Dataset Viewer
Auto-converted to Parquet
index
int64
0
6.84k
content
stringlengths
5
17.9k
0
BATUHAN ERDURCAN 21301855 TURK 101-13 ÖDEV 3-2 ALİ TURAN GÖRGÜ 12.10.15 DEĞİŞEN EVRENSEL BİR İKON Marilyn Monroe akıllarda hep güzel sarışın olarak kaldı. Marilyn MONREO’ yu bir kez de izlemek yerine okumak, tanımak, belki de böylesine güzel bir kadınla tanışmak biraz da sohbet etmek istedim. Başardım da ama bu kez onu hırçınlğıyla değil, hırçınlığının ona verdiği ızdırapla sevdim. Şaşırdım kendime; bir kadını izleyerek değil okuyarak sevdim. Kendi kendine yazdığı notlarda zayıflıklarını farkederek sevdim. Aslında onunla yalnız kalmak istemiştim. Sayfalara başlamadan önce sanatsal bir kişiliğin bana elçi olacağını tahmin edememiştim. Zaman zaman araya gireceğini hakkında her şeyi bildiğimi sandığım bir kadını yeniden tanıyacağımı düşünmek planlarım arasında değildi. Her sayfada yeni bir dökümanla yeni bir Monroe tanımak da aklıma geldi desem yalan olacaktı. Her gün yalanlarla yaşamayı öğrenmiş bir kadına yalanlarla dolu bir hayranlık besleyemezdim artık. Kadınlara yalan söylemeyi sevecek adamlar bu satırlarda artık mevcut değildi. Marilyn Monroe akıllarda hep güzel sarışın olarak kaldı. Ama bundan sonra Monroe sadece güzel sarışın değil, cinsiyetini arkasında bırakmış bir zeka olarak karşımdaydı. Öylece durduğu an, sanıyorum kadınları tanımanın zorluğunu fark ettiğim andı. Bütün bir dünyanın yanlış anladığı bir insanı tanıyamamış olmakta haklıydım belki de. Kadınları bu kadar anlamıyor oluşumuzun altında belki de emsalsiz oluşları vardı. Marilyn’in emsalsizliği gibi, herkes gibi, kadın gibi, insan gibi ama ulaşılmaz biri... Hepimiz bir yerlerde aynı şekilde başlamıştık ama onun gibi kadınlar benim gibi adamlara göre biraz fazla hırpalanmıştı. Güzel olmak bunu hiçbir zaman haketmemişti ama benim gibi adamlar kadınlara haketmediklerini yapmayı bir zamanlar bu satırlardan uzaktayken severlerdi. Marilyn Monroe akıllarda hep güzel sarışın olarak kaldı. Öyle kalmayı hiç istemedi, ama öyle olmayı öğrendi. Seçmedi ama benimsedi. Kandırmamıştı, anlatmamıştı ama sevmişti, bana kalırsa çok sevmişti. Önemli adamlar sevmişti mesela ama önemli olanlar tarafından sevilmeyi değil arzulanmayı öğrenmişti. Monroe’nun kendi hakkındaki düşüncelerinin aksine, güçlü bir kadın imajı çizmişti bu sayfalarda bana. Güçsüz bir adam olarak kendimi savunmadan duramazdım ama o kayıtsız kalabilmeyi başarabilmişti. Birileri onun kim olmasını istediyse o olabilmişti. Olduğu kişiyi sevmeyeceklerse, olmadığını sevmelerine izin vermişti. Güçlüydü, birilerinin sizi sevmesine, değiştirmesine izin vermek güç isterdi. Güç büyürken kalbinizden beslenir, sahiplendiğiniz sevgilerden vazgeçirmeyi severdi. Ve böyle kadınlar güçlü olma yolunda hırpalanmak için fazla güzeldi. Hepimiz bir yerlerde aynı şekilde başlamıştık ama onun gibi kadınlar benim gibi adamlara göre biraz fazla hırpalanmıştı. Onun gibi kadınlar bilmezdi ama öyle güzelleri hırpalamak en çok da bizim gibi adamları üzerdi. Marilyn Monroe akıllarda hep güzel sarışın olarak kaldı. Basit düşünen bir adamsanız 20.yüzyılın en büyük ikonuyla, öylesine güzel bir sarışınla tanışmak değil ona bakmak, sahip olmak isterdiniz. İstemişlerdi de ama unuttukları birşey vardı, bir kadına sahip olamazlardı. Onun aşkına, sevgisine, arzularına ve günlerine eşlik edebilmişlerdi sadece. Bir kadını sevebilir, kendinizi sevdirebilirdiniz ama o her zaman kadın olmaya, birey olmaya, kendi olmaya devam ederdi ve edecekti de. Evet, Marilyn’i kendi olarak sevmeyenler olmuştu, ona biçilen evrensel imajda yüzlerce aşk tükenmiş ve onu da tüketmişlerdi. Kameraları kendine aşık etmiş bir kadına yüzlerce insanın birşeyler beslemesi tesadüf değildi. Ancak bu kitapla yeni ve gerçek bir Marilyn’le tanışmak, onu anlamak sanki bir anda mümkünleşti. Ve inanın şimdi o eskisinden daha da güzel, daha da güçlü ve daha fazla ızdırabın içinde. Çünkü farketmesek de bir evrensel imajdan çıktı ve yine bir başkasının içinde. Ve yine kendi olmaya devam ediyor, kandırmadan, anlatmadan ama severek hem de çok severek ama bu kez tanımadığı adamları, benim gibi adamları. KAYNAKÇA Marilyn Monroe - Notlar - KitapGalerisi l kitapgalerisi. (n.d.). Retrieved October 11, 2015, from http://www.kitapgalerisi.com/Marilyn-Monroe-Notlar_179075.html
1
Yalçın Arslan 21300458 Aslı Uçar TURK 102-26 04 Kasım 2014 BEN ÖLÜM Ben ölüm... Herkes korkar benden. Herkes tarafından dünyanın en kötü olayı olarak algılanırım. Gidenin ardından acının tarifsiz kaldığı cenazeler yapılır, benim yüzümden. İnsanlar, artık içlerine sığmayan acılarını dışa vurabilmek için yürekleri parçalayan ağıtlar yakarlar. Boğazlar düğümlenir, yutkunmak güçleşir. Gidenin acısı aylarca, yıllarca kalır geride kalanlarda. Zaman geçmek bilmez, yaşamak manasız hale gelir. Giden geminin yokluğuna bir türlü inandıramaz kendilerini limanda kalanlar. Bütün bu yaşattıklarıma rağmen, kulağınıza çok garip gelse de ben gerçekte iyi biriyim. Aslında benim bu kadar kötü algılanmamın sebebi en büyük düşmanım olan “yaşam”dır. Yaşamın uzunluğuna ve dışarıdan bakıldığındaki güzelliğine; yaşamdaki kısa süreli aşk, heyecan, mutluluk gibi duygulara aldanır insanlar. Oysa içine bakıldığında ne zorluklarla, acılarla, üzüntülerle doludur bu hain düşman. İnsanlar doğduğundan beri onlara sorumluluklar yükler. İnsanlar, bebekliklerinde zorla yemek yemek, uyumak zorunda kalırlar. Biraz büyüdüklerinde ilkokula başlamalarıyla birlikte, bitmek tükenmek bilmeyen en az 16 sene olup 25 ve üstü yıllara kadar çıkabilen eğitim serüvenine yelken açarlar. İlkokulda, lisede, üniversitede saatlerce bir sırada oturup ders dinlemek zorunda kalırlar. Ödevler, ders kitapları, sınavlar, küçük sınavlar en yakın dostları olur. Okulun onlara yüklediği sorumluluklardan kendilerine yeterince zaman ayıramazlar, eğlenemezler, arkadaşlarıyla vakit geçiremezler. Bütün bunlar yetmezmiş gibi kalp kırıklıkları, aşk acıları, sıkıntılar da peşlerini bırakmaz. Ardından, yaşamın kurduğu bu oyunda var olmaya devam edebilmek için işe girerler ve ömürlerinin son yıllarına kadar gece gündüz demeden saatlerce çalışırlar. Daha sonra, evlenip çocuk yapmalarıyla birlikte bu kirli oyuna bir kişi daha kazandırırlar ve bütün zamanlarını sıkıntılara, zorluklara, güçlüklere göğüs gererek çocuklarını büyütmekle geçirirler. Yaşlanırlar, yaşamlarının son yıllarına doğru emekli olurlar. İki kuruş emekli maaşıyla bu oyun bitene kadar geçinmeye çalışırlar. Aslında, dışarıdan bakıldığında yaşam; aşk, mutluluk, heyecan, sevinç sembolü iken onun o üzerindeki parıltılı örtüyü kaldırdığınızda bütün bu bahsettiğim sorumluklar, zorluklar, acılar, güçlüklerden başka bir şey değildir. Bu sinsi düşman insanlara bu kadar ağır sorumluklar yüklerken, onlara türlü acılar, sıkıntılar çektirirken ben dünyanın en kötü şeyi olarak algılanırım; yaşam ise dünyanın en değerli ve güzel şeyi. Oysaki, ben yaşam gibi insanlara ağır sorumluluklar yüklemem; kalp kırıklıkları, kederler, zorluklar yaşatmam. Ben, onları bu kirli oyundan kurtarmak ve onların gözlerini açmak için didinir dururum. Bu uğraşının sonunda kısa bir an gelir; kalbin durması, nefesin kesilmesiyle yaşam sona erer. Yaşamın sona ermesiyle insanları, yaşamın yarattığı bütün zorluklardan, kirli oyunlardan kurtarıp onları sonsuz bir yolculuğa gönderirim. Ama bu asla görevimin bittiği anlamına gelmez. Ben, son bir kişi dahi kalmayana kadar bu kirli oyunla mücadele ederim. Ben ölüm… Ben asla kötü biri değilim. Bu anlattıklarıma rağmen sizin yine de fikrinizi değiştiremeyeceğimi ve yaşamın oynadığı bu kirli oyuna uymaya devam edeceğinizi biliyorum. Aslında sizlere de hak veriyorum. Yaşam, dışarıdan öyle güzel gözüküyor ki ona kanmamak elde değil. İşte bu yüzden siz hain düşmanıma kanmaya devam edeceksiniz, ben ise her zaman gözünüzde dünyanın en kötü olayı olarak kalacağım. Ancak, ben hiçbir zaman pes etmeyeceğim ve hep gizli bir kahraman olarak kalacağım. Sizi düşmanımın oynadığı bu kirli oyundan kurtarmak için sonsuza dek savaşacağım. Not: Yaşamın oynadığı bu oyuna kanmaktan son derece mutluyum. Sadece ölüme bir de bu açıdan bakmanızı istedim.
2
Sudenur SOYSAL GÜZELLİK Mİ ÇİRKİNLİK Mİ HAVUZ BAŞINDA MANKENLİK Mİ? Güzellik insanların önem verdiği bir niteliktir. Gerek iç güzellik gerek dış güzellik olsun aranılan bir nitelik. Kimse çirkin olmak istemez ya da kimse çirkin bir karaktere sahip olmayı tercih etmez. Örneğin 2017’de sinemaya uyarlanmış, dillerde eskimiş Güzel ve Çirkin masalı da iç güzelliğin önemini vurgulamak amacıyla anlatılmış, kültleşmiş bir eser. Mesela hep yine geçmişten dilimize düşen “İç güzelliği yüzüne yansımış.” ifadesi de güzellik kavramını nasıl da yüceleştiriyor. Güzellik düşüncelerimizde illa ki iyilik, hoşluk sembollerini çağrıştırır. Bazıları bir gökkuşağı düşünür güzellik denilince. Bazıları kibar bir davranış düşünür. Bazıları sevgililerini düşünür. Bazılarının aklına Monet’nin bir eseri düşer. Güzellik kavramı böylesine çeşitlenmişken neden hepimizin ağzından aynı şekilde çıkıyor? Güzellik aslında nedir? Bu soruya verilen cevabı değerlendirirsek, güzelliğin sembolü güzel olmak için mi var olmuş yoksa biz ona güzel dediğimiz için mi güzel? Güzel olma amacıyla var olsaydı bir önceki soruya herkesin cevabı o olurdu değil mi? Bunca çeşitlilik güzel olan şeyi bizim güzel yaptığımızı ifade eder. Küçüklüğümüzden kalma bir oyuna dönüştürdük hayatımızı. Ebe seçilen çocuğun “Güzellik.” Diye bağırmasını duyuyor gibiyim. En güzelini seçerdi çocuklar arasından, yaftalardı onu bir bakıma. Artık o güzel olurdu. Biri bizi güzel diye etiketledikten sonra güzel olarak devam ediyoruz hayatımıza. Yeri geliyor biz ebe oluyoruz. “Çirkinlik.” Diye bağırıyoruz ve en çirkinini seçiyoruz. İşte o an o çirkin oluyor. Bu oyundan sonra artık o bir nitelendirmeye sahip oluyor: çirkin. Güzeli biz güzel yaptıysak bizim güzel yapmadıklarımız aslında bizim yüzümüzden güzel değiller. Güzel ve Çirkin adlı eserde de “Çirkin” karakteri biz onu güzelliğin tam tersi olarak gördüğümüz için çirkin, “Güzel” karakterini de biz kendi düşüncelerimizle güzel yaptık aslında. Bu etiketleri ne de kolay yapıştırıyoruz bazılarının üstüne. Canlı cansız nasıl da yargılıyoruz böylesine hissizce. Hayatın her dakikasını önyargıyla besliyoruz. Zaten çoktan düşüncelerle zehirlenmiş dünyaya bir de biz ne gözlerle bakıyoruz. Bakışımız değil zehirli olan görüşümüz. Yargımız, eleştirimiz dünyaya asit yağmuruymuşçasına yağıyor. Değdiği varlığı geri dönüşü olmazcasına etkiliyor. Üstüne üstlük yeni doğanlarımıza öğretiyoruz bu bakış açısını. Zehirli geçmişi geleceğe taşıyoruz. Güzellik yok aslında. Olmayan şeyin karşıtı da olamayacağı gibi çirkinlik diye bir şey de yok. Güzelliği biz yarattık. Biz yaftaladık güzelleri. Bir akrebi çirkin bulurken bir insanı güzel bulabilmemizin sebebi ne? İki varlık da kendine özgü, ikisi de biz onları etiketlemeden önce saf. Akrebin zehrinden korkuyorsak insanın da zehirli bir dili yok mu? Tarihte kaç kişi insan elinden ölmüş kaç tanesi akrebin sokuşundan? İkisi de tehlikeli, ikisi de aynı aslında. Bizim yargımız onları şu an bulundukları noktaya getiren. Eleştiriyoruz. Her varlığı birbirinden ayırıyoruz. Hepsini farklı farklı değerlendirip boş nitelendirmelerle anıyoruz. Bu yaptığımız da bir nevi ırkçılık değil mi? Yeri geliyor insan ırkını başka canlılardan ayrı tutuyoruz. Yeri geliyor milliyetimizi başka milliyetlerden üstün görüyoruz. Yeri geliyor cansız varlıkları üstüne akıl sarf etmezcesine sınıflandırıyoruz. Yeri geliyor tek bir olumsuz olayın sebebini onun tüm benzerlerine genelliyoruz. Yargılıyoruz. Biz varlıkları sınıflandırıyoruz. Sonra bizden sonra gelenlere varlıkları kendi nitelendirmelerimizle öğretiyoruz. Onlar da geçmişten başlayan bu amansız döngüye gelecek nesillerle devam ediyorlar. Buna bir dur demenin zamanı çoktan geldi de geçiyor. Hepimiz buna bir son vermeli ve objektif bir şekilde görmeyi sağlamalıyız. Hiçbir varlık bir başkasından üstün değil. Hiçbir şey tek bir kelimeyi yansıtmaz. Çirkin prens çirkin değil. Belle güzel değil. Güzellik güzel değil. Çirkinlik çirkin değil. Biz öyle dedik diye hiçbir şey öyle değil. Etiketliyoruz, etiketleniyoruz. Eleştiriyoruz, eleştiriliyoruz. Empati yapmıyoruz. Sempati duymuyoruz. Tek yaptığımız beyinsizce yargılamak. Geçmişten gelen nitelendirmeleri düşünmeden kullanıyoruz. Sırf bize benzemiyor, farklı diye ya da bize öğretilenlerle örtüşmüyor diye yeni nitelendirmelerle varlıkları kısıtlıyoruz. Bizim çirkin dediğimiz o noktadan sonra varlığını çirkin olarak sürdürüyor. Halbuki çirkin olan o değil onu çirkin yapan biziz.
3
Mars’ta Yaşam mı? Hayatım boyunca evrende sadece Dünya’da yaşam olduğunun iddia edilmesini bencilce buldum. Evrende neden Dünya’dan başka bir yerde yaşam olmasındı ki? Evrende sadece bizim yaşadığımızı düşünmek, kendimizi evrenin sahibi olarak görmek bana mantıklı gelmiyordu. Dünya’da yaşam varsa başka gezegenlerde de olmalıydı ve biz başka gezegenlere seyahat edebilmeliydik. Bu hayallerim için Jules Verne’e bir teşekkür borçlu olabilirim, hayallerime bir kapı açtı bana daha çocukken. Ve bu hayallerin en büyüklerinden biri Mars’ta hayat olduğunu duymaktı. Bundandır ki ‘Marslı’ filmi vizyona girince çok şaşırmakla birlikte çok sevindim. Benim gibi düşünen başkaları da vardı. Hem de gezegeni bile benimle aynı düşünüyordu. Bu filmin kitap uyarlaması olduğunu duyunca kendime çok kızmıştım kitabı daha önce duymadığıma. Fakat o kadar merak etmiştim ki koşarak gittim filmi görmeye. Benim düşündüğümden çok daha farklı bir yaşamdı bu. Farklı bir yaklaşımdı uzayda hayat konusuna. Benim küçükken hayal ettiğim yaşam bizimki gibi orada da insanların, kentlerin, yaşam alanlarının olduğu bir hayaldi. Yaşadığımız hayatın aynısının başka yerde olduğunu düşünüyordum. Başka bir ülke gibi, başka bir gezegen. Çocuk aklı işte... Öyle bir yaşam olsa çoktan haberimiz olurdu diye düşünüyorum şimdi. Hayalimle çok örtüşmemişti film başta, fakat ilerledikçe ve aklıma yattıkça kendi hayalimden daha çok sevdim ve benimsedim. Mark Mars’ta tek başına kalakalmıştı ve hayatta kalabilmesi için besine ihtiyacı vardı. Elinde bulunanlar onu uzun süre hayatta tutabilecek miktarda değildi. Elindeki patateslerle daha fazla patates yetiştirmeye karar verdi. Bir bilim ve biyolojik gelişme tutkunu olan ben bu kararı verdiğinde ilk başta çok anlamsız buldum. Sonuçta Mars’ta su yoktu, bitkileri neyle sulayacaktı? Bunu bile mi düşünememişti filmi yapan veya kitabı yazan kişiler? Benim bile aklıma gelecek kadar basit bir şeydi bu. Yine saçma bir bilim kurgu film yapmışlar, diye geçirdim içimden. Fakat izledikçe beni etkilemeyi başardı; hatta öyle yerler geldi ki hayatla birleştirmeyi başardım bazı şeyleri. Mark o kadar bilgiliydi ki patatesleri sulamak için hidrojenle oksijeni birleştirip su yaptığında benim ilham kaynağım oldu bir anda. Benim için önemli olan o an o filmi izlerken bunun gerçek olup olmaması değildi. Önemli olan verdiği mesajdı. Yılmamak, vazgeçmemek. Her zaman bir çıkar yol bulabilmek. Benim için o an önemli olan Mars’ta yaşam değildi veya Mark’ın patates yetiştiyor olması da değildi. Benim filmde gördüğüm şey vazgeçmenin seni öldüreceğiydi. Çocukluk hayalimin gerçeğe döndüğünü izlemek için girdiğim filmden iki saat öncesine oranla daha dolu ve daha olgun çıktığımı hissettim. Bana bir şeyler katmıştı, o an ne kattığını dile getiremezdim sorsanız. Fakat üzerine düşündükçe anladım ki bana asla pes etmeme motivasyonunu aşılamıştı. Bazen insanlara hayatlarında bir şeyleri değiştirmesini söylemek yeterli gelmez. Onlara, bunu anlayabileceği bir şekilde göstermeniz gerekir. Bana da böyle oldu işte. Anlayabileceğim şekilde gördüm neden vazgeçmemem gerektiğini. Filmde ölmemek için, Dünya’ya geri dönebilmek için mücadele etti Mark, bense ondan hedeflediğin şeye ulaşmak için vazgeçmemek gerektiğini öğrendim. O mücadele ettikçe ben de kendi hedeflerime yaklaşıyordum sanki. İçimi kaplayan his buydu. Sonunda Mark yeterli süre boyunca hayatta kalmayı başarmıştı ve onu Mars’tan almak için astronot arkadaşları gelmişti. İşte bu azmin zaferiydi, yılmamak Mark için sonucunu vermişti. Hayatta kalmayı, evine dönmeyi başarmıştı. Belki izleyen başka kimse için bana ifade ettiği anlamı ifade etmeyecekti bu film. Belki de çocukken bu konuda fazla hayal kurmamdan kaynaklanmıştı fakat bu sadece bir film değildi benim için. Başarıya açılan bir kapıydı. ‘Azimle çalışırsan uzayda bile hayatta kalabilirsin, onun için hedeflerine ulaşmak için çok çalış Hilal’ demekti benim için. Bu etki bende aylardır sürüyor ve sürmeye uzun süre devam edecek diye düşünüyorum. Ben hayalime inanmayı bırakmadım, belki gerçekleşmedi ama bana daha büyük, daha önemli bir güç verdi. İnanmaktan vazgeçme.
4
Bir Şehrin İki Yakasında "İki büyük cihanın kesinti noktasında, Türk vatanının ziyneti, Türk tarihinin serveti, Türk milletinin gözbebeği İstanbul, bütün vatandaşların kalbinde yeri olan şehirdir."1 - Mustafa Kemal Atatürk İstanbul, Konstantinopolis, Stanpol, Byzantion… Daha nice isimlerle anılabilecek kadim bir şehir. Bir Ankaralı olarak şehrin hızlı ve yorucu yapısına burun kıvırsam bile İstanbul, hem tarihi hem de içinde sakladığı mistik havasıyla beni kendine hayran bıraktırıyor. Belki İstanbul’u evim gibi sevemeyeceğim asla, ama orada atan 13 milyon kalbi, toprağın altında yatan acı, kader, mutluluk ve hasreti aklımdan çıkaramayacağımı da adım gibi biliyorum. Doğu ve Batı’yı bir araya getiren kadim İstanbul hepimizin içini yansıtmıyor mu zaten? Kendimizi ve aidiyetimizi yok saymamız mümkün mü? Kendimize katılacak bir saf ararken ikilemde kalmıyor muyuz? Türkiye’de vatandaşlara kendilerini nereye ait hissettiklerini sorsak hiçbir verinin ortaya çıkmayacağı, Doğu’nun Batı’ya, Batı’nın da Doğu’ya üstün gelemeyeceği bir sonuca ulaşırız. Bu sonuç bizi Türk halkının kalbine götürür; ‘’Doğu ile Batı arasında sıkışmışlık’’. Asla karar verilemeyecek, ezelden beri devam eden bu iç savaş kıyamete kadar sürecek beklide. Toplum olarak asla bir gruba alınmayacağız belki. Batı bizi barbar, Doğu’da kafir görecek diye çekiniyoruz. Avrupalı bir düşman, Ortadoğulu güvenilmez bir komşu olarak hatırlayacak bu halkı. En büyük korkumuzda bu değil mi zaten? Bu topraklarda binlerce yıldır yaşayan gayr-ı Müslimlerin bu topraklardaki kültürlerini ve yerlerini uzun zaman önce belirlemeleri onları bizden ayırarak benzer içsel çatışmalara girmelerine sebep olmamakta. Özellikle, İstanbul’da yaşayan Rum ve Ermeni halkı için bu aidiyetsizlik geçerli değil. Biz yüzyıllardır birlikte yaşadığımız komşularımızın aksine hala kararsız bir şekilde taraf aramaktayız. İçimizde dönen tüm bu karmaşaya bakınca benim aklımda şöyle bir resim oluşuyor; koca İstanbul sanki bizim yüreğimizde doğduğumuz anda kurulmuş, tüm cümbüşüyle içimizde yaşamaya devam ediyor. Fuat Chausson’da İstanbul’u kalbinde taşıyanlardan. Aidiyet arayışı esrar alemlerinden deliliğe uzanan bir yol kuruyor, İstanbul’da bu yolun bir durağı oluyor. ‘’Herkesin bir evi, bir toprağı var. Ben gökyüzünde uçan kimsesiz bir tohumum. Bütün rahimler ölü benim için.’’(Gülsoy, 291) Bu sözlerle anlatıyor kendi içindeki kaybı, bizim içimizde ki burukluğu, en kadim şehir olan İstanbul’un çaresizliğini… Belki ben de bir Fuat’ım, belki de siz de bir Fuat’sınız. Ben içindeki Doğu Batı savaşını umursamasam bir taraf seçsem ya da arayış içinde dolaşmaya devam etsem bile durum asla değişmeyecek, asla bir yere ait olmayacağım, kimse nedensiz yere arasına almayacak beni. ‘’Rahimler’’ benim için de ölü olacak. Zaten hayatın benim sorunlarına ayıracak vakti yok. Hayat ben bir karara varsam da devam edecek, toz olup vatanın toprağına karışsam da asla durmayacak. İtiraf etmek istemesek de bu hepimiz için geçerli değil mi? Kendimize yalan söylememiz neyi değiştirecek ki zaten? Murat Gülsoy’un yapıtı benim defalarca sorduğum sorulara yanıt vermedi. Ama bu soruların cevaplanması 1 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri. Ankara: Uludağ Üniversitesi Yayınları, 2007 s. 85-86. gerektiğini de düşünmüyorum zaten. Benim nereye ait olmam gerektiği cevaplanmasa bile ben hayatıma devam edebilirim. Aynı hayatın benim cevaplarıma ihtiyacı olmadığı gibi. Fuat’ın izlediği yolu geçirdiği hadiseleri ve dönemi düşündüğümde kendimin aynı yola girmeyeceğimi söylemem saçmalık olur. Benim bugün rahatça içimde bizi yiyip bitiren kararsızlığı yenebilmemin nedeni belki benden önce gelenlerin bu içsel savaşı benim yerime vermeleri ve boşa kürek çektiklerimi anlamak olmasıdır. ‘’ Tekerrür eden şey aslında tarih değil, işlenen hatalardır’’2 diyen II. Abdülhamid bu duruma parmak basmış olmuyor mu? Tek tekrar eden şey hatalarımız. Aidiyetsizliğimizi sona erdirme hatası bizi asıl yaralayan şey. Cevapsız soruların peşinden gitmeyi bıraktığımız zaman toplumca rahatlayacağımıza gönülden inanıyorum. Hem kim bilir o zaman geldiğinde İstanbul bile çaresizliğin zincirlerini kırar belki. Benim için Murat Gülsoy soru cevaplamamış olsa bile tüm yurdun içini kurcalayan ve benim uzun zamandır unutmuş olduğum ‘’Doğu’’ ve ‘’Batı’’ savaşını hatırlatmış oldu. Bir yandan Avrupa birliğine katılmak için Batı’ya uyum sağlama çabaları, bir yandan Doğuda ki nefret ve savaş. Hepsi hayatımızı bir şekilde ekliyor. Bu iç ve dış savaşlar süre dursun ben günübirlik olarak ‘’Gölgeler ve Hayaller Şehrine’’ gitmeyi ve boğazı izlerken içimdeki arayışı unutup gönlümdeki İstanbul’u ve içinde bulunduğum İstanbul’u bir araya getirmek istiyorum. Herkes Doğu ve Batı arasında karar vermeye dursun, ben anın tadını çıkaracağım. Zaten bir taraf seçmeye gerek var mı ki? Kaynakça: Gülsoy, Murat. Gölgeler ve Hayaller Şehrinde. İstanbul: Can Sanat Yayınları, 2014. Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri. Ankara: Uludağ Üniversitesi Yayınları, 2007 s. 85-86. Kısayürek, Necip Fazıl. Ulu Hakan İkinci Abdülhamid Han. İstanbul: Hacegan Yayınları, 2007. 2 Kısayürek, Necip Fazıl. Ulu Hakan İkinci Abdülhamid Han. İstanbul: Hacegan Yayınları, 2007
5
Kutay Kalafat 21302082 TURK 101-52 Seda Uyanık Tanrıverdi 26.09.2014 AMİRİM Behzat amirimle, dört sene önce bir Pazar akşamı, televizyon dizisi sayesinde tanıştım. Öylesine samimi, öylesine bizdendi ki daha ilk dakikadan bağımlısı yaptı beni. Daha önce izlediğim hiçbir Türk dizisine benzemiyordu. Kadrosunda daha önceden de çok beğenerek izlediğim Erdal Beşikçioğlu, Nejat İşler, Ege Aydan gibi isimlere ekranda yeni olmalarına rağmen çok tecrübeli görünen Fatih Artman, İnanç Konukçu, Berkan Şal eşlik ediyordu. Hem benim gibi doğma büyüme Ankaralı olması hem de benim gibi Gençlerbirliği taraftarı olması Behzat amirimle güçlü bir bağ kurmamı sağladı. Uzun bir süre boyunca Behzat Ç.’yi sadece bir televizyon dizisi sanıyordum; ta ki internette kısa bir araştırma yapana kadar. İşte o zaman farkına vardım, Amirim sadece bir dizi karakteri değil aynı zamanda Emrah Serbes’in roman serisinin de baş karakteriydi. Yine tuhaf bir heyecan kaplamıştı içimi. Hemen bir kitabevine gittim ve iki kitabın birer kopyasını edindim: Her Temas İz Bırakır ve Son Hafriyat. Önce serinin ilk kitabı olan Her Temas İz Bırakır’ı okumaya başladım. Kitap, dizi kadar hatta belki diziden de sürükleyiciydi. Ben; kitap okumayı beceremeyen, hemen sıkılan biri olmama rağmen inanılması güç bir biçimde iki günde bitirmiştim kitabı. Hatta kendime kızmış: “Neden bu kadar hızlı okudum da sindire sindire bir iki haftada bitirmedim ki?” demiştim, çünkü kitap diziden çok daha farklı bir tat bırakmıştı damağımda. Kitapla dizi arasında büyük farklar olmasına rağmen dizideki oyuncular o kadar iyi seçilmiş, o kadar iyi işlenmişti ki karakterler, kitabı okurken gözümde canlandırmak hiç de zor olmamıştı. Hiç ara vermeden ikinci kitaba, Son Hafriyat’a, geçtim. İkinci kitap da ilki kadar akıcı, samimi, içten ve sürükleyiciydi, işte o zaman anladım ki hiç bir şey tesadüf değildi ve bütün bunlar tamamıyla Emrah Serbes’in hayal gücü, yazı kabiliyeti ve insan kimyasını çok ama çok iyi anlaması ve işlemesiyle alakalıydı. Artık Emrah Serbes’in farkındaydım ve hemen araştırmaya koyuldum. Araştırdıkça daha çok sevdim Emrah Serbes’i. Ankara Üniversitesi, Dil-Tarih Coğrafya Fakültesi, Tiyatro Teoremi ve Tarihi Anabilim Dalı Bölümü mezunu yazıyordu belki özgeçmişinde ama bence çok daha fazlası olmalıydı, sadece bir okulu bitirmek kadar basit olmamalıydı bu fenomeni yaratmak, en azından her mezunun böyle bir başyapıt yaratabilmesi bu kadar kolay olmamalıydı. Daha da çok araştırdıkça anladım ki zaten hiçbir şey göründüğü kadar basit değildi. Afilifilintalar’daki metaforlarına, kısa öykülerine bir göz gezdiren herkes demek istediğimi rahatça anlayabilir ( Daha sonra bu yazıları “Hikayem Paramparça” adlı kitapta topladı). Son olarak şunu söyleyebilirim, Emrah Serbes bir bağımlılıktır, bir kere yazılarının tadına varan kimse onu bırakamaz, ister roman, öykü, deneme ister dizi, film olsun hiç farketmez. Kitaba geri dönecek olursak, Son Hafriyat ilk kitaba nazaran Behzat amirimin biraz daha geride kaldığı, Red Kit’in ön plana çıktığı bir kitap. Ama sanılmasın ki Amirim eskisi gibi cinayet peşinde koşmayacak, Harun’a laf sokmayacak, “Saçma sapan konuşma la!” demeyecek. Biraz geç konuşacak ama konuşacak merak etmeyin. Biraz da Red Kit’ten bahsetmek gerek sanırım. Hani o Amerikan filmlerinde izlediğimiz kötü adam olmasına rağmen acayip bir karizması olan, zeki mi zeki, amacı uğruna ölmesi gerekirse gözünü hiç kırpmadan ölebilecek, bazen iyi adamlardan bile daha çok seveni olan karakterler vardır ya hah işte Red Kit öyle bir karakter, hem de yüzde yüz Türk malı. Red Kit kinini yıllarca içinde tutan, intikam peşinde olan bir adam. Bakalım bu özellikler Red Kit’in Behzat amirimden kurtulmasına yetebilecek mi?
6
Savaş Asla Değişmez / Alptuğ Albayrak İnsanoğlu olarak hep daha fazlasını isteriz. Durumumuz iyi de olsa kötü de olsa bu böyledir. Tüm savaşlara bakarsak hepsinin başlıca sebeplerinden biri budur. Bu bir içgüdü olabilir mi? Daha fazlasını isteme içgüdüsü. Hiçbir şeye yetinememe, daha fazlasına sahip olma dürtüsü. Bu durum bazı kitap, film ve oyunlarda çok güzel bir şekilde dile getiriliyor. Mesela Dmitry Glukhovsky,nin yazdığı Metro 2033 adlı kitapta Dünya bir nükleer savaş sonucunda harabeye dönmüştür. Çok az kişi hayattadır ve hayatta olanlar yeraltında yaşamak zorundadır çünkü yeryüzünde radyasyon ve radyasyon sonucu oluşan canavarlar vardır. Böyle bir durumda beklenen nedir? Eğer mantıksal olarak düşünürsek insanların yapması gereken şey geçmişten ders alıp hiç olmadığı kadar birbirine tutunmasıdır. Ama bunun yerine insanlar yine savaşı seçmiştir. Daracık metro tünellerinde birbirleriyle savaşmayı. Ama bu bir kitap, gerçekte böyle olmaz diyebilirsiniz. İyimser bir yaklaşım olur bu. Ne yazık ki ben hiçbir zaman iyimser olamadım. Ve gelecekte de böyle bir savaşın kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum. Bu savaş istiyorum anlamına gelmesin. Ben de herkes kadar nefret ediyorum savaştan. Ama döngünün değişmediğini de biliyorum. Belki de bu yüzdendir ne zaman Fallout'taki “War, war never changes.”(Savaş asla değişmez.) lafını duysam tüylerim diken diken olur. Çünkü günümüzde de durum çok farklı değildir. Eğer şöyle bir bakarsak savaşların ana konsepti aynıdır. Özellikle günümüzdeki savaşlar için geçerli olan bir şey de çıkar uğruna yapılan savaşlardır. Bir toplumun çıkarı değil; bir veya birkaç kişinin çıkarı için. En kötüsü de bu birkaç kişi uğruna savaşanların durumdan bihaber olmasıdır. Onlar büyük bir değer uğruna savaştıklarını sanarlar. Çöldeyken görünen sanı gibi güzel gelir ama aslında gerçekte hiç de öyle değildir. Ne yazıktır ki kolaydır insanları kandırılması. Hitler’in propaganda bakanının da söylediği gibi: "Yalan ne kadar büyük olursa, inanan da o kadar fazla olur." Bu konularda söylenen yalanlar da senin, benim söyleyeceğim yalanlardan çok çok daha büyüktür. Peki, nedir bizi savaşa sürükleyen. Her savaş için farklı bir neden söylenmiştir değil mi? Her tarafın farklı bir idealı vardır. Herkes haklıdır kendisine göre. Bazıları ise ne için savaştığı bilmez, sadece emre itaat eder. Burada çok önemli bir şey çıkıyor ortaya. Herkesin sorması gereken bir soru: “Neden?”. Bu soru benim gözümde diğer sorulardan çok daha önemlidir. Bir insanın kendisini sürekli bu soru ile sınaması gerekir. Çünkü insan düşünmesi gereken bir varlıktır. Düşünmediğimiz zaman insan olamayız. Bu soru da düşünme yolundaki en büyük engeli kaldırır. Yaptığı işlerde bir neden aramayan insanların bir robottan farkı kalmaz. Peki ya “Savaş barıştır.”(1984, George Orwell) diye sloganı olan bir partinin yönetimine ne demeli? Savaşı barışla aynı tutmak ve bunu tüm insanlara inandırmak işlenebilecek en büyük suçlardan birisidir herhalde. İşte buradan da yola çıkarak bazı insanları kandırmak kolaydır. Birkaç kafası çalışan, gerçeği kavrayan kişiden kurtulduktan sonra işler çocuk oyuncağıdır. Ve işin kötüsü bu sadece bir bilim kurgudan ibaret değil gibime geliyor. Beynin yıkanması, mantığın yok edilmesi gerçekte de olması olağan şeyler. Yani insanı insan yapan şeylerden ayrılması. Sadece insan görünümlü bir et parçası, bir kukla haline getirilmesi. İşin en kötüsü de bu süreci anlayamamak ne hale geldiğini kavrayamamak. Savaş, aslında içinde olmadan anlaşılamayacak bir şey. Ne kadar kitap okursak okuyalım, ne kadar araştırsak araştıralım asla yaşamadan hissedemeyeceğimiz bir şey. Sizleri bilmem ama ben pek de hissetme taraftarı değilim. Oyunlarda, filmlerde gördüğüm; kitaplarda okuduğum yeter de artar benim için.
7
Bugünlerde benim şansımdan mıdır yoksa çok sık rastlandığından mıdır metrolarda çalan gençlere pek çoğunuz gibi geçen günlerde ben de denk gelme fırsatını yakaladım. Genelde Ankara'da gideceğim bir yer varsa metro kullanmayı tercih etmemin yegane nedenlerinden biri bile sayılabilecek olan bu güzel dinletilerden size de bahsetme gerekliliğini duyuyorum. Hiç beklenmedik bir yer ve zamanda bu güzel dinletiyle ilk karşılaşışım aslında sıradan bir metro yolculuğuyla başladı. Yine bazı gençlerin kulaklıklarını takıp çoğununsa oturup yalnızca varacakları durağa kadar hayatlarını gözden geçirmelerine yarayan o muhteşem sessizlik içerisindeki gergin boşlukta, bir gitar telinden çıkan sıralı notalar herkesin kulaklarını muhteşem bir müzik ziyafetiyle doldurdu. Gelen güzel müziğin sahibini bulmak için yolcuların gözleri birer birer çevresindekileri taradı ve en sonunda siyah giyimli elinde gitarı sanki evinde söylercesine bir rahatlıkla gitarına eşlik eden kızı buldu. Belki de çok yoğun ya da kalabalık hayatlarının içinde kendini unutmuş halde yaşayan bu insanlara, müzik dünyada hala güzel şeylerin yaşandığına dair bir umut kapısı açmıştı. Çoğu yabancı kızın söylediği şarkıları dinlerken ben de kulaklıklardaki müziğe ara verip kızı dinlemeye başladım. Öncelikle gitardan çıkan çıplak notalar metro vagonunun duvarlarını yankılı bir sesle doldururken sonra bu yalınlığa amatör müzisyenin sesi dahil oldu. Söylediğişarkılarla her kitleden insana hitap etmeyi planlamış olan kız bilindik notalar üzerinde parmaklarını gezdirirken tüm yolcuların da dikkatini toplamayı başarmıştı. Kimisi yerinde sessizce dinlerken kimisi de kendi kendine mırıldanarak şarkıya eşlik ediyordu. Müzik zevkiniz ne kadar farklı olursa olsun sizi kendine çeken şarkılar arasında duraklar hızla akıp gitti. Kızdan dinlediğimiz bu küçük konser boyunca metroda da oldukça sıcak bir ortam oluşmuştu. Bilirsiniz özellikle son günlerde yaşadığımız fazlasıyla hararetli dönemlerden sonra toplumca bir paranoya herkesin içinde gizliden gizliye baş göstermişti. Bu bombacı mıdır acaba, yoksa şu adam beni kesip en yakın çöp kovasına atar mı gibi evhamlardan birbirimizi unutmuş ve insanlığımızı soğutmuştuk. Ama vagonun içinde yankılanan müzik bir an bütün bu evhamları bir kenara bırakıp aslında birbirimizden o kadarda farklı olmadığımızı yeniden hatırlatmış gibiydi. Zaten şahsen ben neden toplu taşıma araçlarında ya da toplu yerlerde insanların yüzlerine ifadesiz bir maske takıp ne diye öyle gezindiklerini hiçbir zaman anlayamayan bir insanım. Niye bir insan bir başkasından bir günaydın ya da iyi akşamlar gibi küçük mutlulukları saklar veya bir diğerinin yüzüne insani duygularını göstermekten bu denlisine korkardı? İşte o gün, o vagonda çalınan birkaç nota beni hem bunları düşünmeye iterken hem de aramıza koyduğumuz mahkeme suratlı taş duvarların o kadar da kalın olmadığını göstermişti. Sıkıcı ve tekdüze olan alışılmış yolculukları oldukça eğlenceli konvoylar haline getiren bu gençleri ise kendilerine olan özgüvenleri ve bu müthiş yetenekleri için tebrik etmek lazımdı. Sonuçta eline bir gitar alıp, herhangi bir metroya atlayıp, duraktan durağa çalmak kulağa tam gençlikte yapılacak yeterince çılgınca ama bir o kadar da eğlenceli bir iş gibi gelse de herkesin cesaret edebileceği bir eyleme pek benzemiyordu. Bu dinleti bittikten sonra birkaç kere daha metroda farklı farklı amatör müzisyenlere rastladım. Genel olarak şarkı repertuvarları fazla değişmese de ( bilindik Karadeniz türküleri ya da son zamanlarda oldukça popüler olan slow şarkılar) o sessizlik duvarını aşıp ortamın havasını daha sıcak bir aile ortamına çeviren bu insanların emeklerini en içten dileklerimle takdir etmekten kendimi alamıyorum. Özellikle son günlerde toplumca yaşadığımız gergin dönemler ve insanların birbirinden gittikçe uzaklaştığı günümüz düşünüldüğünde bu gençlerin yaptığı müzik herkesi bağdaştırmakta çok önemli bir rol oynuyor. Müziğin evrenselliğini kullanarak hem insanların arasında sıcak bir atmosfer yaratıyor hem de şarkılarıyla kulağınızın pasını siliyorlar. Bu başka şehirlerde nasıldır bilmem ama benim şehrim Ankara'nın sevilesi yanlarından biri denebilir. Bu genelde insanlarının soğukluğu ve sertliğiyle nam salmış Ankara'ya gelen yabancılar için de oldukça güzel bir paradoks. Aslında bu şehrin insanı soğuk değil, eğer müzik terimleriyle söylemek gerekirse yalnızca doğru tellere dokunmayı bilmek gerek.
8
Zihnimizdeki Engin Deniz “Çocukluğumuzda sahip olduğumuz en büyük güç nedir?” diye düşündüğümde hayal gücünün önemi her şeyden daha çok ağır basıyor. Bir gün prenses olup prensini aramayı, ertesi gün kovboy olup atını gün batımına sürebilmeyi sağlayabilecek başka ne olabilir ki hayatımızda? Gerçeği ilk önce hayal gücümüz yardımıyla var edebiliriz. Ancak daha sonra dış dünyaya aktarabilir ve bir gerçeklik oluşturabiliriz. Fakat hiçbir şey mükemmel olamayacağı gibi bu büyük gücün olumsuz bir yanı da, büyüdükçe hayal gücümüzün zayıflamaya başlamasıdır. Bence bu durum insanları, keskin bir bıçak gibi, hayal dünyasını geniş tutabilen ve hayal gücü zayıf olanlar olarak ikiye ayırıyor. Gün geçtikçe, hayal gücümüz zayıflama tehlikesiyle daha da fazla yüz yüze geliyor. Buna rağmen, hayal dünyası rengarenk, canlı ve muazzam zenginlikte olan insanlar da var. Geniş hayal dünyası kişisel özellik ve yeteneklerle çok yakından ilişkili olmasına rağmen, hayal gücümüz tozlu birer raf olmaya da mahkum değil tabii ki. Çevremdeki insanlardan yola çıkarak yapabileceğim gözlemlere dayanarak, hayal gücü zengin diye nitelendirebileceğim kişilerin belli başlı ortak yönleri var. En çok yaratıcılıklarıyla öne çıkan bu kişiler daha birçok açıdan kendilerini hayatta başarılı kılacak özelliklere sahipler. Yaratıcı oldukları gibi, estetik anlayışları da yüksektir. Bulundukları her ortamda, katıldıkları her aktivitede, yaptıkları her işte özgün kişiliklerini ortaya koyarlar. Özgünlüğü sağlayabilmek adına yalnız çalışmayı da tercih ederler. Çevreye karşı duyarlı ve empati kurma yeteneklerini oldukça geliştirmiş olurlar. Hayal gücü sosyal yönleri geliştirdiği gibi analitik düşünceyi de etkiliyor. Gözlem ve analiz gücünü yükseltirken akıl yürütebilme ve problem çözme yeteneğini de artırıyor. Bilgi çağının da artık yaratıcı ve hayal gücü geniş insanları değerli kılmasının nedeni bu yetkinliklerin daha ender olmasıdır. Hayal gücüme daralma imkanı tanımamak adına çok çaba sarf ediyorum. Bunu sağlayabilmek için, hayal gücü ve yaratıcılık üzerine yapılan araştırmaları ve yazılanları yakından takip etmeye çalışıyorum. Genel olarak hayal gücünün genişliği ve yaratıcılığın aynı yönde ilerlediği üzerine yapılan yorumlara alışık olduğumdan, bu konunun farklı bir bakış açısından yorumunu gördüğümde, okuduğum diğer yazılardan daha çok ilgimi çektiğini söyleyebilirim. Zülfü Livaneli Konstantiniyye Oteli adlı kitabında bir hayli konunun üzerinde dururken beni ayrıntı sayılabilecek bir cümle uzun uzun düşündürdü. Ana karakterlerden Emre Karaca’nın aforizmalarını okurken hiç beklemediğim bir konuyu, hiç tahmin etmediğim bir perspektiften önümde buldum: “Hiçbir şeyden korkmayan kişinin hayal gücü yok demektir.” (Livaneli 299). İlk okuduğumda çok da fazla anlam içermeyen bu cümle üzerine düşündükçe derinleşmeye, benim için hayal gücüne farklı bir boyut kazandırmaya başladı. Korkularımızın kötü tecrübeler, travma gibi yaşanmışlıklara dayanan nedenleri olduğu gibi bilinmezlikler de korkuların başlıca sebebidir. Tüm yönleri hakkında bilgi sahibi olmadığımız bir konuda kaçınılmaz bir şekilde hayal gücümüz devreye giriyor. Eğer yeteri kadar geniş bir hayal gücüne sahipsek bilinmezin sonucunda olması mümkün senaryolar üretip korkular geliştirmeye başlıyoruz. İnsanoğlunun eski çağlarda doğa olaylarını yanlış yorumlayarak doğaüstü nedenlere bağlaması hayal gücünün ilk örnekleri diyebiliriz bence. Insanlar, gök gürültüsü, deprem gibi olaylara bilgi eksikliği ve çaresizlik içerisinde olağanüstü anlamlar yüklemiştir. Fakat zamanla mantıklı açıklamalar ve bilgi birikimi ile hayal gücünün ürünü olan yorumlardan uzaklaşılması ana karakterin aforizmasını kanıtlar nitelikte olduğunu düşünüyorum. Günümüz dünyasında yoğun tempo ve rutin gündelik yükümlülükler arasında kayboluyoruz. Bu sırada, en önemi gücümüz olarak kabul edebileceğimiz hayal dünyamızın çiçeklerini sulamayı unutuyoruz. Fakat yaratıcılık gibi bilgi çağının aranan özellikleri ancak geniş hayal dünyası ve gelişmiş hayal gücü ile elde edilebilir. Bizim için bilinmeyenleri korkuya dönüştürebilecek gücü olmasına rağmen hayal gücünü geliştirmemek kişinin kendi zararına olacaktır. Ekin Bayram Kaynakça: Livaneli, Ömer Zülfü. Konstantiniyye Oteli. İstanbul: Doğan Kitap, 2015
9
Yiğit Abbas YILMAZ MEVSİMLERİN RUHU Günlük hayatımızdaki koşuşturmacalar arasında pek fark edemesek de mevsimlerin bizim üzerimizde pek çok etkisi vardır. O günkü hava durumu nasılsa, bir anda kendimizi o havanın bize hissettirdiği duygular içinde buluveririz. Örneğin o gün yağmur yağıyorsa, herkeste bir depresiflik ve içine kapanma, hatta tabiri caizse bir bıkkınlık sezilir. Her ne kadar hava durumunun veya mevsimlerin bizi etkileyemeyeceğini veya günlük yaşantımızı çok fazla değiştiremeyeceğini düşünsek de durum bunun tam tersidir. Yaşadığımız çevre her mevsimde farklı bir çehreye bürünürken biz de kendimizi bu duruma adapte olurken buluruz. Yeryüzü, her mevsimle birlikte bize farklı bir yüzünü gösterir. Kah umut doludur, kah üzgün ve karamsardır. Bazen de o da bizler gibi ne yapacağını bilemeyen, kararsız biri oluverir bir anda. Mevsimlerin belki de en umut dolusu ve iyimseri olan ilkbahar, bizi çiçek açan ağaçlarıyla, yemyeşil ve tomurcuklanmış yapraklarıyla neşe içinde karşılar, hatta tüm sevecenliği ve neşesiyle bizi kucaklar. İlkbaharın bu pozitif enerjisi ister istemez biz insanları da etkiler ve bir anda hayata olumlu bakan, gelecekle ilgili iyimser düşüncelere sahip olan ve çevresine daima neşe saçan insanlar olup çıkıveririz bu güzel mevsimde. Rengarenk çiçek açmış ağaçlar bize yaşamanın güzelliğini, doğanın akılalmaz çeşitliliğini ve canlılığını hatırlatır. Ancak her mevsim, zamanı geldiğinde biter ve o geçiş dönemlerinde kararsız bir yapıya bürünür. Sabah hava çok güzel ve güneşliyken, aynı günün akşamı şimsekler çakıp yağmur yapabilir. Mevsim geçişlerinde bu kararsızlık ve dengesizlik elbette biz insanların yaşantısını da etkiler. İlkbahar da bu duruma üzülerek bir an önce görevini yaza devretmek ister aslında. Böylece mevsimlerin en rahatı ve belki de en tembeli yaz giriverir hayatımıza. Çoğu insanın tatil dönemine denk geldiğindne ve havalar çok sıcak olduğundan yaz da bu duruma ayak uydurur, tatilin tadını çıkarır ve bize güneşli, eğlenceli, biraz da uçarı yanını gösterir. Son iki mevsim ise ilkbahar ve yaza göre daha içine kapanık ve depresiftir. Sonbahar geldiğinde, yapraklar sararmaya ve dökülmeye başlar. adeta evren yaşlanmaya başlar ve yaşlanmayı hazmedemeyerek kızgınlığını, küskünlüğünü ve öfkesini bize yağmurlarla ve fırtınalarla gösterir. Ancak, bence sonbahar mevsiminin de kendine özgü bir güzelliği vardır. Her ne kadar bize öfkeli yüzünü göstermiş olsa da bu durum geçicidir ve kış geldiğinde mevsimler de bize huzurlu, sakin ve babacan yanlarını göstermeye karar verirler. Çünkü artık yaşlandıklarını kabul etmişlerdir ve bu durumla barışık olmayı öğrenmişler ve ruhu olan her varlık gibi onların da yaşlanabileceğinin bilincine varmışlardır. Kar yağarken, insanların içi o mükemmel beyazlık sayesinde huzurla dolar. Kış mevsimi bize adeta yaşlanmanın çok doğal bir süreç olduğunu ve yaşamımızı huzur ve barış içinde geçirmemiz gerektiğini hatırlatır. Kış geldiğinde, ağaçların yaprakları dökülmüş olabilir, çiçek açmıyor olabilirler ancak yine de içleri umutla ve huzurla doludur. Çünkü her sene olduğu gibi bu mevsimin de geçici olduğunu bilirler ve sabırsızlıkla ilkbaharın gelmesini, yeniden o rengarenk ve capcanlı hallerine kavuşmayı beklerler. Mevsimlerin hiçbir zaman aynı kalmaması, bize de hayatımızda hiçbir şeyin daima stabil kalamayacağını, hatta tam tersine bazen değişikliğe ve yeniliğe ihtiyacımız olduğunu hatırlatır. Durum böyleyken evrenin bizim iyiliğimiz için çalıştığı, yaşadığımız çevreyi daha güzel ve huzurlu bir yer haline getirmek için uğraştığını anlarız. Mevsimler de evrenin bu işleyişine ayak uydurarak biz insanlara bazen neşeli, bazen üzgün yanını gösterir, ancak her zaman bizi düşünürler ve bizim kendilerine rahat bir şekilde ayak uydurmamızı sağlamak için ellerinden geleni yaparlar. Biz insanlar da evrenin bu işleyişine ve mevsimlerin değişimine ayak uydururuz ve duygu, düşünce ve hissiyatlarımız mevsimden mevsime değişiklik gösterir.
10
Ali Suvarioğulları ZOR DA OLSA DEVAM ETMEK Hayatımızın büyük bir kısmı zorluklara göğüs germekle geçiyor. Yaşımıza, yaşadığımız yere ve hayata göre öyle durumlar çıkıyor ki karşımıza, bazen çoğumuz çıkmazda kalıp umutsuz hissedebiliyoruz kendimizi. İçten içe o zorluğu aşabileceğimizi bilsek de bunun ne zaman olacağı, nasıl ve hangi koşullar altında olacağı soruları yiyip bitiriyor bizi. Kendime gelecek olursam, kısa zaman öncesine kadar, başıma gelen en küçük olay bile beni çabucak umutsuzluğa sürükleyebiliyordu. Çoğu kişinin basit olarak nitelendirebileceği durumlar, bana dünyanın en büyük zorlukları gibi geliyordu ve zamanımın büyük kısmını bunları düşünmekle geçiriyordum. Bazen de, her ne kadar bunların geçici sıkıntılar olduğunu ve emek harcarsam aşabileceğimi bilsem de, kendimi bir türlü motive edemiyor ve mutsuzlukla geçiriyordum günlerimi. Ne zaman ki bu zorlukların bize deneyim veren durumlar olduğunu anladım, o zaman onların üstesinden daha kolay gelmeye başladım. Olumsuz olayların hayatıma kattığı zorluklarla daha kolay mücadele etme sürecim Ali Lidar sayesinde başladı diyebilirim. Alengirli Şiirler kitabının “Kışa Rağmen Koş!” şiirinde çok güzel iki mısra vardı: “Kışa rağmen durma koş dökülsün son gazeller/ Eteklerinde artık taş yerine kar topla” (60). Şiir kitaplarının üzerimde etkisi her zaman yadsınamayacak kadar çok olmuştur, ama bu dizelerin yeri bende çok başka… O kadar umutsuz bir anımda okudum ki bu şiiri, beni hayatım hakkında düşünmeye ve üzerine kafa yorup zorluk sandığım olayları yeniden gözden geçirmeye itti. O aralar problemim, bir dersimden aldığım düşük nottu. Günlerdir bunun hakkında ne yapacağımı, ikinci sınavdan da düşük alıp dersten kalırsam ne olacağını, aileme nasıl açıklayacağımı düşünüyordum. Sonra bu şiiri okudum ve “hayat devam ediyor” dedim. Artık üzerinde bir etkim olmayan bir durumun, gelecekte sebep olabilecekleri üzerine bu kadar kafa yormak yerine, bunu nasıl düzelteceğim hakkında düşünüp, düzeltmeye çabalamalıydım. İkinci sınavımın düşük olmasından korkmak yerine o sınava çalışmaya şimdiden başlamalıydım. Çaba göstermeden geleceği düşünmemin, bugünüme hiçbir faydası yoktu. Bense oturmuş günlerdir, başarısız olduğum bir sınav hakkında ne yapacağımı düşünüyordum. Buna kafa yorarak saatlerimi harcadığım o beş günde çalışsaydım, birçok eksiğimi kapatmış olurdum. Olumsuz bir şey oldu mu, bütün odağım o oluyor ve geriye kalan her şeyi bir anda unutuveriyordum. Kaygılı bir insandım yani, belki dünyanın yüzde doksanının sorun etmeyeceği şeyleri olması gerekenden fazla düşünüp beynimi yoruyor, vaktimi boşa tüketiyordum. Bütün bunları anlamamı da, ciddi anlamda bir şiirin iki dizesi sağladı. Belki de bilinçaltımda hep bildiğim ama kabullenemediğim bir gerçeği başka birinden duymak bana iyi geldi, bilemiyorum. Fakat bu şekilde bir uyarıya ihtiyacım varmış. Kendimi toparlamaya ve bundan sonra sorunlarım için üzülmeye değil, onları çözmek için çabalamaya karar verdim. Çok basit bir örnek üzerinden açıklamış olabilirim, ama hayatımın geriye kalanında hep aklımda olacak bir ders aldım. Ortalama yetmiş yıllık bir ömür yaşıyoruz ve dert edinip kafa yorduğumuz her şeyi belirli bir süre zarfı içinde unutuyoruz. Yarın bir gün unutacağımız bir şeyi düşünmek için kıymetli vaktimizi harcayıp kendimizi yormak hem bedenimiz hem zihnimiz için çok zor. Kendimizi bu olayın tekrarlanmaması için geliştirmek, bu olayı bir deneyim olarak görmek ve düzeltebileceksek durumu düzeltmeye çalışmak varken, değiştiremediğimiz durumlara takılı kalmak için hayat çok kısa. Bir alanda başarısız mı oldum? Olsun, bu benim yolumda bir engel olmamalı. Tüm engellere rağmen bunları aşmak için bir yol bulup yoluma emin adımlarla devam etmeliyim. Kışa rağmen durmamalı, koşmalıyım! Kaynakça Lidar, Ali. Alengirli Şiirler. İstanbul: İthaki Yayınları, 2015. Kitap.
11
Zerdali Ağacı Daha ufacık bir çocukken oynamak için çok fazla bir seçeneğimiz yoktu. Arkadaşlarımız bizim oyuncaklarımız, bahçelerimiz ve sokaklarımız ise bizim oyun alanlarımızdı. Çocukluğumun bir kısmı şehirde, bir kısmı ise köyde geçmişti. Şehirde geçen zamanım çok zevkli olsa da köyde geçirdiğim zamanlarım paha biçilemezdi çünkü çok geniş bir oyun alanımız vardı. Bütün çocuklar hiç bir kavga, kıskançlık olmadan vaktimizi geçirirdik. Gece vakti dışarı rahatça korkmadan çıkabilir, gün ağarana kadar saklambaç oynayabilirdik. Ailelerimizin gözleri arkada kalmazdı. Kendimizi kaybederdik adeta saklambaç oynarken. Saklambaçta ebe olan arkadaş, herhangi birini başkası zannederek sobeler ise ‘çamlak çömlek patladı’ diye bağırırdık köy camiisinin önünde, tekrar başlardık oynamaya. Sırf çamlak çömlek patlatmak için bütün saklanan arkadaşlar hırkalarımızı birbirimize verirdik ki ebe bizi hırkanın sahibi sansın. Dedelerimiz yatsı namazından çıkar, bize tatlı tatlı sataşırlardı. Yerlerimizi ebeye söylerlerdi. Bütün köy koca bir aile gibiydik kısacası. Kocaman bir bahçemiz vardı, köyün bütün çocukları ile arada sırada bizim bahçemizde piknik yapar ve oyunlar oynardık. Koca bir zerdali ağacımız vardı bahçede. Oldukça yaşlı olan bu zerdali ağacına yıllar önce yıldırım düşmüş ve yarılmıştı. O günümüzde kalaslar ve çiviler ile yapılan ağaç evler gibi, doğal olarak şekil almıştı babacan ağacımız. Babacan diyorum çünkü çocukluğumuzda bizi hep kucaklardı, yaramazlıklarımıza ses çıkarmayan yaşlı bir dede edası ile kavuklarının arasında zıplayıp oyunlar uydurmamıza izin verirdi. Asker olurduk, ağacımız bize siper oluverirdi. Pilot olurduk, bu sefer uçağımız oluverirdi. Hayallerimizin en büyük destekçisiydi o konuşamayan ağaç. Evlerimizden küçük kilimler getirir sererdik içine oturabilmek için. Gölgesi bizi kavurucu yaz sıcaklarından korurdu. Bazen kendimizi kaybeder sabahın en erken saatlerinden, gecenin en geç saatlerine kadar sohbet ederdik ağacın içinde. Ağaç, köyün neredeyse tamamını görebilmemizi sağlayacak yüksekliğe sahipti. En tepesine her zaman ‘gözcü’ görevine bir arkadaşımızı koyardık. Başıboş gezen köpekler geldiğinde gözcü arkadaşımız haber verirdi bize, hemen ağacımıza sığınırdık, korurdu bizi. Bir dalına ise salıncak yapmıştık, birkaç metre halat ve iki adet yastık il , sıra ile sallanırdık salıncağımızda. Bazen daha arkadaşlarım gelmeden kitabımı alır giderdim ağaca, hem onu dinlemeye çalışırdım, hem büyük bir keyifle kitabımı okurdum. Belki de bu kadar kitap okumayı sevmemin sebebi, o ağaçta kitap okurken aldığım tarif edilemez keyiftir. Köyden her ayrılacağımız zaman koca bir kova suyu gider dökerdim dibine. Belki yetmezdi ona bir kova su ama benim içim biraz olsun rahat ederdi. Sonraki her gelişimde koşarak ‘’yerinde mi acaba?’’ diye bakmaya giderdim. Şimdilerde içim acısa da o zamanlar ehemmiyetini anlamadığımdan bana oldukça eğlenceli gelen bir olayı anlatmak isterim. Köyün imamının çocuğu Mehmet, birgün elinde küçük bir meyve bıçağı ile geldi bahçemize. ‘’Hadi ismimizi zerdali ağacına kazıyalım, yıllar sonra geldiğimizde isimlerimizi görür bu günleri hatırlarız’’ dedi. Yaklaşık 10 – 15 çocuk sıra ile aldı eline o bıçağı ve kazıdık isimlerimizi ağaca. Aramızdaki en beceriklimiz olan Ufuk, Günalan ( köyümüzün adı) hatırası yazısını kazıdı isimlerimizin hemen altına. Şu anda 21 yaşında, hayatımı düzene koymuş bir yetişkin olarak, zaman zaman köyü ziyaret eder çocukluğumu, anılarımı hatırlar hüzünlenirim. Çocukluğumun en büyük hatırası olan zerdali ağacı ve içine kazıdığımız isimler hala o özlem duyduğum hatıralarımdaki gibi sapasağlam durmakta. Umarım zamanı geldiğinde çocuğumun da böyle güzel hatıralara sahip olmasını sağlayacak bir zerdali ağacı olur ve o da aynı dileği kendi çocuğu için diler…
12
Ahmet Faruk Saz Vefanın Sıcaklığı Yaz sıcağının kavurduğu Antalya’da o gün yaptığımız hazırlık Alzheimer hastası olan aile büyüğümüzü ziyaret içindi. Vefa duygusu ile yola çıkan grubun sessizliğinin sebebi belki de geçmişten gelen anılarda kaybolmalarıydı. Yolda giderken onun bizi artık hatırlayamadığını ve tanıyamadığını düşününce yüzümde hüzünlü bir tebessüm belirdi. Ömrümüzün bu anına kadar olan yaşanmışlıklarımızın içinde biriken iyilikleri yad ederek kara gün dostu olma sırası bizdeydi artık. Hepimizin başka anılarını paylaştığı koca çınarın bizlere yaptığı iyilikler onu yalnız bırakmamıza izin vermiyor, ismi anılınca yüzümüzde tebessüm beliriyordu. Ömer Amca hepimize emeği geçmiş yüz yaşına yakın koca bir çınardı. Yanına gelince ona sarılıp ellerinden sıkıca tuttum. Bana derin denizlerde kaybettiğini bulacakmış gibi baktı. Durdu, düşündü. Yüzündeki mahcup ifadeden anlamıştık bizi yine hatırlayamadığını. Kahvemiz bitince asra yakın zamanı görmüş gözleri sevgiyle ışıldadı. Onun yanından ayrılırken vefa duygusunun verdiği huzur ve sıcaklık yüreğimi sarmıştı. Asırlık çınarları gülümseten, dostluğun asaletine inanarak verilen emeğin sonucu olarak gönülden yapılan ikramdır vefa. Günümüzde az hatırlansa da bazen unutulsa da dostluk, sevgi ve hatır gibi değerlidir vefa. Hızla ilerleyen zaman makinesinin taşlarının öğütemediği, tozlu raflara kaldıramadığı bir duygudur. Çınar Ağacı filminde ömrünü evlatlarına adayan bir annenin vefayı kalbi yoruluncaya kadar görememesidir bana tüm bunları düşündüren. Kaybolmasın, hatırlansın, dostlukları sağlamlaştırsın istediğim için vefayı ve vefakarlığı yazmak istedim. Görülen iyilikleri unutmayarak aynısıyla veya daha güzeliyle karşılık verip kişinin kendisinin karşılık beklememesidir vefakarlık. İnsanlar arasında vefa yaygınlaşırsa toplumda güven ve huzur artar. Vefakar insanlar dostluklarında sebat eder ve sözlerini yerine getirirler. Halden anlayarak söyletmeden yardıma koşmayı bilirler. İnce ve latif bir cevher olan dostluklarında kıymet bilirler. Bu kadar güzel değerleri içinde barındıran vefa, sadece dostlara değil, diğer milletlere ve geçmişe de duyulur. Ömer Amca, bizi hatırladığı zamanlarda cumhuriyetin kurucusu olan Atatürk ve arkadaşlarını büyük bir gururla anlatıp onları hayırla yad ederek bize de geçmişe vefa duymayı öğretirdi. Vefanın en güzel örneklerinin yaşandığı Kurtuluş Savaşı’nda, Atatürk’ün bakanlarından olan Dr. Rıza Nur, hatıralarında, Hindistan Müslümanları’nın gönderdiği para ile ordunun ihtiyaçlarının karşılandığını yazar. Aynı dönemde Pakistan’dan gelen bir buçuk milyon sterlin Ankara Hükümeti’nce Büyük Taarruz’un mali kaynağı olarak kullanılmıştır. Pakistan ve Hindistan Müslümanları’nı yardıma sevk eden duygu, Osmanlı Devleti döneminde Türk milletinden ve devletinden gördükleri iyiliklerdir. Milletlerarası vefayı gösteren bu yardımları, Türk milleti de unutmayarak her iki ülkeye de zor anlarında yardım etmiştir. Bunlar bize vefanın milleti, dili ve ırkı olmadığını gösterir. Bir diğer güzel vefa örneğini ise yakın zamanda Nobel Kimya Ödülü’ne layık görülen bilim insanı Aziz Sancar, bu ödülü kazandığında yaptığı açıklamalarda kendisine ilk tıp eğitimini veren anavatanı Türkiye’ye ve Türk milletine minnettar olduğunu belirterek göstermiştir. İnsanı yücelten değerler içinde yer alan vefa duygusunun kaybolmaması için emek vermek, özen göstermek, sebat etmek, karşılık beklememek gerekir. Vefakar insan, içinde kışın ayazında esen bir fırtına kopsa da, yüreğindeki yara sızlasa da, dost bildiklerini sırtında taşırken gülümseyebilendir. Üstüne dostun oturduğu taşın altında eli dururken onun hatasını küçük görüp elinin acısını ona hissettirmeyendir. İnsanı yücelten ve erdemli kılan duygulardan birisi olan vefayı kaybetmediğimiz sürece değerimiz artar. İyiliğini, yardımını gördüğümüz insanlara ve varlıklara karşı kalbimizde oluşan bu duygu, bizi pusulasını şaşırmış gemiden kurtarıp diğer insanlarla beraber, değerlerimiz ile yaşamamızı sağlar. KAYNAKÇA Çınar Ağacı. Yön. Handan İpekçi. 2011. Bursa, Türkiye: BKM Film, 2011. DVD.
13
Ceren GÜVEN Güzellik Algısı Sorunsalı Güzellik nedir? Bazılarına göre dışı güzeldir bir insanın, bazılarına göre ise içi. Kimisi güzel bir çift göze hayran kalır, kimi ise dudaktan çıkacak birkaç anlamlı kelimeye. Peki hangisi doğdudur güzelliği tanımlamak için; hepsi mi yoksa hiçbiri mi? Aslına bakarsanız tanımlanabilir mi güzellik tam olarak? Bu dillere destan olmuş kelimenin var mıdır bir somut kavramı? Mesela benim için kalbin sıcaklığı ya da içten bir gülüş yeterlidir bir insana güzel demek için. Ama bir yandan da başka bir insan için hiçbir şey ifade etmez belki benim düşündüklerim. Peki bu durumda ne kadar doğrudur insanlara güzellik kavramını biçmek. Bir insanın beğenmediğini diğeri beğeniyorsa o insana güzel diyebilir miyiz? Ya da hakkımız var mıdır bir insana güzel veya değil demek için. Ne yani güzel demediğimiz bir insan çirkin midir? Eğer bir insan güzellik kriterlerimize uymuyorsa çirkin midir ya da kötü müdür? Değildir tabii ki de demek isterdim ama biz yani insanlar bazen acımasız ve nankör olabiliyoruz diğerlerine karşı. Mesala davranışlarını beğenmediğimiz bir insana karşı oluşturduğumuz önyargı kötülük değil midir aslında? Evet belki bunu kötülük için yapmıyoruz yada kimseyi kırmak değil amacımız ama karşıdaki insan biraz bile olsun anlarsa ona ön yargılı olduğumuzu ne hisseder? Açık yüreklikle söyleyebilirim ki ben hiç iyi hissetmem, biraz incinirim belki biraz üzülürüm. İşte tam burada empati devreye giriyor aslında benim için. Hemen diyorum ki ön yargılı davranmamalıyım belki beğenmediğim yönlerinin yanında bir çok güzel yönü de vardır. Belki beni daha iyi bir insan bile yapabilir diye düşürüm hep. Benim için bu olayın canlı örneği ise şuan dostum dediğim insandır. Onu ilk gördüğümde çok büyük bir önyargı oluşmuştu bende. Onun çok burnu havada bir insan olabileceğini düşünmüştüm. Ama gelin görün ki onu tanımaya başladıktan sonra bütün önyargım kalktı ortadan. Şimdi kesinlikle diyebilirim ki onun varlığı beni çok daha iyi bir insan yapıyor. İşte bu olay, karşıdaki insanın bir çok güzelliğini görmemi sağlar çoğu zaman. Aslına bakarsanız biraz da toplumumuzun hatası insanlara karşı ön yargılı olmak ya da güzellik derecelerine göre değerlendirmek onları. Keşke herkesi sadece insan oldukları için sevebilsek, önyargılarımızdan arınabilsek belki o zaman kimse zorlamaz kendini daha güzel olmak için ya da daha güzel konuşmak için. Kimse numara yapmaz belki de daha çok öne çıkmak için. Çünkü bilirler ki onları sadece kendileri oldukları yani bir insan oldukları için seveceklerini. O zaman belki de herkese güzel deriz çünkü herkesin vardır güzel bir tarafı. Belki bir gülüş, belki bir bakış, belki de birsöz. Sorsak mesela bir insana güzellik nedir diye? Belki bugün mavi gözler der, peki yarın aynı şeyleri söyleyebilir mi? Ben hiç sanmıyorum. Benim için güzellik sürekli değişen bir kavramdır. Benim için güzellik, güzel bir gülüştü dün ama şimdi bugün karşılaştığım o tatlı amca sayesinde tatlı bir çift söz oldu bir anda. Belki de yarın çok farklı bir özellik olacak. Bu insan doğasında olan bir özelliktir. Bir fikrin çok çabuk değişmesi sadece insanlara özgüdür. Bu bile bir güzellik değil midir aslında? Düşünsenize bir sürü şeyi sevebiliriz bir sürü şeyden hoşlanabiliriz belkide. Ve bu sadece bizim düşüncemiz olur başka kimse karışamaz. Bu satırları yazarken bir kez daha düşündüm güzellik nedir diye? Ama kesin bir yargıya varamadım yine. Çünkü bence güzellik herkese göre değişebilen, çok farklı algılanabilen bir kavramdır. Halil Cibran'ın çok güzel bir sözü var beni bu konu hakkında düşünmeye iten; "Çirkinlik diye bir şey varsa o da, gözlerindeki önyargılı ölçeklerdir". Bu güzel cümleden yola çıkarak diyorum ki güzellik kavramı belirli kalıplara sokulmamalıdır, güzellik herkestir, herkese göredir, kendine özgüdür yeter ki karşımızdaki insanı öryargısız değerlendirebilme cesaretini gösterebilelim. Önyargılarımızdan kurtulabilirsek eğer bir gün, inanıyorum ki bir güzel söz yetecek ondan sonra.
14
ROXANE OLMAK ZOR “Ne yapmak gerek peki?” (Rostand) Tüm benliğinle dünyada yer edinebilmek mi yoksa gururunun derinliklerine sinip kendini gizlemek mi? Cyrano gibi bir aşık olmanın, aşkı için kendi duygularını hiçe saymanın anlamını kavramak güçtür. Peki ya aşk, Cyrano’nun kendini hiçe saydığı kadar yüce bir duygu mudur? Çirkin bir burnun bütün güzel duygulara mani olabileceğine inanmak güçtür. Koca bir kalbin yanında küçük bir kusurun yaşanabilecek tüm güzel anlara engel olması, gerçekler gün yüzüne çıktığında ise artık her şey için çok geç olması… Büyük bir ikilemin kapısını açar Cyrano. Güzellikle aklın sonsuz çatışması, kazananın belli olmadığı o zorlu yarış… Kendi duygularımızın başka bir bedende yaşaması, bize ait olan kelimelerin başka birinin dilinde hayat bulması ve gerçek sandığımız hislerin avuçlarımızın içinden kayıp gitmesi sevginin yüceliğini perde arkasında bırakır. Yaşanacak tüm güzel anlar ertelenir farkında olmadan. Bazen yetersiz kalan bazen ise her duyguya, düşünceye tercüman olan sözcükler bir kalbi çarptırabilecek kadar güçlüdür. Acı olan ise gerçek olan sözcüklerin görünüşün altında gizli kalmasıdır. Güzellik kimin nasıl gördüğüyle ilgilidir. Asıl mesele nasıl bakacağını bilmemektir. Sözcükler olmadan güzelliğin anlamsız olduğu anlar vardır ve bu anları yaşamak isteyen cesur insanların, çetin duygular karşısında zaaflarından utandığı zorlu zamanlar... Kelimeler ise en güzel aynadır bakmayı bilen için. Hepimiz farklı senaryoların başkahramanlarıyız. Özel kelimelerimiz, kurmaya çalıştığımız güzel cümlelerimiz var aslında. Kimimiz kaybeden, kimimiz defalarca düşen, kimimiz seven ama sevilmeyen ya da sevmeyi bilmeyen... Bazıları korkak, bazıları ise sesini duyurmak için sonsuza kadar bağıracak... Kendi çirkinliğimizin arkasına saklanmak ne kadar doğru? Belki dünyada ki tüm kötülüklerden daha güzeldir yüzümüz. Başka bir mevsimdir, başka bir iklimdir ve aslında her insan yeni bir renktir. Baktığımız yüzle duyduğumuz sesin bir olmaması korkutur elbet. Zordur gerçek sevginin kaynağının hangisi olduğunu anlamak. Sevginin yüceliği karşısında şapka çıkarır tüm duygular. Bilse sevgili gerçeğin yüzde değil gönülde olduğunu, aşk acı çekmekten öte yaşanılması gereken bir duygu olur çıkar karşımıza. Roxane bile yazılan mektuplara, Cyrano’nun kelimelerine aşık olmuştur fark etmeden. Söylenen sözler olmadan, duygular dile getirilmeden anlamsızdır tüm sevgiler. Yüzyıllardır çoğu aşığın en büyük dostudur edebiyat belki de, ya da dünyada var olmanın, gerçekten insan olmanın temelidir. Yeni notalarla kendi şarkını yazmak ve kulak vermektir müziğin ritmine. Notalarda dans etmeye çağrıdır kim bilir belki de. Roxane olmak zor, Roxane gibi sevilmek de zor. Ama kim ister kayıp duygularla yaşamayı, sevdiğin insanı son nefesinde tanımayı? Kaybetmeyi göze alamağımız duygulara sahip çıkamayacak kadar korkak olmak, sesini duyurmak için çabalamak ama her şeye rağmen susmak... Herkes hayatında bir kez teslim olmak , karşılıksız sevildiğini bilmek ister. Sonsuz güven duygusunun içinde kaybolup, kim olduğunu nerede olduğunu unutmak ve kalbinin sesini dinlemek ister belki de sadece. Ya da kimsenin beğenmediği yüzü beğenecek birini arar insan. Herkesin görmediğini gören ve duygularını hakeden birini... Cyrano’nun kötü saatleri vardır. Kendini çirkin hissettiği kötü saatler... Aşkını içinde yaşar ve bilse bile gerçekte Roxane’nın kalbinin kendisine ait olduğunu, koca burnunun, gururunun arkasında saklı kalır yaşanmamış tüm güzel anlar. “ Varsın küçücük olsun fütuhatın, fakat bil, Onu fetheden sensin, yoksa başkası değil.” (Rostand) Sonsuzluk duygular için yetersiz bir kavram. Beden ayrılsa bile ruhtan, yaşamaya devam eder tüm güzel duygular. Başı boş gezen ruhlar, sahip çıkar yarım kalan sevgilere. Geride kalan en büyük tesellidir bu sevmeyi bilene. Ama yine de Roxane olmak zor, Cyrano’yu bulmak zor... Herkesin içinde var aslında bir Cyrano. Kiminin burnunda kiminin açılmayan gözlerinde kiminse duymayan kulaklarında, tutmayan bacaklarında. Çünkü var herkesin bir zaafı kimsenin görmesini istemediği, ömrünün sonuna kadar gizlemeye yemin ettiği. “Varsın boyun olmasın bir söğüt kadar. Bulutlara çıkmazsa yaprakların ne zarar?” (Rostand) Herkesin hayatında var aslında bir Roxane. Sonuna kadar bağlandığı, yarım kaldığı, yarım bıraktığı... İşte bu yüzden Roxane olmak zor, Roxane gibi sevilmek zor. Kaynakça: Cyrano De Bergerac. Edmond Rostand. Yön. Işıl Kasapoğlu. Çev. Sabri Esat Siyavuşgil. Cüneyt Gökçer Sahnesi. Ankara. “Cyrano De Bergerac (1950)” replikler.net y.y. 8 Haz. 2011. Web. http://www.devtiyatro.gov.tr Irmak KOCABAY 21602475
15
Hiç Değişmeyen Toplum Günün bütün yorgunluğunu atıp sakin ve romantizm barındıran bir film izleyeceğinizi düşünürken, aksine birden içine girdiğiniz diyaloglarla kendinizi toplumsal eleştiriler içinde bulduğunuz bir başyapıt Gün Doğmadan. “Buradan 300 kilometre ötede insanların ölmesi, kimsenin bu konuda ne yapacağını bilmemesi ya da bu konuyu umursamaması beni deli ediyor.” Celine’in tramvayda Bosna Savaşı’na atfen kullandığı bu sözler, 1995 yılından bu yana toplumda aslında hiçbir şeyin değişmemiş olduğu gerçeğiyle yüzleştiriyor bizi. Kendisine ait olmayan sorunlara karşı kayıtsız kalan, üzerinde çokça düşünülmesi gereken bir hayatı sorgulamadan yaşayan bireyler… Şimdi belki 300 değil ama 1000 kilometre uzaklıkta tansiyonu düşmek bilmeyen bir coğrafyanın ortasında acımasız bir savaş devam ediyor. Günışığı görmemiş, özgürce ve doyasıya koşamamış çocukları olan bir coğrafya. Onlar kendilerine sığınacak bir yer, bir yurt ararken; biz sımsıcak evlerimizde, ailecek yediğimiz akşam yemeklerinde onlara sadece televizyon karşısında acımakla yetiniyoruz. Belki gerçekten ne yapacağımızı bilmiyoruz ya da gerçekten umursamak istemiyoruz. Ne yazık ki 21. yüzyılın insanları olarak insanlıkta gelebildiğimiz nokta buradan fazlası olamıyor. Sonra savaşın 21. yüzyılda aldığı başka bir şekline kendi sokaklarımızda şahit oluyoruz. Olmadığı söylenen bir savaşın figüranları olarak harcanıyoruz. Çünkü bugün şehirlerin göbeklerinde, hava limanlarında, otobüs duraklarında; içinde bombalar patlatılan bir yılın sonbaharındayız. Her bir sabahına yeni ölüm haberleriyle uyandıkça tepkisiz kalmaya başladığımız; ölümün istatistiksel bir öge haline geldiği zamanların. Ardı ardına patlayan bu bombaların aslında, masum insan bedenlerinden çok insani değerlerimizi paramparça ettiği bir kaos ortamındayız. Buna karşın ne bir mücadele ne bir başkaldırı söz konusu hayatlarımızda. Mücadele edemiyoruz. Mücadeleyi kime karşı yapacağımızı bilmiyoruz. Çünkü kimin iyi kimin kötü neyin doğru neyin yanlış olduğunu sorgulamaktan aciziz. Medyanın bize dayattıklarını kabullenmekle yetiniyoruz. Kendi doğrularımızı seçemediğimiz sürece kazanamayacağımız bir savaşın piyonları olmaktan fazlası olamıyoruz. Toplumda derin yaralar açan, bizi gün geçtikçe daha da ayıran sorunları görmezden geliyoruz. Farklı seslere tahammül edemiyoruz. Farklı bir ses olmuyoruz, olamıyoruz. Kalıplara sığınıyor ve kendi fikirlerimizi değil söylemeyi düşünmekten bile çekiniyoruz. Ve bu da bizi iyiden iyiye sıradanlaştırıyor, "aynılaştırıyor". “Babam hayalperest tutkularımı sürekli olarak paraya odaklı mesleklere dönüştürüyordu.” Celine’in bu isyanı bize hiç de uzak değil. Bize büyüyünce ne olacağımız sorulduğunda hep bir meslek adı söyleme zorunluluğu hissettik. Bu mesleklerde kimimiz doktor kimimiz öğretmendik. Sonra bu meslekler daha çok para kazananlarla değişti mimar, mühendis, avukat oldu belki. Ancak doğru cevap asla verilmedi: Mutlu olmak. Herkesin asıl istediği mutlu olmakken neden cevabı başka yerlerde arama ihtiyacı hissettik? Hayallerimizi yaşamak mutlu olmaya yettiği sürece neden daha fazla para kazanmayı bir kriter haline getirdik? “İnsanlar sürekli teknolojik aletlerin ne kadar harika olduğundan, bize daha fazla zaman kazandırdığından falan bahsediyor. Kazanılan zamanı kullanamadıktan sonra ne önemi var ki… Mesela ben kimsenin “bilgisayar işlemcim bana zaman kazandırdı şimdi bir zen manastırına gidip biraz takılacağım.” dediğini duymadım.” Jesse’nin teknolojiye karşı tutunduğu bu tavır 90’lardan kalma olsa da günümüze çok daha net uyarlanabilir. Akıllı telefon çağının ulaştığı son noktada, elimizden düşmeyen bu aletler; hayatımızın bir parçası olmaktan çok hayatımızın ana yaşam maddesi olmaya başlıyor. Telefonu yanında olmadan nefes dahi alamayacağını söyleyen gençlerin bulunduğu bir dönemde daha da içimize kapanıyoruz. Tüm samimiyetimizden ödün verip daha mükemmeliyetçi olma yolunda narsistleşiyoruz. Sosyal medya hesaplarının bizi nasıl yönettiğine şahit oluyoruz. Böylelikle akıllı telefonlarımız bizden daha akıllı olmaya devam ediyor. İşte böyle karamsar bir toplum eleştirisi, tarihi Viyana sokaklarının görkemli ev sahipliğiyle eşsiz bir fikir şölenine dönüşüyor. Filmin beklenenin aksine romantizmi bir amaç değil araç olarak kullandığını açıkça gözlemlerken gün hiç doğmasın ve keyifli sohbet hiç bitmesin istiyorsunuz. Güneş tüm kızıl ve turuncu tonlarını yansıtırken şehrin üstüne, saatler önce birbirine tamamen yabancı olan iki kişinin duygusal vedasının bir parçası da siz oluyorsunuz; Yüzünüzde saf ve umut dolu bir gülümsemeyle. Kaynak Linklater, Richard. Gün Doğmadan. 1995. Columbia Pictures. DVD. Sena Özyapı
16
Ecem Başak Albayrak, 1 CEVABINIZI ESİRGEMEK İSTEMEYECEĞİNİZ O AN Küçümsemekten utanacağım hayal gücünüzle kendinize bir oda yaratın. Kocaman olsun. O kadar kocaman olsun ki duvarları süsleyeceğiniz her bir eser hayal gücünüze daha da tapınmanızı sağlasın. Her bir eserinizi nefesini tutarak gözlemleyin. Hissediyor musunuz? O heyecanı, duygu birikimini, dolup taşmışlığı hissedebiliyor musunuz? 13 Şubat 2016 sabahında ben çok iyi hissettim. Nasıl mı? Yılda bir kez, Ankara ATO Congresium’da gerçekleşen 2. ARTANKARA – Çağdaş Sanat Fuarı bu güzel hisleri kalbime serdi. Sanatı, insanlığın müthiş büyüsüne kapılmış olan insanları ağırlayan bu fuar, birçok sanatçıya da ev sahipliği yaptı. Aynı zamanda hem sanatçının hem de ziyaretçilerin bire bir tanışmalarını sağladı. Ziyaretçiler adeta sanat eserleri karşında kendilerindeki yeni benliklerini keşfettiler. Fuarın ambiyansı bir şölen edasında idi. Dünyanın birçok yerinden gelen sanatçılar, sanat eserlerindeki kültür çeşitliliğini de bir o kadar artırıyor. Ele alınmayan konu neredeyse yoktu. İnsanların kendilerini her türlü dünyada bulabilecekleri bir sergiydi. İnsanlığın acı gerçeklerinden tutun da renkli hayal dünyalarını gözümüze çarpıtan her türlü eser mevcuttu. “İsimsiz”, Raşit Altun. ARTAnkara Çağdaş Sanat Fuarı, 13.03.2016 tarihinde benim tarafımdan çekilmiştir. Ecem Başak Albayrak, 2 Raşit Altun’a ait olan bu sanat eseri fuarda bulunduğum süre içerisinde ilk gözüme çarpan tablo oldu. Renk bütünlüğünün birbiriyle karışımı beni bambaşka bir dünyaya götürdü. İlk bakışta gözümüze çarpan renkli, su balonu görünümlü cisim bana renkli bir maceraya giriş kapılarını açtı gibi hissettim. Tabloyu daha da yakından incelediğim zaman baloncuğun etrafında duran gölgemsi çizgilerin aslında insanlar olduğunu gördüğüm anda geçirdiğim şok inanılmazdı. Sanat eserine olan hayranlığım bir basamak daha arttı; çünkü sanat eserinin değerini anlamak adına kendisini daha yakından incelemek gerektiğini bana bu eser öğretti. Bu sayede hem çoklu görüş açısınınn büyüsüne kapıldım hem de eserin bana anlattığı hikayeyi benimsedim; çünkü kendisi tam olarak arzuladığım hayatı temsil ediyor: Herkesin kendi renklerine doyamayacağı zevkli bir dünya. İnsanların böylesine bir dünya kurmasına yardım etmek için elimden geleni yapardım. Aynı Raşit Altun’un işe bu sanat eserini yapıp insanlara buluşturarak başlaması gibi. Sanat eserine baktıkça içimdeki coşku giderek artıyor. Umarım sizler de benimle aynı hisleri paylaşıyorsunuzdur. “İsimsiz”, Adil Kerem Sarıkaya ARTAnkara Çağdaş Sanat Fuarı, 13.03.2016 tarihinde benim tarafımdan çekilmiştir. Hacettepe Üniversitesi Seramik Bölümü öğrencisi Adil Kerem Sarıkaya’nın bu üç sanat eseri fuarın son kısımlarında yerlerini almışlardı. Bu sanat eserleri ile karşılaştığım anda nefesim kesildi. İnsanlığın çok farklı bir tarafıyla karşılaşmışım gibi hissettim. Bir kurtuluş Ecem Başak Albayrak, 3 mücadelesine ait üç yüz ile karşılaşmıştım. Arzuladığım renkli dünyanın geçiş sürecini acıyla fark ettim. Bir anda gerçek dünyanın ne kadar çirkinleşmiş yüzlerinin hayatlarımızı ellerinde tuttuklarını hatırladım. En önde duran heykel bana toplumun umutlarını kara bir örtüyle kaplayan diktatörleri hatırlattı. Gerek heykelin rengi gerek ise heykelin insanlara karşı bakışı, duruşu ve konumu bu hissiyatımı destekledi. Arkada duran iki heykel ise acılar içerisinde kendi benliklerini bulmaya çalışan iki insanı hatırlattı. Sanki maskeler onları öylesine kaplamış ki kendi benliklerini bulmaları için gölgelerini bir kenara bırakmaları gerekiyor. Sanırım bu toplumumuzun tam olarak ihtiyacı olan şey: kendi benliklerini bulmak. Bu heykeller kalbimin kabuk bağlayan yaralarını sızlatıyor. Bir yandan da kendi çabalarımı hatırlıyorum ve iyiliğimi bulmak adına bir umut kaplıyor içimi; çünkü biliyorum ki ben de böylesine bir süreçten geçmiştim. Toplumun da böyle bir süreçten geçmesi gerektiğine inanıyorum. Ancak bu şekilde daha iyi bir dünyaya sahip olacağımızı düşünüyorum. Bu sergide gördüğüm her eseri size açıklamak isterdim ama bazı anlar sözlere yetemeyecek kadar sihirliydi. Yazıya dökmeye çalıştığım an o fuardaki sanat eserlerinin bana verdiği hislere yazı başında da kapılırdım ve orada yapmak istediğim ama yapamadığım şeyi hatırlardım: cevap vermek. Doğru okudunuz. Orada ruhumu doldurup taşıran bütün sanat eserlerine bütün içtenliğimle cevap vermek isterdim. Hayal gücüme güç katan bu eserleri selamlamak isterdim; çünkü sihirle kaplanmış bütün beyaz duvarları ancak böylesine bir eylemle onurlandırabilirim gibi hissediyorum. Umarım bir dahaki fuar geldiğinde bu isteğimi gerçekleştirebilirim. Eğer siz de kendinize ve insanlara cevap verme hakkınızı kullanmak isterseniz, bu sergiye gitmenizi şiddetle tavsiye ederim. Bu terapiyle kendinizi baş başa bırakın ve insanlığınıza bir adım daha yaklaşın.
17
Şerbetçi 1 Ömer Gökalp Şerbetçi 21502438 Başak Berna Cordan TURK 102/05 BUZUN ÜZERİNDE BİR DELİ İnsan yaratılışı itibariyle içinde mucizeler barındırarak dünyaya gelir. Milyonlarca farklı özelliğin sayısı milyarları bulan farklı dizilişinden birinin tek sahibi olarak var olmaya başlamak insanın hayatta gerçekleştireceği mucizelerin habercisidir. Bu mucizeler, insan hayatını yaşanılabilir kılan ve dünyanın ayaklarımızın altında döndüğünü bize hissettiren olaylar silsilesidir. Mucizeyi ise Hz. Musa’ya saygısızlık etmemek için denizi ortadan ikiye ayırmak olarak değil de bir et parçasının gerçekleştirdiği eylemler bütünü olarak nitelendirmek istiyorum. İlk nefes alışımız bir anne için mucize, bir baba için oğlunun kendi tuttuğu takımı desteklemeye başlaması bir mucize, bir öğretmen için öğrencilerinin okumayı öğrenmesi bir mucize. Sıradan eylemler gibi olsalar da bu fiillerin başlangıç kıvılcımı o kadar çarpıcıdır ki mucize ismini de bundan dolayı benden alırlar. Ancak bu çarpıcılık hayatımızın bir evresinde o kadar yoğunlaşıyor ki belki de kilometrekarelerce kara parçasından oluşan koca dünyamızın her noktasında bir kesimin öncelik görmesine sebep oluyor. Bu evre çocukluk olarak adlandırılır; pespembe, kapkaranlık, mutlu veya hüzünlü olarak nitelendirilebilir. Ancak çocukluğun ve çocukluktan çıkış zamanının milyarlarca insanın yaşamının en önemli -en mutlu değil- parçası olmasının sebebi, sahip olduğu mucizeleri hızlıca harcamasıdır. Yani hayatımızdaki her kilidin anahtarının basıldığı bir zaman dilimi oluşudur çocukluğu önemli kılan. Çocukluk dönemini yazının geri kalanında delilik dönemi olarak adlandırmak istiyorum. Ne de olsa çocukken yaptıklarımız birer delilik ürünüdür yetişkinler dünyasında. Şerbetçi 2 Sanki kendileri hiç deli olmamış gibi, sanki nefes alarak geçirdiği her 24 saatin birkaç saniyesinde o günleri, deliliği özlemiyormuş gibi davranmaları ilginç bir davranıştı. En ilginci buydu işte hepimiz çocuktuk neden yetişkinliğe geçiyorduk ki? Çocukluğumuzun son mucizesi miydi bu? Delilik olarak adlandırmamın sebebi, gerçekten de yaptığımız şeylerin pek azının farkında olmamız veya farkında olsak dahi farkında olmayan biri gibi yargılanıyor oluşumuz. Bu bilinçsizlik halinin kontrolü, soyadımızı aldığımız babamız ve kemiklerimizin derinliklerine sevgisini sütle aşılayan annemiz tarafından sağlanıyor. Bu kontrol edilme ve içimizdeki kontrolsüzlük isteği tıpkı buz tutmuş bir göl gibi. Anne ve babamız tarafından gölün üzeri buzla kapatılmış ve bazı kısımları onlar tarafından delinmiş. Buzun altındaki yaşam, saç telimizden parmak izimize kadar kodlanmış benliğimizden balıklar içermekte. Şanslı, diye tabir ettiğimiz çocuklar, ebeveynlerinin çocuklarıyla oynadığı Rus ruletinden sağ çıkanlardı. Peki, merminin çocukluğunu yani bütün yaşamını götürdüğü çocuklar ne yapmalıydı? Buzları kırmak çok temel bir içgüdü haline geliyordu onlar için. Tekrar karşımıza çıkıyor işte, tabiri caizse bindiği dalı kesen, sıcak ayaklarını ölüm soğukluğundan ayıran buzları kırmaya çalışan bir deli. Buzları kırmaya başladığımız yaşlar, genellikle ergenlik çağıyla başlıyor ve çocukluğumuzun bitişini simgeliyor bu çağ. Korkunç bir bilinçlilik hali sarıyor vücudumuzun her bir noktasını. Gölün her yerinde çatlaklar, her yerde kanlı yumruk izleri... İnsanı çıldırtan kararlar silsilesi. Çocukken yapılmış, içimize işlenmiş her şey bu kalın buz tabakasında. Altında neler olup bittiğini öğrenememek delirtiyor bizleri. Her şey o kadar pusludur ki o anlarda hiçbir şey net değildir ve en tehlikeli göz hastalığıdır bu yanılsamalar. Şerbetçi 3 Nefes alan, yürüyen, yemek yiyen tonlarca fiziksel mucizelere imza atmış bu et yığını yıllarca nasıl kontrolsüz olduğunun, nasıl da başkaları tarafından resmedildiğinin farkına varması o kadar acı vericidir ki… Çocukluk bu yüzden günümüz İstanbul’unda kaybolmak gibi: Tehlikeli, etkileyici ve acımasız. Boğaziçi’nin büyüsünün yerini milyonların ayak seslerinin korkutucu senfonisine bırakışı tıpkı okuduğumuz romanın peri masalıyla başlayıp bunun ardından gelen bir Stephen King hikayesi ile bitişi gibi. Delilik gerçekten de tehlikeliymiş, gerçekten de bu deliliğin tedavi edilmesi gerekirmiş düşüncesine kapılıyor insan. Yetişkinliğe geçiş oluyor bu tedavi süreci. Bu tedavi düşüncesi bizden; kontrolümüzü sağlayan fikirlerin, kimselerin peşinden gitmeye devam etmemizi istiyor. Bu devamlılık çoğu zaman bize yüklenen ideolojiler, meslekler oluyor. Çoğunluğun tersine, bunlar gerçekten de bizim sahibi olduğumuz eşsiz genetik kodumuzla bir yapboz parçası gibi birleşiyor. Çoğunluksa malum halde yüzmeye çalışıyor boğulacağını bile bile. Buzu kıracak mısın, bir sonraki kışı mı bekleyeceksin, gölü donduranın kendi benliğimiz olduğuna mı inanacaksın yoksa delik deşik olmuş buz parçasının üzerinde yürümeye devam mı edeceksin ve bu yolculuk seni suya mı düşürecek yoksa hayalini kurduğumuz portakal çiçeklerinin içine mi götürecek? Bu sorular, sorgulamalar ve birtakım cevaplar Les Quatre Cents Coups(400 Darbe) filminde 12 yaşındaki Antoine tarafından önce perdeye ardından zihnimin unutulmayacaklar kısmına yansıtılıyor. Tam anlamıyla çocuk diyebileceğimiz Antoine, o yaşta o bilinçsizlik halinden kaçmaya çalışması, kendini ailesinden ve onu oluşturduğuna inandığımız çevresinden kopma çabası… Filmin son Şerbetçi 4 sahnesinde Antoine babası tarafından bırakıldığı ıslahevinden kaçar ve koşar, sadece koşar Antoine. Öyle bir koşuştur ki bu neye ulaşacağını bilmeden, nerenin son durak olduğunu kestirmeden yapılmış bir acil çıkıştır. Ama Antoine filmin ve koşusunun sonunda bana öyle bir bakış atmıştır ki bir çocuğun mucizelerinin bitişini, buz gölünün tam ortasında yapayalnız kalışını ve içinde bulunduğu dünyadan daha da soğuk bir hiçlik suyunun içine düşüşünü haykırır bu bakış. Çocukluk ve çocuklar neşe, mutluluk, kıvanç, gurur kaynağı olarak bilindiler ama hepimiz unuttuk o bakışları attığımız zamanı; hiçliği, endişeyi, küçüklüğü, dünyanın büyüklüğünü, suyun soğukluğunu…
18
KİMİN İÇİN? Bütün hızıyla zaman, bütün büyüklüğüyle dünya, bütün hırslarımızla biz insanlar hayat karşısında oldukça duyarsız yaşamaya devam ediyor, kendi ‘ben’ imiz için çırpınıyor duruyoruz. Hayatta insana değer katan her ne varsa yarınımız uğruna heybemize atıyor, özümsemek yerine sadece bilmeyi tercih ediyoruz. Ancak aslında hayatın ne kadar yaşamaya değer, bencilce harcanmayacak kadar kısa, tek başına yaşanmayacak kadar küçük olduğunu unutuyoruz. İşte bütün bunları hatırlatan küçük bir odanın, küçük kalplerin ve kaybettikten sonra değeri anlaşılan küçük hayatlarımızın filmi “Room” adeta akıntıya kapılmış bizlere sadece durup nelere sahip olduğumuzu hatırlatan, benliklerimizi sorgulatan türden. Aynı zamanda sadece kendi bireysel ihtiyaç ve arzuları için yaşamak isteyen, bu bencil söylemleri oldukça sıklıkla ve ruhsuzca, bilinçaltına kazındığı üzere, dillendiren biz yeni nesle derin mesajlar da içeriyor. İşte bütün bunlar ruhlar üzerinde derin soru işaretleri bırakıyor: Ne için yaşıyor, nereye gidiyorum? Dünya tek kişilik ve sadece kendim için yaşamaya değer mi? Öldükten sonra bu dünya için bir anlam ifade etmeyecek ve hiç yaşamamış gibi olacaksam niye bugün buradayım? İnsanın kafasını kurcalayan adeta bir kurtmuşçasına düşüncelerine dolandıktan sonra onu içten içe tüketen bu sorular ancak varlığımızı, benliğimizi, isimlerimizi iyiye ve değerli hayatlara ittikçe yani bizler için adeta bir tetikleyici oldukça anlamlıdır. Aksi takdirde akıp duran hayatla birlikte tükenmek, hiç yaşamamışçasına ölmek kaçınılmaz sonumuz olacaktır. Bir annenin evladı uğruna ayakta kalması, evladını yaşatmak uğruna kendinden vazgeçmesi veya evladı uğruna yine evladından vazgeçmesi… Akıllarımızı dumura uğratmakla kalmayıp ruhlarımızı sıkıp bunaltan bu ikilemlerle yüz yüze geliyoruz ilerleyen sahnelerde ve kendimize şunu sormaktan alıkoyamıyoruz: Ben olsam ne yapardım? Sanki sadece bu durumda düşünmemiz gerekirmişçesine, sadece bu durumda değerlerimizi gözden geçirip, yaşama ihtimalimizin olmaması rahatlığıyla, en vicdanlı cevabı veriyoruz. Oysa her gün karşılaşmıyor muyuz bu iç burkan ikilemlerle? Patlayan bombalara ah vah ederek sadece vakit ve vicdan öldürmek mi, vaktimizi aksiyona döküp daha iyi bir dünya için vicdan muhasebesi yapmak mı? Bir şeyler öğrenirken, bir şeyler kazanırken sadece kendimizi düşünmemiz, insanlık veya indirgemek gerekirse toplumumuz adına hiçbir şey yapmamamız; bebeğini zulüm görmesine rağmen yanında tutup ondan yine onun için vazgeçemeyen bir annenin yaptığından farksızdır. Anne evladını nasıl yaşatmayı tercih edememişse bizler de insanlığı, bize ait olan toplumu yaşatmayı tercih edememiş olur, kendi benliklerimizle tükenip yok olmaya mahkûm olur ve çevremizi de buna mahkûm ederiz. Hayat akıp giderken küçük bir odanın ‘tepe penceresinden’ baktığımızda bu acelenin, koşuşturmanın, her şeyle tek başımıza mücadele etmeye çalışmanın ve bunu başarı olarak adlandırmanın ne kadar anlamsız olduğunu tekrar anlıyoruz. Kendimiz uğruna harcadığımız yılların başkaları için anlamı en fazla birkaç saat gözyaşı… Ancak başkaları için döktüğümüz en ufak gözyaşı damlası onlar için bir ömür, onlardan sonrakiler için bir umut kırıntısı olabilir böylelikle insan gözünde sınırlı olan hayat ruhlarda yeşerir ve sonsuzluğa kavuşur. İşte bütün bunlar bize açıkça gösteriyor ki, bizleri ve ruhlarımızı iyileştiren şey paylaşmaktır. Bilindiği üzere iyiye dair her şeyi paylaşmak güzellikleri arttırır; ruhumuzu bunaltan ne varsa yine paylaşmak içimizdeki güzellikleri arttırdığı gibi çevremizin kirlenmesine de engel olur. Unutmamalıyız ki, insan sosyal ve etkilenen bir varlıktır. Çevre ve olaylar insanların üzerine, insanlar da çevre ve olaylar üzerine tesir eder. Bu yüzden akmakta olan kum taneciklerini kendimize saklamanın bir fayda vermeyeceği açıktır. Ancak onları adeta bir tohummuşçasına yeryüzüne saçmak, yeşermeleri adına bir umut olmak ve hatta gölgelik veren bir ağaç olmak için başkaları uğruna toprağın altına girmek bizleri, hayatlarımızı anlamlı ve unutulmaz yapacaktır. Ancak bu şekilde zaman mekan kavramlarını aşabilir ve ancak bu şekilde ömrümüzü değerli hale getirebiliriz.
19
Bir Leyla İle Mecnun Hikayesi Yoğun bir günün sonunda işten ya da okuldan çıkmışsınız boğucu akşam trafiğini atlattıktan sonra eve varabilmiş yemeğinizi yemiş günlük işlerinizi bitirebilmiş ve sonunda dinlenmeye vakit bulabilmişsiniz diyelim. Ne yapardınız ? Eminim ki çoğumuzun cevabı televizyon izlemek olacaktır. Yayın akışının büyük bir bölümünü kapsayan dizilerle karşılaşacağınız aşikar.Türk dizileri hakkında konuşmak gerekirse, benim gözümde tamamen insanları uyuşturmak ve sorgulamalarını engellemek için oluşturulup kurgulanan yayın kuşağıdır. “Zengin kız fakir oğlan, köylü Ege kızının yaşantısı, zengin fabrikatörün mutsuz ve şımarık çocukları” gibi basmakalıp ve sürekli tekrar eden temalara sahip bu dizilerin süresi en az 2-2.5 saat civarı. Sizce her hafta bu kadar uzun süreli bir yapım çekmek ne kadar sağlıklı ? Dizilerin sağlam temellere oturmamasının en büyük sebeplerinden biri uzun tutulan dizi süreleri. Senaristlerin her hafta yazması gereken bölüm süreleri yaratıcılıklarını zedeliyor ve yukarıda bahsettiğim basmakalıp temalara yönelmek zorunda kalıyorlar. Bu durumun oyuncuları ve dolayısıyla da yapımcıları etkilediğinden eminim. Bu olayların hepsi dizi kalitesini tamamen düşüren faktörler... Bu yazıda Türk dizilerinin ve yayın akışının yukarıda bahsettiğim gibi olan bazı temel problemlerin sebepleri nelerdir ve nasıl çözüm bulabiliriz sizlerle onu paylaşmak istiyorum. Dediğim gibi dizilerdeki temel sorunların başında dizilerin süresi bulunuyor. Kendi gözlemlerini dayanarak söyleyebilirim ki bu kadar uzun süreli diziler sadece Türkiye’de daha doğrusu bu çoğrafyada bulunuyor. Amerika’daki ya da Avrupa’daki dizileri ele alacak olursak sürelerinin ortalama 40-50 dakika olduğunu görüyoruz ve bu yapımlar dünya çapımdaki yapımlar özellikle ülkemizde de büyük bir kesime hitap ediyorlar. Aynı zamanda bu dizilerin elde ettiği gelirler bizim klişe dizilerimizden kat kat fazla. Peki çok değerli yapımcılarımız ve yönetmenlerimiz neden hala böyle yapımlar çekmekte ısrar ediyorlar? Benim düşünceme göre insanlarımızın bilinçlenmesini ve düşünmesini istemiyorlar. Çünkü dünya veya ülke gündemiyle alakalı bir konuda halkın bir fikrinin oluşmasını istiyorsanız 40-50 dakikalık dizide vereceğiniz bir mesaj hem diziye bir kalite katarken hem de amacı olan bir şeye dönüştürülmüş oluyor. Ama bizim ülkemizde 2.5 saatlik bir diziyle halkı uyutmak daha kabul edilebilir olarak görünüyor. Yapımcılarımız izlemesi gereken yol reklam gelirleri ve halkı uyutmak yönündeki amaçlarından vazgeçip işlerine odaklanmasıdır bence. Her hafta bir film çekmekten vazgeçip acilen dizi çekmeye başlamalılar. Dizilerimiz hakkında bahsetmiş olduğum diğer bir sorun da konu ve içerik kalitesiydi. Genel olarak dizilerimizin konularına baktığımda görüyorum ki hep aynı temalar üzerinden gidiliyor. Yukarıda örnek verdiğim yabancı dizilerin konuları hem kendine has hem de çok ilgi çekici ve olağan dışı konular. Sorunu senaristlerimizde olduğunu kesinlikle düşünmüyorum çünkü yeteneklerini sorgulayacak seviyede olmadığımı biliyorum. Ama konu kalitesi bakımından bu kadar düşük dizilerin ortaya çıkmasına da bir yandan başka bir sebep bulamıyorum. Ülkemiz gayet orijinal bir ülke. Ülke gündemimize odaklanıp oradan ilginç hikayeler üretmek hem daha gerçekçi hem de daha kaliteli yapımlara olanak sunacaktır. Sadece yapımcıları, yönetmenleri ve senaristleri de suçlamak onlara haksızlık tabi ki. Halkımızın da televizyon karşısında oturup uyuşmayı ve tüm hayatını televizyona göre ayarlamayı kendine yakıştırması da göz ardı edilebilecek bir şey değil. Televizyonda saçma evlilik programları ya da sıkıcı dizilerdense bizi sorgulamaya ve yaratıcı olmaya sürükleyecek yayınlar aramak bu sorunların düzelmesinde büyük bir rol oynayacağına eminim. Televizyon sadece bir eğlence ve kafa dağıtma aracı değildir bunu bilinçlenmek ve duyarlılık yaratmak için kullanmak mutlaka parlak bir geleceğe yol açacaktır. Koyun gibi yaşamayı bırakmak başkalarından çok bizim elimizde Berkay Özşeker 21601679
20
Her Şeyden Önce Sen Her gün, her hafta, her ay hayatımıza yeni insanlar giriyor ya da çıkıyor. Arkadaşlar, sevgililer, dostlar… Peki, bu insanların hayatımıza etkisi cidden ne boyutta? Bir insan hayatımızı ne kadar değiştirebilir? Geçenlerde izlediğim “ Me Before You” adlı film bunu ciddi manada sorgulamama neden oldu. Her şeye sahipken bir kaza sonucu boynundan aşağısı felçli kalan bir insanın ötanazi kararını etkileyecek boyutta bir etkiden bahsediyorum. Bu durum, hayatımızdaki insanları aldığımız kararları denetleyen bir kontrol mekanizmasıymış gibi görmeme neden oldu. Cidden, aldığımız kararlar ya da yaptığımız seçimler onlar tarafından denetlenip ne yapıp ne yapmamamız gerektiği söylenmiyor muydu? Farkında mıydık bu durumun ya da ne kadar etkileniyorduk bu durumdan bilmiyorum. Ama ortada bana ilginç gelen bir durum vardı. Hayatımıza giren her insanla biz de değişiyorduk. Yaşam şeklimiz, dünyaya bakış açımız, alışkanlıklarımız nerdeyse aklınıza gelebilecek her şey değişiyordu bize dair. Bu bizim değişim arzumuzdan daha çok “Eğer değişmezsem onu kaybedeceğim” düşüncesinin kafamızın içinde sürekli at koşturmasından kaynaklanıyor bence. Etrafıma baktığımda birilerini kaybetmemek için değişen her şeye ayak uydurmaya çalışan ama bunun karşılığında kendi benliğini kaybetmeye başlayan insanlar görüyorum. İşin komik yanı ise sen onu kaybetmemek adına değişirken, kendinden tavizler verirken en sonunda duyacağın şey yüksek olasılık “Sen çok değiştin” olup yine kendinle baş başa kalacaksın. İşte bu noktada sorgulamaya başlayacaksın. Seni sen olmaktan uzaklaştıran insanın hayatındaki yerini, onu kaybetmemeye uğraşırken kendi benliğini kaybedip onun hayatını yaşadığını fark edeceksin. Hiç kimse başkasının hayatını yaşamaya gelmedi ki dünyaya… İnsan biri için ne kendini değiştirmeli ne de birini değişmeye zorlamalı. Her şey bittiğinde kendi hayatına döneceksen ne diye bu değişim çabası anlamıyorum. Ortak noktalarda buluşup beraber kararlar almaktansa kendini bu hengamenin arasında sürekli bir şeylere ayak uydururken bulmak mutlu edecek mi seni? Eğer edecekse durma devam et ama etmeyeceğini sen de biliyorsun. Hiçbir insan benliğini kaybetmekten mutlu olmaz çünkü. Seni sen yapan şeyleri bir başkası için değiştiremezsin. Bunlara toplumun kötü alışkanlık dediği şeyler bile dahil. İstediğin kadar biri için sigarayı bırak o gittiğinde geri başlayacaksın. Ne zaman ki aldığın kararları kendin için almaya başlayacaksın o zaman fark edeceksin biri için değişmenin aslında kendini kandırmaktan farksız olduğunu. Kendini kandırmaya devam ettiğin sürece olmadığın biri olarak yaşamaya devam edeceksin ve gün gelip dank ettiğinde “Ben ne yaptım?” ya da “Gerçek ben bu muyum?” dememek için kendine yalanlar söylemeyi bırak artık. Kim olduğunun, neler yaptığının, neleri sevip, neleri sevmediğinin farkına var. İnsanların karşına geçip “Bu sefer farklı, ben farklıyım, sen farklısın” demelerine aldanma. Farklı olmaya da çalışma kendin ol sadece. Bütün iyi ve kötü özelliklerinle kendin ol. Seni böyle kabul etmeyip seni değiştirmeye çalışacak insanları da hayatında tutma ve sen de onlarını değiştirmeye çalışma. Eğer uymuyorsanız birbirinize zorlamanın bir manası yok, sonuç olarak kimse kimsenin hayatında illa olmak zorunda diye bir kaide yok. Mesele karşındaki insanı zıtlıklarıyla kabullenebilmekte, onu olduğu gibi hayatında istemekte, değiştirmek için onu zorlamamakta. Böyle birini hiçbir zaman bulamadım ve asla da bulamayacağım diye de üzülme. Dünyada yedi milyar küsur insanız. Hadi bunun yarısıyla hemcins olsan geriye kaldı üç buçuk milyar insan. Elbet seni sen olduğun için isteyecek biri çıkacaktır. Çıkmadı mı? Yine üzülme bu sefer de eşsiz bir insan olmanın tadını çıkar. KAYNAK Moyes, Jojo. Me Before You. 2016. Metro-Goldwyn-Mayer. Film
21
Görkem TÜZEL 21602845 YETİNEBİLMEK Hep en yüksekte ben olmalıydım, en iyi ben olmalıydım. Olmadığımda ne mi olurdu? Çıldırır, delirirdim. Hayatla ilgili bütün motivasyonumu kaybederdim. Yorucu değil miydi? Çok yorucuydu. Hatta bazen yatağıma uzanıp hiçbir şey düşünemiyordum. Bir insan için düşünememekten daha kötü ne olabilirdi? Bu konudan ne zaman birilerine bahsetsem ailemi suçlar, bu hırsın sebebini onlar olarak görürlerdi. Oysa ailem beni ne okulda ne de katıldığım yarışma ve etkinliklerde hiçbir zaman hırslı biri olmaya itmemişti. Beni kimseyle karşılaştırmaz, çalışmaya zorlamaz, en iyi olmam konusunda hiçbir eğilim göstermezlerdi. Nasıl her insanın bir ham maddesi olursa benimki de buydu. Kimisi ağırbaşlı kimisi yaramazken ben doğam gereği hırslıydım. Başlarda beni başarıya götürenin hırsım olduğuna inanmıştım. Ortaokulda sınav başarısına göre sınıflar ayarlanırken beni ilk sınıfta olmayı hak etmeme rağmen ikinci sınıfa koymuşlardı. Köpürdüm ve koşarak bunlardan sorumlu öğretmenin yanına gidip sebebini sordum. Yedi yıl geçse de aradan söylediği cümleyi asla unutamadım: “ Seni ikinci sınıfa koyduk çünkü o zaman daha çok hırslanıp çalışacağını düşündük. ” . Sinirim geçmemişti hatta artmıştı çünkü öyle olduğunu ben de pekala biliyordum. Düşmek, geride olmak beni daha da çok çalışmaya itiyordu, öyle de oldu. Günde en az üç saat ders çalıştım ve bir sonraki sınavda okul birincisi oldum. Benzeri bir durum da lisedeyken hazırlık sınıfımda yaşandı. Bir arkadaşım İngilizcede beni geçince bütün hafta dışarı çıkmadan çalışıp tamamen onu geçmeye uğraştım. Cümlenin son kısmı çok önemli çünkü kendim için çalışmadım, onu geçmek için çalıştım. Hırsımın beni ileri taşıdığını fark ettiğim o yıllarda onu daha da benimsedim. Yeni bir ortamda, yeni insanlarla tanıştığımda kendimle ilgili anlatacağım ilk şey hırsım ve onun sayesinde elde ettiğim başarılarım olmuştu. Farkında değildim, bu hırs beni çok yanlış yerlere götürüyordu. Son duraktı: mükemmeliyeçilik. Dedim ya farkında değildim. Farkınaysa çok acı vardım. Yine hazırlık yılımda o zamanlar çok yakınım olan bir arkadaşımla bir grup çalışması sebebiyle tartıştım. Onu öyle sinirlendirdim ki sınıfı terk etti ve tam kapıdayken bana tek bir cümle söyledi: “Yeter bu mükemmeliyetçiliğin, herkes hata yapabilir. “ . Çok utandım. İnsan kendisiyle ilgili farkında olmadığı bir gerçeği başkasından duyunca o insandan uzaklaşır. Ben de hızla soğudum o arkadaşımdan ; ama günlerce aylarca düşündüm. Şimdi bile arada aklıma gelince içimi sıkar bu sözler. İçimdeki canavarla tanıştığım gün, o gün oldu. İnsanın hamurunu tamamen bozup baştan yapması ve o hamurun tekrar şekil alması, şeklin tutması mümkün müdür? Bunu bilmiyordum ama denedim, hala deniyorum. Bu yolda bana en önemli adımları arkadaşlarım ya da ailem attırmadı. Hiç beklemeyeceğim, kırk yıl düşünsem aklıma gelmeyecek bir insandı. Aklıma gelmezdi çünkü tanımıyordum bile. Lise ikiydim, bir proje sebebiyle tanıştım Hasan Ali Toptaş’la. Bir ay boyunca onun Gölgesizler romanını okuduk ve daha sonra kendisini ODTÜ’de ağırlayıp onunla kitap hakkında konuştuk. Hasan Ali Toptaş’la okul projesi dışında iki kez daha konuşma fırsatı yakaladım. Biri TED Ankara Koleji’ nin edebiyat sempozyumuydu. Birçok yazarla tanışmıştım ama Hasan Ali Toptaş farklıydı. Taşrada büyümüş, sonra kitaplarıyla taşranın dışına fışkırmış bir çocuktu o. Farklıydı benden. Ben olsam daha da enginlere koşmak için can atar daha iyisi için çabalardım. Küçükken kafasında çıkan bir yara sebebiyle onunla dalga geçilince içine kapanmış, uzaklaşmıştı somutluklardan. Ben olsam benimle dalga geçen çocukları yenebileceğim yollar arardım. Birkaç kitabı basılmamış reddedilmişti. Ben olsam en iyi olamadığımı düşünür ve pes ederdim, o etmemişti. Farklıydı benden, çok farklıydı. Hata yapmak, düşmek onun için olağandı. Birçok yazar gibi kendini kelimelerin efendisi, sayfaların hükümdarı olarak görmüyor aksine kendini kitabın altında ezmekten çekinmiyordu. Bu yüzden “Bir roman karşısında en perişan okur o romanın yazarıdır.”(Toptaş 222) diyordu. Oysa hükmetmek benlikti, yönlendirmek, istediğim yoldan gitmesini sağlamak. İpler benim elimde olmalıydı. Evet bana örnek olabilecek birçok insan vardı bu konuda. Düşmeyi, en iyi en güzel olmamayı kabullenebilen birçok insan vardı ama çok azı Hasan Ali Toptaş gibi bunu diliyle söylemeden belli edebiliyordu. “Kendimi herhangi bir yere ait hissetmiyorum.Ne bir şehre, ne bir ülkeye, ne de dünyaya.”(260) diyordu kitapta.Benim de asıl sorunum buydu. Tüm bu hırsın, çabanın, mükemmeliyetçiliğin sebebi ait olabilmek, ait hissedebilmekti. Başlarken Yalnızsın, Bitirdiğinde Daha da Yalnız isimli söyleşiler kitabını okurken bunun bir kez daha farkına vardım. Kitapta yer alan söyleşilerde anlattıklarını kendinden de dinlemiş olduğum için okurken onun sesiyle canlandı kafamda. Kendinden emin ama egoya gidecek kadar yüksek olmayan, zaman zaman titreyen sesini duydum kulaklarımda. Önsözde “ Yeryüzüne susmaya gelenler sınıfındanım diyen bir insanın, hakikaten, bu kadar konuşmaması gerekirdi.” (9) yazmıştı. Oysa onu üç kez kendi ağzından dinlemiş bir insan olarak ben, çok konuştuğunu düşünmüyordum. Ben çok konuşurdum asıl. Eğer o kendi öz ve sade anlatımını çok görüp bundan rahatsız oluyorsa benim başımı taşlara vurmam gerekirdi. Kendini anlatırken de büyüklükten , fazlalıktan kaçıyordu. Oysa ben kendimi enginlere sığdıramaz, taşırırdım. Hep en önlerde, başlarda olma arzum beni büyük yargılara yönlendirirdi. Sonradan anladım ki Toptaş’ın söyleşilerden birinde söylediği gibi “Yargılar iyi bile olsa, her zaman korkunç[tu]. ” (11). Bu bana Yunan septist Timon’un “epokhe” yani yargıyı askıya alma terimini anımsattı. Timon’a göre ataraxia yani en yüksek mutluluğa ulaşmanın yolu yargıyı askıya almaktır. Toptaş’la Timon arasında böyle bir bağ kurup ideolojileriyle benim için değerli olan bu iki insanı aklımın bir köşesine koydum. O günden itibaren her türlü büyük sözden, “En iyi benim.” demekten, “Yapamadım.” demekten ve en önemlisi “Yapamazsam bu benim için son olur.” demekten vazgeçtim. Beni yıkanın yapamamak değil, yapamadığım zaman her şeyin biteceği kararına varmakmış, onu anladım.Toptaş yine söyleşilerinden birinde “Ben, kendim olacağıma gölgem olmak isterdim.Hayatın içinde solgun solgun dolaşmak.Her herkese dokunmak hem de kimseye dokunmamak. Ağırlıksız olmak... Belki başka bir Hasan Ali vardır da ben onun gölgesiyimdir.” (27) diyor. Bu satırlardan sonra ben de kendimden biraz daha uzaklaşıp gölgeme yönelmeye karar verdim. Üstümdeki ağırlığı bunun kaldıracağından şüphem olmadı. Hayatın içinde bir koşuşturma, bir kazanma isteği olmadan “solgun solgun” dolaşmak, size nasıl anlatayım, çok rahatlatıcıydı. Sabah o gün nasıl ön plana çıkacağımı düşünmektense sabah beşte kalkıp güneş doğarken esen hafif rüzgarı hissetmeyi tercih ettim. Başlarken Yalnızsın, Bitirdiğinde Daha da Yalnız'daki satırları okudukça daha da farkına vardım, beni bu konuda etkileyen insan Hasan Ali Toptaş'tı. Toptaş bulutların üstünde olmaya meraklı değildi, sadece bulutların üstünü görse ona yeterdi. Ben de yetinmeyi öğrendim onunla. Kaynakça: Toptaş, H. A. (2014). Başlarken Yalnızsın, Bitirdiğinde Daha da Yalnız. İstanbul: İletişim
22
Korkut 1 Cemre Korkut 21202427 Kentsel Tasarım ve Peyzaj Mimarlığı TURK 102-1 Başak Berna Cordan 13.07.2015 İNSANA VERİLEN SAFÇA DEĞERİN GÜCÜ John Steinbeck’in, Amerika tarihindeki en büyük ve sıkıntılı göçünü ele alan kitabı Gazap Üzümleri’nde birçok ailenin yaşadığı dramı, Joad ailesi üzerinden anlatmıştır. Ailenin büyük oğlu Tom Joad, cezaevinden çıkıp ailesinin yanına döndüğünde California’ya gitmek için olan yolculuklarının telaşını görür ve ilk başta bu yolculuğa karşı çıkar. Ancak ailesi artık makineli tarıma geçilmesiyle çiftlikte insan gücüne ihtiyaç duyulmadığını ve bu nedenle yaşadıkları çiftlikte bulunamayacaklarını açıklayarak Tom’u ikna ederler. Yolculuk başında her aile gibi Joad ailesi de California’da daha iyi bir yaşama, hatta belki refah içinde olacak bir yerleşik yaşama sahip olma umuduna sahipti. Yolculuk ilerlediğinde karşılaştıkları sorunların yanı sıra sıcak ve dayanılmaz hava koşulları, büyük aile üyelerinin kaybı ve daha birçok sıkıntı bu umutlarını kırmaya başlamıştır. Büyük California göçünde çiftçilere sözü verilen yaşamın bedeli ilk başta göç edenlere sadece uzun bir yolculuk olarak gözükmüştü. Ancak yolculuk devam ettikçe yaz mevsiminin kavurucu özelliği, aileler genelde kalabalık olduğu için erzaklarının yetmemesi, aile büyüklerinin koşullara olan dayanıksızlıklarından dolayı vefat etmeleri, hamilelerin ve çocukların dayanma gücünün şartlar zorlaştıkça azalması ve bazı dış etkenler aslında California’da iyi bir yaşama sahip olmanın o kadar da kolay olmadığını göstermektedir. Yolda karşılaştıkları sıkıntılar ve yolculuğun birçok sebepten dolayı çekilmez hale gelmesinin sonucu olarak çoğu ailenin çatlamasına yol açan göçün sonunda sözü verilen yaşama ulaşılamaması da yaşanılan yolculuğun en can alıcı noktası olsa gerek. California’da umdukları imkanları bulamadıkları gibi, fabrikaların normalde çalıştıklarının iki katı işçi alması ve daha çok kar elde etmek için işçi aranıyor ilanları karşılaştıkları boşa çıkan vaatlerin sadece bir kısmını oluşturmaktadır. İşçilerin karın tokluğuna bu fabrikalarda çalışmayı kabul etmesi de göçte insanların nasıl bir sefalet çektiğini ve sonucunda ise ellerinde avuçlarında kalanları, zaten parçalanmış olan ailelerini daha da parçalanmaması için korumak uğruna kabul ettiklerini özetler niteliktedir. Korkut 2 Daha büyük bir açıdan değerlendirilecek olursa, Amerika’nın bu göçü kapitalizmin sonucu olarak emekçi insanların mutlu olamayacağı, emeğinin veya kitapta da ele alındığı gibi vaat edilenlere ulaşılamayacağı bir sistem uygulandığı görülmektedir. Hızlı bir sanayileşmenin başlangıcına ayak uydurmayı amaçlayan, sanayi öncesinde geçimini topraktan sağlayan ailelerin bu süreçte nasıl mücadele ettiklerini ve sıkıntılar içinde nasıl perişan olduklarını özetlemektedir Gazap Üzümleri. Yolculuk sırasında insanların morallerini yükseltmek amacıyla düzenlenen eğlencelerine hükumetin askerleri tarafından müdahale edilmesi de sistemin katı bir şekilde uygulandığının bir göstergesi olabilecek niteliktedir. İnsanlar her şeye rağmen ufacık şeylerle mutlu olabilecekken buna bile müdahale edilmesi, hükumete göre bu insanların umut denen bir şeye asla sahip olmaya haklarının dahi olamayacağı şeklinde yorumlanabilir. Kapitalizmin bu insanların sevkini ve inancını ilk başta yüksek tutup daha sonrasında her türlü ufak kazançla da yetinebilecek duruma düşüren oyunları karşısında çoğu insan yaşadığı yerdeki yönetime ve sisteme olan inancını yitirmektedir. Bu rağmen bazı insanlar ileride daha iyi bir hayata sahip olacakları düşüncesiyle morallerini yüksek tutmaktadırlar. Bu tip insanlar mücadeleye ve ailelerini bir arada tutmak için ve hem kendisi hem de ailesi için daha iyi bir gelecek sağlamak amacıyla çaba sarf etmeye devam etmektedir. Kapitalizmin kölesi olmayı kabul etmek yerine, karşılarına çıkan ya da kendilerine sunulan kısıtlı imkanları en iyi şekilde değerlendirip, oldukları seviyeden emekleriyle yükselip gelinebilecek en iyi seviyeye gelmek için çalışırlar. Ancak bu şekilde, kapitalizmi kabul etmeyip, onu görmezden gelerek; daha doğru bir deyişle de kapitalizmin katı sistemini kabul eden bir sistemin parçası olmayı reddederek hem huzura hem de başarıya, ufak adımlarla da olsa ulaşma olasıklıklarını elde edebilir duruma gelebilirler. Gazap Üzümleri’nde de bu ufak adımlar insanların karşılaştıkları zorluklar karşısında bile yola devam etme çabalarıyla özetlenebilir. Umutlarını yitirmek istemeyen insanlar kayıp verseler de, hem ailevi hem de bireysel olarak yıpransalar da, birbirlerine verdikleri değer ve moral sayesinde yola devam etmek için direnmektedirler. Yolculuklarının sonunda umduklarını bulamayacakları olasılığında bile sevdiklerine tutunup onları hayatta tutabilecek daha iyi yaşamın o küçük olasılığının peşinden gitmeye devam etmektedirler. Kitabın sonunda Joad ailesinin hamile üyesinin açlıktan ölmek üzere olan hiç tanımadığı bir adamı emzirmesi, her insanın yaşamının bir değeri olduğunu temsil Korkut 3 etmektedir. Kapitalizmin sert ve kırılamayacağı düşünülen zincirlerine karşın, saf ve çıkarsız insanların birbirlerine hayatlarını devam ettirebilmesi için yaptıkları iyilikler ve yardımlar devam ettikçe, kapitalizm denilen sistemin timsahları, hiçbir zaman asıl amaçlarına ulaşabilecek kadar güçlenemeyecektir.
23
Beni Siz Delirttiniz ! Normal ne demek? Kim belirliyor en normal olanı? Fark ettiyseniz “en” normal olanı dedim. Nasıl yani? Normal olmanın da mı “en” i var? Çok ilginç değil mi? Yaptığımız hareketlerin, giydiğimiz kıyafetlerin, aklımızın en ücra köşesinden geçen belki çok çılgınca belki de toplumda çok ayıplanacak düşüncelerin normal olup olmadığını başkalarıdan öğrenmek. Bana söyleyin kim koydu bu “normal”in kriterlerini! Hayır, anlamadığım nokta şu benimle ilgili en ufak fikrin yokken sen kimsin ki giydiğim kıyafetten ya da saçımın şeklinden benim anormal olduğum tanısının koyuyorsun? Benim görüşümde insanoğlu her daim mükemmeli kovalayan ancak mükemmel zannettiği şeye ulaştıktan sonra onu normal olarak nitelendiren, adeta küçük bir çocuğun abur cubur dükkanında en sevdiği şekeri aldıktan sonra daha fazlasını ve daha renklisini istemesi gibi, aç gözlü bir varlıktır. Ancak, kimsenin fark edemediği konu, ne kadar toplum içinde yaşasak da, her birimiz birer bireyiz. Hepimizin mükemmel olarak kabul ettiği ve ulaşmaya çalıştığı hedefi birbirinden farklı. Her bir bireyin keyif aldığı ve kendine yaşam tarzı olarak kabul ettiği şeyler farklı olabilir. Bundan daha doğal ne olabilir ki? Herkesin ulaşmayı hedeflediği şeyler aynı olsaydı, kalıplardan çıkan sabunlardan ne farkımız olurdu ki? Tabii ki hedeflerimiz, sevdiğimiz ya da ilgilendiğimiz şeylerde benzerlik olabilir ama benim lafım o “popüler kültür” adı altında, o kültür diye nitelendirilen sabun kalıplarına o kalıplara uymayan kişileri sokmaya çalışanlara. Size ne kardeşim? Siz popüler kültürün kölesi olmaya devam edin ama bırakın o modaya ya da artık ne olarak nitelendiriyorsanız o şeye başkalarını uymaya zorlamayın. Bırakın o adam kendi tarzını koysun, sizden farklı düşünsün. Ha eğer size zarar veriyorsa yaptıkları, yargılayın hatta yerin dibine sokun ama ucu size dokunmayan her değneği kendinize doğru çekmeye çalışmayın. Bu düşüncelerimin oluşmasını sağlayan büyük etkenlerden biri de yakın zamanda okuduğum, Oktay Uludok’un, 40 Şizofrenden Bir Öykü adlı yapıtı oldu. Yazarın kendi kafasında dolanan kırk farklı karakterin her birinin düşünceleri ve hayata bakış açıları o kadar farklıydı ki, bir an dönüp kendime baktım benim bile aklımdan dile getiremeyeceğim birçok düşünce geçerken, ben kimim de insanları düşüncelerine göre yargılayacağım? Kitabı okuduktan sonra hayata ve hayatın içindeki “normal” kavramına bakış açım tamamen değişti. Herkesin normal olduğu bir ütopya düşünün. Her ne kadar ütopya desem de, öyle bir yerin distopya olduğunu anlamak için profesör olmaya gerek duyulacağını hiç sanmıyorum. Herkes normal olduktan sonra, normal olmanın kendisi anormal olmayacak mı? Şimdi aklınızda bir bahçe canlandırın, eğer o bahçe sadece sarı lalelerden oluşsaydı mı daha güzel görünürdü, yoksa birbirlerinin arasına karışmış manolyalar, laleler, menekşelerin oluşturduğu bir bahçe mi? Belki o sarı laleler çoğunluğu oluşturabilir ama o bahçeyi güzel yapan her bir çiçeğin bir arada olmasıdır. İşte o sarı laleler toplumdaki çoğunluğu oluşturuyor, diğer çiçekler ise çoğunluğun kendilerini göre normal saymadıkları bireyleri. Sonuç olarak, evet ben sizen farklı düşünen bir deli olabilirim ya da sokakta acıyarak baktığınız anormal çocuk ama bana sakın yaklaşıp da sizin normal olarak içerisinden kendinize göre normal sayılan gözlüğü takmaya çalışmayın. Çünkü kendim sürekli şunu soruyorum: “normal olmanın kendisi ne kadar normal ki?”. Gün gelir benim düşüncem ya da hareketlerim size zarar verir, o “gözlüğü” takan her bir kişinin suratıma okkalı birer tokat atmasın izin vermezsem namertim ama hiçbir şey yokken beni kolumdan tutup kendi dünyanıza çekmeye çalışmayın çünkü sizin dünyanızda benim için oksijen yok. O “normal” olarak gördüğünüz dünyanızda ben yaşayamam. Ha bu arada bana deli gözüyle bakanlara da bir çift lafım var: “ beni siz delirtiniz! ”. -Berk Mehmet Gürlek Kaynakça Okay Uludok, 40 Şizofrenden 1 Öykü
24
Ege Marangoz Marangoz - 1 21402342 TUR 101 Section 20 Başak Berna Cordan Ödev 5 16.12.2014 MASKELİ DEVRİM Voila! Evet, kendisini gayet iyi tanıyoruz. Dünyanın neresinde iyi ya da kötü amaçlı bir devrim ya da var olan düzeni yıkma çabasında olan insan varsa hepsinin yüzlerindeki maskelerde görüyoruz onu; gerek haber bültenlerinde, gerek gazetelerde, gerekse sokak eylemlerinde… Kendisi, günümüz dünyasının despotizm ve baskıyla savaşı için, başka birçok soyut söylem ve basmakalıp ideolojik kaygılardan ziyade, daha evrensel, daha somut bir maskot, bir idol. Ve gerçek adını bile bilmiyoruz. Onu sadece sarfetmiş olduğu tek bir rumuzla tanıyoruz: V. Peki sırrı ne? Adını, yüzünü bile bilmediğimiz, kurgusal bir karakter olduğunun farkında olduğumuz maskeli bir adamın, insanlar üzerindeki tüm bu nüfuzu nereden geliyor? Bu soruya sağlıklı bir yanıt bulabilmek için, her ne kadar kendisi daha eski ve ilk formu yine İngiliz Alan Moore ve David Lloyd’un yarattığı nispeten meşhur çizgi romanın baş karakteri olsa da, kendisinin dünya ile en büyük çaplı etkileşimine bakmamız gerekiyor: James McTeigue’nin epik filmi V for Vendetta’ya. Filmin konusu, esasen 2020’li yılların sonunda kaotik bir dünyada, halkı terör ve salgınlardan kurtulmak için despot ve faşist bir yönetimden medet uman karanlık bir İngiltere’de, içten içe memnuniyetsizlik duyan ancak baskıdan korkan Evey isimli bir kızın, gizemli, sofistike ve hayatının tek bir amacı olan, ismi V olan bir adamla tanışması ve hayatının bu tanışıklık sayesinde geçirdiği radikal değişim. V, Evey’i kurtarıyor, ona yeni bir yol gösteriyor, ve ona acı çektirerek korkusuzluğun gerçek bedelini öğretiyor. Gerçekten de, elindekileri takdir etmeyi bilen, korkusuz, özgür ve bir şeyleri değiştirme gücüne sahip bir birey ya da bir toplum ancak acı, yokluk ve bunalımla harmanlanabiliyor. Ne yazık ki biz, günümüz insanları olarak çoğunlukla hayatı bilinçsiz bir bakış açısıyla irdeliyoruz ve bize edilen kötü muamele ve dayatılan yaptırımlara sırf toplumun huzuru bozulmasın diye ses çıkarmıyoruz. Ancak savaşlarımızda bu kadar seçici olmak iyi değil; filmde de açıkça gördüğümüz gibi, düzene ve barışa kavuşmak uğruna bizi insan yapan temel duygu ve özgürlükleri göz ardı edebiliyor ve onlara saygı duymayanlara ses çıkarmayı gerekli görmeyebiliyoruz. Ta ki bıçak kemiğe dayanana dek; peki ya o zamana kadar hakkını aramadıklarımız sonunda onları aradığımızda artık orada değilse? Filmin, ve o maskenin nüfuzunun bu denli etkili olmasının sebebi, bu sorunu adamakıllı, dolandırmadan ele alması ve çözüm yolunu göstermesi. Çözüm aslında basit: “Dayatmalardan ve onları dayatanlardan korkmayın, onlar ancak sizin izin verdiğiniz sürece varlar.”. Filmdeki despot iktidar bunun mükemmel bir örneği. Sözde birliğe ve düzene ( korku asla gerçek bir birleştirici amacı olamaz zira) bir saldırı tespit ettiği anda onu bastırmak için bildiği tek davranış şekline başvuruyor: şiddet, sansür ve yıldırma. Ancak bu nihayetinde Marangoz - 2 onun sonu oluyor, çünkü tüm bu eylemler korku yaratmak için var, ancak korkunun kaynağını gören ve onu defedenleri korkutmaya çalışmanın faydası ne olabilir ki? Silahlarla korkutmaya çalıştığınız insanlar korkuyu asıl yaratanın silahın içindeki kurşunlar olduğunu, onlar bitince savunmasız kalacağınızı biliyorsa onlara karşı ne yapabilirsiniz? Elbette böyle bir düşünce yapısını benimsemek kolay değil, yukarıda belirttiğim gibi buna giden yol acılar ve zorluklarla dolu. Ancak ödülü paha biçilemez; zira ancak bunu başardığınız an tamamen özgürsünüz ve hiçbir sınır tanımıyorsunuz demektir. Maskesindeki mistik, alaycı gülümsemenin altında acı çeken ve sadece kendisi için değil, acı çekmiş ve küçük düşürülmüş tüm yol arkadaşları için insanlık adına intikam alma isteğiyle yanıp tutuşan bir adamın ironisi en sağlam bu şekilde anlatılabilir ve anlaşılabilir. Ve siz de kendsinin izinden gitmek, onu ilham almak istiyorsanız, sizi sonuna kadar takdir ediyor ve bir gece 1812. Overtür eşliğinde, havai fişekleri izlerken o maskeyi değil, onun altındaki kurşun geçirmez fikirleri görmenizi diliyorum.
25
AŞK Türk romancılığının önemli bir parçası, Servet-i Fünun Edebiyatı’nın en önemli ismi olan Halit Ziya Uşaklıgil’in en çok tanınan eseridir Aşk-ı Memnu. Romanın yazılmasının üzerinden yüz yıldan fazla zaman geçmiş olmasına karşın, günümüzde hala popülerliğini ve önemini korumaktadır. Öyle ki, geçtiğimiz yıllarda Halit Ziya’nın bu önemli eserinden uyarlanılarak bir dizi bile yapıldı, ancak romanın ana konusu dışında kısmının dizide pek de iyi yansıtıldığını söylemek doğru olmaz. Zaten bir eseri okumanın verdiği hazzı televizyon veya sinemada yakalamak oldukça zordur. Bunun sebebi ise, okuduklarımızı kafamızda canlandırarak hayal gücümüzle ulaştığımız noktalara, bir şeyleri izleyerek varmamızın mümkün olmamasındandır, çünkü sinema ve televizyonda başka insanların bize sunduklarını takip etmek mecburiyetinde kalırız ve bu durum hayal gücümüzü belirli bir noktada tutar. Okumak ise kendi zihnimizde canlandırmamıza açıktır. İlk olarak Batı etkisinden önce sade ve kaba olarak nitelendirilen Türk romancılığı, Halit Ziya Uşaklıgil’in ardında yeni bir soluk kazanmıştır adeta. Aşk-ı Memnu içerisindeki güzel betimlemeler, süslü ve ustaca anlatımı ile dikkat çekiyor. Romanın belirli bir karaktere sahip olduğu okudukça anlaşılıyor. Olaylar arasında yapılan çevre betimlemeleri çok ayrıntılı ve güzel. Örneğin bir oda betimlemesinde kendinizi o odanın içinde hayal edebiliyorsunuz ve betimlemeler doğrultusunda sanki ortada durup kafanızı sağa, sola çevirdikçe detayları kendi gözlerimizle görüyormuş hissine kapılıyorsunuz. Çevre tanımlamasının bu denli kuvvetli olması okurken aldığınız hazzı arttırıyor ve olayları takip etmenizi kolaylaştırıyor. Elbette Halit Ziya’nın tek başarısı bu değil. Çevre betimlemelerinin yanı sıra insanların betimlemeleri de harika. İnsanlar her ne kadar aynı şeyleri okusalar da zevkleri doğrultusunda farklı şeyler hayal ederler. İnsan yüzünün güzelliği görecelidir nasıl hayal edildiği her zaman tahmin edilemez fakat benim fikrime göre Halit Ziya’nın başarılı ve güzel betimlemeleri romanın karakterlerinin fiziki yapıları ve hareket etme biçimleri konusunda birçok insana benzer düşünceler hissettirmiştir. Buna ek olarak karakter analizleri ve duygusal betimlemeler de çok etkileyici. Mesela Bihter ve Behlül isimli karakterlerin düştüğü zorlu durumlar sırasında yaşadıkları gergin anları sanki o anı kendiniz yaşıyormuşçasına kalp atışlarınızda hissedip gerilebiliyorsunuz. Günümüzde gazetelerde okumaya, televizyonlarda görmeye alışık olduğumuz entrikalı olayları Aşk-ı Memnu’da okuduğumuzda o dönemde her şeyin ne kadar zor olduğunu anlayabiliyoruz. Hiçbir zaman geçmişi bu günki dünya olarak göremeyiz fakat bu günki gerçekler o zamanlarda da vardı. Eskiden insanların bilgiye ulaşabilecekleri yollar okudukları şeylerden elde ettikleri yada başkalarından duyduklarıydı. Halit Ziya eserleriyle insanımızın yaratıcı düşünmesine ve olaylara farklı bakış açılarıyla yaklaşabilmeyi göstermiştir. Bu anlamda Batılı tekniği Türk romanına faydalı olmuştur. Çevre ve karakter analizleri doğrultusunda okuyucunun hayal gücünün gelişmesine, farklı ve detaylı düşünebilmesine yardımcı olmuştur. İkinci olarak eski Türk romancılığının basit ve sade yapısından farklı olarak Aşk-ı Memnu’da özenle hazırlanmış süslü, sanatlı ve şiirsel bir anlatım mevcuttur. Bu özenle hazırlanmış, ince ince işlenmiş sanatsal anlatım çok zor ve usta işidir. Aşk-ı Memnu’nun önemi bu şekilde daha da artmıştır, ancak bu değerli özellikler maalesef romanın dili günlük hayatta kullandığımız dilden uzak ve oldukça ağır bir dile sahip olmasına neden olur. Halit Ziya Uşaklıgil bunu fark ederek daha sonradan eserini kendisi sadeleştirmiştir. Buna rağmen günümüzde Aşk-ı Memnu’yu yeni baskılarda mevcut olan küçük açıklayıcı notlar ve bazı kelimelerin anlamlarının günümüzdeki karşılığı olmadan yüzde yüz anlayabilmek mümkün değil. Bu olayda eserin yazılmasının üstünden yüz yıldan fazla zaman geçmesinin de etkisi var fakat, dilin anlaşılmazlığının asıl sebebi süslü ve sanatlı anlatımların yoğun biçimde kullanılmasıdır. Okuma konusunda çoğu ülkenin gerisinde kalmış durumdayız ve bu konuda çok ilerleme kat edemedik. Her şeye rağmen Aşk-ı Memnu gibi bizim için önemli olan ve örnek teşkil eden eserleri okumalıyız. Eser yüz yılı aşkın süre önce yazılmış olmasına ve çok ağır bir dile sahip olmasına rağmen edebiyatımız için bu denli önemli bir eseri günümüz insanının okuyabileceği hale getirmek için çalışan insanlarımız olmasından dolayı çok memnunum. Böyle olayları önemsemeli ve kıymetini bilmeliyiz. Halit Ziya Uşaklıgil’in Aşk-ı Memnu romanının kesinlikle okunması gerektiğini düşünüyor ve herkese tavsiye ediyorum.
26
İlteber Ayvacı 21301365 TURK101.41 Ben birine hiç mektup yazmadım... Ben hiç birine mektup yazmadım. Kalemimi kelimelerimin hakimiyetinden çıkarıp duygularımı kağıdıma aktarmadım, aktaramadım. Hele ki birine, ona karşı hissetlerimi içimde barındırdıklarımı hiç mi hiç mektup yazarak söylemedim, söyleyemedim. Çünkü hep korktum. Evet doğru duydunuz korktum. Ben duygularımdan onların gücünden korktum. Hangi insan tereddütsüzce yazabilir ki duygularını? Yada hangi insan sansür koymadan yaşar kendi benliğinde.. ve o benliği başkasına açar. Sanırırım bu nedendir ki Franz Kafka’ya karşı hayranlık duymaya başladım. Bir erkeğin – gerçi cinsiyet fark etmeyen duygular ortaya girince- hiçbir kısıtlayıcı unsur olmadan kendini ifade etmesi ve bunu sevdiği kadına aktarması belki de cesaretin aşk tarafından kırıldığının en güzel kanıtlarından biridir. Sonu ne olacak nasıl olacak kavuşabilecek miyiz demeden nasıl yaşınılıyorsa o an, olduğu gibi öylece ifade etmek belki de bu hayattaki en güzel ve özel yeteneklerden biridir. Aşkın iki kişi arasındaki bağdan ötürü ortaya çıktığı söylense de insan aslında kendi bencilliğini ve en önemlisi yalnızlığı bırakamayan bırakmaya korkan br varlıktır. Birazcık insanların içine girdiğinizde onları keşfetmeye başladığınızda bunu çok kolayca farkına varabilirsiniz. İşte ben de o insanlardan biriyim. Hayatımda ne olursa olsun kendimi düşüncelerimi sansürsüzce başkasına açmakta o kadar çok zorlanıyorum ki bu yüzden hayatta bencil yanımı ve yalnızlığı seçen benliğimi yaşıyorum. Ama bir kez de olsun mektup yazmayı deneyeceğim ve bu mektubum kısa ve öz olacak. Tahmin edebiliyorum kime olduğunu merak ediyorsunuz haklısınız da merak etmekte ama bu birine değil bir hisse bir duyguya ben Franz kafka ile Milena’nın sahip olduğu adını imkansız koyduğum aşka mektup yazacağım. …. Nasıl başlayacağım nereden başlayacağım bilemiyorum. Aklımda o kadar düşünce o kadar his o kadar cevaplarını arayan sorular var ki hepsini harmanlayıp sunmak şimdi çok zor geliyor bana. Ne de olsa ilk defa mektup yazıyorum. Hele ki şimdi karşımda imkansız olunca daha da birbirine karışıyor kelimelerim. Merak ediyorum ve soruyorum sana.Sen imkansız, imkansızlığı barındıran aşk! nasıl bu kadar kuvvetli bir güce sahipsin? Nasıl oluyor da sonu belli olmayan bir yolda insanları bir araya getiriyorsun? Hani insanoğlu kendine armağan edilen beş duyusunu kullanarak bişiler elde etmek ,onları yaşamak ister ya sen nasıl oluyorda onlara gereksinim duymadan ruhları bir araya getirebiliyorsun? Şimdi karşındayım küçük bir çocuk gibi. adeta o küçük çocuğun babasından beklediği cevaplara açlığı gibi açım simdi senin cevaplarına. Kendi benliğimde yalnızlığımda kaybolurken nasıl oluyor da birini hayatımın ayrılmaz parçası yapabiliyorsun. Ey aşk sana soruyorum sen nasıl kavuşmanın imkansız olduğunu bile bile insanları kendi kölen haline getirebiliyorsun? .. Denedim ama yine olmadı.Ne olmadı diye soracaksınız biliyorum.Görmediniz mi hala? sorular soruyorum hala kendimi ifade edemiyorum. Belki gerçek hayatta bunu birine karşı yapmak zor gelecek bana ben Franz Kafka’nın kendine ait güvenine,sevgisine sahip olamayacak kadar güvensiz hissediyorum ama deneyeceğim ne olursa olsun bir kez daha.. …. Ey aşk! Ey imkansızı her zaman kendine idol olarak benimseyen aşk işte karşındayım. Ben sana senin sahip olduğun güce körü körüne tutkuyla bağlıyım. Ey aşk önünde diz çökmeye hazırım. Beni de imkansızlığın içine alsan da içtenlikle yaşamaya hazırım. Çünkü anladım ki bu aşk iki kişiden çok iki ruhun arasında .. ve anladım ki senin gücün insanlaeın ruhlarından aldığın özütlerde saklı. İşte karşındayım bir Franz Kafka veya Milena değilim ama en az onlar kadar sana saygım, büyülü gücüne tutkum var. Ve eminim ki günün birinde seninle hesaplaşacağız ve bu sefer sen imkansız olmayacaksın. … Her ne kadar tam aktaramasam da bir şeyler söyleyebilmek de güzel. Franz Kafka ve Milena aşkkı gözlerin görmediği kalplerin ise göz görevi gördüğü ruhlarının evlerini oluşturduğu kalemlerinden dökülen kelimelerin ise bu eve giden yolların taşlarını meydana getirdiği dillere destan bir aşktır. O kadardır ki onlar aşkın ismini imkansız değil, imkansızın ismini aşk koymuşlardır,.
27
Korkuyu Beklerken Hayaller kuruyorum. Mutlu olduğum, içinde hüzün barındırmayan ve kısa bir süreliğine de olsa hayatımı mükemmelmiş gibi gösteren hayaller. Gerçekliğe dönmek, o kusursuz hayallerden sıyrılmak zor oluyor elbette. Bambaşka bir dünyanın içindeyim çünkü. Kendi hayatımda olan biten ne kadar olumsuzluk varsa yok oluyor birden. Yenilgilerim, kaçışlarım, çaresizlik içinde sürüklenişlerim, başarısızlıklarım, kayıplarım… Hepsi yok oluyor. Bunların yerini saf mutluluk ve huzurdan ibaret bir hayat alıyor. “Evet, mutluyum artık!” diyorum. Sonunda istediğim hayata, yaşamak istediğim o rüyaya kavuşuyorum. Hayaller her zaman mutlu eder beni. Hayallerimden uyanıp dünyama açtığım zaman gözlerimi, kendimi uçsuz bucaksız bir mutluluk denizinde yüzmüş gibi hissederim. Kitaplar da böyledir işte. Bir kitabı okuyarak kim bilir kaç farklı hayal denizinde kulaç atmışımdır bu zamana kadar? Kaç kitabın içerdiği hayali kendi hayalim bilip mutluluk duymuşumdur? Belki de yüzlerce. Evet, okuduğum kitaplarla mutlu olan bir insanım. Her hikayeden kendimi mutlu edecek çıkarımlar yaparım. Kendi hayatımdan farklı hayatlara tanık olma şansını yakalıyorum böylece ve farklı insanların mutluluklarıyla mutlu oluyorum. Kitap okumaktan beklentim de farklı insanların yaşamlarındaki bir parça haline gelip onlarla mutlu olmaktır fakat yakın zamanda bu beklentimi yerle bir edecek bir kitapla tanıştım: Oğuz Atay-Korkuyu Beklerken. Onca beklentim, mutluluk hayalim bu kitapla yok oldu gitti sanki. Mutlu hayaller beklerken öyle bir karmaşanın içinde buldum ki kendimi hikayelerden sonra uzun süre kendime gelemedim. Karakterler negatif kişilerden oluşuyordu: Mutsuz insanlar, dışlananlar, çaresizlik içinde intihara sürüklenenler, akıl sağlığını yitirmiş olanlar… Şaştım kaldım içinde bulunduğum vaziyete. Gerçek dünya zaten birçok sorunu barındırıyordu ve böyle hikayelerle kendimi daha da üzmek istemiyordum. Kitapları okumadan bırakmak huyum değildir. Kendimi ikna ettim ve başladım yeniden okumaya. Bazen bunalarak bazen içim sıkılarak okudum fakat insan sonradan anlıyor Oğuz Atay’ın yapıtlarının değerini. Bir türlü dikiş tutturamayan onca insanın öyküsüne rağmen zevk alarak okuduğum kitaplardan biri oldu Korkuyu Beklerken. Her sayfada diken üstündeydim. “Acaba bu hikayedeki bahtsız kişi kim?” sorusu sürekli beynimi meşgul etti. Gerçeklikten uzaklaşmaya çalışan insanları tanıdım Atay’ın hikayelerinde. Çoğu zaman da öyle hayatlara tanık oldum ki dünya bu insanların suratına kapılarını çoktan kapatmıştı. Çaresizlik içindeydi herkes. Yaşamak zor, ölüm kurtuluştu. Yadırganan, toplumun dışına itilen o kadar insan gördüm ki bu hikayelerde kendi hayatıma – sadece monotonluğundan şikayet ettiğim hayat- şükreder oldum. En çok Unutulan’dan etkilendim mesela. Öyle büyük bir çaresizlik ve sessiz yakarışlar gördüm ki Unutulan’da, kendi hayatımı sorguladım. Belki benim de üzdüğüm birileri vardı bu dünyada. Sonucu hikayeki gibi ağır olmasa da belki istemeden zarar vermiştim insanlara. Peki ya öyleyse bunun pişmanlığını yaşayacak mıydım? Yoksa hayatıma kaldığım yerden devam mı edecektim? Babama Mektup öyküsündeki gibi yıllar geçtikçe babama mı benzeyecektim yoksa? Korkuyu Beklerken’i okurken hayatımı sorgulamamak mümkün değildi. Belki biraz fazla hayal ürünüydü hikayeler ama ben de yaşıyordum zaman zaman çaresizliği, arada kalmışlığın dayanılmazlığını, yalnızlığı ve başarısızlığı. Kendi hayatımı sorguladım durdum böyle. Kendimi hikayelerdeki kahramanlarla kıyasladım. Meğer kitaplar sadece mutluluktan ibaret değilmiş. Bir kitap, içinde ne kadar farklı duygu barındırıyorsa ve insana kendini sorgulatıyorsa insanda sonsuz bir etki bırakıyormuş. Bu sefer hayaller yok. İnsanın kanını donduran bazı talihsiz hikayeler var. Kendini ifade edemeyen, gerçeklerin acımasızlığından kaçmaya çalışan, dünyadaki yerini bir türlü bulamayıp çaresizlik için kıvranan insanlar var. Bu hikayeler sayesinde insanlığın karanlık yüzünü gördüm ve anladım ki kitapların görevi sadece mutlu edip, mutlu hayaller kurdurmak değilmiş. Bir kitabın düşündürmesi ve o kitabı okuyan insana kendi hayatını sorgulatması gerekliymiş. Bir kitaptan etkilenmek böyle oluyormuş aslında. Alışılmışlardan ve kalıplardan sıyrıldım Oğuz Atay’ın Korkuyu Beklerken’i ile. Yaşamak ile yaşamamak arasındaki ince çizgide gidip gelen ve kaplumbağa misali kabuğunda yaşayan onca insanın hayatına tanık olmamı sağlayan Oğuz Atay’a bir teşekkür borçluyum, öyle değil mi?
28
ANORMAL OLAN KİM? Sabah kalk, okula git, ödevlerini yap, ders çalış ve tekrarla… Derslerine sıkı çalış, öğretmenlerinin anlattıklarını ezberle ve sınavda aynılarını tekrar et. Tebrikler, sınıf birincisisin! Peki neden sınıf birincisi olmak için çabalıyoruz, birinci olmasak ne olur? Neden sürekli bir yarış içerisindeyiz? Aynı şeyler, aynı konular hakkında yarışıyoruz. Hayal gücümüzün, farklı bakış açımızın bir önemi yok; sadece bize söylenenleri yapmalıyız ve bize söylenenleri yapabilmek zorundayız, çünkü bunları beceremeyenler aptal olanlardır(!). Bir çocuk düşünün, dokuz yaşında. Ona söylenenleri anlayamıyor, okumakta ve yazmakta zorluk çekiyor fakat uçsuz bucaksız bir hayal dünyasına sahip. Etrafındakileri bu hayal dünyasına göre yorumluyor ve başkalarının göremediği şeyleri görebiliyor. Ama derslerinde başarısız olduğu için etrafındaki çoğu kişi tarafından aptal olarak nitelendiriliyor ve onunla alay ediliyor. Taare Zameen Par isimli bu film bana böyle bir çocuğun ne kadar eşsiz birisi olduğunu ve yapabileceklerinin sınırının olmadığını fark ettirdi. Toplumumuzda belirli kurallar, normlar var ve bütün insanların bu kurallara uyması, bu normları itiraz etmeden kabul etmesi bekleniyor. Ancak böyle bir beklenti içine girdiğimizde bütün insanların birbirinden farklı olduğu gerçeğini göz ardı etmiş oluyoruz, insanların özgürlüğünü kısıtlıyoruz. Eğitim, bu normların oldukça yaygın olduğu toplumsal alanların başında geliyor. Bütün bu normları kabullenip, herkesin yaptığı şeyleri yapmamız isteniyor. Öğrenciler sanki birer yarış atı gibi görülüyor, sürekli birbirimizden daha iyi performans göstermemiz bekleniyor. Özellikle anne ve babanın böyle bir beklenti içinde olması öğrenciyi büyük bir stres altında bırakıyor. “Acaba başarısız olursam, anne ve babamı hayal kırıklığına uğratırsam ne yaparım?” diye düşünmeden edemiyorsunuz. Bu şekilde öğrencileri sürekli bir yarış içinde tutan eğitim sistemini doğru bulmuyorum. Çünkü her insan farklı düşünür, farklı hayal eder ve farklı davranır. Her insanın kendisine özgü bir yeteneği vardır. Her insanın aynı şekilde davranmasını beklemek yerine kendilerine özgü yeteneklerini açığa vurmalarına fırsat verilen bir eğitimin gerektiğini düşünüyorum. Filmde de bu konu çok etkileyici bir biçimde ele alınmış. Bu etkileyici senaryo, özel yeteneklerini açığa vuran insanların dünyayı değiştirerek daha iyi bir yer haline getirebileceğinin farkına varmamı sağladı. Her insanın içinde dünyayı değiştirebilecek çok özel bir kişinin yattığını anladım, yeter ki onu dışarı çıkarabilecek bir fırsat bulsun. Anormal kavramına bakış açınızı değiştiren bir film bu. Anormal olarak nitelendirilen birinin aslında kendisine özgü özelliklerini sergilediğini anlıyorsunuz. Onları anormal olarak nitelendirerek onlara haksızlık ettiğimizi anlıyorum. Anormal olanlar aslında onlar değil, birbirini taklit eden insanlar, yani bizleriz. Toplumsal kurallara uygun hareket etmeye çalışırken kendimize özgü özelliklerimiz kaybediyoruz ve birbirimizi taklit ediyoruz. Ayrıca filmdeki kahramanımız Ishaan’ın “normal” olarak tanımlanan dünyaya uyum sağlamasında çok büyük emeği olan öğretmenin de bizim için bir model olması gerektiği kanısındayım. Öğretmenler, çocukların sahip olduğu bu yetenekleri sergilemesinde çok önemli etkenlerdir. Öğrencilerin bakış açılarını genişletmekte ve hayal dünyalarını açığa vurmalarında hayati rol oynarlar. Bunun gibi daha çok öğretmene ihtiyaç duyuyoruz bu yüzden filmdeki öğretmen karakteri bizim için önemli bir model. Özetlemek gerekirse, bu filmi izledikten sonra toplumumuzda bulunan belirli kalıplara uygun yaşamaya çalışarak eşsiz özelliklerimizi yok ettiğimizi anladım. Özellikle eğitim alanındaki bu kalıplar çocukların bu eşsiz özelliklerini açığa çıkarmasına engel oluyor, hayal dünyasını ve özgürlüğünü kısıtlıyor, belki de dünyayı değiştirecek kişiliklerin oluşmasına engel oluyor. Daha iyi bir dünya için bu kalıpları yıkmalı, kendimiz olmalıyız ve bize özgü olanı açığa vurmalıyız. Ahmet Canberk Baykal
29
BAZEN SIKICI, HER ZAMAN GERÇEK AŞK Cümlelere “keşke” ile başlamak gibi can sıkıcı durumlar vardır ya hani, maalesef bazı cümle başlarına bu kelimeyi getirmeden başlayamadığınız kötü durumlar da vardır. Okumayı bitirdiğim anda Milena’ya Mektuplar da bende kocaman bir “keşke” halini aldı. Dedim ki keşke yalnızca Kafka’nın yazdığı mektuplar değil de, ona karşılık olarak Milena’nın yazdığı mektuplar da olsaydı. Çünkü gerçek hayatta da nasıl yüz yüze yapılan bir konuşmada karşı tarafı dinleyememek insanlar için çok büyük bir eksiklikse, böylesine büyük bir aşkta da karşı tarafın sessiz kalması o derece sıkıntılı bir durum. Hatta daha kötü bile diyebiliriz ya da en kötüsü... Kafka’nın aşkı gibi bu denli güçlü ve müthiş bir aşkla sevdiğimiz kişiden karşılık alamamak son derece olumsuz bir durum olsa gerek ki bu da bizi oldukça kötü etkiler hatta bunalıma bile sokabilir; kısacası ruhsuz bir insan haline gelebiliriz. Kafka’nın yaşadıkları da sanırım bunlardan ibaret. Milena’ya Mektuplar, ruhu fazla huzursuzlaşan hatta ruhsuzlaşan bir aşk adamının yaşamış olduğu ikilemleri, güvensizleşmeyi açığa çıkaran tarzdaki mektupların kitabı olmuş. Karşılıklı aşk yaşayan tarafların çözebileceği özel olayları barındıran bu kitap, edebi anlamda Franz Kafka’nın başka yapıtlarına göre biraz daha alt düzeyde kalmış bence. Kafka, gerçek hayatında atlatılması zor dönemlerden geçmiş bir insan olmasına rağmen, kendine kalmasını isteyebileceği bir olayı bizim büyüte büyüte izlememize müsade etmiş. Bu durum kimine göre ilgi çekici bir hal alabiliyorken kimine göre de sıkıcı olabilir. Bana biraz sıkıcı geldi ama bu sıkıcılık içerik anlamında değil. Bu kitapta sadece Kafka’nın kendisini ve yaşadığı aşkı tanıyorsunuz. Gerçi zaten tüm kitaplarda yazardan bir parça vardır ya da bütün kitaplar yazarın bir parçasıdır ama bu “aşk” dediğimiz mevzu bizim farklı bir kimliğimizi ortaya çıkarır. Kafka’nın Milena’ya Mektuplar kitabında da onun ortaya çıkan diğer kimliğini tanıyorsunuz. Bana sıkıcı gelen olay bu. Edebi anlamda sıkılmak istemezseniz bu kitabı okumadan önce Kafka’nın kendini anlatmadığı diğer kitaplarını okumanızı tavsiye ederim. Aslında Milena’ya Mektuplar bir aşk kitabından ziyade bir “Franz Kafka’yı ve onun aşkını tanıma” kitabıdır ve oldukça ayrı bir alanda yürümektedir. Bir de korku unsuru var tabii. Kitabı okuduktan sonra korkunun ne kadar kötü bir duygu olduğunu anladım. Huzursuz olma durumu da diyebiliriz buna ama kitabın yazarı Franz Kafka olduğu için her türlü duyguyu, düşünceyi hatta en derin aşkı bile bulabiliyorsunuz bu kitapta. Gerçek hayatta karşılaştığınız durumlara karşı nasıl hareket etmeniz gerektiğini bilmek için, okunması oldukça faydalı ve gerekli kitaplardan biridir Milena’ya Mektuplar. Okunması aynı zamanda ilginç de kitaplardan biridir çünkü yazarının, tüm kağıtların ve tüm yazıların ortadan kaldırılması gibi bir vasiyeti vardır. Böyle bir vasiyeti bulunan bir adamın, aşkına yazmış olduğu mektuplarını okuma duygusu; gerçekten ilginç... Bu eserin başka bir açıdan da farklılığı var. Milena’ya Mektuplar’ı okuduktan sonra başka hangi mektup kitabını okursanız okuyun, bu kitaptaki mektuplar aklınızda kalıyor. Yani bu mektuplardan dolayı insan diğer mektuplarda da Franz Kafka tarzı yazılar bekliyor. Başta da söylediğim gibi sadece tek taraflı bir aşkın anlatıldığı bu eser başlarda sizi sıkabilir hatta yazarın kendisini okumaktan tüm kitap boyunca bile sıkılabilirsiniz o yüzden benim tavsiyem Milena’ya Mektuplar’ı okumadan önce Kafka’nın daha farklı türdeki kitaplarına biraz göz atmanızdır. Birkaç farklı kitaptan sonra bu kitaba yönelmek eminim herkesi daha fazla tatmin edecektir. Aybars KARASU, 21200733 Turk 101-1 Milena’ya Mektuplar/Franz KAFKA 23.10.2014
30
YAŞAMIN SATIR ARALARI, AMERİCAN BEAUTY 26.09.2014/Ilgın ÇAMOĞLU/21301978 Bir öyküde, bir romanda, bir filmde ya da bir sanat eserinde satır aralarına ne kadar çok şey sığdırılabilir? Yaratılmış karakterlerin yaşamları, gerçek hayata derinlemesine dokunabilir mi? Bana bu soruları sorduran, şu güne kadar yaptıklarımı sorgulatan bir film izledim geçen akşam. Üzerine saatlerce düşündükten sonra Sam Mendes’in yönetmenliğini yaptığı, 1999 yapımı ödüllü “American Beauty” filmini yalnızca bir film olarak adlandırmanın haksızlık olduğuna karar verdim. Çünkü herkesin hayatını bir yerden yakalayabilmiş, içinde sayılamayacak kadar çok mesaj olan, insan zayıflıklarını muhteşem karakterlerle birleştiren, üzerine sayfalarca yazı yazılabilecek bu yapım yalnızca bir film değil, insan hayatına gizlenmiş satır aralarıdır belki de. Filme daha yakından baktığımızda, her karakterin zayıflıkları olduğunu ve bu zayıflıkları saklamak için başka karakterlere büründüklerini görüyoruz. Karakterlerin yüzlerindeki bu maskeler, onları güçlendirmek yerine mutsuz ve daha zayıf bireyler haline getiriyor aslında. Böylelikle kurdukları ilişkiler, aile yaşantıları, istedikleri ve yaptıkları da sorunlu oluyor. Örneğin, Burnham ailesi ilk bakışta her şeye sahip, güzel bir yaşamları olan bir aile gibi gösteriyor kendini. Ancak kapıdan içeri girdiğimizde, muhteşem güllerle kaplı bahçelerinin ve oldukça iyi görünen aile ilişkilerinin kocaman bir maske olduğunu görüyoruz. Anne Carolyn, başarı takıntısını gizlemeye çalışan, hırslarının içinde boğulmuş, yaptığı iş dışında hiçbir şeyden memnun olmayan dağılmış bir kadın. Baba Lester, çalıştığı işten memnuniyetsiz, kendine özgüveni azalmış, eşine saygı duymayı bırakmış ve istediklerini gerçekleştirememiş bir adam. Evin çocuğu Jane ise, kendini beğenmeyen, ailesini sevmeyen ve ailevi sorunlarıyla baş edemediği için savrulan, kaybolmuş küçük bir kız. Filmdeki diğer çarpık aile ise Fitts ailesi. Anne akıl sağlığı yerinde olmayan, konuşmayan, kendi yarattığı dünyasında yaşayan bir kadın. Baba Colonel, kendi zayıflığını gizlemeye çalışan ve bu yüzden oğluna çok yüklenen, kendiyle barışamamış homoseksüel bir asker. Oğulları Ricky ise, baba baskısından kaçışı uyuşturucu kullanıp satmakta bulan, kendiyle yüzleşmekten korktuğu için sapıklık derecesinde insanları röntgenleyen, psikolojik sorunları olan bir çocuk. Bahsettiğim karakterlere bakarsak eğer, çok çarpıcı bir sonuçla karşılaşıyoruz. Bu karakterlerden hiçbiri kendiyle yüzleşemiyor, kendini sevemiyor ve hepsi bir maske takıyor, sonrasında da her biri başka yerlere savruluyor, sorunlu ilişkiler içerisine giriyor. Kimisi kızının arkadaşına karşı çarpık hayaller kuruyor, kimisi kırılganlığını gizlemek için yalan söylüyor, kimisi de aldatıyor. Filmde hayatın güzelliklerini en çok görebilen, onlar için yaşadığını söyleyen Ricky bile aslında sadece gerçeklerden, gerçek güzelliklerden saklanıyor. Film birçok çarpık hayatı birleştirmiş senaryosunda. İnsanların gerçekleştiremedikleri hayallere ve bunlardan kaynaklanan mutsuzluklarına, kendi sorunlarından kaçmak için başka karakterlere sığınmalarına, korkularıyla yüzleşemedikleri için maske takmalarına ve en önemlisi tüm bu hayat karmaşası içerisinde gerçek güzellikleri kaçırmalarına değinmiştir. Ve asıl vermek istediği mesaj ise şudur: Ne zaman öleceğimizi bilemeyiz, belki yarın belki yıllar sonra. Ancak zaten önemli olan aslında ne zaman ya da nasıl öleceğimiz değildir. Önemli olan, ölmeden önce halinden memnun olabilmek ve “Harikayım!” diyebilmektir. Ve eğer bir insan sabah uyandığında kendini mutlu hissetmiyorsa, başka birinin hayatını yaşıyorsa ne zaman öleceğinin bir anlamı yoktur, o zaten yaşamıyordur. Her ne kadar senaryosu çarpık olarak adlandırılabilecek potansiyele sahip olsa da, filmi incelerken ya da üstünde düşünürken yapılması gereken şey satır aralarını okumak. Senarist bize yozlaşmış Amerikan yaşantısını göstermeye çalışmıyor aslında. Asıl başarmaya çalıştığı, çarpıcı olayları anlatıyormuş gibi görünmekle beraber, her insanın içinde duyabileceği güvensizlikleri, korkuları ya da kaçış isteğini bu filmin her dakikasında göstermek ve insana yaşadığı hayatı sorgulatmak. Film bittikten sonra insan düşünmeden edemiyor; “Hayatta istediğim yerde miyim?”, “Kendim için neler yapıyorum?”, “Korkularımdan saklanıyor muyum?”, “Gerçekte ben kimim?”.
31
1 Ezgi Hamuryen Turk102 Section21 Gönenç TUZCU 09.10.2014 Gerçek Aşkların Arasına Mesafe Girmez Ne vakit gerek dizisi gerek filmi yapılsa her alanda ve her zaman ses getiren yapıtlardan biri oldu şüphesiz Çalıkuşu. Usta yazar Reşat Nuri Güntekin’in kaleminden takvimlerin 1922’yi gösterdiği yılda çıkan eşsiz romanlarından sadece biridir. Okuduğum bu roman genç, yaşlı, aşık hatta aşık olmayan her kesime hitap edebilecek ve dahası sayfalarında insanın kendisini bulabileceği hayattan bir kesit gibidir. Kitabın genel bir özetinden söz edecek olursak eğer roman Anadolu’da geçen hem tatlı hem de acıklı bir aşkı konu edinmiştir ve aynı zamanda bu aşk üzerinden de o zamana dair bilgiler de veriyor. Çalıkuşu samimi aşk hikayesiyle, üslubuyla ve o tarihlerin güzel yaşantısıyla okurken hiç sıkılmadığım tabiri caizse bir solukta bitirdiğim bir roman oldu. Neredeyse hiç şüphesiz ‘’böyle aşk kaldı mı ?’’ diyerek Feride’yle Kamran’ın arasındaki kusursuz aşka her sayfada şahit oldum. Feride’nin içinde hiçbir zaman büyümeyen çocuk ruhunu kendime benzetmem romanı benim için daha anlamlı ve sürükleyici kıldı. Bazı kitaplar var ki 2 insanı anılarına götürür Çalıkuşu da bunun en iyi örneklerinden biri. Herkes çocuktu yaramazdı belki ama bazı insanlar büyünce bile en ciddi olması gereken yerlerde dahi çocuk ruhlarına teslim olur. Okurken Feride’nin Kamran’a karşı beslediği ciddi duyguları bile arkadaşlarına yaptığı oyunla ortaya çıkarması beni hem güldürdü hem de bu denli çocuk oluşuna inandırdı. Bence Feride’nin arkadaşlarına Kamran konusunda olmadık bir yalan söylemesine gerek yoktu ama Ferideydi o aşık olamaz bağlanmaktan da ödü kopardı. Feride genç bir kız olarak Kamran’la olan ilk ciddi ilişkisinde çocukluk yapmaktan bir türlü vazgeçemiyordu. Bence bunun sebebi Feride’nin temiz kalpli saf bir kız oluşundandır çünkü çocuk ruhlu kalan kimse her zaman masum biridir. Fakat romanda yer yer gördüm ve anladım ki bu çocukça davranışlar beraberinde güzel bir ilişkinin bozulmasına sebep olan sorunları da getiriyormuş. Örneğin, bence Feride’nin Kamran’la olan münasebetinde ona karşı olan çocukça davranışları Kamran’ı yoruyordu ve akabinde de ayrılıklara sebep oluyordu. Bana göre Feride’nin Kamran’la Münevver arasındaki sözde ilişkiyi 3.bir şahıs tarafından duyduktan sonra Kamran’ı hiç dinlemeden düğüne 3 gün kala köşkü terk etmesi yaşına göre yapılabilecek en büyük çocukluktu. Bu kadar keskin kararlar vermeden önce insanların karşı tarafı dinlemesi gerektiğinin taraftarıyım çünkü bazı şeylerin geri dönüşü olmayabilir. Sevgi ve aşk bulunması en zor yitirilmesi de en kolay şeydir o yüzden emin olmadıkça vazgeçmemek lazım. Feride’nin yıllar sonra bile o eve dönmemesinden onun ne kadar gururlu ve inatçı bir kız olduğunu anladım. Böyle güzel bir bayanın tek başına yaşamasının günümüzde de olduğu gibi o zamanda birçok zorluğu vardı elbette. Fakat bugün de Feride gibi güçlü bayanlarımız yalnız yaşamanın gerektirdiği zorluklara göğüs gererek “kadın zayıftır” kanısını toplumumuzda hızla değiştiriyorlar. Ne tek başına bunca yıl yaşamanın zorlukları ne de sıla özlemi en zor olanı biricik Kamran’ından severek ayrılmasıydı onun için. Kader denilen anne karnından çıkar çıkmaz yazılandır. Onların kadirinde de kavuşmak yazılmıştı bir kere. Bana göre gerçek sevginin arasına mesafeler girmez ki zaten onlar da mesafelere ve daha önce yaptıkları evliliklere rağmen hep birbirlerini sevmişlerdi. Bazen başka bedenlere yöneliş gerçeklerden kaçıştır. Çalıkuşu’nu okuduğum süreç içerisinde anladım ki ne kadar gerçeklerden uzağa gidersek gidelim kaderimizden kaçamayız. Son olarak bazen biraz acı çekip olgunlaşmadan güzel olan şeylerin kıymetini anlayamayacağımızın kanısına bu romanla vardım.
32
Batuhan Baş Zaman Dediğin Nedir Ki? Zaman dediğimiz olgu, fikrimce birçok kişi için farklı anlamlara gelebilir. Kimi insanın aklına yeni bir başlangıcı getirebilir ya da yeni gözlerini açan bir canlıyı. Zamana olumlu yaklaşamayan kimi insan içinse zaman ölüm demektir belki de. Fransız yazar Jean Chesneaux, “Zamanı Yaşamak” adlı kitabında zamanın ona neleri çağrıştırdığını anlatmış. Zaman kavramının akla siyasi olguları getirebileceğini hiç düşünmezdim ama Fransız yazar bunun mümkün olabileceğini bile göstermiş kitabında. Zamanın nasıl hızlı geçtiğini herkes bilir ama yazar, onun yanı sıra zaman kavramına akla gelemeyecek anlamlar katmış. Kitabı okuduktan sonra oturup düşünüyor insan zamanın neyi ifade ettiğini. Benim için zaman ne demek? Bence zaman, doğumdan ölüme kadar geçen süreç içindeki başarımlarımızdır. Zamanın sözlük anlamı, “Bir işin veya bir oluşun, içinde geçtiği, geçeceği veya geçmekte olduğu süre, vakit” olarak geçer Türk Dil Kurumu’nun sözlüğünde. Ben bu tanım içerisindeki yapılan işi ya da var olan bir oluşumu, başarılan bir iş ile değiştirmek istedim yukarıda yaptığım yeni zaman tanımında. Zaman kavramı bir işin başarısızlığı ile kaybolan bir olgu değil midir? Hatta vakit kaybetmek, vakit öldürmek, vakit harcamak gibi zamanın boş yere kullanılması anlamında kalıplar vardır Türkçemizde. Bu kalıplar, zamanı doğru kullanırsak bir işi başarabileceğimizi göstermez mi bize? Başka bir deyişle, zaman beraberinde başarı getirirse zamandır denemez mi? Zaman için yaptığım bu öz fikirli tanımım, geçen zamanın başarılı olmadığı sürece kaybolacağını savunuyor. Ben, bu tanımımla yeni bir yaklaşımda bulunuyorum zamana. Başarılı olmak göreceli bir kavramdır hepimiz için. Kimisi hayaline kavuşmak olarak görür başarıyı. Kimisi hayal kurmaz, anlık bir eylemi başarıdan sayar. Kimisi anlık bir eyleminin sonuçlarını başarıdan sayar. Kimisi sonuca bakmaz, eylem başarılı olsa da sonuç başarısızdır ve aslında zaman boşa gider. Kimisi anlık bir eylemi başaramazsa zaman kaybolup gider. Kimisi ise hayaline kavuşamaz, hedefler yalan olur, koskoca bir ömür sonsuz gelir ve diğer ihtimallerde de olduğu gibi zaman yine kendini bulunduğu yerden siler. Başarılı olamayan insanları zamanın kendisi istemez. Neden zaman bu insanları bulundurmaz ki kendi içinde? Zamanın içindeki başarısız insanlardan bahsetmeyen biziz. Zamanı buna biz zorladık, o vermedi bu kararı. Başarısız insanları anlatmak bahsetmeye değmeyen hikayeler gibidir. O hikayelerden bahsetmek bile zamanı boşa harcamaktır, başarısızlıktır. Boş bir muhabbet olur yapılan sohbet. Geçen süreç, insana hiçbir şey katmadığı için başarısızdır, ölüdür. Zaman, içinde başarıları taşır geleceğe. Başarı mı zamanı var eder yoksa zaman mı başarıyı? Peki, her ikisi de birbirinden besleniyor olabilir mi? Düşünmeden, bu sorunun derinine inmeden cevap verirsek zamanın başarıyı ortaya çıkardığı aşikar. Bu cevap mantıksız, tamamen yanlış bir cevap değil ama başarının zamanı var edebileceğini de göz önünde bulundurabiliriz. Zaman olmasaydı, yapacağımız bir iş olmazdı hayatımızda ki bu başarının olamayacağı bir dünya demek olurdu. Hareketsiz, duraklamış bir dünyadır başarının olmadığı dünya. Dolayısıyla başarı olmadan da zaman olmaz. Başardıklarımız, bizim zaman içerisindeki yolculuğumuzun yakıtıdır. Nasıl bir arabanın yakıta ihtiyacı varsa zaman içindeki yolculukta ilerlemek için de bizim başarı ile beslenmemiz lazım. Bu da başarı olmadan zaman içerisinde kaybolacağımızı gösterir. Zaman olgusuna başka bir bakış açısı ile bakmayı denedim sizlerin huzurunda. Jean Chesneaux gibi zamanı farklı bir yere koydum. Zaman kavramının bana ilk çağrıştırdığı şey başarı olduğu için başarının, zaman kavramının var olmasında büyük bir etkisinin olduğunu gördüm. Zaman kavramına başarılı ve yeni bir yaklaşımda bulunabildim mi diye düşünüyorum şuan. Eğer bu anlattıklarım başarılı bir inceleme değilse kendi yazıma göre zaman kayboldu demektir. Beni zaman içerisinde var eden başarı zaman değilse, başarısızlığım beni zaman içerisinde yok etmiş olur eğer zaman başarı demek değilse. KAYNAKÇA: Chesneaux, Jean, Zamanı Yaşamak Türk Dil Kurumu, Türkçe Sözlük
33
Su BULU YABANİ BEYİN On binlerce yıldır, yüz binlerce insan, bin, binlerce... Gereksiz sayılar bunlar. Diğer sayfaya geçtiğimizde aklımızda bir önceki sayfada bir sayı olduğu bile kalmıyor, bırakın sayının kendisini. Bu yüzden diğer yazdıklarına odaklanmak zorundayız roman yazmaya soyunmuş felsefeci psikoloğun. İnsan beyninin geçmişten bugüne neler değiştirdiğinden çok, kendisinin nasıl değiştiğine odaklanarak bir kitap yazılmasının gerekliliğini fark ederek bize Evcilleşmiş Beyin adlı kitabını yazmayı uygun görmüş Bruce Hood. İnsan beyni ona göre kendini taşıyabileceğimiz büyüklükte tutmaya devam ederken, mükemmelliğinden de hiçbir şey kaybetmemeye uğraşmış. Evrim sürecinde vücudumuzun dikleşmesi ve küçülmesi beynin küçülmesine de sebep olsa, sorun çözme yeteneğimiz artmış ve olaylara bakış açımız genişlemiş. Zeki yaratıklar büyük beyinliymiş evet ama insan küçük beynini de maksimum düzeyde verimli çalıştırmayı başaran yegane varlıkmış. Yine de Hood’un bahsettiği değişime bilimsel değil de insancıl yönden bakarsak ne göreceğimiz daha büyük bir soru. İnsan beyni insan değiştikçe değişti. Peki insan çağlar boyu nasıl değişti? Beynimiz bizi olduğumuz insan mı yaptı yoksa olduğumuz insana dönüştükçe beynimizi şu anki haline gelmeye mi zorladık? Evcilleştirme hayvanların beyinlerini küçültüp düşünce yapılarını tamamıyla değiştiriyorsa, bizim evcilleşmenin çok ötesinde büyüklüklerde yaşadığımız sayısız değişimler, beynimizde nelerin değişmesine yol açmıştır? Sorunun cevabını bilim adamlarına değil, beynimizin kendine sormak gerekiyor. Bilim kurgu filmlerindeki yaratıcılar ve onların nihai soruları gibi hayal ettiğimiz kafalarımız, bize tam da burada engel olmak istiyorlar işte! Aslında sorabiliriz ama onlar bunu bilmemizi, kendi yeteneğimizin farkına varmamızı istemiyorlar. Hood da hiç alışık olmadığımız türdeki kitabını o kısımda biraz bilim kurguya çeviriyor zaten. Daha alışıldık bir dille yazılmış sayfaların arasında, beynimizin derinlerinden bir yıldırım çarpması gibi geliyor daha büyük soru: Kontrol kimde? Kafamın içine bilmediğim şeyleri uzaktan yerleştirmeye çalışan bir yazar, beynimizi uzun vadede istek ve ihtiyaçlarımıza göre şekillendirdiğimizi söylerken, içimden kararlarımı etkileyen beynin gücünü yabana atmamam gerektiğini söyleyen sesler yükseliyor. Tam bilmediğim bir konuda uzun düşünmeye zorladığım beynimin de ısrarıyla bağırmaya yeltenirken bitiyor kısa kitap. O an anlıyorum kitabın da yazarın da beynimin de benden hiçbir şeyi sorgulamamı beklemediğini. Sadece gerçekleri önüme koyup öğrenmemi istiyorlar. Devamını getiremediğim yerlerde de yeni kitaplar okumamın zorunluluğu yapışıyor yakama. Kitap bitse de cevabını bulamadığım soru yine de tekrar geliyor aklıma: İnsanın yaşadığı değişimi mi yaşıyor beyin? İnsan acımasızlaştıkça beyin de bir ‘fury’ dövmesi yaptırıyor mu sağ lobuna? Ya da hiç duymadığı bir şeye şaşırırken adamın biri, beyni de içerde esnermiş gibi açıyor mu kılcalların arasını? Birbirini şekillendirdiğini söylediğimiz iki şeyden biri hakkında gram bilgimiz yok ve varsayımlarımızı yine de hiç değiştirmeden ilerletiyoruz. Bilim bu kadar çaresiz kalıyorsa, beynimiz on binlerce yıldır bize yaşamadığımız şeyleri izletiyor olamaz mı? Haberimiz bile olmaz! Daha korkutucusu, bu konuda otorite sandığımız kişilerin bizim sorduğumuz soruları bile soramıyor olmaları. Hem normalden fazla deliyim ben! Kim durduracak şimdi beynimden gelen ve daha da şiddetlenen bağırtıları? Kim benim normalden farklı olmayan ama bana hep normalden farklı seçenekler sunan beynim hakkında kitap yazacak? On binlerce yıldır hakkında öğrendiğimiz şeylerin ceviz kabuğunu doldurmadığı beynimiz hakkında okumaya çalışıyoruz kendimize sormak yerine. Yaptığımız, ölmek üzere olan insanları tartıp, öldükten sonraki ağırlıklarıyla karşılaştıran ve ruhun ağırlığını bulacağını sanan bilim adamınınkinden farksız. Bilimi olmaz beynin. Cevaplamak istediği zaman zaten siz sormasanız da cevaplar. Nasıl mı? Önce ölülerin ruhlarını tartmaya çalışmayı bırakmanız lazım...
34
Murtaza Üzerine Bir Avuç Düşünce / Mehmet Günçavdı 22 Eylül 2014 Orhan Kemal... Toplumcu gerçekçi, devrinin aynası, yazılarıyla bizi büyüleyen büyük üstat. Toplumun içinden çıkmış, halkla beraber acı çekmiş, halkla beraber büyümüş bir yazarımız. Hemen hemen hepimizin roman ve öyküleriyle tanıdığı Orhan Kemal, aynı zamanda Büyük Bekçi Murtaza’nın da yaratıcısı. Murtaza ki ne Murtaza! Okuyan hepimizi fabrika nemine boğan, kah güldüren kah düşündüren kara mizah. Kitabın kapağını kapattığımızda kulağımızda çınlayan “Almışım amirlerimden terbiye, görmüşüm kurs!” repliğinin sahibi Bekçi Murtaza’yı anlatır bu başyapıt. Ülke genelinde binlerce satmış, halen yeni baskıları yapılan, Orhan Kemal’in ibaresiyle ilk başta uzun hikaye olan ama uğraşlarla romana dönen bir eser. Murtaza hayattan ilginç beklentileri olan, dayısının kahramanlık hikayelerinden etkilenip dayısı gibi olmaya çalışan ama şartlar el vermediği için elinden gelenin en iyisini yaparak bekçi olan bir kişi. Bekçilik görevini bir vatan görevi olarak gördüğü için kıdemli bir asker gibi davranır ömrü boyunca. Kendi iyi niyetince ülkeyi ileriye götürecek tek şeyin disiplin olduğunu düşünür. Bu düşüncenin getirisi sonucunda insanlara emretmeye, onları disiplin altına almayı düşünür. Bu baskıcı tutumundan dolayıdır ki kimse sevmez Murtaza’yı, karısı ve çocukları bile. Murtaza ise sevgisini ve umudunu küçük oğlu Hasan’a verir. Büyük oğlu Hasan’ın onda yarattığı hayal kırıklığını küçük Hasan’ın gidereceğine inanır. Bununla birlikte küçük Hasan babasının ona karşı sevgisini kullanmaktan ileri gitmeyerek, babasını hoş sözlerle kandırıp gerçekte bambaşka bir kişilikle hareket eder. Kitap boyunca katı bir aile babası olarak görülen Murtaza’nın aslında ailesine karşı bir şevkat hissi vardır ama Murtaza disiplinci yapısından taviz verip de bunu gösteremez. Bu disiplinci tutumdan dolayı kızının ölümüne neden olur istemsizce ama kızı ölmeden önce sarfettiği çabadan, parasının son kuruşuna kadar kızı için harcamasından nasıl bir aile babası olduğunu anlayabiliriz. Murtaza her ne kadar Balkan göçmeni olsa da bu özelliğiyle bir Anadolu erkeğini çağrıştırır bize. Murtaza tip olarak tam görevini yansıtır. Geniş omuzları ve gövdesi, sürekli çatık kaşları ve pos bıyığıyla klasik bir bekçi imajı canlandırır zihnimizde. Bu sert duran mizacından dolayıdır ki insanlar şaşırmaz zaten Murtaza’nın karakterine. Bunun birlikte sertliği içinden gelmez Murtaza’nın. İdealleri ve görevi yüzünden böyle görünmek zorundadır. Zira her ne kadar dışarıdan sert, gözü pek gibi görülse de Azgın üzerine yürüdüğündeki tavrı bize Murtaza’nın aslında çok da cesur bir karakter olmadığını gösterir. Murtaza’nın davranışları insanlara örnek teşkil eden davranışlar olarak görülse de aslında kurallara bu denli bağlı olmanın kötü sonuçlarını rahatlıkla görebiliyoruz. Kurallara uymanın her zaman mutluluk getirmeyeceğini, aksine insanı toplumdan uzaklaştıracağını gözler önüne seriyor Murtaza. Paraya tamah etmeyen kişiliği Murtaza’yı onurlu biri kılarken aynı zamanda ondan çok şeyler götürüyor. Göç ettikten sonra diğer hemşerileri gibi mal, mülk peşinde olsa belki annesini parasızlıktan kurtarabilecek belki de kızı bir fabrika köşesinde çalışmak zorunda kalmayıp daha uzun yaşayabilecekti. Kitap bitince insanı ikileme sürükleyen bir nokta bu. Paraya tamah edip onurundan kaybetmek mi daha iyi, yoksa paraya önem vermeyip onurlu bir şekilde yaşamak mı? Elbette ki cevabı kişiden kişiye göre değişir ama Murtaza’nın karşılaştığı üzücü olaylar bizi biraz da paradan yana düşünmeye itiyor. Dönemin siyasi çekişmelerini görebildiğimiz kitapta aslında siyasetin ne gibi kötü amaçlara hizmet edebileceğini farkediyoruz. Uzun uğraşlar sonucunda fen müdürünün aklına bir türlü giremeyen işçiler, siyasi farklılıkları kullanarak fen müdürünün Murtaza’ya karşı düşüncelerinin değişmesine neden oluyorlar. Halbuki Murtaza bir partiyi ya da düşünce akımını savunmuyor, Murtaza sadece kendisinin üstü olarak gördüğü insanları destekliyor. Bununla birlikte sırf kendine rant sağlamak için Murtaza’ya karşı isyan başlatan Nuh’un halkın gözünde nasıl büyüdüğünü şaşkınlıkla görüyor ve aslında politikada başarılı olan insanların halkı en iyi kışkırtan insanlar olduğunu fark ediyoruz kitapta. Aslında onurlu olmanın siyasette pek önem ifade etmediğini, önemli olan şeyin kitlelere duymak istediklerini söylemek olduğunu gerçekçi bir kurguyla yüzümüze vuruyor Orhan Kemal. Sonuç olarak “Murtaza” dönemini başarılı bir şekilde yansıtan, yeri geldiğinde derin derin düşündüren, yeri geldiğinde gerçekçi şiveleriyle okuru kendi içine çeken bir Türk roman klasiğidir. Yayımlanmasının üzerinden 62 yıl geçmiş olmasına rağmen hala içinde günümüz gerçekleriyle karşılaşabileceğimiz roman, kahramanı Murtaza üzerinden toplum eleştirisi yapan Orhan Kemal’in nadide bir eseridir.
35
YAPAMAYACAĞIM HİÇBİR ŞEY YOK! Django Unchained izledikten sonra ben… Bir kitabı okurken, bir filmi izlerken, bir resmi incelerken ve bir fotoğrafa bakarken kendimi oradaki insanların yerine koymak, onların neler hissettiğini anlamaya çalışmak ve bir şekilde hissetmeye çalışmak benim için hobi gibi bir şey. Django Unchained izledikten sonra da tam olarak bunu yaptım. Kendimi Django’nun yerine koydum ve ekranda kendimi görmeye çalıştım. Bunu yaparken de aklımdaki tek soru “Ben olsam ne yapardım?” oldu. İntikamı, hırsı, özgürlüğe ulaşma isteğini ve bu amaçlarla üstesinden gelinen her türlü zorluğu, adil bir yaşam ve aşkına kavuşmak için göze alınabilecekleri ve bir insanı harekete geçirebilecek her türlü şeyi hissettiğimi söylemekten hiç çekinmiyorum. Hayatım boyunca sevmediğim kızgınlık-öfke-nefret üçlüsünü bile aynı anda bünyemde barındırabileceğimi fark ettim ve aslında neden bu üçlüyü sevmediğimi de tekrar görmüş oldum. Django, zenci bir köleydi ve başkaları için göze aldığı şeyler gerçekten kanımı dondurdu. Ben de yıllarca hor görülmüş olsam, dışlansam beni hor görenleri, ırkçılıkla dünyayı yönetebileceklerini sananları, insafsızları gözüm kapalı öldürürdüm sanırım... Belki bu davranışımla onlardan bir farkım kalmazdı ama yine de diktatörlüğün ve kötülüğün devam etmesine göz yummaktan iyidir diye düşünüyorum. Mutlak güç ve gücün yanından ayıramadığı tutkunun da tadını almadım değil filmde. Gücü elinde tutmaya çalışırken insanları- yani zencileri ve köleleri- ölüme sürüklemek neden diye çok düşündüm. İnsanlar nasıl bu kadar acımasız olabiliyor aklım almıyor gerçekten. Güce sahip olmak, sürekli söz geçiren olmak, liderlik vasfı olmadan liderlik yapmaya çabalayan insanları anlamakta bir kez daha güçlük çektim. Ya bende bir sorun var, bütün bu anlamsızlıkları anlayamadığım için, ya da diğer insanlarda bu anlamsızlıkları anlamlı hale getirmek istedikleri için. Filmi izlerken gözüme 1800’lü yıllarda Amerika’nın (film Texas’ta geçiyor) sosyal düzeni gözüme çarptı. Böyle tarihî şeyleri değerlendirirken o çağda yaşıyormuş gibi değerlendirmek gerekir bunun farkındayım ama ben hiçbir zaman bunu yapamadım ve yapma taraftarı olduğumu da söyleyemem. Kölelik ve ırkçılık bana göre hiçbir çağda kabul görülmemesi gereken iki şey. Sen güçlü ol diğerlerini ez, dışla ve hatta öldür ama onların hiçbir hakkı olmasın, ses çıkaramasın ve ölmemek için sana itaat etsin. Oh ne güzel dünya. O zamanlarda empati diye bir şey yok muydu sanki? Bence yaşayan herkes empati kurabilme yeteneğine sahip, yeter ki istesin. Gerçi bu güç sahibi sevgili(!) insanlar azıcık vicdanlı olsa öldürmezlerdi, dünya barışı için yaşarlardı. Maalesef öyle olmadı ve bu saatten sonra olacağını da hiç sanmam. Güçlü olmak çok güzel ve karşı konulamaz bir his ve eminim ki herkes bunun farkında ama güç illaki kötü amaçlarımızda kullanılmak için değildir değil mi? En basitinden ülke yönetiminde rol alanlar düşünülebilir sonuçta çoğu ülkede güç onların elinde. Barışçı bir cumhurbaşkanı olsa ve gücünü barışı, adaleti, eşitliği sağlamak için kullansa fena mı olur? Tabii ki de hayır. Sahip olduğumuz her şeyi kötüye kullanmaya çalışsak vay halimize yani… Şunu da itiraf etmeliyim ki, filmde beni cezbeden şey kesinlikle Django’nun sessiz sakin ve çok zaman geçmesine rağmen aldığı intikamları ve bana verdiği o eşsiz heyecandı. Zaten “İntikam soğuk yenen bir yemektir.” diye boşuna dememişler! Adalet ve özgürlük taraftarı olayım ama adil ve özgürlükçü olmayanı öldürüp bu işten kurtulayım düşüncesi çok yersiz bir düşünce. Amdem br yola baş koydun, en azından sosyal düzene de birkaç rötuş yap da birkaç değişime öncülük et. Her ne kadar özgürlüğü savunsa da tamamen bencillik etmek bu olsa gerek. Anladım ki güç herkesin gözünü kör edebiliyormuş. Ben olsam, halkı örgütler, bilinçlendirmeye çalışır ve ayaklanma çıkartırdım. Aman ben paçayı kurtardım geri kalanını başkası düşünsün tarzı düşüncelerle de kimsenin karşısına da çıkmazdım. Her zaman olduğu gibi, aşk (koşulsuz bir şekilde yaşanan tabi ki) gözlerimin önündeydi. aşık olduğum, hayatımı birlikte geçirmek istediğim biri için hemen hemen her şeyi göze alabilecek biriyim ben. Henüz öyle bir şey yapmadım, yapamadım ama sevgilimin işkence çeke çeke öleceğini bilsem herhalde bir dakika bile düşünmeden onu kurtarmak için her şeyi yapmaya ve her zorluğu aşmaya çalışırdım. Belki bu çok aşırı fedakarlık ve gereksizlik olarak nitelendirilebilir ama seven anlar bence. Anladım ki güç bazı insanlar için sahip olunabilecek en yüce şeymiş ve hayatlarının odağına gücü koyan insanlar için başka şeyler hiç mi hiç önemli değilmiş; bir insan başkalarının ne hissedeceğini, ne düşüneceğini hiç umursamadan da hayatını devam ettirebiliyormuş ve aşk her zaman her şekilde hiçbir koşul beklemeden yaşanabiliyormuş…
36
İnci / Kamil KARADAĞ Bu kitap ile birlikte insanların gerçek yüzlerini görme imkanı buldum. İnsanoğlu var olduğundan beri değişmeyen tek bir şey vardı… Ne kadar doyumsuz oldukları. Belki de bu insanlığın suçu değil de yaşadığımız dünyanın zalimliğinin bir sonucu hatta bir zorunluluğudur. Gelen tavsiyeler üzerine okuduğum yazarı John Steinbeck olan İnci adlı kitabın beni nasıl etkilediğini sizlerle paylaşmak isterim. Aslında bugüne kadar beni gerçekten etkileyen kitap sayısı oldukça azdır. İnci adlı bu kitap da bunlardan birisi. Bu kitap sayesinde çevremdeki her şeyi bir kez daha sorgulama fırsatı buldum. Kitap sayfa sayısı bakımından diğer romanlardan oldukça kısa olmasına rağmen kitabın içeriğinin hiç de öyle olmadığını okuyan herkes fark edecektir. Bir kitapta yaşanılan olayların gerçekliği beni her zaman o eseri okumaya itmiştir. Yazarın gözlem yeteneğinin bir hayli güçlü olduğunu da yaptığı betimlemelerden anlıyoruz. Roman Kino adında yoksul bir inci avcısı ve ailesinin başından geçen olayları anlatmakta. Aslında her şey Kino’nun denizden büyük bir inci çıkartmasıyla başlıyor. Bu kitapta paranın kokusunu aldıktan sonra değişen doktor gibi adaletsiz bir dünya yer almakta. Aslında bu dünya bizim çok yakından bildiğimiz bir dünya… Doktorun “Yerli çocukların akrep ısırmasını tedaviden başka işim mi kalmadı? Doktorum ben, baytar değil.” sözleri ise bu adaletsizliği kanıtlar nitelikte. Yoksul insanların hayatlarının bir inci kadar değeri olmadığını düşünen bir zihniyetten nefret ediyorum. Gözü paradan başka bir şey görmeyenlerin insanlık için her zaman utanç kaynağı olduğunu düşündüm. Romanı okurken bu tür olayların gerçekte de yaşandığını bilmek romanı çok daha etkili hale getirdi benim için. Denizin sunduğu bir hediye olarak görülen incinin onlara güzel bir hayat sunacağını düşünen Kino ve ailesi, yanıldıklarını çok geç anladılar ve elbette sonunda bir bedel ödemek zorunda kaldılar. Bu eseri okurken gözümüze çarpan bir şey de apaçık bir sınıf ayrımı olduğudur. “Karıncalar çalışmaya başlamışlardı bile. Kimileri büyük, parlak ve kapkara gövdeli, ötekiler küçük, daha açık renkli, ama hepsi tez canlıydılar. İri bir karıncanın kazarak hazırladığı kum tuzağından kaçıp kurtulmaya çalışan küçük bir karıncayı izlerken Kino düşünüyordu. Tanrı karıncaları yaratırken bile ayrım gözetmişti.” cümleleri bu konuda haksız olmadığımı gösteriyor. İnsanların böylesine acımasız ve para düşkünü olmasını sağlayan şeyin içinde bulundukları bu durum olduğunu düşünüyorum. Doktor bu kadar hırslı ve açgözlü olmasaydı belki de Kino ve ailesi hayalini kurdukları hayata kavuşabileceklerdi. Kitabın son kısmında gözünü para hırsı bürümüş insanlardan kaçmanın bir kurtuluş yolu olduğunu düşünen bu aile yaşadıkları yerden ayrılma kararı alıyorlar fakat peşlerindeki insanlar inciye sahip olabilmek için bir bebeğin ölümüne sebep oluyorlar. Ben de dahil kitabı okuyan çoğu kişi mutlu bir son bekliyordu belki de ama bu zalim dünyada bu denli kötü insanlar varken iyilerin hayatta kalması pek de beklenen bir şey değildi aslında. Zenginlik insana şan, şöhret ve güzel bir hayat sunabileceği gibi sizi yıkıma uğratarak daha dibe vurmanızı da neden olabilir. Belki de hayatınıza şekil verecek kişi çoğu zaman sizin düşmanınızdır. Para ya da değerli bir eşya… Kesinlikle hiçbiri bir insanın hayatından daha değerli değil, olmamalı da… Değerli bir eşyanın insanlara sadece mutluluk ve huzur getirebileceğini düşünmek en başından beri bir hataydı. Bize huzur ve mutluluk sunacağını düşündüğümüz şeyler belki de tam tersi bir amaç için hayatımıza girmiş olabilirler. İki karton kapak arasında yaşanan umut ve hüsranın harmanlandığı bir dünya…
37
Mehmet Çakmak 1 21302354 TURK101-13 / 6. ödev – Son metin Başak Berna Cordan 10.12.2014 AMERİKAN GERÇEĞİ Amerikan Güzeli, 1999 Amerikan yapımı 5 dalda Akademi Ödülü’ne layık görülmüş bir filmdir. Yönetmenliğini o yıllarda adını çok duyurmamış, sonraları Hayallerin Peşinde filmini de yönetecek olan Sam Mendes yapmıştır. Filmin başrollerinde ise 2 Akademi Ödüllü Kevin Spacey, 4 adaylığı bulunan Annette Bening gibi isimler vardır. Film orta yaş krizine girmiş bir babayı, başarı peşinde koşan bir anneyi, ergenlik döneminde bir kız çocuğunu anlatır. Bir süre sonra olaylara uyuşturucu bağımlılığı nedeniyle iki yıl tedavi görmüş bir oğlan ile onun dışarıdan homofobik görünüp aslında gey olan albay babası da dahil olur. Amerikan Güzeli çok iyi bir materyalizm eleştirisidir. Filmin geneline nüfuz eden tüketicilik ve hırs konuları aile çerçevesinde senarist tarafından güzel ele alınmış, yönetmen tarafından ise bizlere başarılı bir şekilde aktarılmıştır. Tüketicilik günümüzde birçok insanın mücadele ettiği veya bağımlısı olduğu önemli bir kavramdır. Pek çok insan bir başkasından daha zengin, prestijli veya herhangi bir açıdan daha üstün görünmek adına ihtiyacı dahi olmayan birçok şey alıyor. Üstelik çoğunlukla da ne kadar para verdiklerini sorgulamaksızın muhtemelen etikette yazan fiyatı hak etmeyen fakat bir yerinde insanlar tarafından “prestijli” olarak nam salmış markanın logosu bulunduğu için o fiyata Çakmak-2 birçok alıcı bulabilen ürünleri alıyorlar. Tüketmek bundan bir süre önce “ihtiyaç” kelimesiyle ilişkilendirilirken, yani insanlar ihtiyacı olmadığı sürece bir şeyler satın almaktan kaçınırken, günümüzde “zevk” veya “gösteriş” kelimeleriyle daha çok örtüşmeye başlamıştır. Peki neden? Neden insanlar kendilerinin oturup rahat edecekleri bir kanepe yerine misafir geldiğinde nereden aldıklarını söyleyip gösteriş yapabilecekleri bir kanepe almak istiyorlar? Neden insanlar daha kalitesiz olmasına rağmen göğsünde küçük bir amblem bulunan bir tişörte aynı renk ve daha kaliteli bir tişörtün iki katı para veriyorlar? Tüketim çılgınlığı gitgide büyüyor ve önlem alınmazsa da böyle devam edecek çünkü insanlar mutluluğu başkalarının onlar hakkında iyi şeyler söylemesinde arıyor ve bu yüzden etikete içerikten daha çok önem veriyor. Çakmak-3 Hırs ise tüketim konusuyla ilişkilendirilebilecek, bu çılgınlığın nedenleri arasında sayılabilecek önemli bir husus. Nitekim insanların başkalarına kendilerini beğendirme çabası tamamıyla hırslı olmanın bir sonucudur çünkü hırs, insanın başarıyı arzulaması ve rekabeti hayatının her alanına dahil etmesi demektir. Ders veya sınav gibi alanlarda hırslı olmak belli bir seviyeye kadar faydalı olsa da insanın hırsı hayatının merkezine koyması hem kendine hem de etrafındakilere büyük zarar verir çünkü insan başarılı olmak adına her şeyi yapmayı mübah görür ve yanlış şeyler yapabilir. Filmde de Carolyn Burnham’ın evli olmasına rağmen sırf başarılı olma uğruna saygın bir iş adamı ile yatması veya ailenin küçük kızının arkadaşı Angela Hayes’in havalı görünmek için herkese yalan söylemesi, bu kişilerin hırslarına engel olamamalarından kaynaklanır. Filmin yapıtaşlarından bir diğeri ise aile. Amerikan rüyası, Amerika’da herkesin mutlu, güzel ve refah içinde olduğunu savunan mükemmelliyetçi bir görüştür. Hollywood yapımı filmlerde de genelde villada oturan, zengin, köpekleri olan ve herkesin güzel veya yakışıklı olduğu ailelerle bu fikir aşılanmaktadır. Amerikan Güzeli’nde ise bu kavrama yöneltilen çok net bir eleştiri vardır. Dışardan mutlu ve refah içinde görünen bir ailenin içten içe çöküşünü konu alır. Her şeyin o kadar da mükemmel olmadığını, sorunların her zaman var olduğunu gösterir. Mutlu olmayan bir aileye sahip mutlu olmayan bir babanın kendi mutluluğu adına yaptığı bazı atılımlar ailesini yıkıma sürükleyecek ve herkesi olduğundan daha mutsuz hale getirecektir. Amerikan Güzeli, günümüzdeki insan ilişkilerini ve bu bağlamda şekillenen insan psikolojisini konu alan başarılı bir yapıttır. Tüketicilik, hırs gibi herkesin sıkıntısını çektiği konuları Çakmak-4 anlatan film, ailenin toplumun yapıtaşı olmasından da faydalanarak güzel bir toplumsal eleştiri yapmakta ve insanı kendini sorgulamaya itmektedir.
End of preview. Expand in Data Studio
README.md exists but content is empty.
Downloads last month
174