyla gerçekleştirilmiş bir işlem niteliği taşıdığı; bu işlemin yetki unsuru bakımından ağır bir sakatlıkla malûl hale geldiği ve dolayısı ile Anayasa'nın 6.maddesinin üçüncü fıkrasının ikinci cümlesinde yer alan Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisini kullanamaz. kuralını açıkça ihlâl ettiği âşikârdır. Bu bakımdan, 15.2.2014 tarihli ve 6524 sayılı Kanun'un tümünün yetkisizlik, başka bir değişle, işlemin yetki unsurundaki ağır sakatlık nedeniyle yokluğuna hükmedilmesi gerektiği açıktır. Yukarıda da açıklamaya çalıştığımız sebeplere binâen, 15.2.2014 tarihli ve 6524 sayılı Kanun ile yapılan düzenlemelerin, aynı zamanda yetki gasbı veya yetki tecavüzü niteliğini taşıdığı da kuşkusuzdur. Zirâ, söz konusu düzenlemelerle tâlî kurucu iktidar olarak Anayasa'yı değiştirme yetkisi, TBMM tarafından gasbedilmiştir. Ağır ve açık yetki tecavüzü ya da yetki gasbı olarak tanımlanabilecek bu vâkıâların, 15.2.2014 tarihli ve 6524 sayılı Kanun'la yapılan düzenlemeyi yetki unsuru açısından yokluk ile malûl hâle getireceği tartışmasızdır. Olayda, gerçekleştirilen yetki gasplarına ve tecavüzlerine cevaz verildiği takdirde, bundan böyle TBMM'nin yetkisi olmadığı bir anayasal alanda yetki kullanabilmesinin ve kanunları değiştirebilmekle yetkili olanlara, kanun değiştirme yöntemini kullanarak tâlî kurucu iktidara verilen anayasa değiştirme yetkisinin gasp edilmesinin önü açılacaktır. Başka bir değişle, 6524 sayılı Kanun'un kanunlaşması sırasında TBMM'de izlenen süreç, kanun değiştirme iradesini aşıp, Anayasa hükmünü değiştirerek yetki temelinde vahim bir sakatlık doğmasına sebebiyet vermiştir. Hal böyle olunca, 15.2.2014 tarihli ve 6524 sayılı Kanunda öngörülen düzenlemelerin, yukarıda açıklandığı üzere yetkisizlik, yetki aşımı ve yetki gaspı / yetki tecavüzü nedenleri ile yetki unsuru açısından sakat oluşu, bu düzenlemelerin yokluğunun hükme bağlanmasını gerektirmektedir.Esas Sayısı : 2014/57 Karar Sayısı : 2014/81 5 2 ) Bilindiği üzere, bir hukukî işlemin hukuk düzeninde varlık kazanabilmesi için şekil, konu, amaç, sebep ve yetki unsurları bakımından hukuka uygun olması gerekmektedir. Aksi halde, o hukukî işlemin varlığı tartışmalı hâle gelir. Başka bir değişle, bir işlemin kurucu unsurlarının yokluğu, o işlemin de hükümsüz olması, yok (keenlemyekûn) sayılması sonucunu doğurur. Yokluk ve İptal farklı kavramlardır. Yokluk (inexistence), işlemin başından beri hükümsüz sayılması anlamına gelmektedir. Anayasa Mahkemesi'nin yokluk konusunda bu güne kadar vermiş olduğu herhangi bir karar bulunmasa da, bazı kararlarında yokluk konusundaki görüşlerini izhâr etmiştir. Örneğin, 21186 sayılı Resmi Gazete'nin mükerrer nüshasında yayımlanan 1992 Mali Yılı Bütçe Kanunu'nun 1. maddesine bağlı (A) işaretli cetvelinde gösterilen Kültür Bakanlığı kısmı ile bu kısmın unsurlarını ve açıklamalarını içeren bölümlerinin Anayasa'ya aykırılığı ileri sürülerek iptaline ilişkin olarak verdiği bir Kararda, özetle, Yönetim hukukunda yokluk, bir hukuksal işlemin hiç doğmamış, hukuk alemine çıkmamış sayılması sonucunu doğurur. Bu bağlamda, Anayasa yargısında yasama işlemlerinin yok sayılabilmesi ancak yetki ve görev gaspı ya da çok ağır biçim eksikliği durumlarında söz konusu olabilir. demek suretiyle yokluk konusundaki düşüncesini açıklamıştır (Anayasa Mahkemesi'nin 17.9.1992 gün ve E.1992/26, K.1992/48 sayılı Kararı). Dolayısı ile, Anayasa Mahkemesi, iptalden daha ileri bir tartışma yapabilmek için iptal sebeplerinden daha ağır hukuka aykırılık sebebi aranacağını belirterek bunun yaptırımının yokluk olacağına işaret etmiştir. Kezâ, Anayasa Mahkemesi'nin 24.5.1988 gün ve E.1988/11, K.1988/11 sayılı Kararına ekli karşı oy yazısında üye Muammer Turan, Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilen bir kanunun tekrar kabûl edilmesi durumunda, bu ikinci kanunun mutlak butlanla batıl sayılıp, çıkartıldığı günden itibaren geçerli olmadığına hükmedilmesi gerektiği yönünde görüş bildirmiştir (Muammer Turan'ın Karşı Oy Yazısı, Anayasa Mahkemesi Kararlar dergisi, Sayı 24, sh.170). Daha yakın zamanda da 17.10.1996 gün ve E.1996/4, K.1996/39 sayılı Karara ekli karşı oy yazısında (Anayasa Mahkemesi Kararlar Dergisi, Sayı 32, Cilt 2, sh.844 vd.) ve 13.5.1998 gün ve E.1996/51, K.1998/17 sayılı Karara ekli karşı oy yazısında (Anayasa Mahkemesi Kararlar Dergisi, Sayı 35, Cilt 1, sh.178 vd.), üye Mustafa Bumin, Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilen kanunun tekrar çıkarılmasının bir ağır ihlâl olduğunu belirtmiş ve böyle bir kanunun iptal değil, yokluk saptanılarak davanın reddine karar verilmesi gerektiği yönünde görüş bildirmiştir. Nihayet, Anayasa Mahkemesi'nin 13.5.1998 gün ve E.1996/51, K.1998/17 sayılı Karara ekli karşı oy yazılarında üyeler Yalçın Acargün, Mustafa Yakupoğlu ve Fulya Kantarcıoğlu karşı oy yazılarında, iptal edilen kanunun yerine yeni kanun yapılması durumunda sözkonusu kanunun karşılaşması gereken yaptırımın iptal değil, yok hükmünde sayılması olduğunu belirtmişlerdir (Anayasa Mahkemesi Kararlar Dergisi, Sayı 35, Cilt 1, sh.175 178; Kemal Gözler, a.g.e, sh.951, dipnot:262). 3 ) Diğer yandan, bir hukukî işlemin yetki unsuru bakımından sağlıklı ve geçerli sayılabilmesi, yetkili bir organ tarafından yapılmasının yanısıra, yetkinin Anayasa'nın çizdiği alan içerisinde ve Anayasaya uygun olarak kullanılmasını da gerektirir. Kuşkusuz yasama yetkisi, yasama alanı içerisinde kalmak koşuluyla konu açısından, ancak Anayasa'ya aykırı biçimde kullanılmaması koşulu ile sınırsızdır. Yani, burada Anayasa kuralları ve bu kurallara uygunluk koşulu, yasama yetkisi için bir sınır oluşturmaktadır.Dava konusu yaptığımız 15.2.2014 tarihli ve 6524 sayılı Kanunla yapılan düzenlemelerde ise, yasama yetkisinin bu sınır aşılarak ve saptırılarak kullanıldığı görülmektedir. Bu bağlamda, öncelikle, 6524 sayılı Kanun'un ihdâsı sırasında yasama yetkisi, Anayasa'nın 2. maddesinde öngörülen demokratik hukuk devleti ilkesine aykırı biçimde kullanılmıştır. Yasama yetkisinin böyle bir değişikliğiEsas Sayısı : 2014/57 Karar Sayısı : 2014/81 6 gerçekleştirmek için kullanılmasının, Anayasanın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti ilkesi ile de çeliştiği yadsınamaz. Hukuk devleti ilkesinin dayandığı temel unsurlardan biri de hukuk güvenliğidir. Ancak, Anayasa değişikliğiyle yapılması gereken bir yasama işleminin kanun yolu ile yapılmasının önünü açan böylesi bir yasama yetkisi, hukuka ve Devlete olan güveni ortadan kaldırır; dolayısıyla, böyle bir ahvâl, Anayasanın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti ilkesine ve dolayısı ile Başlangıç Bölümünün 4. paragrafında ifadesini bulan kuvvetler ayrılığı prensibine de aykırı düşer. Nitekim, Anayasa, TBMM'ye yasama erkini, netice itibariyle, kamu yararını sağlamak üzere vermiştir. Bu durum, aynı zamanda Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti ilkesinin de bir gereğidir. Yapılan yasama işlemlerinin, kamu yararı amacına değil, öznel (subjektif) amaçlara yönelik olarak yapılması halinde ise yasama yetkisinin saptırıldığını söylemek gereklidir. Böylesi bir yetki saptırması da, yasama yetkisinin Anayasa'ya aykırı bir biçimde kullanılması nedeniyle, bu yetkinin kullanılması yoluyla yapılan hukukî işlemin, yetki unsuru bakımından Anayasa'ya aykırı bir görünüm almasına yol açar ve bu işlemin yoklukla malûl olması sonucunu doğurur. 15.2.2014 tarihli ve 6524 sayılı Kanun'un tümünün Anayasa'dan kaynaklanmayan bir yetkinin Anayasa'nın 6. maddesine aykırı olarak ve yine Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen ilkelere uyulmadan kullanılması nedeniyle yoklukla malûl olduğu gerçeğini değiştirmez ve bu nedenle 15.2.2014 tarihli ve 6524 sayılı Kanun'un tümünün yokluğuna hükmedilmesi gerekir. 4 ) Şu hususu da önemle belirtmek gerekir ki, 15.2.2014 tarihli ve 6524 sayılı Kanunun asıl amacının kamu yararı olması gerekirken, aslında gizli bir gündemi olduğu, 20. maddesiyle 4954 sayılı Kanuna eklenen Geçici Madde 12 ile 39.maddesiyle 6087 sayılı Kanuna eklenen Geçici Madde 4den kolaylıkla anlaşılmaktadır. Anılan geçici maddeler ile Türkiye Adalet Akademisi ile Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu kadrolarının derhal boşaltılacağına işaret etmektedir. Bu olgu da, dava konusu Kanun ile asıl amaçlanan hedefin kamu yararının gerçekleştirilmesi değil, sadece siyasî kadrolaşma eliyle olası birtakım yargısal soruşturma süreçlerini etkilemek olduğunu ve yasama faaliyetinin amacından çarpıtılıp, ağır biçimde sakatlandığını göstermektedir. 6524 sayılı Kanun'un ihdâsındaki örtülü amacın hâlen yürütülmekte olan mevcut ve güncel soruşturmaları yönlendirmek, eldeki kanıtları karartmak ve ayrıca mevcut kadroları tasfiye etmek suretiyle bağımsız olması gereken yargı organını kendileştirmek özel gâyesine mâtuf olduğu, her türlü izahtan vârestedir. 6524 sayılı Kanun ile, Adalet Bakanı'nın tek başına, doğrudan yetkili olduğu, iradesini ortaya koyarak tasarruf yapabileceği bir yapı getirilmekte ve Adalet Bakanı'nın yeniden teşekkül edecek olan Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nda (ve bu meyanda Türkiye Adalet Akademisi'nde) en etkili güç haline getirilmesine yol açmaktadır.Bu nedenlerle, tamamen subjektif, belli kişi ya da kişilere yönelik çözüm getirme amacını taşıyan, dolayısı ile kamu yararı amacını gütmeyen ve açıkça bir yetki saptırmasının sonucu olan dava konusu yaptığımız Kanun hükümlerinin yetkisizlik; başka bir değişle, işlemin yetki unsurundaki ağır sakatlık nedeniyle yokluğuna hükmedilmesi gerektiği çok açıktır. Bu itibarla, somut olayda, TBMM'nin yetkisinin bulunmadığı bir anayasal alanda yetki gaspı yaparak, yokluğun en ağır biçimi olan yetkisiz bir işlem yaptığı, işlemin amaç yönünden de sakat olduğu nazara alındığında, 15.2.2014 tarihli ve 6524 sayılı Kanun'un tümünün öncelikle yok hükmünde olduğunun tespitine karar verilmelidir. III 6524 SAYILI KANUN'UN ŞEKİL BAKIMINDAN ANAYASA'YA AYKIRILIĞI NEDENİYLE TÜMÜNÜN İPTALİ GEREKTİĞİNE İLİŞKİN İDDİALARIN GEREKÇELERİEsas Sayısı : 2014/57 Karar Sayısı : 2014/81 7 Anayasa'nın 148. maddesine göre, Kanunların şekil bakımından denetlenmesi, son oylamanın öngörülen çoğunlukla yapılıp yapılmadığı; Anayasa değişikliklerinde ise teklif ve oylama çoğunluğuna ve ivedilikle görüşülemeyeceği şartına uyulup uyulmadığı hususları üzerinde yapılır. Ancak, anılan Anayasa maddesinde belirtilen şekil denetiminin, işlemin yetki unsuru bakımından geçerliliğini denetleme hususunu dışta bırakmış olduğu düşünülemez. Anayasa Mahkemesi'nin şekil denetimi yetkisinin özünde, işlemi öncelikle yetki unsuru bakımından denetlemek yetkisi saklıdır. Zirâ, teklif ve oylama çoğunluğuna ulaşılıp ulaşılmadığı, ancak hukuken geçerli bir işlemle ilgili olarak değerlendirilebilir. Bu nedenle, şekil denetimi kapsamında, öncelikle, işlemde yetki unsuru bakımından sakatlık olup olmadığının araştırılması gerekir. Yetki unsuru bakımından sakatlık, işlemi şekil unsuru bakımından da sakatlar; sağlıklı ve hukuken geçerli bir işlem olarak doğmasına imkân bırakmaz. Anayasa'nın 148. maddesinde şekil denetiminin oylama ve teklif çoğunluklarına ulaşılmış olup olmadığı hususları ile sınırlandırılmış olduğunu ve bu denetimin kapsamında yetki unsurunda sakatlık olup olmadığını araştırmanın bulunmadığını söylemek, Anayasa'nın kabûl edemeyeceği sonuçlara yol açar; yasama yetkisinin saptırılmasına ve fonksiyon gaspına geçit verir. Örneğin, yargısal bir işlemin teklif ve oylama çoğunluğuna uyulmak suretiyle TBMM tarafından kanun görünümünde yapılmasına ve şekil bakımından geçerli nitelik kazanmasına imkân tanır. Böyle bir sonuca ise Anayasa'nın izin vermiş olduğu düşünülemez. Çünkü bu durum, hukuk devleti ve kuvvetler ayrılığı ilkeleri ile asla bağdaşmaz Yetki unsuru bakımından denetim, bu nedenlerle yukarıda da belirtildiği gibi Anayasa Mahkemesi'nin Anayasa'nın 148. maddesinin 2. fıkrası anlamında yapacağı şekil denetiminin, öncelikle yapılması gereken ayrılmaz bir parçasıdır. 15.2.2014 tarihli ve 6524 sayılı Kanun'a bakıldığında ise, davaya konu hükümlerin teklif ve kabûl yeter sayıları bakımından sayısal açıdan Anayasa'ya uygun olmasına karşın, yetki unsuru bakımından yukarıda belirtildiği üzere , Anayasa'dan kaynaklanmayan bir yetkinin Anayasanın 2., 6. ve 159. maddelerine aykırı bir biçimde kullanılması yoluyla gerçekleştirildikleri ortadadır. Şüphesiz, yargılama makamları, daha açık bir değişle, hâkimler ve savcılar görevlerinde bağımsız olmalıdır. Bu bağımsızlık, ciddî, giderek âdil bir yargılama için aynı zamanda bir zorunluluktur. Bu bağımsızlık, öncelikle Yürütme Organına karşı sağlanmalıdır. Zirâ, hâkimlere ve savcılara karşı maddî ve manevî baskı, öncelikle yürütme organından gelir. İşte, bu nedenledir ki, anayasalar, hâkimlerin, başta yürütme organına karşı bağımsızlıklarını sağlamak için çeşitli tedbirler alır ve yargı mensuplarına çeşitli güvenceler öngörür. Anayasamız da, hâkim ve savcıların görevlerini huzur içinde, her türlü kaygı, maddî ve manevî baskıdan ve etkiden uzak biçimde yapabilmeleri için , mahkemelerin bağımsız olmaları gerektiğini kabûl etmiş (madde:138) ve Devletin diğer memurlarından farklı olarak hâkim ve savcılara kimi güvenceler tanımıştır. Fakat, ne yazık ki, dava konusu yapılan ve yokluğu ya da iptali istenen 6524 sayılı Kanun, bütün bu güvenceleri tamamen bertaraf eden ve mahkemelerin bağımsızlığı ilkesini ortadan kaldıran düzenlemeler ihtiva etmektedir.Esas Sayısı : 2014/57 Karar Sayısı : 2014/81 8 Anayasa'nın 148. maddesinde tanımlanan şekil denetimi çerçevesinde, Anayasa'da ayrıca yazılı olmasa da, şekil denetiminin özünde saklı bulunan işlemin yetki unsuru bakımından hukukî geçerliliğini araştırma ve tespit yetkisinin yargı organınca kullanılması; yetki unsuru bakımından yok hükmünde olan işlemlerin de şekil aykırılığı nedeniyle iptal edilmesi gerekir. Zirâ, yetki unsuru açısından yok hükmündeki işlemlerin Anayasa'nın öngördüğü çoğunluklarla teklif ve kabul edilmiş olmaları onlara geçerlilik kazandırmaz. Tüm bu açıklanmaya çalışılan gerekçelere göre, Anayasanın 2., 6. ve 159. maddelerine aykırı oldukları için yetki unsuru bakımından yoklukla malûl bulunan 15.2.2014 tarihli ve 6524 sayılı Kanun'un tümünün şekil bakımından da iptal edilmesi gerekmektedir. ... VI 6524 SAYILI KANUN'UN ESAS BAKIMINDAN ANAYASA'YA AYKIRILIK İDDİALARININ GEREKÇELERİ 1 ) 15.2.2014 tarihli ve 6524 sayılı Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un 1.maddesinin Anayasaya aykırılığı: Anılan madde ile; MADDE 1 24/2/1983 tarihli ve 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanununun 49 uncu maddesinin birinci fıkrasında yer alan aşmamak üzere ibaresinden sonra gelmek üzere Bakanlıkça ibaresi eklenmiş, ikinci fıkrası yürürlükten kaldırılmış ve dördüncü fıkrasında yer alan ilgisine göre Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunca veya ibaresi madde metninden çıkarılmıştır. Hükmü getirilmiştir. İPTAL GEREKÇESİ: Bu düzenleme ile, bilgi ve görgülerini artırmak, meslekleriyle ilgili staj ve araştırma yapmak, kurs, eğitim ve öğrenim görmek üzere seçilen ya da iç veya dış burstan yararlanan hâkim ve savcılar ve doktora yapmak üzere görevlendirilenler artık yalnızca Bakanlıkça yurtdışına gönderilebilecektir. Bu konuda Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun yetkisi kaldırılmaktadır. Yargı mensuplarının bu kapsamdaki eğitim faaliyetleri ve görevlendirmelerinin siyasal müdahalelerden uzak olması mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı açısından önem arzetmektedir. Bununla birlikte bu güvenceleri sağlama konusunda anayasal bir kurum olan HSYK'nın devre dışı bırakılması hukuk devletinin en önemli unsurlarından olan kuvvetler aykırılığı ve mahkemelerin bağımsızlığı ilkelerine aykırıdır. Düzenleme ile Kurulun yargısal işleyişi planlama yetkisi ve 6087 sayılı Kanundan doğan (6087 sayılı Kanun'un 9. maddesinin birinci fıkrasının 5. bendi) hâkim ve savcılara izin verme yetkisi elinden alınmakta, eski düzenlemelerin aksine Kurulun görüşü dahi alınmadan yürütmenin tek taraflı bir tasarrufu ile hâkim ve savcılar üzerinde işlem yapılmasının önü açılmaktadır. Yargı mensupları olan hâkim ve savcıların görevlendirilmelerinde Kurulun yetkisinin kaldırılması yargının bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı ilkelerine aykırılık teşkil etmektedir.Esas Sayısı : 2014/57 Karar Sayısı : 2014/81 9 HSYK'nın söz konusu süreçte devre dışı bırakılması ile yürütmenin yargısal işleyişlere müdahalesi mümkün hale gelmektedir. Bu düzenleme, Anayasa'nın 2. maddesinde hükme bağlanan hukuk devleti ilkesine aykırıdır. Hukuk devleti, insan haklarına saygılı ve bu hakları koruyan, toplum yaşamında adalete ve eşitliğe uygun bir hukuk düzeni tesis eden ve bu düzeni sürdürmekle kendini yükümlü addeden, bütün davranışlarında hukuk kurallarına ve Anayasa'ya uygun olarak işlem ve eylemleri yargı denetimine bağlı olan devlettir. Hukuk devleti ilkesinin bünyesinde barındırdığı,devletin bütün davranışlarında hukuk kurallarına ve Anayasa'ya uygun davranması gerektiği ilkesi, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun Adalet Bakanı'nın sevk ve idaresine bırakılması nedeniyle 6524 sayılı Kanun'un bu maddesinin Anayasa'nın 2. maddesine aykırılığı sonucunu doğurmaktadır. Ayrıca, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ve bunun dolaylı bir sonucu olarak Adalet Bakanı'na sınırsız bir düzenleme yetkisi verilmesi, Yürütmenin bir üyesine yargılama makamları üzerinde tasarrufta bulunma imkânı tanımaktadır. Cumhuriyet'in temel niteliklerinden olan kuvvetler ayrılığı ilkesini değiştirmeyi amaçlayan Kanun'un bu maddesi, bu nedenle Anayasa'nın Değiştirilemeyecek Hükümler başlığını taşıyan 4. maddesi hükmüne de aykırılık teşkil etmektedir. Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, 6524 sayılı Kanun ile Adalet Bakanı'nın sevk ve idaresine bırakıldığından, Yürütmenin bir üyesi olan Adalet Bakanı'na yargılama yetkisini kullanacak olan bağımsız mahkemeler üzerinde doğrudan ya da dolaylı olarak bir tasarruf yetkisi verilmekte ve bu nedenle de Yargı Yetkisi başlıklı Anayasa'nın 9. maddesine aykırılık teşkil etmektedir. Diğer yandan, bu düzenleme ile Anayasa'nın 9. maddesi uyarınca,Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılması gerekenyargı yetkisi Hükûmetin, Adalet Bakanlığının vedolayısı ile yürütmenin kendi yetkisi içerisine alınmakta ve böylece Anayasa'nın 9. maddesi açıkça ihlâl edilmektedir. Bu düzenleme, yukarıda belirtilen nedenlerle Anayasa'nın 9. maddesine aykırılık teşkil ettiğinden, bunun doğal bir sonucu olarak Anayasa'nın 6. maddesinde düzenlenenTürk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır.şeklinde ifadesini bulankuvvetler ayrılığı ilkesine de aykırılık teşkil etmektedir. Yine, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ve bunun dolaylı bir sonucu olarak yargılama yetkisi ile ilgili olarak Adalet Bakanı'na sınırsız bir düzenleme yapma yetkisi verilmesi nedeniyle, 6524 sayılı Kanun'un bu düzenlemesi, Anayasa'nın 6. maddesinin 3. fıkrasında ifadesini bulanEgemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.hükmüne de aykırılık teşkil etmektedir. Zira 6524 sayılı Kanun'un bu ve buna benzer bütün düzenlemeleri, egemenliğin bir unsuru olan yargılama yetkisini neredeyse tamamen Adalet Bakanı'nın tekeline ve inisiyatifine bırakmaktadır. 6524 sayılı Kanun'un 1. maddesi ile öngörüldüğü üzere, Hâkim ve savcıların bilgi ve görgülerini artırmak, meslekleriyle ilgili staj ve araştırma yapmak, kurs, eğitim ve öğrenim görmek ve doktora yapmak üzere görevlendirme yetkisi Adalet Bakanlığı'na bırakıldığı takdirde, bu görevlendirme işleminin sadece Bakan'ın takdir ve tercihine göre tezâhür edeceği açıktır. Bu konudaki düzenleme ve karar alma yetkisinin Adalet Bakanı'na bırakılması, yargı bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı ilkesini zedeler mahiyettedir ve aynı zamanda Anayasa'nın 140. maddesinin açıkça ihlâli anlamına gelmektedir. Çünkü, Anayasa'nın an
4,115
Esas Sayısı : 2000/10 Karar Sayısı : 2000/47 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: "3.7.1992 tarih ve 21273 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren 3815 sayılı Kanunun 5. maddesi ile 926 sayılı Kanuna eklenen ek 25. maddede; astsubaylardan Ek VIII sayılı Aylık Gösterge Tablosunda 2. derece için öngörülen üçüncü ve daha sonraki kademeleri kazanılmış hak aylığı olarak alanların, üçüncü kademede en az bir yılını tamamlamak veya daha sonraki kademelerde bulunmak, son altı yıllık sicil notu ortalaması yüzde doksan ve daha yukarısı olmak ve kademe ilerlemesi yapma şartlarını taşımak kaydıyla, bulundukları aylık gösterge tablosunda 1. dereceye yükseltilecekleri kurala bağlanmış; 2.8.1998 gün ve 23421 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren 4376 sayılı Kanunun 7. maddesi ile 926 sayılı Kanuna eklenen ek 73. madde de ise; Türk Silahlı Kuvvetlerinden 31.12.1984 tarihi ile 3.7.1992 tarihleri arasında emekli, adi malûllük veya vazife malûllüğü aylığına müstehak olarak ayrılan astsubaylar ile bunlardan dolayı kendilerine dul ve yetim aylığı bağlananların emekli aylıkları, bu Kanun'un ek 25. maddesinde öngörülen şartları haiz olmak kaydıyla, aylık almakta oldukları gösterge rakamından az olmamak üzere 1. derecenin gösterge rakamlarına yükseltileceği, ancak bunlara geçmişe yönelik aylık ve ikramiye farkı ödenmeyeceği, kuralı getirilerek yasada belirtilen koşulları taşıması halinde 31.12.1984 tarihinden sonra emekli olanların da bulundukları aylık gösterge tablosunda 1. dereceye yükseltilecekleri belirtilmiştir. Bu durumda yasada öngörülen koşulları taşıyan ve 31.12.1984 tarihinden önce emekli, adi malûllük veya vazife malûllüğü aylığına hak kazanan astsubaylar ve bunlardan dolayı kendilerine dul ve yetim aylığı bağlananlar ile 31.12.1984 tarihinden sonra emekli aylığı bağlananlar arasında farklılık meydana getirilmesi eşitlik ilkesine aykırı olduğundan, Mahkememizce Anayasa'ya aykırılık iddiası ciddi bulunmuştur. Açıklanan nedenlerle Anayasa'nın 152. maddesi ve 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 28. maddesi uyarınca Mahkememizce bakılmakta olan dava sebebiyle uygulanacak olan 926 sayılı Kanun'un ek 73. maddesindeki "...31.12.1984 tarihi ile..." ifadesinin Anayasa'nın eşitlik ilkesine aykırı bulunması nedeniyle Anayasa'ya aykırı olduğu kanaatine ulaşıldığından dava dilekçesi ve eklerinin onaylı örneği ile söz konusu ibarenin iptali istemiyle itiraz yoluyla Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına 30.12.1999 tarihinde oybirliği ile karar verildi.""
331
Esas Sayısı : 2002/165 Karar Sayısı : 2002/195 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: "3167 sayılı Yasa'nın 16/1 maddesi "ibraz süresi önce 4. maddeye göre ibraz edildiğinde yeterli karşılığı bulunmaması sebebiyle kısmen de olsa ödenmeyen çeki keşide eden kişiler bir yıldan beş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılırlar..." şeklindedir. Anayasa'nın 3.10.2001 tarih ve 4709 sayılı Yasa ile değişik 38/8. maddesi ve fıkrası "Hiç kimse yalnızca sözleşmeden doğan bir yükümlülüğü yerine getirememesinden dolayı özgürlüğünden alıkonulamaz" şeklindedir. Türk Ticaret Kanunu hükümlerine göre çek bir tedavül aracıdır. Bu bağlamda çek, sözleşmenin kendisi olmamasına karşın düzenlenmesine neden olan bir sözleşmenin varlığı da mutlaktır. Alım satım, bağışlama, ödünç verme,vb. bir sözleşme sonrası borçlunun edinimine karşılık olmak üzere düzenlenir. Çek sözleşme nedeni ile vardır. Çek karşılıksız çıktığında aslında keşideci sözleşmeden kaynaklanan edimini yerine getirmemiş olmaktadır. Karşılıksız çek düzenleyen kişi gerçekte, arka planda edimini yerine getirmediği için 3167 sayılı Yasa'nın 16/1. maddesinde tanımlanan suçu işlemiş olmaktadır. Bu suçun cezası hürriyeti bağlayıcıdır. Anayasa'nın değişik 38/8. madde ve fıkrası sözleşmeden doğan yükümlülüğün yerine getirilmemesi halinde borçlunun özgürlüğünden alıkonulamayacağını hüküm altına almasına nazaran 3167 sayılı Yasa'nın 16/1 maddesi Anayasa'ya aykırıdır."
184
Esas Sayısı : 2015/84 Karar Sayısı : 2015/78 1 ...Anayasanın Anayasaya aykırılığın diğer mahkemelerde ileri sürülmesi, başlıklı 152. maddesinin birinci fıkrasında, Bir davaya bakmakta olan mahkeme, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır." hükmü 03.04.2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun "Anayasaya aykırılığın mahkemelerce ileri sürülmesi" başlıklı 40. maddesinde, "Bir davaya bakmakta olan mahkeme, bu davada uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa; a) İptali istenen kuralların Anayasanın hangi maddelerine aykırı olduklarını açıklayan gerekçeli başvuru kararının aslını, b) Başvuru kararma ilişkin tutanağın onaylı örneğini, c) Dava dilekçesi, iddianame veya davayı açan belgeler ile dosyanın ilgili bölümlerinin onaylı örneklerini, dizi listesine bağlayarak Anayasa Mahkemesine gönderir. Taraflarca ileri sürülen Anayasaya aykırılık iddiası davaya bakan mahkemece ciddi görülmezse bu konudaki talep, gerekçeleri de gösterilmek suretiyle reddedilir. Bu husus esas hükümle birlikte temyiz konusu yapılabilir. Anayasa Mahkemesi, işin kendisine noksansız olarak gelişinden başlamak üzere beş ay içinde kararını verir ve açıklar. Bu süre içinde karar verilmezse ilgili mahkeme davayı yürürlükteki hükümlere göre sonuçlandırır. Ancak, Anayasa Mahkemesinin kararı, esas hakkındaki karar kesinleşinceye kadar gelirse mahkeme buna uymak zorundadır." hükmüne yer verilmiştir. Bir mahkemenin Anayasa Mahkemesine başvurabilmesi için elinde yöntemince açılmış ve görevine giren bir dava bulunması ve iptali istenen kuralın da o davada uygulanacak olması gerektiği hususu, Anayasa Mahkemesinin istikrar kazanmış yerleşik kararlarında açıkça vurgulanmıştır. III BAKILAN DAVADA UYGULANACAK KANUN KURALI 6552 Sayılı Yasanın 38. maddesi ile 5502 sayılı Kanunun 36 ncı maddesi başlığı ile birlikte aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir. "Muafiyetler Madde 36 Kurum, bu Kanun kapsamındaki faaliyetleri dolayısıyla yapılan işlemler yönünden ilgili kanunlarında yer almamış olsa dahi 2/7/1964 tarihli ve 492 sayılı Harçlar Kanununa göre alman harçlardan, elektrik ve havagazı tüketim vergisi ve yangın sigortası vergisi hariç olmak üzere 26/5/1981 tarihli ve 2464 sayılı Belediye Gelirleri Kanunu gereğince alman vergi, harç, katılma payı ile tasdik ücretlerinden, düzenleyeceği kağıtlar nedeniyle damga vergisinden, sahip olduğu taşınmazlar dolayısıyla emlak vergisinden, satın alman ve satılan taşınmazlar ile ilgili olarak tapu ve kadastro döner sermaye bedellerinden ve her türlü dava ve icra işlemlerinde teminat yatırma mükellefiyetinden muaftır. Kurumun taraf olduğu her türlü davalarda, Kurum aleyhine hükmedilen asıl alacak ile vekalet ücreti ve yargılama giderleri, alacaklı veya vekilinin Kuruma ödemeye dayanak makbuz ve belgelerle birlikte yazılı şekilde yapacağı müracaat üzerine bildireceği banka hesap numarasına, müracaatEsas Sayısı : 2015/84 Karar Sayısı : 2015/78 2 tarihinden itibaren otuz gün içinde ödenir. Bu süre geçmeden Kurum aleyhine cebri icra yollarına başvurulamaz. Belirtilen sürede ödeme yapılamaması halinde, söz konusu alacaklar genel hükümler dairesinde tahsil olunur. Mahkeme kararlarında yer alan miktarların kararın kesinleşmesinden önce ödenmesi halinde, söz konusu kararların ilgili mercilerce bozulmasını müteakip ödenen miktarlar, ödeme tarihinden itibaren işleyecek kanuni faizi ile birlikte ilgililerden tahsil edilir. Kurumu vekil sıfatıyla temsile yetkili olan I. hukuk müşaviri, hukuk müşaviri ve kadrolu avukatlarının bir listesi Kurumca yazılı olarak veya Adalet Bakanlığınca belirlenen esaslar dairesinde elektronik ortamda ilgili Cumhuriyet Başsavcılığına, bölge idare mahkemesi başkanlıklarına, askeri savcılıklara ve Askeri Yüksek İdare Mahkemesi Başkanlığına verilir. Bu listeler, Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından adli yargı çevresinde, bölge idare mahkemesi başkanlığınca idari yargı çevresinde bulunan mahkemelere gönderilir. Yüksek mahkemeler ve bölge adliye mahkemesindeki duruşmalarda temsil yetkisini kullanacakların isimleri ilgili mahkemelerin başsavcılıklarına veya başkanlıklarına bildirilir. Listede isimleri yer alanlar Baroya kayıt ve vekaletname ibrazı gerekmeksizin Kurum vekili sıfatıyla her türlü dava ve icra işlemlerini takip edebilirler. Vekil sıfatıyla temsil yetkisi sona erenlerin isimleri anılan mercilere aym usulle derhal bildirilir."" hükmüne yer verilmiştir. IV) ANAYASAL DÜZENLEMELER Anayasanın; a ) "Cumhuriyetin nitelikleri" başlıklı 2. maddesinde; "Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir." hükmüne; b ) "Yasama yetkisi" başlıklı 7. maddesinde; "Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez." hükmüne; c ) Anayasanın 10. maddesine göre " Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. (Ek fıkra: 07.05.2004 5170 S.K./l. md.) Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. (Ek cümle: 07.05.2010 5982 S.K./1. md.) Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz. (Ek fıkra: 07.05.2010 5982 S.K./l. md.) Çocuklar, yaşlılar, özürlüler, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmaz. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde (...)(*) kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar." d )Anayasanın 11. maddesine göre " Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır. Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz. "Esas Sayısı : 2015/84 Karar Sayısı : 2015/78 3 e )Anayasanın 36. maddesine göre " Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.(*) Hiçbir mahkeme, görev ve yetkisi içindeki davaya bakmaktan kaçınamaz. f ) Anayasanın 60. maddesine göre" Herkes, sosyal güvenlik hakkına sahiptir. Devlet, bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alır ve teşkilatı kurar. " hükmüne yer verilmiştir. V ) ANAYASAYA AYKIRILIĞININ DEĞERLENDİRİLMESİ: Anayasanın 2. maddesi hukuk devleti ilkesini, 7. maddesi ise, yasama yetkisinin Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinde olduğunu ve bu yetkinin devredilemeyeceğini düzenlemektedir. Öte yandan, Anayasanın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun ve insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimlerine açık olan devlet ifade eder. Olayda uygulanması gereken 6552 sayılı yasa ile değişik 5502 sayılı yasanın 36. Maddesi ile SGK kurumu lehine hükmedilen asıl alacak, yargılama gideri , vekalet ücreti gibi tüm alacak kalemleri yönünden ilgiliye her hangi bir bildirim yapılmaksızın icra takibi yapma hakkı tanındığı halde özel şahsın mahkeme ilamına dayalı alacağını tahsil etmek için kuruma başvuru yapmak ve 30 gün beklemesi gerekmektedir. Bu durum eşitlik ilkesine ve hukuk devleti ilkesine aykırılık teşkil etmektedir. VI) SONUÇ VE İSTEM: Yukarıda açıklanan nedenlerle, Anayasanın 152. maddesinin birinci fıkrası ile 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 40. maddesi uyarınca, bir davaya bakmakta olan mahkeme, bu davada uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varması durumunda tarafların bu konudaki iddia ve savunmalarını ve kendisini bu kanıya götüren görüşünü açıklayan karan ile Anayasa Mahkemesine başvurması öngörüldüğünden ve bakılan davada uygulanacak kuralın; Anayasanın 2., 10., 11., 36. ve 60. .maddelerine aykırı olduğu kanaatine varıldığından, anılan düzenlemelerin iptali istemiyle itiraz yoluyla Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, dava dosyasının onaylı bir örneği ile iş bu kararın aslının Anayasa Mahkemesine gönderilmesine, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar 5 ay süreyle davanın geri bırakılmasına, bu süre içerisinde Anayasa Mahkemesince bir karar verilmemesi halinde, mevcut mevzuat hükümleri ile dosyadaki bilgi ve belgelere göre davanın görülmesine, kararın bir örneğinin taraflara tebliğine, 30.06.2015 tarihinde karar verildi.
1,169
Esas Sayısı : 2002/48 Karar Sayısı : 2006/22 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: Davacı Belçika uyruklu Nawal Aissaoui vekili Avukat Ayşe Sarı tarafından, davalı Muharrem Çakır aleyhine açtığı boşanma davasının ilk duruşmasında davalı vekili Avukat Semra Donmaz, 20.02.2002 tarihli vekaletnamesini duruşmada ibraz edip Baro pulunu ibraz etmek için süre istemesi üzerine, bu konuyu düzenleyen 1136 sayılı Avukatlık Kanunu'nun 27. maddesinin üçüncü fıkrasının Anayasa'nın 141. maddesinin son fıkrasına ve kanunların Anayasa'ya aykırı olamayacağına ilişkin Anayasamızın 11. maddesinin ikinci fıkrasına aykırı olduğu düşünüldüğünden, aşağıda açıklanan gerekçeyle itirazen Anayasa Mahkemesi'ne başvurmak gerekmiştir. 1136 sayılı Avukatlık Kanunu'nun 27/3 fıkrasına Avukatlarca vekaletname sunulan merciiler, pul yapıştırılmamış veyahut pulu noksan olan vekaletname ve örneklerini kabul edemez, gerektiğinde ilgiliye 10 günlük süre verilerek, bu süre içinde pul tamamlanmadıkça vekaletname işleme konulamaz hükmü konularak mahkemelere baro pulunun denetimi ve gerekirse pulun tamamlanması için 10 günlük süre verilmesi yönünde yargılamanın uzamasına neden olacak bir düzenleme yapılmıştır. Anayasamızın 11/2 fıkrasında Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz hükmü bulunmaktadır. Yine Anayasamızın 141. maddesinin son fıkrasında ise Davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılması yargının görevidir hükmüne yer verilerek, yargılamanın hızlı bir şekilde yapılması için yargıya görev verilmiştir. Oysa Avukatlık Kanunu'nun 27/3 fıkrası ile yukarıda belirtilen Anayasal ilke ve yargıya verilen görevin aksine yargılama sürecini yavaşlatacak ve davaların uzamasına sebep olacak bir durum oluşturulmuştur. Gerçi 1136 sayılı Yasa'nın 27/3. fıkrasında doğrudan Mahkeme denmeyip, yine Mercii kelimesi kullanılmış ise de vekaletnamelerin büyük bir oranda mahkemelere sunulması veya hiç değilse mahkemelere yönelik olan kısmı yönüyle Mercii ifadesinin Mahkemeleri, Yargıyıda kapsadığında tereddüt yoktur. Avukatlık Yasası'nın 27. maddesine bütün olarak bakıldığında Baro pulunun, avukat stajyerlerine verilecek krediye kaynak oluşturmak ve artan miktarın da meslektaşlara destek sağlamak gibi amaçlarla barolar birliği nezdinde oluşturulan yardımlaşma fonu niteliğindeki bir oluşumun gelirinin tahsilinden ibaret olduğu görülmektedir. Bu düzenleme mahkemelerce dikkate alınan yargı harçları ve vekaletname suretlerinin tabi olduğu suret harcına benzer gibi gözükse de nitelik itibarıyla oldukça farklıdır, öncelikle harçlar ve vekaletnamelerin suret harcı Anayasa ve yasadan kaynaklanan devlet geliri niteliğinde, Adalet hizmetlerinden yararlananlardan alınan bir karşılık olduğu gibi bunların tahsili de öncelikle dava açılırken (Yargılamaya henüz başlanmadan önce) Yazı İşleri Müdürlüğü tarafından yapılmakta, ancak eksiklik olduğu takdirde mahkemelerce yargılama sırasında dikkate alınmaktadır. Yine 27. madde bütünlüğü içinde bakıldığında baro pulunun yargılama giderinde olmadığı anlaşılmaktadır. Oysa baro pulu bu nitelikle bir gelirle ilgili olmadığı gibi vekaletnamelerin büyük bir oranda mahkemelere ve özellikle yargılama sırasında sunulması karşısında, gerek niteliği gerekse yargılamayı uzatıcı olması açısından Anayasa'nın yargılamanın süratle yapılması ilkesine aykırı bir düzenleme olduğu açıktır. Kamu kurumu niteliğinde bir meslek kuruluşu olan Baro'nun bile doğrudan gelirlerinden olmayan, harç ve yargılama gideri niteliğinde olmayan, staj yapacaklara kredi teminine yönelik bir gelirin tahsilini denetleme veEsas Sayısı : 2002/48 Karar Sayısı : 2006/22 2 gerekirse bu amaçla yargılamayı uzatma pahasına bu görevin mahkemelere verilmiş olması Anayasa'nın yargıya verdiği hızlandırma görevi ve süratlilik ilkesine aykırıdır. Açıklanan nedenlerle 1136 sayılı Yasa'nın 27/3. fıkrasıyla getirilen baro pulunun mahkemelerce de re'sen denetlenip, gerekirse ilgiliye 10 günlük süre vererek yargılamayı uzatıcı hükmünün Anayasamızın 141. maddesinin son fıkrasında kabul edilen yargılama süratliliği ilkesi ve bu hususta yargıya verdiği göreve aykırı olduğu kanaatine varıldığından, düzenlemenin bir kez de Yüksek Mahkemece incelenmesi, hükmün iptali için Anayasa Mahkemesi'ne başvurmak ve dosyanın tasdikli suretinin gönderilmesine ve 5 ay süre ile davanın geri bırakılmasına karar vermek gerekmiştir."
536
Esas Sayısı : 2015/19 Karar Sayısı : 2015/17 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: "6222 sayılı Yasanın 18/3. maddesinde "Bu madde kapsamına giren suçlardan dolayı soruşturma başlatılması halinde şüpheli hakkında spor müsabakalarını seyirden yasaklama tedbiri derhal uygulamaya konulur. Soruşturma evresinde Cumhuriyet Savcısı, kovuşturma evresinde mahkeme tarafından bu tedbirin kaldırılmasına karar verilmediği takdirde bu yasağın uygulanmasına koruma tedbiri olarak devam edilir." denilmektedir. 6222 sayılı Yasanın 18/8. maddesinde "Bu madde hükümlerine göre spor müsabakalarını seyirden yasaklanan kişi, yasaklama kararının sebebini oluşturan fiilin işlendiği müsabakanın tarafı olan ve taraftarı olduğu takımın katıldığı spor müsabakalarının yapılacağı gün, yurt içinde bulunduğu takdirde, müsabakanın başlangıç saatinde ve bundan bir saat sonra bulunduğu yere en yakın genel kolluk birimine başvurmakla yükümlüdür" denilmektedir. 6222 sayılı Yasanın 18/9. maddesinde ise "Sekizinci fıkradaki yükümlülüğe aykırı hareket eden kişi, yirmibeş günden az olmamak üzere adli para cezası ile cezalandırılır" denilmektedir. Bu düzenlemelerden anlaşılacağı üzere ; 6222 sayılı Yasa kapsamında düzenlenmiş bir suçtan dolayı hakkında soruşturma başlatılmış olan kimse hakkında herhangi bir hakim veya mahkeme kararına gerek kalmaksızın ilgili kolluk tarafından 6222 sayılı Yasanın 18/3. maddesi uyarınca spor müsabakalarını seyirden men tedbiri uygulanacak olup, soruşturma aşamasında Cumhuriyet Savcısınca kovuşturma aşamasında ise ilgili mahkeme tarafından aksine karar verilmediği sürece tedbirin uygulanmasına devam olunacaktır. İlgili kolluğun idari bir işlemi ile kişi hakkında uygulanan spor müsabakalarını seyirden men tedbirinin sonucu olarak hakkında tedbir uygulanan kişinin taraftarı olduğu spor kulübünün spor müsabakalarının yapılacağı gün müsabakanın başlangıç saatinde ve bundan bir saat sonra kolluğa müracaat etmemesi durumunda 18/9. maddesi uyarınca adli para cezası gerektiren bir suçtan dolayı sorumlu tutulacaktır. Öte yandan bu tedbir kararı ile kişiye yüklenen "taraftarı olduğu spor kulübünün müsabakalarının yapılacağı gün müsabakanın başlangıç saatinde ve bundan bir saat sonra kolluğa müracaat zorunluluğu" açık ve belirli bir tedbir değildir. Şöyle ki; kolluk tarafından tedbir kararı kişiye tebliğ edilirken kişiye taraftarı olduğu spor kulübünün hangi tarihte, hangi saatte, nerede, müsabakasının olduğunu bildirilmemekte ve kişinin bu bilgileri bildiği varsayılmaktadır. Ayrıca bu yükümlülük resmi veya özel müsabaka, deplasman müsabakası gibi ayrımlar içermediğinden kişi taraftarı olduğu spor kulübünün başka bir şehirde oynayacağı, hazırlık maçı gibi özel amaçlı bir müsabaka da dahi bu müsabakanın oynanacağı tarihte kolluğa müracaat etmek zorunda bırakılmaktadır. Bu düzenlemeler karşısında 6222 sayılı Yasanın 18/3. ve 18/9. maddeleri öncelikle 1982 Anayasasının 38/1. maddesinde düzenlenen "kimse işlendiği zaman yürürlükte bulunanEsas Sayısı : 2015/19 Karar Sayısı : 2015/17 2 kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz" şeklindeki kanunilik ilkesi ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 7/1. maddesinde düzenlenen "Hiç kimse, işlendiği zaman ulusal ve uluslararası hukuka göre suç sayılmayan bir fiil veya ihmalden dolayı mahkum edilemez" şeklindeki düzenlemeye aykırıdır. Yukarıda arz ve izah olunan nedenlerden dolayı Anayasanın 152/1. maddesi uyarınca 6222 sayılı Sporda Şiddet ve Düzensizliğin Önlenmesine Dair Kanunun 18/3. ve 18/9. maddelerinin iptaline karar verilmesi takdirinize arz olunur.""
453
Esas Sayısı : 1994/77 Karar Sayısı : 1995/24 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ İtiraz yoluna başvuran Danıştay 10. Dairesi'nin kararında şöyle denilmektedir : "Pozitif hukukumuzda; fikir ürünlerinin korunması gerektiği esasından hareketle, teknik bir eser meydana getiren yaratıcıya hukuk düzeni içinde gerekli koruma, 23.3.1879 tarihinde kabul edilen İhtira Beratı Kanunuyla sağlanmaktadır. İhtira Beratı Kanunuyla, sanayide uygulama imkanı olan ve teknik ilerlemeye yönelik sınai bir yenilik getirecek şekilde somutlaşmış bulunan fikir eserinin sahibine, belirli bir süreyle sınırlı olarak, bu eserinin sonuçları üzerinde hak tanınmakta ve koruma altına alınmaktadır. Madde veya usul ihtiralarına idare tarafından verilen beratla koruma altına alınan haklar, eser sahibinin tekelinde, subjektif ve mutlak nitelikte bulunduğundan, yasa yapıcının; aynı zamanda iktisadi bir değer olan ihtiranın sahiplerine yönelik koruma sistemini oluştururken, kamu yararı ve subjektif fayda arasında bir denge tesis etmesi zorunluluğu doğmaktadır. Kaynağını 5.7.1844 tarihli Fransız İhtira Beratı Kanunundan alan 23.3.1879 tarihli İhtira Beratı Kanununda; eczacılığa ait bileşimler deva ve ilaçlara ilişkin ihtiraların beratla himaye altına alınmasının beraberinde tekelleşme ve fiyat artışını getireceği, bu suretle toplum sağlığının tehlikeye düşeceği düşüncesiyle; kamu yararının, bu konulardaki ihtiralara berat verilmeyerek sağlanması amaçlanmıştır. Ancak 23.3.1879 tarihinden bugüne kadarki süreçte; insan haklarına saygılı ve bu hakları koruyucu adil bir hukuk düzeni kuran ve bunu devam ettirmeye kendini zorunlu sayan, bütün faaliyetlerinde hukuka ve Anayasaya uyan çağdaş bir hukuk devletine ulaşılmış; bağlayıcılığı ve üstünlüğü olan Anayasanın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyetinin hukuk devleti olduğu hüküm altına alınmıştır. Anayasa Mahkemesi kararlarıyla da belirlendiği üzere, bütün organları üzerinde hukukun mutlak bir egemenliğe sahip olduğu, yasakoyucunun faaliyetlerinde Anayasa ve hukukun üstün kuralları ile bağlı bulunduğu hukuk devletinde; yasaların çıkartılabilmesi için kamu yararının bulunması şarttır. Bir yasal kural çıkartıldığı zaman kamu yararına dayanıyor olsa dahi, koşulların değişmesi sonucunda kamu yararını karşılayamaz duruma geldiğinde Anayasanın 2. maddesi kuralına aykırı nitelik kazanır. Hukuk devleti ilkesinin bir diğer gereği de konulacak kurallarda adalet ve hakkaniyet ölçülerinin gözönünde tutulmasıdır. Buna göre hukuk kuralları birbiriyle çatışan yararları yerinde ve yolunda uzlaştıracak ve kurallar vatandaşlar arasında olabildiğince fırsat eşitliğini sağlayacak şekilde düzenlenecektir. Anayasanın 27. maddesinde "Herkes, bilim ve sanatı serbestçe öğrenme ve öğretme, açıklama, yayma ve bu alanlarda her türlü araştırma hakkına sahiptir." hükmü yer almıştır. Bu şekilde güvence altına alınan bilim ve sanat özgürlüğünün özü ve doğal sonucu; araştırma sonuçlarının ve buluşların korunmasıdır. Kişilere yasal olarak bu korumayı sağlamak, aynı zamanda, Anayasanın 5. maddesiyle devlete verilen "insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak" görevi kapsamındadır.Esas Sayısı : 1994/77 Karar Sayısı : 1995/24 2 Diğer taraftan Anayasanın 10. maddesindeki eşitlik ilkesi, eylemli değil hukuksal eşitliği öngörmekte, hukuksal durumları aynı olan kişiler arasında haklı bir nedene dayanılmadan ayırım yapılamayacağı esasını içermektedir. Böylece eşitlik ilkesine yer veren Anayasa hükmü, hukuki açıdan kişisel nitelikleri ve durumları özdeş olanlara, yasalarla değişik uygulama getirilmesini ve ayrımı yasaklamaktadır. İhtira Beratı Yasası'nın 3. maddesindeki düzenleme ise, özellikle milletler arası ilişkilerin günümüzde ulaştığı boyut ve ilaç endüstrisi gelişmiş ülkelerdeki korumalar dikkate alındığında; tekelleşmeye ve fiyat artışlarına engel olamayacağı ve olamadığı gibi, farmakolojik araştırmalar ve bu alandaki araştırma sonuçlarıyla elde edilecek ilerlemeleri önemli ölçüde engellediğinden, kamu yararına aykırı hale gelmiştir. Bu düzenlemeyle, aynı hukuki statüdeki insanlar arasında salt ihtiraların farklı konularda olması nedeniyle ayrım yapılmakta, haklı bir sebebe dayanmaksızın fırsat eşitsizliği yaratılmakta ve araştırma özgürlüğünün özü zedelenmektedir. Sonuç olarak birbiriyle çatıştığı varsayılan eczacılığa ait bileşimler, deva ve ilaçlara ilişkin ihtira sahiplerinin subjektif haklarıyla kamu yararının, bu konulardaki ihtiralara berat verilmemek suretiyle uzlaştırılması; hukuk devleti ve yasalar önünde eşitlik ilkesine, devletin temel amaç ve görevlerinin gereklerine, bilim ve sanat özgürlüğünün özüne aykırı bulunmaktadır. Açıklanan nedenlerle, İhtira Beratı Kanunu'nun 3. maddesindeki "... terkibatı saydelaniyeye ve her nevi edviye ve mualecata ... dair layihalar için berat itası cayiz olamaz." hükmünün Anayasanın 2., 5., 10. ve 27. maddelerine aykırı olduğu" kanaatına varıldığından, anılan hükmün iptali istemiyle Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına ve Anayasa Mahkemesi'nin bu konuda vereceği karara kadar dosyanın bekletilmesine oyçokluğuyla karar verildi.""
626
Esas Sayısı : 2006/65 Karar Sayısı : 2009/114 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçesinin ilgili bölümü şöyledir: '1 Sanığın eyleminin sabit olması halinde itiraza konu olan kuralın sanık hakkında uygulanması mutlaktır. Çünkü 23.03.2005 tarih ve 5320 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkındaki Kanunun 8. maddesinde Bölge Adliye Mahkemelerinin 26.09.2004 tarihli ve 5235 sayılı Adli Yargı İlk Derece Mahkemeleri ile Bölge Adliye Mahkemeleri Kuruluş Görev ve Yetkileri Hakkındaki Kanunun geçici 2. maddesi uyarınca Resmi Gazetede ilan edilecek göreve başlama tarihinden önce aleyhine temyiz yoluna başvurulmuş kanunlar hakkında kesinleşinceye kadar Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun 322. maddesinin dördüncü, beşinci ve altıncı fıkraları hariç olmak üzere 305 ila 326. maddeleri uygulanır hükmü yer almıştır. Bu durumda 1412 sayılı Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun 305/1 maddesinde yer alan (2000 YTL) iki milyar liraya kadar para cezalarına dair olan hükümler temyiz olunamaz hükmü halen yürürlükte olup sanık hakkında suç tarihi itibarı ile 3167 sayılı Çekle Ödemelerin Düzenlenmesi ve Çek Hamillerinin Korunması Hakkında Kanuna göre 350 YTL adli para cezası verileceği ve bu cezanın temyiz edilemeyeceği yukarıda belirtilen yasa maddesi ile açıkça sabittir ve yine mahkememiz Yüksek Anayasa Mahkemesinin işlerin yoğunluğu da göz önüne alınarak 1412 sayılı Ceza Muhakemeleri Kanununun 305/1. fıkrasındaki hükme ilişkin Anayasaya Aykırılık iddiası incelenemez veyahut bu madde hükmü 23.02.2005 tarih ve 5320 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun Yürürlük ve Uygulama Şeklindeki Kanunun 8. maddesine göre 'Bölge Adliye Mahkemelerinin 26.09.2004 tarihli ve 5235 sayılı Adli Yargı İlk Derece Mahkemeleri ile Bölge Adliye Mahkemelerinin Kuruluş ve Görev ve Yetkileri Hakkındaki Kanunun geçici 2. maddesi uyarınca Resmi Gazetede ilan edilerek göreve başladığında 04.12.2004 tarih 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 272/3 a maddesindeki sonuç olarak belirlenen 2000 YTL.ye dahil adli para cezasına mahkumiyet hükümlerine ilişkin hüküm yürürlüğe gireceğinden' ve 1412 sayılı Ceza Muhakemeleri Kanununu 305/1. maddesi kendiliğinden yürürlükten kalkacağından adı geçen 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 272/3 a Kanun maddesinin Anayasaya aykırı olduğu iddiası ile Yüksek Anayasa Mahkemenize başvurulmuş ve inceleme tarihinde hükümlerden her ikisi ya da yürürlükte bulunan hükmün iptali yoluna gidilmesi yine Anayasanın 141. maddesindeki davanın en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılması yargının görevidir maddesine dayandırılarak her iki hükmün iptali talep edilmiş olup, 2 2709 sayılı T.C. Anayasasının başlangıç hükümleri ve 2., 5. maddelerinde Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Hukuk Devleti olup kimsenin Hukuk Devleti dışına çıkamayacağı, Devletin amaç ve görevlerinin kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak ve insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartlara hazırlamaya çalışmak olduğu Anayasanın 10. maddesinde herkes din, ırk, renk, siyasi, düşünce, felsefi inanç, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğunu hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamayacağını, 11. maddeye göre Anayasa hükümlerinin yasama, yürütme, yargı organları ile tüm idari makamları bağlayan temel hukuk kuralları olduğunu ve Kanunun Anayasaya aykırı olamayacağını, 12. maddesi herkesin kişiliğine bağlı dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahip olduğunu, temel hak ve hürriyetlerin kişinin topluma, ailesine ve diğer kişilere karşı ödev ve sorumluluklarının ihtiva ettiğini, 13. maddesinin temel hak ve hürriyetlerinin özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak veEsas Sayısı : 2006/65 Karar Sayısı : 2009/114 2 ancak kanunla sınırlanabileceği ve bu sınırlamanın Anayasanın sözüne, ruhuna demokratik toplum düzeninin ve laik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamayacağını, 36. maddesinde ise hak arama hürriyetinden bahsettiği herkesin meşhur vasıta ve yollardan faydalanmak sureti ile yargı merciler önünde davacı ve davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahip olduğu belirtilmiştir. 3 Özet olarak belirtilen amir kurallar gereğince temel hak ve hürriyetlerin kısıtlanması ancak kanunla tayin edileceği ve bu sınırlamanın demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı olamayacağı, adil yargılama hakkının temelde 'insan hakkı olduğu açıkça Anayasamızda belirtilmiştir. Adil yargılanma hakkı hak arama özgürlüğünün pratiği olup kişilerin doğru ve güvenli yargılanma hakları vardır, doğru ve güvenli yargılanma hakkının işlerlik kazandığının en önemli göstergesi yargıya duyulan güvene inanç olarak ortaya çıkmasıdır. İnsanların haksız olarak yargılandıkları zaman adalet yerine gelmez. Masum kişilerin mahkum edildiği veya davalar adil olarak görünüyorsa adalet saygınlığını yitirir adil yargılanma temel bir insan hakkıdır. Suçlunun haklarının ihlali duruşma öncesi, duruşma sırasında ve duruşma sonrasında verilen hükmün infazına kadar devam eder. Bir kişinin adil olarak yargılanıp yargılanmadığının göstergesi ise hakkında verilen kararın bir üst mahkemeye başvurma hakkı tanımasına bağlıdır. Adli bir suçtan dolayı hüküm giymiş kişilerin mahkumiyet kararı bir üst mahkeme tarafından yeniden gözden geçirilmesi Anayasanın 38. maddesinde yer alan adil yargılanma hakkı ile korunmuştur. Ancak 1412 sayılı Ceza Muhakemeleri Kanununu 305/1 yer alan ikimilyar lira (2000 YTL) kadar yer alan para cezalarına dair olan hükümler temyiz olunamaz hükmü ile 5271 sayılı Ceza Mahkemesi Kanununun 272/3 a maddesinde yer alan 'sonuç olarak belirlenen 2000 YTL. ye dair adli para cezasına mahkumiyet hükümlerine karşı istinaf yoluna başvurulamaz' hükümleri yukarıda belirtilen Anayasa maddelerine aykırıdır. Sanıkların işlediği suçların ayırımına göre ve alacakları ceza türlerine göre temyiz veya istinaf yoluna başvuramaz veya bu yolun kimi sanıklar için açık kimi sanıklar için kapalı olmasının Anayasanın 10. maddesinde yer alan eşitlik ilkesine de aykırıdır. Aynı zamanda kişinin bir üst mahkemeye başvurma hakkı da adil yargılanıp yargılanmadığının denetlenmesinin istenmesi temel bir insan hakkı olup, aynı hukuki durumda bulunanlardan 'bir kısmına aynı hakkın tanınması bir kısmına ise tanınmaması Anayasaca koruma altına alınmamıştır. Hak arama hürriyetine ilişkin hükümler ile eşitlik ilkesine de aykırı ve Hukuk Devleti ilkesi ile de bağdaşmamaktadır. 4 Devletin temel amaçları ve görevleri, eşitlik ilkesi, temel hak ve hürriyetleri niteliği, hak arama hürriyetine ilişkin düzenlemeleri aykırı olan söz konusu hükmün belirtilen ve yüksek Mahkemece resen nazara alınacak diğer gerekçelerle itiraza konu 1412 sayılı Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun 305/1 fıkrası ile yukarıda açıklanan gerekçelerle 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 276/3 a bendindeki hükümlerinin Anayasaya aykırı olması nedenleri ile Anayasanın 152. maddesi gereğince mahkemece resen iptaline karar verilmesi itiraz ve arz olunur.'"
932
Esas Sayısı : 2008/3 Karar Sayısı : 2009/44 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: "(3797 sayılı) Yasanın "Taşra Teşkilatı" başlıklı 53. maddesinde; Bakanlık, Bakanlıkların Kuruluş ve Görev Esasları Hakkında Kanun, Genel Kadro ve Usulü Hakkında Kanun Hükmünde Kararnameler ve İl İdaresi Kanunu hükümlerine uygun olarak taşra teşkilatı kurmaya yetkilidir. Her ilde ve ilçede bir milli eğitim müdürlüğü bulunur, ilçe milli eğitim müdürlükleri görev ve hizmetleri yürütürken, il milli eğitim müdürlüklerine karşı da sorumludur, il ve ilçelerin sosyal ve ekonomik gelişme durumları, nüfusları ve öğrenci sayıları gözönünde bulundurularak bu müdürlükler farklı tip ve statülerde kurulabilir ve farklı yetkiler verebilir. İş durumuna ve ihtiyaca göre Bakanlık ana hizmet birimleri, milli eğitim müdürlüklerine bağlı olarak ayrı il ve ilçe birimleri de kurabilir. (Ek:3.4.1998 4359/9 md.) İl Milli Eğitim Müdürlükleri bünyesinde ilköğretim Müfettişleri Başkanlığı oluşturulur. İlköğretim Müfettişleri en az dört yıl süreli yüksek öğrenimli öğretmenler arasından yarışma sınavı ile yardımcı olarak mesleğe alınırlar. Bu görevde üç yıllık yetişme dönemini takiben yapılacak yeterlik sınavını başaranlar ilköğretim müfettişi kadrolarına atanırlar, ilköğretim müfettişlerinin ve yardımcılarının görev, yetki ve sorumlulukları ile çalışma usulü, nitelikleri, yetişme şekil ve atanmalarına ilişkin esas ve usuller yönetmelikle düzenlenir, kuralına yer verilmiştir. Anayasa'nın 128. maddesinde, "Devletin kamu iktisadi teşebbüsleri ve diğer kamu tüzelkişilerinin genel idare esaslarına göre yürütmekle yükümlü oldukları kamu hizmetlerinin gerektirdiği asli ve sürekli görevler, memurlar ve diğer kamu görevlileri eliyle görülür. Memurların ve diğer kamu görevlilerinin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük işleri kanunla düzenlenir. Üst kademe yöneticilerinin yetiştirilme usul ve esasları kanunla özel olarak düzenlenir." denilmektedir. Anayasanın anılan hükmüne göre, kamu hizmetlerini yürüten memurlar ve diğer kamu görevlilerinin örgütlenme ve faaliyet alanlarının, hangi hizmetlerin kimlerce yürütüleceğinin ve personel rejimine ilişkin temel ilke ve esasların yasayla düzenlenmesi Anayasal bir zorunluluktur. Yasama organı, belirtilen konularda, temel ilke ve esasları koyup, konunun çerçevesini çizdikten sonra, sınırlı ve belirli konuları, ölçütlerini belirlemek suretiyle idarenin düzenlenmesine bırakabilir. 3797 sayılı, Milli Eğitim Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun'un 27. maddesinde Milli Eğitim Bakanlığı müfettişlerinin görev ve yetkileri belirlenmiş olmasına karşın 53. maddesinin 3. fıkrasında; İl Milli Eğitim Müdürlükleri bünyesinde oluşturulan ilköğretim müfettişlerinin nitelikleri ve göreve alınma usullerine ilişkin çerçeve düzenlemeye yer verilirken, ilköğretim müfettişlerinin ve yardımcılarının görev, yetki ve sorumluluklarınınEsas Sayısı : 2008/3 Karar Sayısı : 2009/44 2 düzenlemesi herhangi bir çerçeve çizilmeksizin, temel ilke ve esaslar konulmaksızın, yönetmeliğe bırakılmıştır. 3797 sayılı Yasa ile verilen yetki uyarınca hazırlanan ve dava konusu işlem tarihinde yürürlükte bulunan Milli Eğitim Bakanlığı İlköğretim Müfettişleri Başkanlıkları Yönetmeliğinin 6. Bölümünde Müfettiş ve Müfettiş Yardımcılarının Görev Alanları, Yetkileri, Görev Emirleri ve İkamet Merkezleri düzenlenmiş bu bölüm altında yer alan; "görev alanları" başlıklı 42. madde de; Müfettiş ve müfettiş yardımcılarının, rehberlik ve iş başında yetiştirme, teftiş ve değerlendirme, inceleme, soruşturma hizmetlerine yönelik olarak; a) İlköğretim okulları, b) Yetiştirici ve tamamlayıcı sınıflar ve kurslar, c) Özel eğitime muhtaç çocuklar için açılmış okullar ve sınıflar, d) Okul öncesi eğitim kurumları, uygulama sınıfları ile tamamlayıcı sınıflar ve kurslar, e) Halk eğitim merkezi ve akşam sanat okulları ile bunlara bağlı kurslar, f) Çıraklık eğitim merkezleri, g) Eğitim araçları ve donatım merkezi ve akşam sanat okulu müdürlükleri, h) Rehberlik ve araştırma merkezlerinde ve akşam sanat okulu müdürlükleri, i) Öğretmenevi ve akşam sanat okulları, öğretmenevi, lokalleri ve sosyal tesisleri, k) Sağlık eğitim merkezleri, I) Hizmetiçi Eğitim Enstitüleri ve Akşam Sanat Okulları ile Hizmetiçi Eğitim Merkezleri, m) Spor ve izcilik eğitim tesisleri, n) Gençlik ve izcilik eğitim tesisleri, o) Öğrencileri yetiştirme ve sınavlara hazırlama kursları, p) Özel öğretim kurumlarına bağlı, dershane ve okulları ile her türlü özel yaygın eğitim kursları, r) Diyanet İşleri Başkanlığına bağlı Kur'an kursları, s) Dernek ve vakıflarca açılan ve Bakanlığın denetimi ve gözetimi altında bulunan gerçek ve tüzel (şirket) kişilere ait öğrenci yurtları, t) Valilikçe denetimi uygun görülen diğer okul ve kurumlar, görev alanlarını oluşturur, düzenlemesine yer verilmiş ve "müfettişlerin görev ve yetkileri" başlıklı 43. maddesinin "soruşturma" yan başlığı altındaki d/1 bendinde; il idaresiEsas Sayısı : 2008/3 Karar Sayısı : 2009/44 3 Kanunu hükümlerine göre, valilikçe verilecek soruşturma emirleri gereğince resmi ve özel okul ile kurumlarda görevli öğretmen, yönetici ve diğer personel hakkında soruşturma yapmak, d/8 bendinde de; soruşturmalarda, muhbir, şikayetçi, sanık ve tanıkların celbi ve dinlenmesi gibi soruşturmanın gerektirdiği her türlü işlemlerin yerine getirilmesinde "Memurun Muhakematı Hakkında Kanunu Muvakkat" ile "Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu" hükümlerine göre hareket etmek, müfettişin görev ve yetkileri arasında sayılmıştır. Bakılan davada; Danıştay İkinci Dairesince, belirtilen düzenlemelere ve ayrıca 5442 sayılı İl İdaresi Kanununun 9. maddesinin (D) bendi ile 4483 sayılı Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması Hakkında Kanun'un 2, 3 ve 5. maddelerine dayanılarak, Anadolu Lisesinde görev yapan yönetici ve eğitimci konumundaki personelin işledikleri suçlar nedeniyle, denetim konusunda uzmanlaşmış ilköğretim müfettişlerinin statüleri bakımından soruşturma ya da inceleme yapabileceklerine karar verilmiştir. Daire söz konusu kararında ayrıca, lise öğretmenlerinin, branşlarındaki yeterliklerinin tespiti ve bu konuyla ilgili olarak yapılacak soruşturmaların, branşlara yönelik ayrı bir uzmanlık bilgisini gerektirdiği gözönüne alındığında, branş yeterliliğinin tespiti ve soruşturulmasının, ilköğretim müfettişlerinin denetim alanının dışında tutulacağını da belirtmiştir. Görüldüğü üzere, ilköğretim müfettişlerinin 3797 sayılı Yasada görev ve yetkileri ile ilgili açık bir kural öngörülmemiş olması nedeniyle, Daire de söz konusu kararında ilköğretim müfettişlerinin görev ve yetkilerini yorum yoluyla belirlemek zorunda kalmıştır. İdare Hukuku açısından yetki; kişileri, eşitlik kuralını, temel hak ve hürriyetleri kamusal para ve malları doğrudan ilgilendiren ve kamu gücü kullanımının aracı olan idari işlemin, idari teşkilat içerisindeki herkes tarafından değil, yalnızca Anayasa ve kanunlarla idare adına açıklama yetkisine sahip kılınmış kişilerce, yani hukuk kurallarıyla belirlenmiş ve sınırlanmış idari makamlar tarafından yapılabilme yeteneği olup, idare hukukunda yetki kamu düzenine ilişkin bulunmaktadır. Özel hukuk işlemlerinden farklı olarak, İdare hukukunda işlem yapmada, kamu görevlilerinin hak ve fiil ehliyetine sahip olmaları yanında, ayrıca mevzuatça yetkilendirilmeleri gerekir. İdari işlem tesis eden kişiler egemenlikten kaynaklanan devlet yetkisini (kamu gücünü) kullanmaktadırlar. Anayasanın 6. maddesinin 3. fıkrasının son cümlesi gereğince, bir devlet yetkisi kullanmasında, yetkiyi kullananların kullandıkları yetkinin dayanağının Anayasa olması gerekmektedir. Aynı şekilde Anayasanın 123. maddesi uyarınca, "idare kuruluş ve görevleriyle bir bütündür ve kanunla düzenlenir." Söz konusu anayasal düzenlemeler idare adına yetki kullanacakların kanunla belirlenmesini zorunlu kılmaktadır. Yetki kuralları kişilere hukuki güvence sağlanması amacıyla İdare Hukukunda katı anlamda uygulanan kurallardan olup, kamu hukukunda ve idare hukukunda "yetkisizlik kural, yetkili olma istisnadır" ve bu istisna da yetkinin yasada gösterilen hallerde kullanılmasını ifade eder. Yetki kuralları yorum yoluyla genişletilemez. Yani idari makamlar yapacakları yorumla yetkili olmadıkları alanlarda kendilerini yetkili kılamazlar. Bu durumda, Anayasaya aykırılığı ileri sürülen 3797 sayılı Yasanın 53. maddesinde; ilköğretim müfettişi ve yardımcılarının görev, yetki ve sorumluluklarının temel ilke ve esasları konulup, çerçevesi çizilmeden ve sınırları gösterilmeden, Yönetmeliğe bırakılmasına ilişkin söz konusu düzenleme, Anayasa'nın 6. maddesinin 3., 123. maddesinin 1. ve 128. maddesinin 2. fıkrasına aykırı olduğu gibi, yasama yetkisinin devredilmesi sonucunu doğurması nedeniyle, Anayasanın 7. maddesine de aykırıdır. Öte yandan, 5442 sayılı İl İdaresi Kanunu'nun 9. maddesinin (D) bendinde yer alan; Valinin adli ve askeri teşkilat dışında kalan bütün Devlet daire, müessese ve işletmesini denetleyeceği, teftiş edeceği, yine 4483 sayılı Memurlar ve DiğerEsas Sayısı : 2008/3 Karar Sayısı : 2009/44 4 Kamu Görevlilerinin Yargılanması Hakkında Kanun'un 3. maddesinde yer verilen; ilçede görevli memurlar ve diğer kamu görevlileri hakkında Valinin soruşturma izni vermeye yetkili olduğu yolundaki düzenlemelerin, Yasa'da açıkça görev ve yetkileri belirtilmemiş olan ilköğretim müfettişlerinin Valinin görevlendirmesi halinde, yetkileri dahilinde olmayan kamu kurumlarında veya kamu görevlileri hakkında denetim yapabilmelerine olanak tanıdığından söz edilemez. Açıklanan nedenlerle... 3797 sayılı Milli Eğitim Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Yasanın 53. maddesinin 3. fıkrasının Anayasa'nın 7. ve 128. maddesinin 2. fıkrasına aykırı olduğu kanısına ulaşması nedeniyle, Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, bu kuralın Anayasaya aykırılığı, uygulanması durumunda giderilmesi güç ve olanaksız zararlar doğurabileceği gözetilerek esas hakkında karar verilinceye kadar yürürlüğünün durdurulmasının istenilmesine, dosyada bulunan belgelerin onaylı bir örneğinin Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine, 6.12.2007 günü... oyçokluğu ile karar verildi.""
1,261
Esas Sayısı: 1990 /17 Karar Sayısı: 1990/23 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ: İtiraz yoluna başvuran Mahkemenin bu konudaki 17.5.1990 günlü kararının gerekçe bölümü aynen şöyledir: "1 Sanık YA. hakkında İzmir C. Başsavcılığının 15.4.1990 gün Hz. 1990/2809, Esas 1990/4071 sayılı iddianamesi ile kamu davası açılmış ve sanığın TCK. nün 266/l maddesi uyarınca cezalandırılması istenilmiştir. 2 Mahkemenin 17.5.1990 günlü oturumunda esas hakkında görüşü sorulan C. Savcısı sanığın eylemi nedeniyle 3506 sayılı Yasa ile değişik TCK. nün 266/l maddesi uyarınca sanığın cezalandırılmasını talep etmiştir. 3 İddianameye göre suçun tarihi 15.4.1990 günüdür. 4 Gerek iddianamede gerekse esas hakkındaki görüşte belirtilen TCK. nün 266/l maddesinde hürriyeti bağlayıcı hapis cezası yanında ağır para cezası da öngörülmüştür. 5 Suç tarihine göre TCK. nün 266/1 maddesinde öngörülen ağır para cezası 3506 sayılı Yasanın ek madde 2 hükmü ile bu hükmü değiştiren 3591 sayılı Yasanın 1. maddesi hükümlerine göre artırılmaya tabidir. 6 Mahkememizce Anayasa'ya Aykırı Olduğu Görüşüne Varılan Yasa Hükümleri: a) 14 Aralık 1988 günlü Resmî Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren 765 sayılı Türk Ceza Kanunu'nun bazı maddelerinin değiştirilmesine, bu kanuna ek maddeler ilâve edilmesine ilişkin 3506 sayılı Yasanın Ek madde 2 hükmünde aynen (bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten iti beren ek 1 inci madde kapsamına giren para cezaları, 1988 yılı bütçe kanununda 84 olarak belirlenen memur maaş katsayısının artırılması halinde bütçe kanununda her 30 puan artış, bir birim olarak kabul edilerek, EK 1 inci maddeye göre tesbit edilen ceza miktarlarının, bulunacak birim sayıyla çarpılması suretiyle belirlenir. Bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihinden sonra kabul edilecek kanunlardaki para cezaları içinde, müteakip yıllar, bütçe kanununda belirlenen kat sayı miktarlarında arttırıra yapıldığı takdirde birim sayısının tesbitinde başlangıç olarak, o kanunun yürürlüğe girdiği tarihdeki bütçe kanununda geçerli olan devlet memurları aylıkları katsayısı esas alınır.) b) 12 Aralık 1989 günlü Resmî Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren 765 sayılı Türk Ceza Kanunu'nun ek 2 inci maddesinin 1. fıkrasında değişiklik yapılmasına ilişkin 3591 sayılı Yasanın 1. maddesi hükmünde aynen (765 sayılı Türk Ceza Kanununa 7.12.1988 tarihli ve 3506 sayılı kanunla eklenen EK 2 nci maddesinin 1. fıkrasında yer alan "30" rakamı sayılı kanunla eklenen EK 2 inci maddesinin 1. fıkrasında yer alan "30" rakamı "75" olarak değiştirilmiştir.) Hükümleridir. Yukarıda Açıklanan Yasa Maddelerinin Mahkememizce Anayasa'ya Aykırı Görülmesinin Gerekçesi:Esas Sayısı: 1990 /17 Karar Sayısı: 1990/23 2 1 Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 10/l madde ve fıkrasında tüm kişilerin kanun önünde eşit olacağı, 10/3 madde ve fıkrasında devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun hareket etmek zorundadırlar, hükmüne yer verilmiştir. 2 Anayasa'nın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyetinin demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devleti olduğu açıklanmaktadır. 3 Anayasa'nın 11/2 maddesinde kanunların Anayasa'ya aykırı olamayacağı belirtilmektedir. 4 Anayasa'nın 138/1 madde ve fıkrasında hakimlerin ... Anayasa'ya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlarına göre hüküm verecekleri açıklanmaktadır. 5 Anayasa'nın 38/3 madde ve fıkrasında ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirlerinin ancak kanunla konulabileceği belirtilmektedir. 6 Anayasa'nın 38/3 madde ve fıkrasında suç ve cezaların kanuniliği ilkesi yer almaktadır. 7 Anayasa'nın 152/1 madde ve fıkrasında bir davaya bakmakta olan mahkeme uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasa'ya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır hükmüne yer verilmiştir. 8 Anayasa'nın 161/1 madde ve fıkrasında devletin ve kamu iktisadi teşekkülleri dışındaki kamu tüzelkişilerinin harcamalarının yıllık bütçelerle yapılacağı hükmüne yer verilmektedir. 9 Anayasa'nın 161/son madde ve fıkrasında bütçe kanununa, bütçe ile ilgili hükümler dışında hiç bir hüküm konulamaz, hükmü yer almaktadır. 10 Danıştay 5. Dairenin 14.2.1972 gün ve 1972/687 sayılı kararında bütçe ile ilgili hüküm deyiminin, bütçenin uygulanması ile ilgili, uygulamayı kolaylaştıran, tamamlayıcı veya kanun konusu olabilecek yeni hüküm niteliğinde olmamak kaydıyla açıklayıcı hükümler olarak tanımlanmaktadır. 11 Anayasa Mahkemesinin 27.6.1972 gün ve 26/ 38 sayılı kararında açıklandığı gibi bütçe yasaları bir yıllık süre için çıkarılır ve bir mali yıl için yürürlükte olduğu, eski bütçe kanununun yeni bütçe yasası ile yürürlükten kalkacağı açıklanmaktadır. 12 Anayasa Mahkemesinin 2.3.1976 gün Esas 1976/9, Karar 1976/10 sayılı kararında etraflıca belirtildiği gibi Anayasaya aykırılık itirazını ileri süren mahkeme deyiminden maksat (davaya bakmaya, yani uyuşmazlık konusu işi çözmeye veya suç sayılan eylemi işleyeni yasa kuralları çerçevesinde yargılamaya görevli mahkeme) olarak tanımlamaktadır. 13 Mahkememizce yargılamada uygulanmak durumunda kalınan 3506 sayılı Yasanın EK Madde 2 hükmü ile 3591 sayılı Yasanın Madde 1 hükümlerinin Anayasa'ya aykırıEsas Sayısı: 1990 /17 Karar Sayısı: 1990/23 3 bulunduğu görüşüne varılması bu hükümlerin itirazen iptali bakımından Anayasa Mahkemesince incelenmesi için yeterlidir. 14 Anayasa Mahkemesinin 22.12.1964 gün Esas 1963/166, Karar 1964/76 sayılı kararında da etraflıca belirtildiği üzere yasalarımızın, Anayasanın açık hükümlerinden önce hukukun bilinen ve bütün uygar devletlerce kabul edilen prensiplerine uygun olması ve buna göre yasalaştırılması gerekmektedir. A. Böylece, yukarıda maddeler halinde belirtilen aykırılık gerekçeleri özetlenecek olursa: Sanık YA. görevli memura görev sırasında hakaret suçu nedeniyle uygulanma durumunda kalınan TCK. nün 3506 sayılı Yasanın Ek Madde 2 ve 3591 sayılı Yasanın 1. maddesi hükümleri ile arttırmaya tabi tutulan para cezasının arttırılmasını öngören belirtilen iki yasanın ilgili hükümleri: Kişilerin yasa önünde eşitliği, kanunsuz suç ve ceza olamayacağı, cezaların yasa ile konulabileceği, bütçelere bütçe ile ilgili hükümler dışında hüküm konulamayacağı, bir yıllık süre için çıkarılan ve mali yılın sonunda yürürlükten kalkan yasalara atıfta bulunarak kıyasla gayri muayyen ceza konulamayacağı ilkelerine, B. ^Yukarda açıklanan Anayasa maddelerinin değerlendirilmesine ilişkin Anayasa Mahkemesi kararlarına, C. Anayasa hükümlerinin uygulanması bakımından yorum değeri taşıyan diğer Yüksek Mahkeme kararlarına, D. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 38/ 3 maddesi esprisine paralel olarak düzenlenen uygar devletler yasalarında yer aldığı gibi TCK. nün 1. maddesinde yer alan kanunsuz suç ve ceza olamaz ilkesine, E. Devletin yurttaşlarına yasalarını öğretme ve duyurma ödevine (Anayasa madde 89/1'de yer alan yasaların yayımlanarak duyurulması görevi) ve dolayısıyla yurttaşlar içinde bir ödev olarak kabul edilen ve yine çağdaş devletler yasalarında yer aldığı gibi TCK. nün 44. maddesinde yer alan yurttaşlara yasaları bilme ve öğrenme görevini tanımlayan, kanunu bilmemek mazeret sayılmaz ilkesine, Aykırı bulunduğu gibi, F. Uygulamada ortaya çıkacak örneğin bu suçu 1990 yılında işleyip 1992 yılında yakalanması nedeniyle yargılanabilen ve hakkında hüküm verilebilecek olan sanığa, 1992 yılında suç işlediği günde yürürlükte bulunan . sanık yararına hüküm taşıyan ancak 1990 mali yılı sonunda yürürlükten kalkmış bulunan bütçe yasası hükümlerine göre para cezası vermek gerekeceği gibi ortaya çıkabilecek olumsuz hukuki sonuç gerçeğine, G. Uygar devletler yasalarında yer alan ve ayrıca çağdaş bilimsel kaynaklarda yerleşmiş görüş olarak kabul edilen gayri muayyen ceza konulamaz, kıyas ceza koyma yasağı, yürürlükten kalkan hükümle ceza verilememesi, ceza yaptırımını öngören yasaların açık, net ve bilinebilir olmasının suçların sanıklarını suç işlemekten caydıracağı ilkeleri ile ve nihayet, gayri muayyen para cezası yerine, kişilerce kolayca öğrenilebilen, asgari ve azami hadleri yasada belirlenen, bu hadler arasında uygulanması yargıcın takdirine bırakılan para cezalarının bu cezaları öngören suçların işlenmesini daha çok önleyeceği, bilimsel gerçeklerine de aykırı bulunmuştur.Esas Sayısı: 1990 /17 Karar Sayısı: 1990/23 4 Bu Nedenlerle: 1 Mahkememizin görev alanına giren bu davada suçu sebebiyle sanığa verilebilecek para cezasının artırılmasını gerektiren 14 Aralık 1988 günlü Resmî Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren 3506 sayılı Yasa'nın Ek Madde 2 hükmü ile 3506 sayılı Yasa'yı değiştiren 12 Aralık 1989 günlü Resmî Gazetede yayınlanan 3591 sayılı Yasa'nın 1. maddesi hükümlerinin 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın yukarıda açıklanan maddelerine aykırı olduğu görüşüne mahkememizce varılmış bulunmakla Anayasa'nın 152/1 maddesi uyarınca davanın, Anayasa Mahkemesi'nin bu konuda vereceği karara kadar geri bırakılmasına, yasal sürede Anayasa Mahkemesi tarafından gerekli karar verilemediği takdirde konunun Ana yasa'nın 152/3 maddesine göre yürürlükteki yasa hükümlerine göre sonuçlandırılmasına, 2 Dava dosyasının tüm tutanaklarının Mahkemece onaylı bir örneğinin dizi pusulasına bağlanarak Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkındaki Yasa'nın 18. ve 28. maddeleri hükümleri ile Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 152/1 maddesine göre Anayasa'ya aykırı bulundukları mahkememizce ileri sürülen, belirtilen yasa maddelerinin itiraz yoluyla iptali için örnek dosyanın Anayasa Mahkemesi'ne gönderilmesine, Mahkememizin 17.5.1990 günlü oturumunda karar verilmiş bulunmakla dizi pusulasına bağlı örnek dosya, mahkememizin Anayasa'ya aykırılık gerekçesini belirten talebi ile birlikte gereği için arz olunur.""
1,270
Esas Sayısı:1970/12 Karar Sayısı:1971/13 1 "... I Davacının gerekçesi özeti : 648 sayılı Siyasî Partiler Kanununun 74. maddesini değiştiren 1017 sayılı Kanun Anayasa Mahkemesince iptal edildikten sonra bu madde 1219 sayılı Kanunla yine eski biçimde düzenlenmiştir. Anayasa'nın 56. maddesi siyasî partileri ayırım gözetmeksizin demokratik siyasî hayatın vazgeçilmez unsurları saydığı halde 1219 sayılı Kanun bunları ikiye bölmüş ve en az yüzde beş oranında oy alan partilere Devletçe yardım edilmesinin sağlanmasına karşılık bu oranda ey alamayanları yardımdan yoksun bırakmıştır. Siyasî partilere Devletçe yardım bir zorunluluğun sonucu ise bu zorunluluk siyasî partilerin bir bölümü değil tümü bakımından var demektir. Kanunun siyasî partileri ikiye ayırması adalet ve eşitlik ilkeleriyle de bağdaşamaz ve bir bölüm partileri demokratik siyasî hayatın vazgeçilir unsurlar durumuna düşürür. Anayasa'nın 55. maddesinde seçimlerin eşitlik esasına göre yapılacağı belirtilmiştir. Devlet siyasî partilerin bir bölmüne malî yardım yapar, bir bölümünden yardımı esirgerse seçimlerin eşitliğinden söz edilemez. Öte yandan kanun, Devlet yardımının harcanması bakımından bir sınırlama getirmemiştir. Yardım paralarının partilerin yalnız kamu yararına olan faaliyetlerine sarfedilebilmesi gerekir. Aksi halde yardım Anayasa'ya aykırı olur. 1219 sayılı Kanun, yukarıda açıklandığı üzere, Anayasa'nın 12., 55. ve 56. maddelerine aykırı bulunduğundan iptali gereklidir."
185
Esas Sayısı: 1989/l Karar Sayısı: 1989/12 1 "... I İPTAL İSTEMİNİN GEREKÇESİ: 4 Ocak 1989 günlü, KAN. KAR. MD.: 39 18/ B l 89 4 sayılı dava dilekçesinde, iptal isteminin gerekçe bölümü aynen şöyledir: "Görüldüğü üzere, sadece İslâmi kurallara göre kadınlar için örtünme (tesettür) hususları gözönüne alınarak, dinî inanç yönünden Yükseköğretim Kurumlarında öğretim yapan bayan öğrencilere eşitlik ve genellik ilkelerini de aşarak lâikliğe aykırı bir biçimde imtiyaz tanınmaktadır. Daha önce Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kabul edilen 16 Kasım 1988 tarih ve 3503 sayılı Kanun ile de, örtünme konusu değişik bir biçimde ele alınarak, "Anayasanın 174 üncü maddesinde yeralan İnkılâp Kanunlarına aykırı olmamak kaydı ile Yükseköğretim Kurumlarında öğretim elemanları ile öğrenciler için kılık ve kıyafet serbesttir. Bu konu ile ilgili olarak kişi veya kurumlarca sınırlayıcı işlem yapılamaz, karar alınamaz." şeklinde düzenlenmişti. Bu hüküm gerek Anayasal açıdan, gerekse mevzuat yönünden ele alınarak incelenmiş, aşağıda niteliği belirtilen 18 Kasım 1988 tarih ve 1662 8088 sayılı yazımızla bir daha görüşülmek üzere Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına iade edilmişti (EK: 2). Bu iade yazısında düzenlemenin, Atatürk İlke ve İnkılâplarına ve özellikle çağdaş düşünce ve lâiklik ilkesine aykırı olduğu üzerinde durulmuş ve konunun hiçbir yasal sınırlama ve kısıtlamaya tabi olmamasının ise, Anayasa'nın özellikle eşitlik ilkesiyle çeliştiği ve bir kısım kişilere imtiyaz niteliğinde hak verildiği görüşü savunulmuştur. Bilindiği üzere Anayasa'nın 2 nci maddesi Atatürk Milliyetçiliğine bağlılığı belirledikten sonra Başlangıç bölümünde bulunan temel ilkelere de atıfta bulunmuştur. Anayasa'nın Başlangıç bölümünde yeralan ilkelerden biri de, üç ve yedinci paragraflarda belirlenen, "Atatürk inkılâp ve ilkelerine Bağlılık" ilkesidir. Gerek 24 Ocak 1925 tarihli "Bilumum Devlet Memurlarının Kıyafetleri Hakkında Kararname", gerekse 1961 Anayasası'nın 153 ve 1982 Anayasası'nın 174 üncü maddesinin Anayasanın hiçbir hükmünün, Türk toplumunu çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkarma ve Türkiye Cumhuriyetinin lâiklik niteliğini koruma amacını güden inkılâp kanunlarının Anayasanın halkoyuyla kabul edildiği tarihte yürürlükte bulunan hükümlerinin Anayasaya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamaması ve yorumlana maması biçimindeki amir hükümleri, Atatürk'ün, Türkiye Cumhuriyetinin temellerinin atıldığı ilk yıllarda Türk Devletinin ve toplumunun muasır medeniyetler seviyesine çıkarılması doğrultusunda ortaya koyduğu görüş ve düşünüşlerinin açık bir şekilde ifadesinden başka bir şey değildir. İşte bu görüş ve düşünüşler doğrultusunda çağdaş giyim, Atatürk milliyetçiliği ilke ve inkılâplarının vazgeçilmez bir öğesini oluşturmaktadır. Atatürk'ün gençlere emanet ettiği ve nitelikleri arasında lâiklik ilkesi de bulunan Cumhuriyetin bu temel taşının yerinden oynatılması ve gençlerin lâiklik ilkesinden saparak teokratik fikirlere yöneltilmesini sağlayacak yasal değişikliklerin yapılmasını maddi ve maneviEsas Sayısı: 1989/l Karar Sayısı: 1989/12 2 mutluluğu ile çağdaş medeniyet düzeyine ulaşma azmi yönündeki Türkiye Cumhuriyeti ile bağdaştırmaya imkân bulunmamaktadır. Türk Ulusunun amacı, gayet açık ve net bir biçimde "Çağdaş uygarlık seviyesine ulaşma" biçiminde saptanmıştır. Bu amaçdan sapmaların, Anayasanın amacı, ruhu ve esprisi içinde kabul ve değer görmesi düşünülemez. Anayasa'mızın 24 üncü maddesinde yeralan vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahip olma, bunun sonucu ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve kanaatlarını açıklamaya zorlanamama, dini inanç ve kanaatlerden dolayı kınamama ve suçlanamama hükmüdür. Bu hürriyet, herkesin dilediği dini inanç ve kanaate sahip olabileceğini belirttiği gibi, ayrıca dilerse hiçbir dini inanca sahip olmama hakkını da içermektedir. Diğer taraftan, inanç hürriyetinin doğal bir uzantısı olarak, ibadet hürriyeti ile de kişinin inandığı dinin gerektirdiği ibadetleri ayin ve törenleri serbestçe yapabilme hakkı tanınmaktadır. Bu iki hürriyetin de özü, dini inanç ve ibadet serbestliğini ortaya koymaktadır. Anayasa'nın 24 üncü maddesi hükümleri, vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyeti ile ibadet hürriyeti dışında, bunlara bağlı olarak kılık ve kıyafetle ilgili bir düzenlemeyi içermemektedir. Zira, lâiklik, Devlet hükmü şahsiyeti ile doğrudan ilişkili olup Devletin resmi bir din sahibi olmaması biçiminde de tezahür etmektedir. Bu durumda Devlet kuruluşlarında dini inanış ve düşünce sebebiyle belli kişilere örtü veya türban örtme hakkının tanınması, Anayasanın 24 üncü maddesinde belirlenen din ve vicdan hürriyeti sınırlarını aşan ve lâiklik ilkesi ile tamamen çatışan bir durum arzetmektedir. Kaldı ki, Anayasa'nın 24 üncü maddesinde yeralan hürriyetler dahi Anayasa'nın 14 üncü maddesine aykırı olmamak şartı ile serbesttir. Türkiye Cumhuriyetinde sadece belli bir dini inançta bulunan kesimin yıllardır oluşturmak istediği Atatürk ilke ve inkılâplarına aykırı yaşam biçimi benimsedikleri kılık ve kıyafetle simgelenmekte ve böylece toplumda ayrı bir yeri ve kamplaşmayı ortaya koymaktadır. Lâiklik ilkesinin gözönüne alınması gereken unsurlarından biri de, Devletin belli bir dini olmaması ve benimsememesi nedeniyle çeşitli dinlerin mensupları arasında kanun önünde ayrılık gözetmemesi, hepsine eşit işlemde bulunmasıdır. Anayasa'nın 10 uncu maddesinin birinci fıkrasında eşitlik ilkesi; "Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir." Biçiminde dile getirilmiştir. Bu durumda ortada haklı bir neden ve kamu yararı olmaksızın sadece bir dinin, o da çok azınlıkta bulunan bir kesimine yukarıda belirtildiği şekilde hak tanımak, Anayasa'nın lâiklik ilkesi dışında eşitlik ilkesiyle de çelişki meydana getirmektedir. Ayrıca, yapılan düzenlemede salt bayan öğrencilere bu hakkın tanınıp, diğer öğrencilere ve bilimsel yönden her türlü serbest düşünce ve fikir hürriyetine sahip öğretim üyelerine ve Yükseköğretim Kurumunun idari personeline böyle bir hakkın tanınmaması kendi içindeki eşitsizliği ve çelişkiyi de gözler önüne sermektedir.Esas Sayısı: 1989/l Karar Sayısı: 1989/12 3 Mahkemeniz, Türk Ceza Kanunu'nun 175 ve müteakip maddeleri ile ilgili E. 1986/ l, K. 1986/26 sayılı ve 4 Kasım 1986 tarihli iptal kararında da belirttiği üzere belli din mensuplarına bir takım haklar ve avantajlar sağlamanın Anayasa'nın lâiklik ve eşitlik ilkesine aykırı olduğunu vurgulamış bulunmaktadır. Lâikliğin Türk İnkılâbı yönünden taşıdığı büyük önem gözönüne alınarak 1924 tarihli Teşkilatı Esasiye Kanunu'nda 1928 yılında yapılan değişiklikle "Devletin dini, dinî İslâmdır." yolundaki hükmü çıkarılmış ve 1937 yılında 3115 sayılı Kanunla yapılan değişiklikle de Cumhuriyetin niteliklerini belirleyen 2 nci maddesine "lâiklik ilkesi" ilave edilerek günümüze kadar Anayasa'larda yer almıştır. Atatürk'çü lâiklik anlayışı, 1925 tarihli Kararnamede de yeraldığı gibi, çağdaş giyimi benimseyen, kapalı yerlerde başın örtülmemesini ve kapalı tutulmamasını öngören bir düşünce biçimini de ortaya koymaktadır. Yapılan düzenlemede, Yükseköğretim kurumlarında çağdaş kıyafet ve görünümde bulunmanın zorunlu olduğu vurgulandıktan sonra, dini inanç sebebiyle boyun ve saçların örtü veya türbanla kapatılmasının serbest bırakılması, çağdaş kıyafet ve görünümden duraksamada bulunmaksızın sapmadan başka bir şey olmayıp, bu dahi kendi içinde çelişki yaratmaktadır. Çağdaş kıyafet ve görünüm, Türkiye Cumhuriyeti'nin temellerinin atıldığı ilk yıllarda belirlenmiş olup, bugüne değin Resmi Daireler yönünden başörtüsü ve türban çağdaş giyim olarak kabul edilmemiş ve değer görmemiştir. Bugün için, yukarıda açıklanan ilkelerden ayrılmayı ve laiklikten, çağdaş kılık ve kıyafetten dolayısıyla muasır medeniyetlerin benimsediği görüş ve düşünüş biçiminden ödün verilmesini gerektiren hiçbir haklı neden ve kamu yararı bulunmamaktadır. Türkiye Cumhuriyetine vatandaşlık bağıyla bağlı olan vatandaşlardan meydana gelen Türk Milletinin, değişik statülerinde bulunan bireyleri bir kenara bırakarak, yükseköğretim kurumlarının bayan öğrencileri yönünden özel bir düzenlemeye gitmek, hukuk tekniği ile de bağdaştırılması güç bir düzenleme olduğu gibi, bir kesime imtiyaz tanıyacak nitelik de taşımaktadır. Bir sureti ilişikte sunulan (Ek: 6) Danıştay 8 inci Dairenin; Esas No: 1984/636, Karar No: 1984/1574, 13.12.1984 Tarihli Kararında; Ege Üniversitesi Tıp Fakültesinde bir öğrencinin başörtülü gelmesi nedeniyle bir ay süreyle üniversiteye devamdan yasaklanmasına ilişkin işleme karşı açılan davayı reddeden İzmir l Nolu idare Mahkemesi kararının temyizen incelenmesi sırasında; "Yeterli öğretim görmemiş bazı kızlarımız hiç bir özel düşünceleri olmaksızın içinde yaşadıkları toplumsal çevrenin gelenek ve göreneklerinin etkisi altında başlarını örtmektedirler. Ancak bu konuda, kendi toplumsal çevrelerinin baskısına veya gelenek ve göreneklerine boyun eğmeyecek ölçüde eğitim gören bazı kızlarımızın ve kadınlarımızın sırf lâik Cumhuriyet ilkelerine karşı çıkarak dine dayalı bir devlet düzenini benimsediklerini belirtmek amacı ile başlarını örttükleri bilinmektedir. Bu kişiler için başörtüsü masum bir alışkanlık olmaktan çıkarak kaçtın özgürlüğüne ve Cumhuriyetimizin Temel İlkelerine karşı bir dünya görüşünün simgesi haline gelmektedir. Davacı yükseköğretim düzeyinde eğitim gördüğüne "göre bu ilkelerin Cumhuriyetimizin kuruluşunda ve korunmasındaki önemini bilmesi gerekmektedir.Esas Sayısı: 1989/l Karar Sayısı: 1989/12 4 Aydın, Uygar ve Cumhuriyetçi gençler yetiştirmekle görevli eğitim kurumlarının bazı kuralları öğrencilere uygulaması doğaldır. Bu kurallar herkesçe bilinen ve benimsenen Cumhuriyetin kurallarıdır. Bu kuralları öğretmek ve benimsetmekle görevli eğitim kurumlarının bunlardan ödün vermesi düşünülemez. Bu nedenle Yükseköğrenim görmek üzere okula geldiği sırada dahi başörtüsünü çıkartmamakta direnecek ölçüde laik devlet ilkelerine karşı bir tutum içinde bulunan davacının okuldan uzaklaştırılmasında yasalara aykırılık yoktur. Bu nedenle 1 No.lu İdare Mahkemesince verilen 25.4.1984 gün, E: 1983/855, K: 1984/477 Sayılı Kararda sonucu itibarı ile bir isabetsizlik görülmediğinden temyiz isteminin reddi ile anılan kararın onanmasına .... oybirliğiyle karar verildi." denilmektedir. Danıştayın bu Kararı dahi örtü ve türban konusunda, laik Cumhuriyet ilkelerinin temel alındığını ortaya koymaktadır. Yukarıda açıklanan nedenlerle 10 Aralık 1988 tarih ve 3511 sayılı Kanunun Çerçeve 2 nci maddesi ile 4 Kasım 1981 tarih ve 2547 sayılı Kanuna eklenen Ek 16 ncı madde Anayasa'nın Başlangıç kısmı ile 2, 10, 24 ve 174 üncü maddelerine aykırı görülmektedir.""
1,368
Esas Sayısı : 2010/62 Karar Sayısı : 2011/175 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: '...... Hipermarketler Zinciri Anonim Şirketi tarafından, ihtirazi kayıtla verilen Şubat 2005 dönemine ilişkin ilan ve reklam vergisi beyannamesi üzerinden 120.000 adet broşür için tahakkuk ettirilerek, tahsil edilen ilan ve reklam vergisinin ret ve iadesi istemiyle Kartal Belediye Başkanlığına karşı açılan davayı reddeden İstanbul 3. Vergi Mahkemesinin, 10.11.2009 günlü ve E:2009/3012, K:2009/2878 sayılı ısrar kararının bozulması istemiyle yapılan temyiz başvurusunu içeren dosya, Danıştay Vergi Dava Daireleri Kurulunca incelendikten sonra gereği görüşüldü: Davacı Kurumun, Şubat 2005 döneminde Kartal Belediye sınırları içinde elle dağıttığı broşürler için 28.2.2005 tarihinde ihtirazi kayıtla verdiği ilan ve reklam vergisi beyannamesi üzerinden, 28.2.2005 günlü ve 109/4 sayılı tahakkuk fişiyle her bir broşür için 0,10 YTL olarak tahakkuk ettirilen maktu vergiler, davacı tarafından aynı gün ve seri A 2546913 sayılı makbuz karşılığı ödenmiş; hukuka aykırı tahsil edildiği ileri sürülen vergilerin ret ve iadesi istemiyle dava açılmıştır. Davaya konu yapılan tahakkukun, 2464 sayılı Yasanın 96'ncı maddesinin (B) fıkrasında tanınan yetkiye dayanılarak Kartal Belediye Meclisi tarafından yürürlüğe konulan tarifede öngörülen ilan ve reklamın her biri için 0,10 YTL üzerinden yapıldığı anlaşıldığından, ilan ve reklam vergisi tahakkukunda esas alınan ve her bir broşür için belirlenen maktu verginin dayanağı, Kartal Belediye Meclisinin 7.1.2005 günlü ve 2005/7 sayılı kararıdır. Davacı tarafından; vergi, resim, harç ve benzeri mali yükümlülüklerin konulması, değiştirilmesi ve kaldırılmasında yasallık ilkesinin geçerli olduğu; bu konudaki tek istisnanın, vergi, resim, harç ve benzeri mali yükümlülüklerin muaflık, istisnalar ve indirimleriyle oranlarına ilişkin hükümlerinde kanunun belirttiği yukarı ve aşağı sınırlar içinde değişiklik yapmak konusunda Bakanlar Kuruluna verilebileceği öngörülen yetki olduğu, vergilendirme alanında belediye meclislerine tanınmış bir yetki bulunmadığından, vergilendirmeye esas alınan tarifeyi belirleyen Kartal Belediye Meclisi kararına dayanak oluşturan 2464 sayılı Kanunun 96'ncı maddesinin (B) fıkrasının, Anayasanın 73'üncü maddesine aykırı olduğu ileri sürülmektedir. 2464 sayılı Belediye Gelirleri Kanunu, belediye gelirlerini dört ayrı kısımda düzenlemiştir. Birinci Kısım, vergileri; ikinci Kısım, harçları; Üçüncü Kısım, harcamalara katılma paylarını kapsamaktadır. Yasanın Dördüncü Kısmı ise vergi ve harç tarifelerinin tespitine ilişkin düzenlemeleri de içeren çeşitli hükümlere ayrılmıştır. Vergiler, harçlar ve katılma paylarından oluşan belediye gelirlerinden harcamalara katılma payları, hizmetler dolayısıyla yapılan giderlerin tamamı üzeriden ve Yasanın Üçüncü Kısmında öngörülen yöntem ve esaslara göre tahakkuk ettirildiğinden belli tarifeye göre alınan belediye gelirleri, vergi ve harçlardan oluşmaktadır. İlan ve reklam vergisinin en az ve en çok tutarı Yasanın 15'inci maddesinde yer alan maktu tarifede öngörülmüştür. Bu tarife, 1.1.2005 tarihinden geçerli olmak üzere 31.12.2004 tarihinde yürürlüğe giren 5281 sayılı Yasanın 16'ncı maddesiyle değiştirilmiştir. DeğişikEsas Sayısı : 2010/62 Karar Sayısı : 2011/175 2 tarifenin (5) işaretli bölümünde; ilan ve reklam amacıyla dağıtılan broşür, katalog, duvar ve cep takvimleri, biblolar veya benzerlerinin her biri için en az 0,01; en çok 0,25 YTL ilan ve reklam vergisi belirlenmiştir. 2464 sayılı Belediye Gelirleri Kanununun 96'ncı maddesinin (A) fıkrasında Bakanlar Kurulu, yasada en az ve en çok miktarları gösterilen ve aynı fıkrada yer alan vergi ve harçların tarifelerini, belediye grupları itibarıyla tayin ve tespite yetkili kılınmıştır. Maddenin birinci fıkrası gereğince Bakanlar Kurulunun 96'ncı maddenin (A) fıkrasında tanınan yetkiyi; Maliye Bakanlığı ve Devlet Planlama Teşkilatının görüşü de alındıktan sonra İçişleri Bakanlığı tarafından, belediyelerin nüfusları ile ekonomik ve sosyal gelişme durumlarına göre yapılan ve Resmi Gazetede ilan edilen gruplandırmayı gözeterek kullanması gerekmektedir. Yasanın 96'ncı maddesinin (A) fıkrasında gösterilmeyen vergi ve harç tarifelerini yapmak konusunda Bakanlar Kuruluna tanınmış bir yetki bulunmamaktadır. İlan ve reklam vergisi, 96'ncı maddenin (A) fıkrasında yer almayan vergilerdendir. 2464 sayılı Yasanın 96'ncı maddesinin (B) fıkrasında ise (A) fıkrasında sayılanlar dışındaki vergi ve harçlara ait maktu tarifelerin; bu Kanunda belirtilen en alt ve en üst sınırları aşmamak şartıyla mahallin çeşitli semtleri arasındaki sosyal ve ekonomik farklılıklar göz önünde tutularak belediye meclislerince tespit olunması düzenlenmiştir. İlan ve reklam vergisine ilişkin maktu tarifeler, 96'ncı maddenin (B) fıkrasında yer alan kuraldan dolayı, en az ve en çok tutarı 2464 sayılı Belediye Gelirleri Kanununun 15'inci maddesinde öngörülen, 5281 sayılı Yasa ile değişik düzenlemedeki tutarlar gözetilerek belediye meclisleri tarafından yapılan tarifeye göre tahsil edilmektedir. Bu nedenle, 2464 sayılı Belediye Gelirleri Kanununun 96'ncı maddesinin (B) fıkrası, dava konusu ilan ve reklam vergisinin dayanağını oluşturmaktadır. Yasa, Bakanlar Kuruluna, 96'ncı maddenin (A) fıkrasında tanınmış olan yetkinin kullanılması sırasında tespit şekli ve duyurulması da Yasada gösterilen gruplandırmanın gözetilmesini öngörmüşken; 96'ncı maddenin (B) fıkrasında belediye meclislerine tanınmış olan yetkinin kullanılmasına esas olmak üzere, ne şekilde tespit edileceği, hangi ölçütlere dayanacağı yasada gösterilmeyen ve belirsizlik içeren, çeşitli semtler arasındaki sosyal ve ekonomik farklılıklara bakılması dışında bir ölçü öngörmemiştir. Dolayısıyla konusunu, belediye ve mücavir alanları içinde yapılan her türlü ilan ve reklamın oluşturduğu ilan ve reklam vergisi için belediye meclisleri, yetki alanında, belirlilik ve ölçülülük kriterlerini içermeyen, bu yüzden hukuki güvenlik ilkesine de aykırı düşebilecek şekilde tarife yapabilecektir. Kuralda öngörülen, çeşitli semtler arasındaki sosyal ve ekonomik farklılığın hangi ölçütlere dayanılarak göz önüne alınacağının belirsiz kalmasından doğan bu durumun, hukuki güvenlik ilkesine aykırı düştüğü açıktır. Herkesi, kamu giderlerini karşılamak üzere mali gücüne göre vergi ödemekle yükümlü tutan ve vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımını maliye politikasının sosyal amacı olarak belirleyen Anayasanın 73'üncü maddesi; vergi, resim, harç ve benzeri mali yükümlülüklerin kanunla konulmasını, değiştirilmesini veya kaldırılmasını öngörmüştür. Bu nedenle vergilendirme yetkisi, yasama organı tarafından kullanılabilen yetkilerdendir. Bu yetkinin kullanılmasında vergi yükünün âdil ve dengeli dağılımını ve herkesin mali gücüne göre vergi ödemesini sağlama amacının gerçekleştirilebilmesi için sosyal ve ekonomik değişimlerin de bir gereği olarak, 73'üncü maddenin son fıkrasında yasama organınca bu yetkinin, vergi, resim,Esas Sayısı : 2010/62 Karar Sayısı : 2011/175 3 harç ve benzeri mali yükümlülüklerden muaflığa, vergi istisnalarına, vergi indirimlerine ve vergi oranlarına ilişkin olmak üzere ve yukarı ve aşağı sınırları yasada gösterilmek koşuluyla değişiklik yapılması konusunda Bakanlar Kuruluna kısmen devredilebilmesine olanak tanınmıştır. Anayasada, yasallık ilkesinin tek istisnasını Bakanlar Kuruluna devredilebilen bu yetki oluşturmaktadır. Bunun dışında vergilendirme alanında başka hiçbir organa tanınmış veya devredilebileceği öngörülmüş bir yetki bulunmamaktadır. Belediye Gelirleri Kanununun 96'ncı maddesinin (B) fıkrasında belediye meclislerine aynı maddenin (A) fıkrası dışında kalan vergi ve harçlara ait maktu tarifeler yapmak konusunda yetki tanıyan kural, Anayasanın 73'üncü maddesine aykırı düşmektedir. Esasen Anayasa, maktu vergileri tespit konusunda Bakanlar Kuruluna dahi yetki tanımamıştır. 2464 sayılı Yasanın 96'ncı maddesinin (B) fıkrası, aynı zamanda Anayasanın 2'nci, 6'ncı, 8'inci ve 11'inci maddelerine de aykırı görülmektedir. Yukarıda belirtilen tüm nedenlerle, davacı tarafından ileri sürülen, düzenlemenin Anayasanın 2'nci, 6'ncı, 8'inci, 11'inci ve 73'üncü maddelerine aykırı olduğu yönündeki iddia ciddi görüldüğünden, 2464 sayılı Belediye Gelirleri Kanununun 96'ncı maddesinin (B) fıkrasında yer alan; 'Yukarıda sayılanlar dışındaki vergi ve harçların maktu tarifeleri; bu kanunda belirtilen en alt ve en üst sınırları aşmamak şartıyla mahallin çeşitli semtleri arasındaki sosyal ve ekonomik farklılıklar göz önünde tutularak belediye meclislerince tespit olunur.' şeklinde yetki tanıyan düzenlemenin iptali istemiyle ve 2949 sayılı Yasanın 28'inci maddesinin 1'inci fıkrası uyarınca Anayasa Mahkemesine başvurulmasına; dava dosyasındaki belgelerin onaylı birer örneğinin Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine ve Anayasa Mahkemesince itiraz yoluyla yapılan başvuru hakkında karar verilmesine kadar yargılamanın ertelenmesine, 12.2.2010 gününde oyçokluğu ile karar verildi.'"
1,123
Esas Sayısı : 2001/378 Karar Sayısı : 2004/13 1 "... I İPTAL İSTEMİNİN GEREKÇESİ Dava dilekçesinin iptal istemini içeren gerekçe bölümü şöyledir: I GENEL OLARAK Yasa, sosyal güvenlik kurumlarının alacaklarının takibi ve bu konudaki anlaşmazlıkların çözümü (yargı yolu) konusunda radikal değişiklikler getirmektedir. Sistem analizine dayalı olmayan yeni model, sorunları hızlı çözme anlayışının hukuku nereye götürebileceğini gösteren bir örnek oluşturmaktadır. Kamu iradesi, hukuktan ve hukuk sınırından kurtulmak istiyor. Anayasa ve sosyal dengeler, gücü hukuk yuvasına sokmağa mecbur ve esasen buna muktedirdir. II AYRICALIKLAR GEREKÇELER 1 Yasa'nın 1 inci maddesi, Anayasa'nın 2, 9, 36, 13, 125. maddelerine aykırıdır. Madde, Kurum alacaklarının (takip ve) tahsilinde 6183 sayılı Yasa'nın uygulanmasını, usul ve esaslarının yönetmelikte düzenlenmesini, anlaşmazlıkların iş yargısında çözümlenmesini öngörmektedir. a) Özellikle son dönemlerde, alacağın niteliğine bakılmaksızın, 6183 sayılı Yasadaki takibin kıyasen uygulanması nerede ise yasama adeti (geleneği) olmuştur. aa) Kuruluş Yasasına göre bir KİT olan kurumun alacaklarına 6183 sayılı Yasa rejiminin uygulanması, alacağın mahiyetiyle bağdaşmaz. Hukuk devleti, hukuk kategorilerine geçerlik tanıyan devlettir. Bu hüküm, hukuk devleti ilkesi ile bağdaşmaz (Any.Mad.2). bb) Bir kurumsal Kanun, diğer bir Yasa'ya atıf yoluyla düzenlenemez. Sözgelimi, 6183 sayılı Yasa'nın ilgası, iptali halinde, yasal atıf boşlukta kalır ve kurum aleyhine yeni düzenlemeye kadar takip riski oluşturur. Doğrusu, düzenlemeyi, nasıl olacaksa kurumsal yasada yapmaktır. b) Takip ve tahsil usulü, bir yönüyle hak arama özgürlüğünün ayrılmaz parçasıdır. Bu alanın yasayla düzenlenmesi, bir özgürlük güvencesidir. Bu düzenlemenin yönetmelikle değil, bizzat yasa ile yapılması gerekir (Any.Mad. 36, 13, 124). Borçluların bilemedikleri, kolayca değiştirilebilen usul ve esaslar (yönetmelikler), borçlu hakları (özgürlüğü) için Anayasa'ya aykırı olarak oluşturulan sınırlardır. c) Yasa, bir kamu alacağını yarattığına göre, bu alacakla ilgili anlaşmazlıkları çözüm yeri, idari yargıdır (Any.Mad.125). 6183 sayılı Yasa rejimi de bu model üzerinde oturur. Takipte kamusal, yargıda özel yargı usullerini benimseyen bir anlayışın hız amacına tahsis edilmiş hukuk bozmasından kaynaklandığı gözlenmektedir. Doğrusu, takibin de, ihtilafın hallinin de özel yargı alanına ait olduğu gerçeğidir. Yargısal alanda, yerleşmiş ayırımlara önem vermeyen yasama, Anayasa'ya aykırı davranmış olur (Any.Mad.9, 138, 142).Esas Sayısı : 2001/378 Karar Sayısı : 2004/13 2 d) Yetkili İş Mahkemesine başvurulması, alacakların takip ve tahsilini durdurmaz hükmü, hukuki açıklıktan uzaktır. Dava, hiç bir zaman durdurucu etki doğurmaz. Amaç, davalarda koruyucu önlemin (ihtiyati tedbirin) alınmasını yasaklamak ise, bu mümkün değildir. aa) İhtiyati tedbir, çeşitleri ve sayıları kestirilemez örnekler içinde, bir ihtiyaçtır. Borçlu hukukunu koruma aracıdır. Sözgelimi alacağın zaman aşımına uğramış olması, sahte veya fahiş hatalı iç raporlara dayalı olması ve benzeri hallerde, mahkemenin ihtiyati tedbir kararını vermesi, mecburiyetidir. Edimin ifasının yargı kararı sonucuna göre ertelenmesi, somut olayın niteliğine göre, kaçınılmaz bir çaredir. bb) Bu anlamıyla Yasa, Anayasa'nın 9, 36, 138. hükümlerine açıkça aykırıdır. Yasama organı, yargının işine karışamaz. Yargı, yasama organının mimariden uzak engelleriyle boğuşmak durumunda bırakılmamalıdır. İhtiyati tedbire rezerv koyan bir yasama, hukuktan ve yargıdan kaçışı simgeler. Ayrı güçler, hukukta işbirliği yoluyla demokratik devleti yaratırlar. Kurum alacağının genel alacakların üstünde ve hukukun dışında bir usulle korunmaya alınması, genel eşitlik ilkesine de aykırıdır (Any.Mad.10). 2 Yasa'nın 2 nci maddesi, Anayasa'nın 2, 9, 36, 13, 125 hükümlerine aykırıdır. Bu dilekçemizin (II/1) bölümünde, birinci madde ile ilgili olarak dayandığımız aykırılıklar ve gerekçeleri, bu madde için de aynen geçerlidir. III TALEP SONUÇ Yasa'nın 1 ve 2 nci maddelerinin belirtilen ve Yüksek Mahkemece belirlenen nedenlerle iptaline, karar verilmesi hususu arz ve talep olunur. 26.07.2001"
532
Esas Sayısı: 1994/81 Karar Sayısı: 1995/5 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Mahkeme'nin başvuru kararındaki itiraz gerekçesi özetle şöyledir : 2577 sayılı İdarî Yargılama Usulü Yasası'nın 61. maddesinin birinci fıkrasında yer alan bölge idare, idare ve vergi mahkemelerinin her yıl Temmuz ayının yirmisinden Eylül ayının altısına kadar çalışmaya ara verecekleri hakkındaki kural, 4001 sayılı Yasa'nın 27. maddesiyle değiştirilerek çalışmaya ara verme süresinin sonu Ağustos ayının yirmibiri olarak belirlenmiştir. Dava konusu idarî işlemin, davacıya 26.6.1994 günü tebliğ edildiği, davanın 29.8.1994 tarihinde açıldığı, bu duruma göre, dava açma süresinin son günü çalışmaya ara verme süresine rastlamadığından, davada süre aşımı bulunduğu, bunun da 2577 sayılı Yasa'nın 61. maddesinde 4001 sayılı Yasa ile yapılan değişiklik sonucu itiraz konusu kuraldan kaynaklandığı anlaşılmaktadır. 2577 sayılı Yasa'nın 61. maddesinde yapılan değişiklikle, aynı idarî yargı düzeni içinde iki ayrı çalışmaya ara verme süresi oluşturulmuştur. 2575 sayılı Danıştay Yasası'nın 86. maddesinde, Danıştay dairelerinin her yıl Temmuz ayının yirmisinden Eylül ayının altısına kadar çalışmaya ara verecekleri belirtilmişken, itiraz konusu kuralla bölge idare, idare ve vergi mahkemelerinde çalışmaya ara verme süresi kısaltılmıştır. Böylece ilk derece mahkemesi olarak Danıştay'da açılacak davalar ile idare ve vergi mahkemelerinde açılacak davalarda dava açma sürelerinde farklılık yaratılmış olmaktadır. Davanın konusundan kaynaklanmayan böyle bir farklılık, Anayasa'nın eşitlik ve hak arama özgürlüğü ilkelerine aykırılık oluşturmaktadır. Anayasa'nın 140. maddesinde, hakimlik ve savcılık mesleği bir bütün olarak ele alınmış, hakim ve savcıların, adlî ve idarî yargı hakim ve savcıları olarak görev yapacakları belirlenmiştir. İtiraz konusu kural, diğer hakimler ile idare mahkemesi hakimleri arasında farklılık yaratmış olduğundan eşitlik ilkesine aykırı bulunmaktadır. Açıklanan nedenlerle, 4001 sayılı Yasa'nın 27. maddesiyle 2577 sayılı Yasa'nın 61. maddesinin birinci fıkrasının birinci cümlesinde yapılan değişiklik Anayasa'ya aykırı olduğundan, Anayasa Mahkemesi'ne gönderilmesine karar verilmiştir."
275
Esas Sayısı : 2011/43 Karar Sayısı : 2012/10 1 "... II İTİRAZLARIN GEREKÇELERİ A Mersin 4. Asliye Ceza Mahkemesi'nin başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'Anayasaya aykırı olduğunu düşündüğümüz maddede '1/1/2014 tarihine kadar, asliye ceza mahkemelerinde yapılan duruşmalarda Cumhuriyet savcısı bulunmaz...' denilmiştir. Ceza Muhakemesi Kanununun 160/2. maddesinde Cumhuriyet savcısının yalnız şüphelinin aleyhine olan hususları değil lehine olan delilleri de toplayarak muhafaza altına almakla ve şüphelinin haklarını korumakla yükümlü olduğu bildirilmiştir. Yapılan değişiklik ile sanıklar hakkında leh ve aleyhe olan delilleri toplayan Cumhuriyet savcısı duruşmanın devamı esnasında gelişmelerden ve davanın seyrinden bihaber kalacaktır. Ceza Muhakemesi Kanununun 188/1. maddesinde, duruşmada hükme katılacak hakimler ve Cumhuriyet savcısı ile zabıt katibinin ve Kanunun zorunlu müdafiliği kabul ettiği hallerde müdafiin hazır bulunması şart koşulmuştur. Ceza Muhakemesi Kanununun 220. maddesinde duruşma tutanağının başlığında Cumhuriyet savcısının (varsa denilmediğine dikkat edilmesi gerekir) adı ve soyadının yazılması gerektiği emredilmiştir. ÇünküCumhuriyet savcısı iddia makamını temsilen ceza yargılamasının asli bir unsurudur. Kanunun genel sistematiğine bakıldığında ceza yargılamasının üç ana unsuru iddia, savunma ve karar mekanizması olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu üç unsurdan birinin noksan olması halinde adil ve güvenli bir yargılama yapıldığından bahsetmek güçleşir. Anayasa Mahkemesi'nin 20.03.2002 tarih ve 2000/48 esas, 2002/36 karar sayılı kararında da belirtildiği üzere '...Adalet kavramı ve yargılama işlevi, birbirini tamamlayan, birbirinden ayrılamaz sav, savunma, karar üçlüsünden oluşan yargıyla yaşama geçmektedir...' Adalet kavramı evrensel ve yüce bir kavram olup ancak adil bir yargılama sonucunda tecelli eder. Adil bir yargılamadan bahsedilebilmesi için ise, birbirinden ayrılmayan ve hatta birbirini tamamlayan iddia, savunma, karar üçlüsünden oluşan bir yargılamanın mevcudiyeti şarttır. Sadece iddianame yazılarak 'iddia' mekanizmasının gerçekleştiğinden söz etmek doğru olmaz. İddia makamının ağır ceza mahkemeleri yargılamasında olduğu gibi, yargılama platformuna aktif olarak katılması ve gerektiğinde sanığın (veya mağdur tarafın) lehine olan iddiaları da, yeni gelişme ve toplanan delillere göre bizzat yaşayarak hissederek ileri sürmesi gerekmektedir. İddia ve savunmanın duruşmada hazır bulunarak delilleri tartışmasının, hükmün kurulmasında ve çözüme gidilmesinde pratik bir fayda sağlayacağı kuşkusuzdur. Anayasa Mahkemesi'nin 20.03.2002 tarihli kararında da belirtildiği üzere '... niteliği ne olursa olsun kişiye yöneltilen bir suçlamaya karşı savunma ve adil yargılanma hakkınınEsas Sayısı : 2011/43 Karar Sayısı : 2012/10 2 sağlanması bakımından suçların hafif ya da ağır veya sulh, asliye ve ağır cezalık olması gibi bir ölçüye göre farklılık oluşturulması kabul edilemez...' İtiraz konusu kuralla, Asliye Ceza Mahkemelerine açılan veya halen derdest bulunan davalarda geçici bir süre için farklı bir yargılama uygulaması öngörülerek eşitlik ilkesi de ihlal edilmektedir. Bu nedenlerle 14/04/2011 tarihli Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren 6217 sayılı Kanunun'1/1/2014 tarihine kadar, asliye ceza mahkemelerinde yapılan duruşmalarda Cumhuriyet savcısı bulunmaz ve katılma hususunda Cumhuriyet savcısının görüşü alınmaz. Ancak, verilen hükümler ile tutuklamaya veya salıverilmeye ilişkin kararlara karşı Cumhuriyet savcısının kanun yoluna başvurabilmesi amacıyla dosya Cumhuriyet başsavcılığına gönderilir.' şeklindeki Geçici 3. maddesinin Anayasanın 10. ve 36. maddelerine aykırı olduğu düşünüldüğünden iptali için Anayasanın 152. maddesi uyarınca keyfiyetin Anayasa Mahkemesine sunulmasına karar verildi.' B Bakırköy 28. Asliye Ceza Mahkemesi'nin başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: '6217 sayılı Yargı Hizmetlerinin Hızlandırılması Amacıyla Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun 14/04/2011 gün ve 27905 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmiş ve kanunlaşmıştır. Ancak zikrolunan Kanunun 26/3. fıkrasında düzenlenen Geçici Madde 3 başlığındaki cumhuriyet savcılarının duruşmalarda bulunmayacağına ve dosyaların gönderilmesine ilişkin düzenlemeler kanaatimizce T.C Anayasasının 2, 36/1, 38/1, 138/son, 141. maddelerine aykırıdır. Yargı Hizmetlerinin Hızlandırılması Amacıyla Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 26/1 nci maddesi ile; 23/3/2005 tarihli ve 5320 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkında Kanuna aşağıdaki geçici maddeler eklenmiştir. 'GEÇİCİ MADDE 2 (1) Bölge adliye mahkemeleri faaliyete geçinceye kadar hapis cezasından çevrilenler hariç olmak üzere, sonuç olarak belirlenen üçbin Türk Lirası dahil adlî para cezasına mahkûmiyet hükümlerine karşı temyiz yoluna başvurulamaz. GEÇİCİ MADDE 3 (1) 1/1/2014 tarihine kadar, asliye ceza mahkemelerinde yapılan duruşmalarda Cumhuriyet savcısı bulunmaz ve katılma hususunda Cumhuriyet savcısının görüşü alınmaz. Ancak, verilen hükümler ile tutuklamaya veya salıverilmeye ilişkin kararlara karşı Cumhuriyet savcısının kanun yoluna başvurabilmesi amacıyla dosya Cumhuriyet başsavcılığına gönderilir. GEÇİCİ MADDE 4 (1) Bölge adliye mahkemelerinin, 26/9/2004 tarihli ve 5235 sayılı Adlî Yargı İlk Derece Mahkemeleri ile Bölge Adliye Mahkemelerinin Kuruluş, Görev ve Yetkileri Hakkında Kanunun geçici 2 nci maddesi uyarınca Resmî Gazete'de ilan edilecek göreve başlama tarihinden altı ay sonra başlamak üzere üç yıl süreyle yapılacak kanun yolu incelemelerinde, bölge adliye mahkemelerinde ve Yargıtayda tebliğname düzenlenmesine ilişkin hükümler uygulanmaz.' şeklinde düzenleme getirilmiştir.Esas Sayısı : 2011/43 Karar Sayısı : 2012/10 3 Bu düzenlemedeki geçiçi 3 ncü maddesinin hem birinci cümlesinin ve hem ikinci cümlesinin ceza yargılamasına yansımasını özetledikten sonra düzenlemenin Anayasaya aykırılık teşkil ettiği kanaatinde olduğumuz noktalarına işaret edilecektir. İş bu düzenleme ile Asliye Ceza Mahkemelerinde yapılmakta olan kovuşturmalarda, cumhuriyet savcılarının bulunmaması emredilmekte, ayrıca verilen hükümler ile tutuklamaya veya salıverilmeye ilişkin kararlara karşı Cumhuriyet savcısının kanun yoluna başvurabilmesi için dosyanın cumhuriyet başsavcılığına gönderilmesi emredilmektedir. Yargılamanın en basit anlamda tarifi 'Birbirine karşı olan iki tarafı dinleyerek bir yargıya varma, muhakeme' olduğu tartışmasız olduğu halde, bu en temel anlamından uzaklaşılarak ceza kovuşturmasında tartışmanın ortadan kalkması sonucunu tevlit edecek şekilde cumhuriyet savcılarının duruşmalardan uzaklaştırılması Türk ceza yargılaması açısından ehemmiyetli bir ceza usul hukuku eksikliği yaratmıştır. Keza bu eksikliğin sonuçlarını ortadan kaldırmak endişesiyle 'verilen karar cumhuriyet savcılığına tebliğ edilir' şeklinde hukuki bir dil tercih edilecek yerde 'verilen hükümler ile tutuklamaya veya salıverilmeye ilişkin kararlara karşı kanun yollarına müracaat edilmesi amacıyla dosyanın cumhuriyet savcılığına gönderilmesi'şeklinde usul kanunlarının dili dışına çıkan bir ibareyle, CMK.da hiç yer verilmeyen görüldü müessesesinin kanunlaştırılması cumhuriyet savcılarına kovuşturmanın tarafı olmaktan ziyade mahkemelerin kararını bir üst merci gibi inceleme yetkisi olan makam görüntüsü vermektedir. İş bu nedenlerle zikrolunan fıkradaki her iki düzenlemede Anayasaya aykırıdır. Zikrolunan maddenin tüm fıkraları Anayasaya aykırılık açısından incelendiğinde; 1 Anayasanın 36/1 nci maddesi 'Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.' şeklindeki düzenlemesiyle herkesin adil yargılanma hakkına sahip olduğunu düzenlemiştir. Adil yargılama hakkı, temel insan haklarından biridir ve bu niteliği tartışmasızdır. Bu hak çeşitli uluslararası sözleşmelerle ayrıntılı olarak düzenlenmiş ve ulus hukukları açısından bağlılığı karşı konulamaz hale gelmiştir. İddia ve savunma hakkı birbirini tamamlayan ve birbirinden ayrılması olanaksız olan bir temel hak olup, bu birbirinden ayrılmaz niteliği ile hak arama özgürlüğünün temelini oluşturmaktadır. Kuşkusuz adil yargılanma hakkı kişilerin kendilerine isnat edilen bir suçlamaya karşı kendilerini savunabilmenin en etkili ve güvenceli yolu olan yargı mercileri önünde dava hakkını kullanmak ve bu davada kullanabilecek kanıtları mahkeme önüne getirebilme imkanı sağladığı için temel bir haktır ve yargı mercilerine müracaat ve burada delillerini ileri sürebilmek 'adil yargılama hakkı'nın temelini oluşturmaktadır. Mahkemelerin görev ve yetkileri Anayasanın 9. ve 138. maddelerinde düzenlenmiş olup, Anayasanın 9 ncu maddesinde, yargı yetkisinin Türk Milleti adına sadece bağımsız mahkemelerce kullanılacağı, 138 nci maddesinde hakimlerin görevlerinde bağımsız olduklarını, Anayasa, yasa ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm vereceklerini, hiçbir organ, makam, merci ve kişinin, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hakimlere emir ve talimat veremeyeceğini ve genelge gönderemeyeceğini, tavsiye ve telkinde bulunamayacağını emretmektedir. Mahkeme ve hakimler 'hukuka' uygun karar verirken iç hukuk yanında Anayasanın 90 ncı maddesindeki düzenleme nedeniyle uluslararası hukuka uygun olarak karar vermeleri gerektiği izahtan varestedir. Birleşmiş Milletler Siyasi ve Medeni Haklar Sözleşmesinin III. Bölümünde yer alan 'Adil yargılamaEsas Sayısı : 2011/43 Karar Sayısı : 2012/10 4 hakkı' başlıklı 14. maddesinde; herkesin mahkemeler ve yargı yerleri önünde eşit oldukları, herkesin hakkındaki bir suç isnadının veya hak ve yükümlülükleri ile ilgili bir hukuki uyuşmazlığın karara bağlanmasında, hukuken kurulmuş yetkili, bağımsız ve tarafsız bir yargı yeri tarafından adil ve aleni olarak yargılanma hakkına sahip oldukları belirtilmiştir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6 ncı maddesini birinci fıkrasında yargılamanın kanunla kurulan bağımsız ve tarafsız bir mahkeme önünde, makul sürede, açık ve hakkaniyete uygun olarak yapılması gerektiği açık olarak düzenlenmiştir. Burada üzerinde durulması gereken husus hakkaniyete uygun yargılama kavramıdır. Bugün hakkaniyete uygun yargılama kavramı içerisine, yargılamanın çelişmeli yapılması, silahların eşitliği, gerekçeli karar sayılmaktadır. Çelişmeli yargılama ilkesi, iddia makamının ve savunma makamının yargılama esnasında mahkemenin kararını oluşturmasını temin zımnında delil sunması, bu delilleri tartıştırması, mütalaa sunması, bunları tartıştırması, sunulan ve tartışılan deliller hususunda yorum yapılması imkanının taraflara tanınmasıdır. Çelişmeli yargılama ilkesi, iddia ve savunma makamlarının hüküm makamı karşısında birbirinin eşiti olması ile yakından ilgili olup, bu eşitliğe ilişkin dengenin bozulması durumu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesince adil yargılamanın ihlali olarak görülebilmektedir. Ülkemiz hukukumuzda çelişmeli yargılama sistemi nerede durmaktadır. CMUK.nın 214 ncü maddesi 'Mahkeme reisi dahi resen şahit ve ehlihibre celbine ve başkaca sübut sebeplerinin toplanmasına karar verebilir.' şeklinde düzenleme getirmiş iken, aynı düzenleme CMK.ya alınmamıştır. CMK.nın hiç bir yerinde mahkeme hakiminin talep olmaksızın başka bir anlatımla resen delil toplayabileceği yönünde bir düzenleme yoktur. Bu durum gözetildiğinde Türk ceza yargılamasının çelişmeli yargılama sistemine doğru yol aldığını söylemek yanlış olmaz. Esasen suç, mağdurundan başkaca kamuya karşı işlenir ve suçu soruşturan kamudur. Mahkeme önüne götürende kamudur. Kamu kendisindeki düzen ve ahengin devamını sağlamak açısından suç işleyenin cezalandırılmasını talep etmektedir. Mahkemenin vereceği karar ile de toplumda düzen ve ahenk tesis edilmeye devam edilmektedir. Bu hale göre kamu suç işlediği iddiasında olduğu kişinin eylemine ilişkin bütün delilleri soruşturma evresinde cumhuriyet savcıları vasıtasıyla toplamalı, kovuşturma evresinde de mahkemeye sunmalı ve tartıştırmalıdır. Suç işlediği iddia olunan kişinin cezalandırılması da ancak kamunun topladığı mahkemece kabul gören deliller nisbetinde olabilmelidir, olabilmektedir. Suçu işlediği iddia olunan kişi de kovuşturmada kamunun bu delillerine karşı deliller sunabilmeli, sunabilmekte, bunların toplanmasını talep edebilmeli, talep edebilmekte ve bunlarında yargılama sırasında tartışılması imkanı yaratılabilmelidir, yaratılabilmektedir. Hükmü verecek olan hakimin bu süreçte ifa edeceği görev tarihi süreç boyunca çokça değişmiş olmakla birlikte, bugün için artık talep olmadıkça ceza mahkemesi hakiminin hiç bir şekilde resen delil toplamaması gerektiği ifade edilir olmuştur. Zira ceza hakiminin resen delil toplaması ne kadar yargılamayı süratle sonlandırma hedefine ilişkin olursa olsun felsefi anlamda bir önyargıdır ve atılan adım hakiminin reyine ilişkin olarak işaret vermektedir. İş bu nedenle ceza hakimi tüm yargılama süreci boyunca duruşmada silik kalmalı, tarafların ileri sürdüğü delilleri ileri sürmelerine imkan tanımalı, yaratmalı, toplanılması istenilen delillerin toplanması kararını vermeli, bunları duruşmalarda tartıştırtmalı ve esas hakkındaki iddia ve savunmalardan sonra kararını açıklamalıdır. Bu iddia ve savunma makamının eşitliğine, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin deyimiyle silahların eşitliğine en uygun olan yoldur. Böylece diyebilmekteyiz ki, ceza hakiminin vazifesi bugün için artık mutlak hakikati bulmak değil, eşit silahların sundukları delillere uygun, kanuna uygun, hakkaniyete uygun, vicdana uygun bir karar tesis etmektir. Bu karar her zaman mutlak hakikate uygun olmaz. Hatta mutlakEsas Sayısı : 2011/43 Karar Sayısı : 2012/10 5 hakikate uygun olmadığı büyük bir kesim tarafından bilinebilir ve söylenebilir. Hakikatin bu kadar açık ve kesin olarak bilindiği/tahmin edildiği hallerde bile ceza hakimi tarafların talebi olmadan o hakikati arayamamalı, bunun için adımlar atamamalıdır. Bu adımları atamaması dahi adil yargılama hakkının gereğidir ve bu adımları atamadan verilen ancak mutlak hakikata aykırı olan karar resen delil toplayarak verilecek mutlak adalete uygun karardan çok daha adil, vicdana ve hakkaniyete uygun olacaktır. Bu açıklamalardan sonra cumhuriyet savcısı duruşmadan çıkarıldığında delilleri iddianamede kalacak, kamunun delillerinin toplanmasını talep edecek bir merci duruşmada bulunmayacaktır. Kamunun ve devletin değil ama milletin hakimin olan ceza hakimi bu süreçte cumhuriyet savcısının duruşmada bulunmaması nedeniyle kamu cübbesini de sırtına giyecek ve kamunun talebi olmadığı halde, iddianamedeki kamunun sunduğu tüm delilleri toplamak zorunda kalabilecektir. Adeta kamu adına hareket edecektir. Böyle bir durum silahların eşitliğinde, hakimi kamunun yanında yeralır konumda bırakacaktır ki, bu durum hangi iyiniyetli düşünceler ile getirilirse getirilsin Türk ceza yargılaması açısından büyük bir eksikliktir, ceza yargılaması hukukumuzun üçüncü lige düşmesi ile eş anlamlıdır. Zira hakimin sırtından çıkartılmak için uğraşılan kamu cübbesi bu değişiklik ile rafa kaldırılmakta, adeta iki yanlı yargılamada ceza hakimi sanığın tam karşısında yer alır hale getirilmektedir. Biz ceza hakimleri olarak bugün cumhuriyet savcılarının kendi delillerini duruşmaya kendilerinin getirmesini ceza yargılamamızın bir üst seviyeye çıkması için elzem görür iken, yargının hızlandırılması ve cumhuriyet savcısı sayısında tasarruf için getirilen düzenleme gerçekten büyük bir eksikliğe sebebiyet vermiştir. İş bu nedenlerle Anayasaya aykırı olan düzenlemenin iptali ve öncelikle yürürlüğünün durdurulması elzemdir. Bugün Adalet Bakanlığı istatistikleri gözetildiğinde Asliye Ceza Mahkemelerinden verilen hapis cezasını içeren mahkumiyet süreleri karar bazında daha kısa süreli ise de, tüm asliye ceza mahkemelerinden verilen hapis cezalarının toplam sürelerinin ağır ceza mahkemelerinden verilen hapis cezalarının toplamının iki üç katı olduğu anlaşılmaktadır. Bazı hukukçularca sulh ceza mahkemelerinde yapılan yargılamanın bu ilkeyi ihlal ettiğine dair mahkeme kararı bulunmamasını örnek gösterip adil yargılanma ilkesinin ihlal edilmediğini savunmaları dinlenmemelidir. Zira sulh ceza mahkemelerinden çıkan çekilmesi gereken hapis cezasına ilişkin karar yok denecek kadar azdır ve bu niteliği nedeniyle de iş bu kararların Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine taşınmamış olmaları sulh ceza mahkemelerinde adil yargılama yapıldığı sonucunu tevlit etmez. Hapis cezasını içeren binlerce asliye ceza mahkemesi kararında bundan böyle zikrolunan nedenlerle adil yargılanma hakkı ihlal edilecek ve bu durum bir dönem DGM.lerde askeri üyenin bulunmasından ötürü mahkum olduğumuz tazminat miktarlarından çok ötelerde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önünde mahkumiyetimize sebebiyet verebilecektir. 2 Aynı fıkranın ikinci cümlesindeki 'Ancak, verilen hükümler ile tutuklamaya veya salıverilmeye ilişkin kararlara karşı Cumhuriyet savcısının kanun yoluna başvurabilmesi amacıyla dosya Cumhuriyet Başsavcılığına gönderilir.' düzenleme dahi Anayasanın 36/1 nci maddesine aykırıdır. Kuşkusuz düzen ve ahengin sağlandığı bir toplum isteyen kamunun bunun sağlanması için cumhuriyet savcıları vasıtası ile suç işlediği iddia olunan kişi hakkında soruşturma yapma hakkı tartışmasızdır ve soruşturmada üstün pozisyonda bulunmasına ses çıkarılmayabilinir. Ancak kamu davası ikame edildikten sonra yani, sanığın suç işlediğine ilişkin deliller bulunduğu iddianameye aktarılıp, sanığa bu sıfatı yüklendikten sonra, açılan kamu davasında kamunun sıfatı sadece taraftır. Ne kamuya ne savunmaya kamu davasında birbirine üstünlük sağlayacak haklar, yetkiler, menfaatler tanınamaz, tanınmamalıdır. Uygulanacak usul kuralları sanık için ne ise şikayetçi içinde o olmalı, kamu içinde aynısıEsas Sayısı : 2011/43 Karar Sayısı : 2012/10 6 uygulanmalıdır. Ne yazıkki kanunda açık düzenlemeler yok iken, cumhuriyet savcılarının soruşturmadaki sıfatları ile kovuşturma evresindeki sıfatları birbirine karıştırılarak, kovuşturma evresinde cumhuriyet savcıları için ya da kovuşturmadaki sıfatları ile iddia makamı için fiili ayrıcalık yaratıldığı görülmektedir. Mahkeme ödeneklerin bulunmaması, ödeneklerin cumhuriyet savcılığına gönderilmesi, mahkeme harcamalarının cumhuriyet savcılarınca yapılması, kağıt kalem ihtiyacının bile cumhuriyet savcılarınca karşılanması, mahkemelerin bulunduğu fiziki ortamların cumhuriyet savcılarınca belirlenmesi, belirlendikten sonra değiştirilebilmesi, duruşma salonunda cumhuriyet savcısının kovuşturmanın gereğine aykırı olarak hüküm kürsüsünde oturması, kanunun açıkça 'tebliğ edilir' demesine rağmen mahkeme kararlarının cumhuriyet savcılıklarınca bir üst merci imiş gibi 'görüldü'ye tabi tutulması, uyap sisteminde bir hakimin kovuşturması ile ilgili olarak bile başka bir mahkemenin dosyasını göremez iken hiç bir yasal dayanağı olmadığı halde Adalet Bakanının ve bu bakanlıktaki yüksek memurların soruşturma ve kovuşturma ve hatta arşivlik tüm dosyaları görebildikleri yönünde yargı camiasındaki söylenti, cumhuriyet savcılarının uyaptan aynı yer mahkeme dosyalarını görebilmeleri, bu fiili ayrıcalıklardan sadece çok küçük bir cüzüdür. İdarenin bu ayrıcalıkları görmezlikten geldiği, Türk yargılama geleneğinde oluşmuş hususlar diyerek lanse ettiği, bunlara karşı çıkan hakim sınıfından meslektaşlarında uyumsuz kişiler olarak görüldükleri, mesleğin içerisinde bulunanların bildikleri gerçeklerdir. Bunlar bizim gerçeklerimiz olmakla birlikte bu gerçekler bugüne kadar hiç bir şekilde belki de Yüksek Mahkemenin Anayasaya aykırı bularak iptal edeceğinden bunlara açıkça dur diyeceğinden korkulduğu için Kanuni düzenlemeye yansıtılmamış idi. Ama bu düzenleme ile belki maksat aşılarak yansıtılmıştır. Burada samimi olarak itiraf etmek gerekir ki 6217 sayılı Yasa yargının iş yükünü azaltmak için son derece esaslı ve desteklediğimiz hükümler ihtiva etmektedir. Kanunu hazırlayanları ve çıkaranları alkışlıyor, samimi minnetlerimizi sunuyoruz. Ancak bu durum bu hükümdeki çapraşıklığın görülmesini engelleyemez. Zaten bu hükümler yeni oluşturulan HSYK.nın ilk defa olarak yapmış olduğu, hepimizin yürekten alkışladığı bölge toplantılarında hakim ve savcı meslektaşlarımızın görüş ve düşünceleri toplanıp rapor haline getirilip Adalet Bakanlığınca yüce meclise sunulan bir çalışmadır ve böylece kanunlaşmıştır. Ancak maalesef burada cumhuriyet savcılarının ısrarlı talepleri nedeniyle hiç iştirak etmediğimiz iş bu yasa maddesi de kanunlaşmıştır. Düzenleme; gerekçeli hükmün, tutuklamaya ilişkin kararların ve tahliye kararlarının cumhuriyet savcısının kanun yoluna müracaat incelemesini yapabilmesi için cumhuriyet savcısına gönderilmesini amirdir. Kovuşturma evresinde verilen kararların taraflara bildirilmesi, ya tebliğ ile ya da tefhim iledir. Kovuşturmanın tarafı olan sanığa ya da katılana karar tefhim veya tebliğ ediliyor iken müdafiye ve vekile de tefhim ya da tebliğ ediliyor iken kovuşturmada sadece taraf olan ve diğer taraflardan hiç bir ayrıcalığı bulunmayan cumhuriyet savcısına kararın tebliğinden başkaca dosyanın gönderilmesi kovuşturma evresi için bir ayrıcalıktır. Kuşkusuz soruşturma yapan bir cumhuriyet savcısı incelemek istediği tüm mahkeme dosyalarını yapmış olduğu inceleme kapsamında ister ve inceler, ancak kovuşturmada cumhuriyet savcısı soruşturma yapmamaktadır ve sadece taraftır ve kovuşturmada cumhuriyet savcısına tanınan yasal görevler ve yetkiler adil yargılanma ilkesini zedelemeyecek nitelikte olmalı, silahların eşitliğine aykırılık oluşturmamalıdır. Zikrolunan düzenleme ile iş bu dava dosyasında verilecek son karar için dava dosyası cumhuriyet savcısına 'görüldü'ye gönderilecektir. Bu hak ve yetki savunma makamı için yok iken iddia makamı için tesis edilmiş ise, silahların eşitliği, çelişmeli yargılama sistemi ve giderek adil yargılanma hakkı ihlal edilmiş olmaktadır. 3 İptali istenen kanun maddesinin her iki cümlesinin mahkememizde görülmekte olan iş bu kamu davasında uygulandığı ve uygulanacağı tartışmasızdır. Zira bu madde nedeniyleEsas Sayısı : 2011/43 Karar Sayısı : 2012/10 7 mahkememizin son celsesine cumhuriyet savcısı katılmamış ve yine bu madde nedeniyle son karar verildiğinde cumhuriyet savcısına karar tebliği ile yetinilmeyecek, dosya incelemeye gönderilecektir. İş bu nedenlerle zikrolunan maddeyi davada uygulanan madde olarak kabul etmek gerekir. Tüm bu nedenlerle anayasaya aykırı olduğu düşünülen 6217 sayılı Yasanın 26/1 nci maddesi ile 5320 sayılı Kanuna eklenen Geçici 3 ncü maddesinin iptaline, iptal davasının sonuçlanması zaman alacağından ve kanunun uygulanması Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine müracaat edilecek dava dosyalarında ülkemizin tazminat ödeme mükellefiyetini gündeme getirecek nitelikte olması nedeniyle telafisi imkansız durumlar yaratacağından maddenin öncelikle yürürlüğünün durdurulmasina karar verilmesi arz ve talep olunur.'"
2,789
Esas Sayısı : 2003/73 Karar Sayısı : 2003/86 1 "... I İPTAL VE YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İLE İTİRAZ İSTEMLERİNİN GEREKÇESİ A İptal ve Yürürlüğün Durdurulması İsteminin Gerekçesi Dava dilekçesindeki istemin gerekçesi şöyledir : 21 inci maddenin birinci fıkrasının Anayasa'ya aykırılığı Anayasa Mahkemesi, Ek Motorlu Taşıtlar Vergisi ödenmesini düzenleyen 4837 sayılı Kanunun 1 inci maddesini iptal ettiğinden ve bu maddenin uygulanmasından doğacak sonradan giderilmesi güç veya olanaksız durum ve zararların önlenmesi ve iptal kararının sonuçsuz kalmaması için yürürlüğün durdurulmasına karar vermiştir. Hükümet, Anayasa Mahkemesi'nin iptal gerekçesinin açıklanmasını beklemeden 4962 sayılı Kanunla, Anayasa Mahkemesi'nin daha önce iptal ettiği ve yürürlüğünü durdurduğu taşıt vergisi ile ilgili düzenleme yapmıştır. 4962 sayılı Kanunun 21 inci maddesinin birinci fıkrası ile; 197 sayılı Motorlu Taşıtlar Vergisi Kanununun 5 ve 6 ncı maddelerinde yer alan (l), (II), (III) ve (IV) sayılı tarifelere göre vergiye tabi olan ve bu Kanunun yayımlandığı tarihte ilgili sicilde kayıt ve tescili bulunan taşıtlar ile yine bu Kanunun yayımı tarihinden 31.12.2003 tarihine kadar ilgili sicillere ilk defa kayıt ve tescil edilecek olan taşıtlar, bir defaya mahsus olmak üzere, anılan Kanundaki tarifelerde ilgili taşıt cinsi için belirlenmiş olan 2003 yılı tutarları kadar, taşıt vergisine tâbi tutulmuştur. Gelir ve servet unsurları, mali gücün göstergeleridir. Bu bağlamda, bir servet unsuru olan taşıtlar da mali gücün göstergelerindendir. 197 sayılı Motorlu Taşıtlar Vergisi Kanununun, 29.11.1984 tarih 3088/3 sayılı Kanunla değişik 7 nci maddesine göre, mükellefiyet; takvim yılının ilk altı ay içinde yeni kayıt ve tescil edilen taşıtlarda kayıt ve tescilin yapıldığı takvim yılı başından, son altı ayı içinde yeni kayıt ve tescil edilen taşıtlarda ise, son altı aylık dönemin başından itibaren nazara alınır. 197 sayılı Motorlu Taşıtlar Vergisi Kanununa göre, yılın ikinci yarısında iktisap edilen taşıtlar nedeniyle motorlu taşıtlar vergisinin sadece ikinci taksiti ödenecektir. Taşıt vergisinin düzenlenmesinde esas alınan temel yasa olan 197 sayılı Motorlu Taşıtlar Vergisi Kanunu, ödeme gücüne dayalı olarak kısıt dönem esası getirmiştir. 4962 sayılı Kanununun 21 inci maddesinde düzenlenen taşıt vergisi ise, başka herhangi bir objektif ölçü getirmeksizin yılın ikinci yarısında alınan motorlu taşıtlardan tek taksite tekabül eden tutarda taşıt vergisi değil de, 2003 yılı tutarları (iki taksitin toplamı) kadar vergi alınmasını öngörmektedir. Verginin birinci taksitinin ödenmesinden sonra motorlu taşıt sahibi olanlar, 197 sayılı Kanuna göre, verginin sadece ikinci taksitini ödemekle yükümlü tutulurken, 4962 sayılı Kanuna göre ise, 2003 yılı tutarı kadar vergi (verginin hem birinci hem de ikinci taksitini) ödemekle yükümlü kılınmıştır. Bu nedenle, 4962 sayılı Kanununun 21 inci maddesinin birinci fıkrasında düzenlenen taşıt vergisi, vergi mükellefleri arasında eşitsizliğe neden olmaktadır.Esas Sayısı : 2003/73 Karar Sayısı : 2003/86 2 Mükelleflerden vergi alınırken, Anayasa'nın 73 üncü maddesinde yer alan ödeme gücü ve vergi adaleti ilkelerine, 2 nci maddesindeki hukuk devleti ilkesine ve 10 uncu maddesindeki kanun önünde eşitlik ilkesine uygun hareket edilmesi zorunludur. 197 sayılı Kanuna göre motorlu taşıtlar vergisinin ilk taksitini ödeme yükümlülüğü olmayanların, 4962 sayılı Kanununa göre, 2003 yılı taşıt vergisinin tutarı kadar taşıt vergisi ödemekle yükümlü tutulmaları Anayasa'nın 2, 10 ve 73 üncü maddelerine aykırıdır. Hükümet, Anayasa Mahkemesi'nin iptal ettiği Ek Motorlu Taşıtlar Vergisi ile ilgili düzenlemeyi 2003 yılı bütçesindeki % 6.5'luk faiz dışı fazla hedefine bağlamıştır. % 6.5 oranındaki faiz dışı fazla hedefi 2002 yılı için de söz konusuydu. Hatta % 6.5 faiz dışı fazla hedefi, 2004 ve 2005 yılları için de söz konusudur. 2003 yılında faiz dışı fazla hedefinin tutturulması için ek vergi alınması ihtiyacı ortaya çıktı ise, vergi ile getirilen ek önlemlerin tüm vergi mükelleflerini kapsaması gerekir. Çünkü ancak bu şekilde, Anayasa'nın 73 üncü maddesindeki vergi adaleti, vergide eşitlik ve genellik ilkeleriyle herkesin ödeme gücüne göre vergi ödemesi ilkelerine uygun bir düzenleme yapılabilir. Ek gelir kaynağı yaratmak amacıyla, gelir ve kurumlar vergisi mükellefleri gibi vergi mükelleflerine de mükellefiyet getirmeden sadece motorlu taşıt sahiplerine vergi getirilmesi, Anayasa'nın 10 uncu maddesindeki eşitlik ilkesine aykırıdır. Taşıt vergisi mükellefleri ile diğer vergi mükellefleri arasında, vergi yükünün dağılımı bakımından mali güce göre kurulması gereken eşitlik bozulmuştur. Diğer yandan 4962 sayılı Kanunla getirilen düzenlemede mükelleflerin mali güce göre vergi ödemesi hususunun da gözetilmediği görülmektedir. Halbuki mali güce göre vergi ödeme hususu göz önünde tutularak, 4962 sayılı Kanunda birtakım istisna ve muafiyetler düzenlenmesi mümkündü. Örneğin, bu amaçla; 1994 ve 1999 yılındaki ek vergi düzenlemelerinde yapıldığı gibi, münhasıran yolcu ve yük taşımasında kullanılan taşıtlar, taşıtlar vergisi Kapsamı dışında bırakılabilirdi. Aktifinde herhangi bir üretim veya iş aracı olan gelir vergisi mükellefinden ek vergi alınmazken, aktifinde ticari araç bulunan ve hatta tek geçim kaynağı basit bir nakliye aracı olan vergi mükellefinden ek vergi alınmaktadır. Bu durum, taşıt vergisi mükellefleri ile diğer vergi mükellefleri arasında, vergi yükünün dağılımı bakımından mali güce göre kurulması gereken eşitliği, taşıt vergisi mükellefleri aleyhine bozmuş; aynı zamanda Anayasa'nın 10 uncu maddesinde yer alan kanun önünde eşitlik ilkesine de aykırı bir görünüm yaratmıştır. Anayasa'nın Başlangıç kısmında belirlenen esaslar ve 2 nci maddesi gereği, Türkiye Cumhuriyeti bir demokratik sosyal hukuk devletidir. Sosyal devlet; vatandaşlarının sosyal ve ekonomik koşulları ile ilgilenen, onlara asgari bir yaşam düzeyi sağlamayı ödev bilen devlet olarak tanımlanır. Cumhuriyetin nitelikleri arasında yer alan hukuk devleti, bütün işlem ve eylemlerinin hukuk kurallarına uygunluğunu başlıca geçerlik koşulu sayan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurmayı amaçlayan ve bunu geliştirerek sürdüren, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, insan haklarına saygı duyarak bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, Anayasa ve hukuk kurallarına bağlılığa özen gösteren, yargı denetimine açık olan, yasaların üstünde yasa koyucunun da uymak zorunda olduğu temel hukuk ilkeleri ile Anayasa'nın bulunduğu bilinci olan devlettir.Esas Sayısı : 2003/73 Karar Sayısı : 2003/86 3 Bu bağlamda yasaların Anayasa'ya uygun olmaları zorunluluğunu kabul eden hukuk devletinde Anayasa'nın herhangi bir kuralına aykırı olan yasa kuralları doğal olarak hukuk devleti ilkesine de aykırılık oluştururlar. Anayasa'nın 10 uncu maddesine göre; herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin yasa önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare bütün işlemlerinde yasa önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar. Anayasa'nın 10 uncu maddesindeki yasa önünde eşitlik ilkesine göre, yasaların uygulanmasında dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din ve mezhep ayrılığı gözetilmeyecek ve bu nedenlerle eşitsizliğe yol açılmayacaktır. Birbirlerinin aynı durumunda olanlara ayrı kuralların uygulanması ve ayrıcalıklı kişi ve toplulukların yaratılması engellenmektedir. Yasa önünde eşitlik, herkesin her yönden aynı kurallara bağlı olacağı anlamına gelmez. Kimilerinin Anayasa'nın 13 üncü maddesinde öngörülen nedenlerle değişik kurallara bağlı tutulmaları eşitlik ilkesine aykırılık oluşturmaz. Durum ve konumlarındaki özellikler, kimi kişiler ya da topluluklar için değişik kuralları ve değişik uygulamaları gerektirebilir. Aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumlar ayrı kurallara bağlı tutulursa Anayasa'da öngörülen eşitlik ilkesi zedelenmez. 4962 sayılı Kanun ile getirilen düzenlemede; aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumlar ayrı kurallara bağlı tutulmamıştır. Yılın ikinci yarısında motorlu taşıt sahibi olanlar verginin aslı ve eki bakımından farklı kurallara tabi tutulmuştur. Anayasa'nın 73 üncü maddesine göre; herkes, kamu giderlerini karşılamak üzere, mali gücüne göre, vergi ödemekle yükümlüdür. Vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımı, malîye politikasının sosyal amacıdır. Vergide genellik ve eşitlik ilkeleri geleneksel vergi adaleti ilkeleridir. Vergide genellik ilkesi, fark gözetilmeksizin herkesin elde ettiği gelir, servet ve harcamalar üzerinden vergi ödemesini amaçlar. Vergide eşitlik ilkesi de, ödeme gücü aynı olanların aynı vergiyi ödemelerini ifade eder. Hukuk devleti kavramı açısından vergilendirmede genellik ilkesi ile yasa önünde eşitlik ilkesi çakışmaktadır. Yukarıda açıklanan nedenlerle; 4962 sayılı Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması ve Vakıflara Vergi Muafiyeti Tanınması Hakkında Kanunun 21 inci maddesinin birinci fıkrası, Anayasa'nın 10 uncu maddesindeki kanun önünde eşitlik ilkesine, 73 üncü maddesindeki verginin genelliği ilkesine, vergide eşitlik ilkesine ve mali güce göre vergilendirme ilkesine, 2 nci maddesindeki hukuk devleti ilkesine ve Anayasa'nın 11 inci maddesindeki Anayasa'nın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkesine aykırı olup, iptali gerekir. Yürürlüğü durdurma isteminin gerekçesi : 30.07.2003 tarih ve 4962 sayılı Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması ve Vakıflara Vergi Muafiyeti Tanınması Hakkında Kanununun 21 inci maddesinin birinci fıkrasının uygulanması halinde, giderilmesi olanaksız durum ve zararlar doğacaktır. Bu durum ve zararları önleyebilmek için, söz konusu hükümlerin yürürlüklerinin durdurulması gerekmektedir.Esas Sayısı : 2003/73 Karar Sayısı : 2003/86 4 Sonuç ve istem : Yukarıda açıklanan gerekçelerle: 1. 30.07.2003 tarih ve 4962 sayılı Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması ve Vakıflara Vergi Muafiyeti Tanınması Hakkında Kanununun 21 inci maddesinin birinci fıkrasının, Anayasa'nın 2, 10, 11 ve 73 üncü maddelerine aykırı olduğu için iptaline, 2. 30.07.2003 tarih ve 4962 sayılı Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması ve Vakıflara Vergi Muafiyeti Tanınması Hakkında Kanununun 21 inci maddesinin birinci fıkrasının açıkça Anayasa'ya aykırı olduğu ve uygulanmaları halinde giderilmesi olanaksız zarar ve durumlar doğacağı için, iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüklerinin durdurulmasına karar verilmesine ilişkin istemimizi saygı ile arz ederiz. 11.08.2003 B İtiraz Başvurusunun Gerekçesi İtiraz yoluna başvuran Mahkeme, Kanun'un 21. maddesi ile getirilen taşıt vergisinde, 31.12.2003 tarihine kadar taşıt sahibi olanlardan değişik isimlerde vergi alınmak istenmesinin Anayasa'nın 2., 10. ve 73. maddelerine aykırı olduğunu, 3.4.2003 günlü ve 4837 sayılı Kanun'un emsal nitelikte olan 1. maddesinin de Anayasa Mahkemesi'nin 23.7.2003 günlü, E.2003/48, K.2003/76 sayılı Kararıyla iptal edildiğini, açıklanan nedenlerle 2949 sayılı Kanun'un 29. maddesinin ikinci fıkrası da göz önüne alınarak Kanun'un 21. maddesinin iptali gerektiğini ileri sürmüştür."
1,465