petition
stringlengths
176
32.8k
petition_length
int64
26
4.41k
Esas Sayısı : 2021/96 Karar Sayısı : 2022/8 1 ... 1 08.07.2021 tarih ve 7331 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu ve Bazı Kanun larda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 13. maddesiyle 5271 sayılı Kanunun 100. maddesinin üçüncü fıkrasına eklenen somut delillere dayanan ibaresinin (a) bendinin (6) ve (7) numaralı alt bentler yönünden Anayasaya aykırılığı 7331 sayılı Kanunun 13. maddesiyle 5271 sayılı Kanunun 100. maddesine ekle nen somut delillere dayanan ibaresi katalog suçlarda tutuklama kararı verilebilmesi için suçun işlendiğine dair somut delillerin bulunmasını şart koşmaktadır. Kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkına ciddi ve ağır bir sınırlama getiren tutuklama kararının ancak başkala rının haklarının korunması, ceza muhakemesinin sağlıklı bir şekilde yürütülmesi ve mu hakeme sonucu verilen cezanın sonuçsuz kalmaması gibi üstün kamu yararının bulun duğu hallere münhasır olarak verilmesi gerekir. Ceza Muhakemesi Kanununun (CMK) 10. maddesinde tutuklama tedbiri düzen lenmiştir. Buna göre kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren somut delillerin ve bir tutuklama nedeninin bulunması halinde, şüpheli veya sanık hakkında tutuklama kararı verilebilir. İşin önemi, verilmesi beklenen ceza veya güvenlik tedbiri ile ölçülü olmaması halinde, tutuklama kararı verilemez. Dolayısıyla tutuklama kararının verilebilmesi için iki koşulun birlikte gerçekleş mesi gerekmektedir: kuvvetli suç şüphesinin varlığı+ bir tutuklama nedeninin varlığı. Yasa ikinci fıkrada da tutuklama nedenlerinin neler olduğunu saymıştır. Buna göre aşa ğıdaki hallerde bir tutuklama nedeni var sayılabilir: a) Şüpheli veya sanığın kaçması, saklanması veya kaçacağı şüphesini uyandıran somut olgular varsa. b) Şüpheli veya sanığın davranışları; (1) delilleri yok etme, gizleme veya değiş tirme, (2) tanık, mağdur veya başkaları üzerinde baskı yapılması girişiminde bulunma, hususlarında kuvvetli şüphe oluşturuyorsa. Görüldüğü gibi yasa iki tutuklama nedeni öngörmüştür: Kaçma şüphesi ve delilleri karartma şüphesi. Her iki durumda da bu şüphenin somut olgulara dayanması gerekmek tedir. Maddenin üçüncü fıkrasında ise belli suçlar bakımından tutuklama kararı verilebil mesi için kuvvetli suç şüphesinin bulunması halinde tutuklama nedenlerinin bulunduğu nun varsayılabileceği belirtilmiştir. Getirilen değişiklik bu katalog suçlar bakımından da kuvvetli şüphenin somut delile dayanması zorunluluğudur. Ancak bu değişikliğin bir ye nilik getirdiğini söylemek mümkün değildir. Esasen, birinci fıkrada kuvvetli şüphenin varlığı için şart koşulan somut delile dayanma zorunluluğu, yapılan değişiklikle üçüncü fıkrada yeniden vurgulanmıştır. Bu değişikliğin uygulamadan kaynaklanan sorunlara çözüm üretme arayışının so nucu olduğu anlaşılmaktadır. Zira kanun tutuklama kararı verilebilmesi için kuvvetli suç şüphesini gösteren somut delillerin bulunmasını zorunlu tutmasına rağmen uygulamada üçüncü fıkrada öngörülen katalog suçlar söz konusu olduğunda somut delil şartını ince lemeden otomatik tutuklama kararlarının verildiği sıklıkla görülmektedir.Esas Sayısı : 2021/96 Karar Sayısı : 2022/8 2 Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi makul suç şüphesinin varlığını gösteren somut kanıt bulunmadan verilen tutuklama kararları dolayısıyla pek çok ihlal tespit etmişlerdir. Temel hak ve özgürlükleri ihlal eden bu tür kararları önlemek amacıyla söz konusu değişikliğin yapıldığı anlaşılmaktadır. Ancak söz konusu değişikliğin uygulamada bazı suçlar bakımından yeni sorunlara yol açma ve devletin temel hakları koruma pozitif ödevinin ihlaline neden olma ihtimali bulunmaktadır. Özellikle üçüncü fıkranın (a) bendinin (6) ve (7) numaralı alt bentlerinde öngörülen suçlar bakımından bu tehlike mevcuttur. (6) numaralı alt bentte Türk Ceza Kanununun 102. maddesinde düzenlenen cinsel saldırı (birinci fıkra hariç) suçu, (7) numaralı alt bentte de TCKnın 103. maddesinde düzenlenen çocukların cinsel istismarı suçu yer almaktadır. Her iki suç kategorisi de somut fiziki delilin elde edilmesinin son derece zor olduğu alanlara ilişkindir. Özellikle cinsel saldırı suçlarında olayın üzerinden belli bir zaman geç tikten sonra rızanın bulunup bulunmadığının somut delillerle ortaya konulmasının çok zor olduğu hallerde, ceza soruşturma ve kovuşturmalarının çok titizlikle yapılması, bütün çevresel delillerin çok dikkatli bir şekilde toplanması ve değerlendirilmesi gerekmektedir. Bu suçlar bakımından toplumsal ön yargılar da gerçeğin ortaya çıkarılmasının ön lenmesi açısından çok önemli rol oynamaktadır. Öncelikle belirtmek gerekir ki söz konusu suçlar bireylerin beden bütünlüğüne ve özel hayatlarına müdahale teşkil eder. Fiilin ağırlığına göre bu müdahaleler Anayasanın 17. maddesinin birinci fıkrasına ya da üçüncü fıkrasına müdahale teşkil edebilir. Belli bir ağırlık eşiğini aştığında bu fiiller fiilin ağırlığına ve mağdur üzerindeki etkisine göre aşa ğılayıcı muamele, gayri insani muamele ya da işkence olarak nitelendirilebilir. Bu fiillerin kamu otoriteleri dışında üçüncü kişiler tarafından gerçekleştirildiği durumlarda devletin öncelikle bu fiilleri önleyecek hukuki bir çerçeve oluşturma, somut tehdit halinde koruma ve fiil gerçekleştiğinde de etkili bir şekilde soruşturma yaparak faili tespit etme ve ceza landırma ödevleri bulunmaktadır. Bu yükümlülükler Anayasanın 17. maddesinin birinci ve üçüncü fıkraları bakımından geçerli olduğu gibi Anayasanın 20. maddesinde güvence altına alınan özel hayatın korunması hakkı bakımından da geçerlidir. AİHM de tecavüz suçlarının Sözleşmenin 3. ve 8. maddeleri kapsamında incelen mesi gerektiği kanaatindedir (M.C./ Bulgaristan, no. 39272/98, 04.12.2003, §148). Mah keme, Sözleşmenin 1. maddesi uyarınca Yüksek Sözleşmeci Tarafların, kendi yetki alan larındaki herkese Sözleşmede tanımlanan hak ve özgürlükleri sağlama, bu çerçevede 3. madde ile güvence altına alınan işkence ve kötü muamele yasağı dahilinde, üçüncü kişi lerden gelecek tehditlere karşı da devletin koruma ve etkili soruşturma pozitif ödevleri bulunduğuna karar vermiştir (bkz. A. / Birleşik Krallık, 23.09.1998, 1998 VI, s. 2699, § 22; Z ve Diğerleri / Birleşik Krallık [BD], no. 29392/95, §§ 73 75, ECHR 2001 V; E. ve Diğerleri / Birleşik Krallık, no. 33218/96, 26.11. 2002; Assenov ve Diğerleri / Bulgaris tan, 28.10.1998, Raporlar 1998 VIII, s. 3290, § 102). Devlet üzerindeki pozitif yükümlülükler, 8. madde kapsamında özel hayata etkin bir şekilde saygı gösterilmesi hakkının doğasında da vardır; bu yükümlülükler, bireylerin kendi aralarındaki ilişkileri alanında bile önlemlerin alınmasını içerebilir. Üçüncü kişile rin eylemlerine karşı koruma alanında 8. maddeye uyumu güvence altına alacak araçların seçimi, ilke olarak Devletin takdir yetkisi dahilinde olmakla birlikte, özel hayatın temelEsas Sayısı : 2021/96 Karar Sayısı : 2022/8 3 değerlerinin ve temel yönlerinin ihlal edildiği tecavüz gibi ağır eylemlere karşı etkili bir caydırıcılık söz konusu olmalıdır ve etkili ceza hukuku hükümleri gerekir. Özellikle ço cuklar ve diğer savunmasız bireyler, etkili korumaya hak kazanırlar (bkz. X ve Y / Hol landa, 26.03.985, Seri A no. 91, s. 11 13, §§ 23 24 ve 27; August / Birleşik Krallık (k.k.), no.36505/02, 21.01.2003). Ayrıca Mahkeme, Devletin 8. madde kapsamındaki bireyin fiziksel bütünlüğünü korumaya yönelik pozitif yükümlülüğünün, etkili bir cezai soruştur mayı da kapsadığını belirtmiştir (bkz. Osman / Birleşik Krallık, 28.10.1998, Raporlar 1998 VIII, s. 3164, § 128). Ayrıca belirtmek gerekir ki cinsel saldırı suçlarının mağduru çoğunlukla kadınlardır ve kadınların toplumsal rollerine ilişkin geleneksel kabuller çoğunlukla söz konusu suçlar bakımından mağduru suçlama eğilimindedir. Bu tür eğilimler söz konusu suçlarla ilgili soruşturmalar bakımından da kendini göstermekte ve faillerin cezasızlığı sonucunu do ğurmaktadır. Bu nedenle cinsel saldırı suçlarının soruşturma ve kovuşturmalarına ilişkin pratikler Anayasanın 10. maddesinde güvence altına alınan eşitlik hakkını da tehdit et mektedir. Bu nedenle eşitlik hakkını güvence altına alan çeşitli uluslararası sözleşmeler kadınların cinsel şiddet dahil çeşitli şiddete karşı korunması bakımından geleneksel top lumsal cinsiyet kalıpları ile mücadeleyi, eşitliği güvence altına almanın önemli bir boyutu olarak görmektedirler. Kadına Yönelik Şiddet ve Aile içi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesinin (İstanbul Sözleşmesi) 36. maddesinde devletlerin cinsel saldırı suçlarını önleme yükümlülükleri düzenlenmiştir. Buna göre; Taraflar aşa ğıdaki kasten gerçekleştirilen eylemlerin cezalandırılmasını sağlamak üzere gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır: a) Başka bir insanla, rızası olmaksızın, herhangi bir vücut parçasını veya cismi kullanarak, cinsel nitelikli bir vajinal, anal veya oral penetrasyon gerçekleştirmek; b) Bir insanla, rızası olmaksızın, cinsel nitelikli diğer eylemlere girişmek; c) Başka bir insanın, rızası olmaksızın, üçüncü bir insanla cinsel nitelikli eylem lere girmesine neden olmak. Rıza, mevcut koşullar bağlamında değerlendirilmek üzere, şahsın özgür iradesi so nucunda gönüllü olarak verilmelidir. Taraflar 1. fıkrada yer alan hükümlerin aynı zamanda iç hukukta kabul edilmiş olan, eski veya mevcut eşlere veya birlikte yaşayan bireylere karşı gerçekleştirilmiş eylemler için de geçerli olmasının temin edilmesi için gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklar dır. Aynı Sözleşmenin 49. maddesinde de devletlerin genel yükümlükleri düzenlenmiş tir. Buna göre; Taraflar bu Sözleşme kapsamındaki her türlü şiddet olayı ile ilgili soruş turma ve yasal işlemlerin, bir yandan cezai işlemlerin tüm safhalarında mağdurun hakları dikkate alınırken, gereksiz bir gecikme olmaksızın sürdürülmesini temin etmek üzere ge rekli yasal ve diğer tedbirleri alacaklardır. Taraflar temel insan haklarına uygun bir biçimde ve toplumsal cinsiyet temelli bir şiddet eylemi anlayışıyla, Sözleşme uyarınca belirlenen suçların etkili bir biçimde soruş turulup kovuşturulmasını temin etmek üzere gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklar dır.Esas Sayısı : 2021/96 Karar Sayısı : 2022/8 4 Sözleşmenin 51. maddesinde devletlerin şiddet riskini değerlendirme ve yönetme yükümlülüklerine yer verilmiştir. Buna göre; Taraflar riski yönetmek ve gerektiğinde koordineli bir biçimde emniyet ve destek temin etmek üzere tüm yetkili makamların ölüm riski, durumun ciddiyeti ve şiddet eyleminin tekrarlanması riskini değerlendirmelerini te min etmek üzere gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır. Taraflar 1. fıkrada belirtilen değerlendirmede, soruşturmada ve koruyucu tedbirler uygulamasının her aşamasında, bu Sözleşme kapsamındaki şiddet eylemlerini gerçekleş tirenlerin ateşli silahlara sahip olduğunun göz önüne alınmasını temin etmek üzere gerekli yasal veya diğer tedbirleri alacaklardır. Bütün bu hükümler devlet tarafından cinsel saldırı suçlarının etkili bir şekilde so ruşturulmasını ve soruşturmalar sırasında mağdurların geleneksel cinsiyetçi kalıplardan olumsuz etkilenmemesini güvence altına almayı amaçlamaktadır. Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Komitesi de Kadınların Ada lete Erişimlerine İlişkin Tavsiye Kararında ceza hukukuna ilişkin olarak taraf devletlere şu tavsiyelerde bulunmuştur (para.51): (a) Kadınlara karşı işlenen tüm suçların devletin aktörleri veya devlet dışı aktör lerce işlenmiş olmasına bakılmaksızın önlenmesi, soruşturulması, cezalandırılması ve tazmini için gereken özeni göstermeleri; (b) Yasal sınırlamaların mağdurların çıkarlarına uygun olmasını sağlamaları; (d) Kadınları hak aramaya, kendilerine karşı işlenen suçları yetkili makamlara bil dirmeye ve ceza hukuku süreçlerine aktif katılımlarını teşvik edecek destekleyici ortamlar oluşturmak üzere gerekli tedbirleri almaları ve adalete başvuran kadınlara misillemede bulunulmasını önlemek üzere tedbir almaları. Bu alanda mevzuat, politika ve program geliştirirken kadın grupları ve sivil toplum kuruluşlarının görüşlerini almaları; (h) Özellikle kadına yönelik şiddet vakalarında kanıtlama kuralları ve bunların uy gulamasını gözden geçirmeleri. Mağdurların ve sanıkların ceza takibatında eşit yargı lanma hakkını göz önünde tutarak, kanıt sunma gereklerinin aşırı kısıtlayıcı, esnemez veya toplumsal cinsiyet kalıp yargıları etkisinde şekillenmiş olmamasını sağlamak üzere tedbirler alınmalıdır; CEDAW Komitesi Kadınlara Yönelik Şiddete ilişkin 19 Sayılı Genel Tavsiye Ka rarında (1992) (t)Taraf devletlerin kadınların cinsel şiddete karşı etkin korunması için gerekli diğer önlemler arasında yasal tüm önlemleri almaları, aile içi tecavüz, cinsel sal dırı, işyerindeki tacizleri içeren tüm şiddet biçimlerine karşı kadınları korumaya yönelik sivil çözümler ve cezai yaptırımları içeren etkili tedbirler almaları, tavsiyesinde bulun muştur. CEDAW Komitesi Kadınlara Yönelik Toplumsal Cinsiyete Dayalı Şiddete İlişkin 35 sayılı Genel Tavsiye kararında da 19 sayılı Genel Tavsiyede ve diğer uluslararası belgelerde geçen kadınlara yönelik şiddet kavramının, bu şiddetin toplumsal cinsiyet kaynaklı olduğunu vurgulamaktadır. Buna göre, bu belge, kadınlara yönelik toplumsalEsas Sayısı : 2021/96 Karar Sayısı : 2022/8 5 cinsiyete dayalı şiddet ifadesini, bu tür şiddetin toplumsal cinsiyet temelli neden ve et kilerini açık bir biçimde ortaya koyan daha kesin bir terim olarak kullanmaktadır. Söz konusu ifade, bu şiddet türünün bireysel bir sorun olmaktan ziyade bilimsel olayların öte sinde kapsamlı tepkiler gerektiren, bireysel uygulayıcıları ve mağdurları olan sosyal bir sorun olduğu anlayışını daha da güçlendirmektedir (para 9). Komite, kadınlara yönelik toplumsal cinsiyete dayalı şiddeti, kadınların erkeklere kıyasla ikincil konumlarını ve basmakalıp rollerini kalıcı hale getiren temel sosyal, siyasi ve ekonomik araçlardan biri olarak görmektedir. Komite, bu çalışma boyunca, bu şiddet türünün gerçek kadın erkek eşitliğinin sağlanması ve kadınların Sözleşme ile güvence altına alınan insan haklarından ve temel özgürlüklerden faydalanmaları önünde önemli bir engel olduğunu açıkça ortaya koymuştur (para.10). Kadınlara yönelik toplumsal cinsiyete dayalı şiddet, tecavüz, aile içi şiddet veya zararlı uygulamalar da dahil belli durumlarda işkence, zalimane, insanlık dışı ve aşağıla yıcı muamele ile eşdeğerdir. (para.16). Komite, devletlerin üçüncü kişilerin eylemleri ve ihmalleri için gerekli özen (due diligence) yükümlülükleri ile ilgili olarak Sözleşmenin 2 (e) maddesinin taraf devletlerin herhangi bir kişi, kuruluş veya işletme tarafından kadınlara karşı ayrımcılık yapılmasını önlemek için tüm uygun önlemleri almaları gerektiğini açıkça belirtmektedir. Sıklıkla ge rekli özel yükümlülüğü olarak anılan bu yükümlülük, Sözleşmeyi bir bütün olarak des teklemektedir ve bu doğrultuda taraf devletler Devlet dışı aktörlerin kadınlara yönelik toplumsal cinsiyete dayalı şiddetle sonuçlanan eylemleri veya ihmalleri için uygun ön lemleri almaz veya araştırmaz, yargılamaz, cezalandıramaz ve düzeltilmesini sağlayamaz ise bundan sorumlu olacaktır. Gerekli özeni gösterme yükümlülüğü bünyesinde, taraf devletler, devlet dışı aktörler tarafından gerçekleştirilen kadınlara yönelik toplumsal cin siyete dayalı şiddeti önlemek için farklı önlemler benimsemek ve uygulamakla yükümlü dür. Söz konusu şiddeti tespit etmek için yasalara, kurumlara ve bir sisteme sahip olmaları gerekmektedir. Ayrıca taraf devletler bu işlevin etkili şekilde uygulanmasını ve tüm dev let teşkilatları ve kurumları tarafından desteklenip usulünce yerine getirilmesini sağla makla yükümlüdür. Devlet organları şiddet tehlikesini bildiğinde veya bilmesi gerekti ğinde taraf devlet kadınlara yönelik toplumsal cinsiyete dayalı şiddet eylemlerini önlemek için uygun önlemleri almazsa veya bu eylemlerin muhataplarının mağduriyetlerini tazmin etmek için bu eylemleri araştırmaz, yargılamaz, cezalandırmaz ve düzeltilmesini sağla mazsa, kadınlara yönelik toplumsal cinsiyete dayalı şiddet eylemlerine örtülü izin vermiş veya teşvik etmiş olacaktır. Bu ihmaller veya ihlaller insan hakları ihlalleridir. Yargısal uygulamalarla ilgili olarak Komite tüm yargı kurumlarının kadınlara karşı ayrımcılıktan veya kadınlara yönelik toplumsal cinsiyete dayalı şiddet eylemleri veya uy gulamalarından kaçınması ve bu şiddeti cezalandıran tüm ceza hukuku hükümlerini tam anlamıyla uygulayarak kadınlara yönelik toplumsal cinsiyete dayalı şiddet iddialarını kapsayan olaylarda tüm yasal prosedürlerin tarafsız ve adil olmasını, toplumsal cinsiyet kalıp yargılarından veya uluslararası hukuk da dahil olmak üzere yasal hükümlerin ay rımcılığa yol açan şekilde yorumlanmasından etkilenmemesini sağlaması gerektiğini be lirtmiştir. Neyin kadınlara karşı toplumsal cinsiyete dayalı şiddeti oluşturduğu, kadınların bu şiddete tepkilerinin ne olması gerektiği peşin hükümlü ve kalıp yargılı yaklaşımlarla uygulandığında, kadınların kanun önünde eşitlik, adil yargılanma ve bu Sözleşmenin 2. ve 15. maddelerinde düzenlenen etkili çözümlerden yararlanma hakkını etkileyebilir.Esas Sayısı : 2021/96 Karar Sayısı : 2022/8 6 Komite ayrıca, tecavüz de dahil olmak üzere cinsel saldırıların kadınların kişisel güvenlik haklarına ve fiziksel, cinsel veya psikolojik bütünlüklerine karşı bir suç olarak değerlendirilmesinin sağlanması gerektiğini belirtmiştir. Evlilik içinde veya birlikte olu nan kişi tarafından gerçekleştirilen tecavüz de dahil olmak üzere cinsel suçlar tanımımın özgür iradeyle rıza verilmemesine dayanması ve mecburi koşulları da göz önünde bulun durması sağlanmalıdır. Mağdurların/şiddete maruz kalanların yasal işlem başlatması için herhangi bir ön koşul olmaksızın, engelli mağdurlar için iletişim engellerini ortadan kaldırmak da dahil olmak üzere, şiddetin bir daha yaşanmasını veyahut potansiyel şiddeti engelleyecek uy gun ve ulaşılabilir koruma mekanizmaları sağlanmalıdır. Bu, gerektiğinde evden uzaklaş tırma, koruma kararlarının, şiddetin faili olduğu iddia edilen kişilere karşı sınırlayıcı veya olağanüstü yasaklayıcı kararların alınmasını, bunların izlenmesini ve uyulmaması halinde yeterli yaptırımlar uygulanmasını ve geniş yelpazede etkin önlemleri içeren acil risk de ğerlendirmesi ve korumayı kapsar. Koruma tedbirlerinin, kadın mağdurlara/şiddete ma ruz kalanlara aşırı bir mali, bürokratik veya kişisel yük getirmesinden kaçınmalıdır. Şid detin failleri veya faili olduğu iddia edilenlerin yargılama sırasında ve sonrasındaki, mal, gizlilik, çocuğun velayeti, çocukla iletişim, ziyaret hakları ve talepleri, kadınların ve ço cukların yaşam hakkı, fiziksel, cinsel ve psikolojik bütünlüğü ışığında karara bağlanır. Bunu yaparken, çocuğun üstün yararı ilkesi gözetilir. Mağdurların mahkemelere etkili bir şekilde erişimini sağlamak; yetkililerin, ceza hukuku hükümlerini uygulayarak ve şiddetin faili olduğu iddia edilen kişilerin, adil, ta rafsız, zamanında ve hızlı bir şekilde yargılanması ve uygun cezaların uygulanması da dahil olmak üzere kadınlara yönelik toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin her türüne yete rince yanıt vermesi sağlanmalıdır. Görüldüğü gibi Anayasanın 10. maddesinde güvence altına alınan eşitlik hakkı, cin sel şiddet dahil her türlü şiddete muhatap olan kadınların toplumsal cinsiyet kalıplarının mağduru olmadan haklarının etkili bir şekilde korunmasını gerektirir. Bütün bu ilke ve uluslararası standartlar dikkate alındığında cinsel saldırı ve çocu ğun cinsel istismarı suçlarında faillerin tutuklanması için somut delil aranması koşulu, devletin Anayasanın 10., 17. ve 20. maddelerinden kaynaklanan yükümlülüklerinin ihla line sebep olabilir. Özellikle somut delil kavramının dar yorumlanarak fiziki bulgu veya güvenilir tanık beyanı şeklinde anlaşılması halinde kural Anayasanın belirtilen hükümlerine aykırılık teş kil edecektir. AİHM, M.C./Bulgaristan kararında uygulamada bazen şiddet izleri veya doğrudan tanıklar gibi doğrudan tecavüz kanıtlarının yokluğunda rızanın olmadığını kanıtlama nın zor olabileceğini, ancak yetkililerin yine de tüm çevresel koşulları değerlendirerek gerçekleri incelemesi ve karar vermesi gerektiğini belirtmiştir. Soruşturma ve sonuçları, rızanın yokluğu konusuna odaklanmalıdır. Mahkeme somut olayda ulusal yargı otoritelerinin çevresel koşulları yeterince özenli değerlendirmediğini, bunun temel nedeninin de yetkililerin tecavüzün doğrudan kanıtlarına aşırı vurgu yapmalarının sonucu olduğunu tespit etmiştir. Somut olayda yargı makamları olay anında 14 yaşında olan mağdurun direnip direnmediğine odaklanmışlar Esas Sayısı : 2021/96 Karar Sayısı : 2022/8 7 dır (para.182). Küçüklerin özel psikolojik durumları göz ardı edilmiş, soruşturma gecik tirilmiş, tanıkların beyanlarındaki tutarsızlıklar yeterince dikkatli bir şekilde sorgulanma mıştır (para. 183 185). Bu ilkeler çerçevesinde değerlendirildiğinde dava konusu kuralın devletin, Anaya sanın 10., 17. ve 20. Maddelerinden kaynaklanan yükümlülüklerini ihlal edecek şekilde uygulanma potansiyeli çok yüksektir. Cinsel saldırı ve çocukların cinsel istismarı suçları bakımından somut fiziki delilin elde edilmesinin çok zor olmasına bağlı olarak, bu alanda kuvvetli suç şüphesi kavramının zorunlu olarak taşıdığı hususiyet dikkate alındığında; kuvvetli şüphe sebebinin somut delile dayanması gereğini öngören ihtilaflı kuralın, anılan iki suç bakımından tutuklama sebebinin tespitini makul olmayan şekilde ve ölçüsüz bir biçimde engelleyeceği öngörülebilir. Korunan hukuki değerlerin anayasal önemi dikkate alındığında; kadınlara ve çocuklara karşı cinsel şiddet suçlarına ilişkin olarak tutuklama sebebinin tespit usulünün, bu suçlara ilişkin delil meselesinin özgüllüğünü dikkate alma ması, devletin kadınları ve çocukları koruma pozitif yükümlülüklerini ihlal eder. Bu ne denle de Anayasanın belirtilen 10., 17. ve 20. Maddelerine aykırı olan kuralın iptaline karar verilmesi gerekir. III. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ 08.07.2021 tarih ve 7331 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu ve Bazı Kanunlarda De ğişiklik Yapılmasına Dair Kanunun iptali istenen hükmü yukarıda açıklandığı gibi Ana yasanın 10., 17 ve 20. maddelerine aykırıdır ve uygulanması halinde telafisi imkânsız sonuçlar doğuracağı açıktır. İptali istenen kural kadınların ve çocukların cinsel şiddete ve istimara uğraması halinde faillerin cezasız kalmalarına ya da tehlike hallerinin devamına ve yeni ihlallere neden olma ihtimali yüksektir. Yukarıda ayrıntılı olarak açıklandığı gibi temel hak ve özgürlükleri, hak sınırlama ölçütlerine aykırı şekilde sınırlandıran ihtilaflı kural, Anayasanın pek çok hükmünü ihlal etmektedir. Anayasal düzenin hukuka aykırı kural ve düzenlemelerden en kısa sürede arındırılması, hukuk devletinin temel gereğidir. Anayasaya aykırılıkların sürdürülmesi, özenle korunması gereken hukukun üstünlüğü ilkesini de zedeleyecektir. Hukukun üstün lüğünün sağlanamadığı bir düzende, kişi hak ve özgürlükleri güvence altında sayılama yacağından, bu ilkenin zedelenmesi hukuk devleti yönünden giderilmesi olanaksız durum ve zararlara yol açacaktır. İptali istenen kuralın uygulanmasından kaynaklanan ağır temel hak ihlallerinin bir an önce sona erdirilmesi ve daha ağır ve telafisi imkânsız sonuçlar doğurmasını engelle mek amacıyla Anayasaya açıkça aykırı olan ve iptali istenen hükmün iptal davası sonuç lanıncaya kadar yürürlüğünün de durdurulması istenerek Anayasa Mahkemesine dava açılmıştır. IV. SONUÇ VE İSTEM 08.07.2021 tarih ve 7331 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu ve Bazı Kanunlarda De ğişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 13. maddesiyle 5271 sayılı Kanunun 100. maddesi nin üçüncü fıkrasına eklenen somut delillere dayanan ibaresinin (a) bendinin (6) ve (7) numaralı alt bentler yönünden Anayasanın 10., 17 ve 20. Maddelerine aykırı olduğundan iptaline ve uygulanması halinde giderilmesi güç ya da olanaksız zarar ve durumlar olacağı için, iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüğünün durdurulmasına karar verilmesine ilişkin istemimizi saygı ile arz ederiz.
3,044
Esas Sayısı : 2011/111 Karar Sayısı : 2012/56 1 "... II İTİRAZLARIN GEREKÇELERİ A) E.2011/111 Sayılı İtiraz Başvurusunun Gerekçe Bölümü Şöyledir: '' Sanığın eylemine uyan müsnet firar suçunun unsur ve cezasını düzenleyen ASCK'nın 66/1 a maddesinde öngörülen cezanın üst sınırı üç yıl hapis cezasıdır. 765 sayılı TCK'nın 102/4'üncü maddesi gereğince, beş yıldan fazla olmayan hapis cezasını gerektiren suçlarda, beş yıl geçmesiyle kamu davası ortadan kalkmaktadır. 765 sayılı TCK'nın 104/1'inci maddesine göre; dava zamanaşımı, mahkûmiyet hükmü, yakalama, tutuklama, celp veya ihzar müzekkereleri, adlî makamlar huzurunda sanığın sorguya çekilmesi veya Cumhuriyet Savcısı tarafından mahkemeye yazılan iddianame ile kesilmekte ve bu hâlde zamanaşımı, kesilme gününden itibaren yeniden işlemeğe başlamakta, ancak aynı maddenin ikinci fıkrasına göre, ilave edilecek süre öngörülen dava zamanaşımı süresinin yarısından fazla olamamaktadır. 765 sayılı TCK'nın 103'üncü maddesi uyarınca dava zamanaşımı, tamamlanmış suçlarda fiilin yapıldığı tarihten, teşebbüs hâlinde kalan suçlarda son fiilin yapıldığı tarihten, mütemadi ve müteselsil suçlarda temadi ve teselsülün bittiği tarihten başlamaktadır. Kanun koyucu, ASCK'nın 49/1 A maddesinde, bazı askerî suçlar (yoklama kaçağı, saklı ve firar) bakımından dava zamanaşımının başlangıcı konusunda 'bütün askerî mükellefiyetlerin bitmesini' esas almak suretiyle, söz konusu askerî suçlar bakımından dava zamanaşımının hangi tarihte başlayacağı konusunda TCK'da belirlenen genel ilkelerden ayrılıp özel bir düzenleme yapma yoluna gitmiştir. ASCK'nın Ek 8'inci maddesinde, TCK'nın genel hükümlerinin ASCK'da düzenlenen suçlarda uygulanacağı belirtildikten sonra, ASCK'nın 49/1 A maddesindeki düzenleme istisna tutulmuştur. Dolayısıyla ASCK'nın 49/1 A'da belirtilen suçlar bakımından dava zamanaşımının başlangıcı suçun temadisinin bittiği tarihten değil, ilgili 'bütün askerî mükellefiyetlerinin veya bizzat girmiş olduğu taahhüdün bitmesinden itibaren işlemeğe' başlayacaktır. Somut olayda sanık, on beş aylık askerlik yükümlülüğü kapsamında er statüsünde askerlik hizmeti yapmış olduğundan, dava zamanaşımı süresinin hangi tarihten itibaren başlayacağını tespit edebilmek için, öncelikle ASCK'nın 49'uncu maddesinde geçen 'bütün askerî mükellefiyetler' teriminin ne anlama geldiğinin 21.6.1927 tarihli ve 1111 sayılı Askerlik Kanunu hükümleri çerçevesinde değerlendirilmesi gerekmektedir. Zira, bütün askerlik işlemleri ile erbaş ve erlerin mükellefiyetlerinin bitmesi olgusu, ancak bu Kanun hükümlerine göre belirlenebilmektedir. 1111 sayılı Askerlik Kanunu'nun, 'askerlik çağına' ve 'askerlik hizmetine' ilişkin, 2/1'inci maddesinde; 'Askerlik çağı her erkeğin esas nüfus kütüğünde yazılı olan yaşına göredir ve yirmi yaşına girdiği sene Ocak ayının birinci gününden başlayarak 41 yaşına girdiği sene Ocak ayının birinci gününde bitmek üzere en çok yirmibir sene sürer' hükmünün; 3 üncü maddesinde, 'Askerlik çağı, yoklama devri, muvazzaflık devri ve yedeklik olmak üzere üç devre ayrılır.' hükmünün; 5/4'üncü maddesinde, 'Bu Kanunun tespit ettiği esaslar dışında veya muvazzaflık hizmetini yapmadıkça hiç bir fert askerlik çağından çıkarılamaz.' hükmünün; 7/1'inci maddesinde, 'Muvazzaflık devrinin hitamından askerlik çağının nihayetine kadar olan kısım yedek devridir.' hükmünün yer aldığı görülmektedir.Esas Sayısı : 2011/111 Karar Sayısı : 2012/56 2 Askerî Yargıtay içtihatlarında (Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun, 28.9.1989 tarihli, 1989/198 199; 2'nci Dairesinin 19.1.2011 tarihli, 2011/43 42; 2'nci Dairesinin 26.11.2008 tarihli, 2008/2549 2571; 1'inci Dairesinin 21.7.2010 tarihli, 2010/1981 1971; 3'üncü Dairesinin 27.11.2007 tarihli, 2007/2539 2539; 4'üncü Dairesinin 24.7.2007 tarihli, 2007/1285 1284), 'bütün askerî mükellefiyetler terimi 'askerlik çağı' ile birlikte değerlendirilmekte ve askerlik çağının (muvazzaflık ve yedeklik dönemlerinin) bitiminde dava zamanaşımı süresinin başlayacağı kabul edilmektedir. Anayasa Mahkemesi kararlarında da belirtildiği üzere, Anayasa'nın 2'nci maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti'nin bir Hukuk Devleti olduğu belirtilmiştir. Hukuk Devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık, kanunların üstünde yasa koyucunun da uyması gereken temel hukuk ilkeleri ve Anayasanın bulunduğu bilincinde olan devlettir. Bu bağlamda Hukuk Devletinde, kanun koyucu yalnız kanunların Anayasaya değil, Anayasanın da hukukun evrensel temel ilkelerine uygun olmasını sağlamakla yükümlüdür. Hukukun temel ilkeleri arasında yer alan eşitlik ilkesine Anayasanın 10'uncu maddesinde yer verilmiştir. Buna göre, kanun önünde eşitlik ilkesi hukuksal durumları aynı olanlar için söz konusudur. Bu ilke ile, eylemli değil, hukuksal eşitlik öngörülmüştür. Eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan kişilerin kanunlar karşısında aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak, ayrım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir. Bu ilkeyle, aynı durumda bulunan kimi kişi ve topluluklara ayrı kurallar uygulanarak kanun karşısında eşitliğin çiğnenmesi yasaklanmıştır. Kanun koyucunun, suç ve cezaların belirlenmesinde takdir yetkisi olmakla birlikte, bu yetkisini kullanırken suç ile ceza arasındaki adil dengeyi sağlaması ve öngörülen cezanın cezalandırmada güdülen amacı gerçekleştirmede elverişli olması gibi esasları dikkate alması zorunludur. Dava ve ceza zamanaşımı ile ilgili kurallar dahi cezayı ağırlaştıran yahut suç koyan hükümler niteliğindedir. Dava ve ceza zamanaşımı sürelerinin; suçların ağırlığı, kamu düzeni için oluşturduğu etki ve ceza siyasetinin gereği olarak belirlenmesinde kanun koyucunun takdiri, Anayasa ve ceza hukukunun temel ilkeleriyle sınırlıdır. Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında somut olaya bakıldığında, sanığın 15.5.1979 doğumlu olması nedeniyle, üzerine atılı firar suçu yönünden dava zamanaşımı süresinin; ASCK'nın 49/1 A maddesi uyarınca, bütün askerî yükümlülüklerinin sona ereceği (askerlik çağı dışına çıkacağı) tarih olan 1.1.2020 tarihinden itibaren işlemeye başlaması ve 1.1.2025 tarihinde son ermesi gerekecektir. Ancak, Sağlık Kurulu kararıyla 2.12.2010 tarihi itibariyle barışta ve seferde askerliğe elverişli olmadığına karar verildiği için, bu tarih itibariyle askeri yükümlülüklerinin son erdiği, dolayısıyla dava zamanaşımı süresinin bu tarihten itibaren başladığı ve 2.12.2015 tarihinde sona ereceği görülmektedir. Halbuki, ASCK'nın 49/1 A maddesindeki istisnai düzenleme olmasaydı, genel hükümler uyarınca, sanığa isnat olunan firar suçunda, Askerî Yargıtay bozma kararına karşı diyeceklerinin tespiti ve bilirkişi incelemesi yaptırılabilmesi maksadıyla hakkında sevk için tutuklama kararı verilmesi zamanaşımını kesen neden olarak kabul edilemeyeceğinden, en son zamanaşımını kesen sebebin 27.3.2003 tarihinde mahkumiyet kararı olduğu göz önüne alındığında, dava zamanaşımı 27.3.2008 tarihinde sona ermiş olacaktı.Esas Sayısı : 2011/111 Karar Sayısı : 2012/56 3 Firar suçu, sadece asker kişiler tarafından işlenebilen mütemadi bir suç niteliğindedir ve ilgilinin yetkili amirlerinden izin almaksızın görevi gereği bulunması gereken yerden ayrıldığı andan itibaren suçun işlenme süreci başlar ve dehalet (katılma) veya yakalanma ile de sona erer. Kanun koyucu tarafından, askerlik hizmetinin özellikleri nedeniyle ASCK'nın 49/1 A maddesinde, firar suçunda dava zamanaşımı süresinin bütün askerî mükellefiyetlerin bitmesinden itibaren işlemeye başlayacağı hükmünün konulduğu anlaşılmaktadır. Bir askerî birimde disiplinsizlik teşkil eden bir eylem yapıldığında, faili olan asker kişinin eylemiyle orantılı bir şekilde ve en kısa sürede cezalandırılmamasının, askerî disiplinin tesisinde zafiyete neden olacağı açıktır. Zorunlu askerlik hizmetinin bulunduğu ülkemizde, bir asker kişinin yetkili amirlerinden izin almaksızın görevi gereği bulunması gereken yerden ayrılıp yedi günden fazla bir süre sonra yakalanması veya kendiliğinden katılması suretiyle oluşan firar suçunun failinin eylemiyle orantılı bir şekilde cezalandırılmaması askerî disiplinin tesisinde büyük bir zafiyete neden olacağından, firar suçunun cezasının seçenek yaptırımlara çevrilmemesi, ertelenememesi ve hükmün açıklanmasının geri bırakılamaması ile askerî disiplinin tesisi maksadıyla failinin tutuklanabilmesi gibi sivil kişiler tarafından işlenen suçlarda uygulanamayacak bazı istisnai düzenlemeler yapılmasının bir gereklilik olduğunda tereddüt bulunmamaktadır. Ancak bu istisnai düzenlemelerin, Hukuk Devleti ilkesinin bir gereği ve ceza hukukunun temel prensiplerinden olan ölçülülük ilkesine uygun olması gerekir. Kanun koyucu, dava zamanaşımı kurumunu düzenlerken ölçülülük ilkesiyle bağlıdır. Bu ilke ise 'elverişlilik', 'gereklilik' ve 'orantılılık' olmak üzere üç alt ilkeden oluşmaktadır. 'Elverişlilik' başvurulan önlemin ulaşılmak istenen amaç için elverişli olmasını, 'gereklilik' başvurulan önlemin ulaşılmak istenen amaç bakımından gerekli olmasını ve 'orantılılık' ise başvurulan önlem ve ulaşılmak istenen amaç arasında olması gereken ölçüyü ifade etmektedir. Ölçülülük ilkesiyle Devlet, cezalandırmanın sağladığı kamu yararı ile bireyin hak ve özgürlükleri arasında adil bir dengeyi sağlamakla yükümlüdür. Firar suçunda dava zamanaşımının başlangıcıyla ilgili kanuni düzenlemenin, 15 aylık askerlik yükümlülüğünü yerine getirmeyenler yönünden askerî disiplinin tesisinde zafiyeti önlemek amacına uygun olduğu söylenebilir ise de, somut olayda olduğu gibi, 15 aylık askerlik yükümlülüğünü bitirmiş bir kişinin askerlik hizmetini yaptığı dönemde işlediği firar suçu nedeniyle çok uzun bir süre cezalandırılma tehdidi altında yaşamasının askerî disiplinin tesisine herhangi bir katkısının bulunmadığı ve dolayısıyla belirtilen amaca ulaşmada elverişli olmadığı ortaya çıkmaktadır. Firar suçunun düzenlendiği maddede unsurları düzenlenen, firar suçuyla aynı miktarda ceza öngörülen ve firar suçuyla benzer nitelikte askerî disiplinin tesisinde zafiyetine sebep olan izin tecavüzü suçunda (ASCK'nın 66/1 b), dava zamanaşımının genel hükümler çerçevesinde temadinin bittiği tarihten başlaması, yine sadece asker kişiler tarafından işlenebilen ve askerî disiplinin zafiyetine sebep olabilecek nitelikte emre itaatsizlikte ısrar (ASCK'nın 87, 88, 89), üste veya amire fiilen taarruz (ASCK'nın 91), kendini askerliğe yaramayacak hale getirmek (ASCK'nın 79) gibi suçlarda da dava zamanaşımının genel hükümler çerçevesinde temadinin bittiği tarihten başlaması hususları birlikte göz önüne alındığında, mütemadi bir suç olan firar suçunda zamanaşımı süresinin, failin yakalanmak veya kendiliğinden katılmak suretiyle askerî hiyerarşi ve disiplin altına girdiği tarihten değil de, onun bütün askerî mükellefiyetlerinin bitmesinden (41 yaşından) itibaren başlatılmasının, askerî disiplinin sağlanması açısından gerekli bir tedbir olduğu da söylenemez. Aynı zamanda failin lehine olan 765 sayılı TCK'da en ağır cezayı gerektiren suçlarda bile zamanaşımı süresinin 20 yıl olması karşısında, öngörülen cezasının üst sınırı 3 yıl olan firarEsas Sayısı : 2011/111 Karar Sayısı : 2012/56 4 suçunda, dava zamanaşımının, suçun temadisinin sona erdiği tarihe bakılmaksızın en erken bütün askerî mükellefiyetlerinin bitmesinden (41 yaşından) itibaren başlatılması suretiyle dava zamanaşımı süresinin 20 yıldan fazla olmasının orantılı olmadığı da açıktır. Genel hükümlere göre, suçun işlenip tamamlanmasından sonra işlemeye başlayan dava zamanaşımı süresi, firar suçu işlenip tamamlanmış olsa bile işlemeye başlamamakta, dava zamanaşımı süresinin başlangıcının tüm askerî mükellefiyetlerin bitmesi şartına tabi tutulması nedeniyle, zamanaşımı süresi belirsizlik içermektedir. Çünkü, dava zamanaşımı süresinin başlangıcında esas alınan 1111 sayılı Kanun'un 2'nci maddesinde öngörülen askerlik çağına ilişkin belirlenen süre, yürütme organınca (Genelkurmay Başkanlığının göstereceği lüzum, Milli Savunma Bakanlığının teklifi ve Bakanlar Kurulu Kararıyla) 5 yıla kadar uzatılabileceği veya kısaltabileceği gibi, 1111 sayılı Kanun'un 5'inci maddesi uyarınca, muvazzaflık hizmetini yapmadıkça askerlik çağından çıkılamayacağından, askerlik hizmetini tamamlamayan firar suçunun failleri hakkında, dava zamanaşımı askerliğini yapıncaya veya yapmış sayılıncaya kadar işlememekte ve dolayısıyla da 41 yaşından sonra askerlik hizmetini tamamlayanlar için, dava zamanaşımının başlangıcı askerlik çağı olan 41 yaşın üstüne de çıkabilmektedir. Bu nedenlerle, firar suçunda dava zamanaşımının başlangıcı ile süresi konusunda belirsizlik olduğu ve bu belirsizliğin de Hukuk Devleti ilkesine aykırı olduğu ortaya çıkmaktadır. Firar suçunu işleyen kişinin, askerlik yükümlülüğünün bitmesinden itibaren dava zamanaşımının başlatılmasının, askerî disiplinin tesisinde zafiyeti önleme amacına ulaşmaya elverişli, askerî disiplinin sağlanmasında gerekli ve orantılı bir düzenleme olacağı göz önüne alındığında, dava zamanaşımının başlangıcının en erken yedeklik döneminin bittiği 41 yaşında başlatılmasına ilişkin ASCK'nın 49/1 A maddesindeki düzenlemenin ölçülülük ilkesiyle çeliştiği anlaşılacaktır. Söz konusu kanuni düzenleme, firar suçunun ağırlığını, ona verilen cezanın süresini, cezadan beklenen sosyal faydanın zaman içinde azalacağını dikkate almaması ve failin yargılamanın başında terhis olmuş olmasına ve askerî disiplini bozma durumunda olmamasına rağmen böyle bir gerekçeye dayanması sebepleriyle kamu yararı ile bireyin hak ve özgürlükleri arasında adil bir denge oluşturamadığı yönüyle de ölçülülük ilkesine aykırılık teşkil etmektedir. ASCK'nın 49/1 A maddesindeki söz konusu düzenleme, kişileri işledikleri suçla orantısız ve makul olmayan bir süre içinde davalarının ne şekilde sonuçlanacağı endişesiyle yaşamak durumunda bırakmaktadır. Nitekim somut olayda, kamu davasının 2002 yılında açıldığı dikkate alındığında, 2.12.2010 tarihi itibarıyla askerliğe elverişsiz olduğuna karar verilmiş olduğu için 13 yıl (askerliğe elverişsiz olduğuna karar verilmemiş olsaydı 23 yıl) boyunca, sanığın hakkındaki isnatlar için ceza davası tehdidi altında kalması söz konusudur. Bu durum Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 6'ncı maddesinde düzenlenen makul sürede adil yargılanma hakkını da ihlal etmektedir. Kanun önünde eşitlik, herkesin her yönden aynı kurallara bağlı tutulacağı anlamına gelmez. Durumlarındaki özellikler, kimi kişiler ya da topluluklar için değişik kuralları ve uygulamaları gerektirebilir. Aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumlar farklı kurallara bağlı tutulursa Anayasada öngörülen eşitlik ilkesi zedelenmez. Bu yönüyle, Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarında da belirtildiği üzere, askerî hizmetin niteliği gereği, askerî disiplinin tesisinde zafiyeti önlemek amacıyla, farklı konumda bulunan asker kişiler ile sivil kişilerin farklı kurallara tabi tutulması Anayasal eşitlik ilkesine aykırılık teşkil etmez. Askerlik hizmetinin ulusal güvenliğin sağlanmasındaki belirleyici yeri ve ağırlığı, sivil yaşamda suç oluşturmayan ya da önemsiz görülebilecek cezaları gerektirenEsas Sayısı : 2011/111 Karar Sayısı : 2012/56 5 kimi eylemlerin askerî suç olarak kabul edilmelerini ve ağır yaptırımlara bağlanmalarını zorunlu kılabilmektedir. Bu kapsamda firar suçunun vasıf ve mahiyeti itibarıyla aynı ceza öngörülen başka suçlardan farklı dava zamanaşımı süresinin öngörülmesi mümkündür. Ancak, kanun koyucunun, sadece asker kişiler tarafından işlenebilen izin tecavüzü gibi, benzeri unsurlar ve cezalar içeren suçlar bakımından dava zamanaşımı süresi ve başlangıcı için genel hükümleri yeterli gördüğü halde, firar suçunda dava zamanaşımının başlangıcı konusunda farklı bir düzenleme getirmesi, Anayasal eşitlik ilkesine de aykırılık oluşturmaktadır. Anayasanın 152/1'inci maddesinde 'Bir davaya bakmakta olan mahkeme, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır' hükmüne yer verilmektedir. Bu düzenleme uyarınca bir mahkemenin Anayasa Mahkemesine başvurabilmesi için, elinde yöntemince açılmış ve görevine giren bir dava bulunması ve iptali istenen kanun hükmünün de o davada uygulanacak kural olması gerekmektedir. Uygulanacak kanun hükümleri, davanın değişik evrelerinde ortaya çıkan sorunların çözümünde veya davayı sonuçlandırmada olumlu ya da olumsuz yönde etki yapacak nitelikte bulunan kurallardır. Somut olayda, Anayasaya aykırı olduğu değerlendirilen ASCK'nın 49/1 A maddesinin sanık hakkındaki davayı sonuçlandırmada uygulanma niteliğinin bulunduğu konusunda kuşku bulunmamaktadır. Yukarıda açıklanan nedenlerle, ASCK'nın 49/1 A maddesinde yer alan 'firar fiilleri hakkında dava müruru zamanı, bütün askerî mükellefiyetlerin veya bizzat girmiş oldukları taahhüdün bitmesinden itibaren işlemeğe başlar' ibaresinin Anayasa'nın 2'nci ve 10'uncu maddelerine aykırı olduğu değerlendirildiğinden, iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulmasına karar verilmiştir. Başkan Hâk.Alb. B.AK, askerlik hizmetinin ulusal güvenliğin sağlanmasındaki belirleyici yeri ve ağırlığı göz önüne alındığında, firar suçunun askerî disiplinin tesisinde çok önemli zafiyete neden olan bir fiil olması nedeniyle, kanun koyucu tarafından dava zamanaşımının başlangıcı konusunda istisnai bir düzenleme yapılmasının, Anayasaya aykırı olmadığı gerekçesiyle çoğunluğun kararına katılmamıştır.' B) E.2012/5 Sayılı İtiraz Başvurusunun Gerekçe Bölümü Şöyledir: '' A. Hukuk Devleti İlkesine Aykırılık Anayasanın 2'nci maddesinde belirtilen hukuk devleti eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık, yasaların üstünde yasa koyucunun da uyması gereken temel hukuk ilkeleri ve Anayasanın bulunduğu bilincinde olan devlettir. Bu bağlamda hukuk devletinde yasa koyucu yalnız yasaların Anayasaya değil, Anayasanın da hukukun evrensel temel ilkelerine uygun olmasını sağlamakla yükümlüdür (Anayasa Mahkemesinin 15/10/2003 tarihli ve E.2003/84, K.2003/89 sayılı kararı).Esas Sayısı : 2011/111 Karar Sayısı : 2012/56 6 Yasakoyucunun, suç ve cezaların belirlenmesinde takdir yetkisi olmakla birlikte, bu yetkisini kullanırken suç ile ceza arasındaki adil dengeyi sağlaması ve öngörülen cezanın cezalandırmada güdülen amacı gerçekleştirmede elverişli olması gibi esasları dikkate alması zorunludur. Dava ve ceza zamanaşımı sürelerinin; suçların ağırlığı, kamu düzeni için oluşturduğu etki ve ceza siyasetinin gereği olarak belirlenmesinde yasakoyucunun takdiri Anayasa ve ceza hukukunun temel ilkeleriyle sınırlıdır. Yasakoyucu, zamanaşımı kurumunu düzenlerken hukuk devleti ilkesinin bir gereği ve ceza hukukunun temel prensiplerinden olan ölçülülük ilkesiyle bağlıdır. Bu ilke ise 'elverişlilik' 'gereklilik' ve 'orantılılık' olmak üzere üç alt ilkeden oluşmaktadır. 'Elverişlilik', başvurulan önlemin ulaşılmak istenen amaç için elverişli olmasını, 'gereklilik' başvurulan önlemin ulaşılmak istenen amaç bakımından gerekli olmasını ve 'orantılılık' ise başvurulan önlem ve ulaşılmak istenen amaç arasında olması gereken ölçüyü ifade etmektedir (Anayasa Mahkemesinin 30/03/2011 tarihli ve E.2007/95, K.2011/61 sayılı kararı). Askeri Yargıtay'ın firar suçu nedeniyle dava zamanaşımının başlangıcına ilişkin yerleşmiş ve istikrar kazanmış içtihadına göre 41 yaşına girildiği ocak ayının birinci günü zamanaşımı süresi başlamaktadır. Görülmekte olan davada; 22 Haziran 1968 doğumlu olan sanığın hakkındaki firar suçları için öngörülen dava zamanaşımı süresi sanığın 41 yaşına girdiği Ocak ayının birinci günü olan 1 Ocak 2009 tarihinde işlemeye başlamıştır. Suç tarihi itibariyle yürürlükte bulunan ve sanığın lehine olan asli dava zamanaşımı, 765 sayılı T.C.K.'nun 102/4'üncü maddesine göre beş yıldır. En fazla ise 7 yıl 6 ay olmaktadır. 20 yaşında askere alınan bir şahsın işlediği herhangi bir suçtan dolayı dava zamanaşımı süresinin genel zamanaşımı kuralının aksine suç işlendikten sonra başlamaması ve belki de suç işlendikten sonra 20 yıl geçtikten sonra başlaması şeklindeki kuralın, kamu yararı veya herhangi bir amaç bakımından gerekliliği ileri sürülemeyecektir. İtiraz konusu kural, suçun ağırlığını, ona verilen cezanın süresini, cezadan beklenen sosyal faydanın zaman içinde azalacağını dikkate almaması ve failin sivil kişi olmasına ve askeri disiplini bozma durumunda olmamasına rağmen böyle bir gerekçeye dayanması sebepleriyle kamu yararı ile bireyin hak ve özgürlükleri arasında adil bir denge oluşturamadığından ölçülülük ilkesine aykırılık içermektedir. Ayrıca, sözkonusu kural, genel zamanaşımı kuralları ile birlikte değerlendirildiğinde, benzer suçlardan en ağırında dahi suç tarihinde yürürlükte olan TCK.nun 102'inci maddesinde 20 yıl olarak öngörüldüğünden, düzenleme bu haliyle de orantılılık ilkesine ve dolayısıyla hukuk devleti ilkesine açıkça aykırıdır. B. Eşitlik İlkesine Aykırılık Hukukun temel ilkeleri arasında yer alan eşitlik ilkesi, Anayasanın 10'uncu maddesinde düzenlenmiştir. Buna göre, yasa önünde eşitlik ilkesi hukuksal durumları aynı olanlar için söz konusudur. Bu ilke ile eylemli değil, hukuksal eşitlik öngörülmüştür. Eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan kişilerin yasalar karşısında aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak, ayrım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir. Bu ilkeyle, aynı durumda bulunan kimi kişi ve topluluklara ayrı kurallar uygulanarak yasa karşısında eşitliğin çiğnenmesi yasaklanmıştır. Askeri Ceza Kanununa göre firar suçu sadece asker kişiler tarafından işlenebilen bir suçtur (As.C.K. m.66). Firar ve aynı maddedeki izin tecavüzü suçları, mütemadi bir suçEsas Sayısı : 2011/111 Karar Sayısı : 2012/56 7 niteliğindedir ve kendiliğinden birliğine katılma veya yakalanma ile sona erer. Hatta firardan dönmeyen ve askerlik yükümlülüğünü tamamlamayan şahıslar için zamanaşımı süresi hiç başlamamaktadır ve ölene kadar devam etmektedir. Kanun, zorunlu askerlik hizmetinden kaçmayı tamamen engellemek istemiştir. Ancak, zaten suçun mütemadi suç olarak kabul edilmesiyle bu engelleme sağlanmış olup; işlenen suça ayrıca aşırı derecede uzun bir zamanaşımı süresi belirlenmesi ile orantısız bir düzenleme yapılmıştır. Suçun tamamlanma anı, katılma veya yakalanmakla gerçekleştiğinden, bu tarihten itibaren başlaması gereken zamanaşımının, ölçü gözetilmeden bütün askeri mükellefiyetlerin bitmesinden sonra başlayacak şekilde düzenlenmesi eşitlik ilkesine aykırıdır. As.CK.nun 49/A maddesindeki dava zamanaşımı düzenlemesi, uygulamada Askeri Yargıtay tarafından, Askeri Ceza Kanununun aynı maddesinde düzenlenen (66/1 b) ve firara benzer şartlar taşıyan izin tecavüzü suçlarında; kanunda açıkça 'firar' fiilinin belirtilmesi gerekçesiyle uygulanmamaktadır. Askeri Yargıtay'ın yerleşik içtihatlarına göre; firara çok benzeyen izin tecavüzü suçunda Türk Ceza Kanunundaki genel zamanaşımı hükümleri uygulanmaktadır. Bu durumda; benzer fiilleri işleyen ve aynı statüde olan asker kişilere eşitlik ilkesine aykırı olarak ölçülü olmayan oranda farklı zamanaşımı süresi ve dolayısıyla farklı ceza yaptırımlarının uygulanması sözkonusu olmaktadır. İzin tecavüzü suçu, sadece belli bir izin, istirahat ve hava değişimi almak suretiyle birlikten ayrılan askeri şahıslarca işlenmektedir. Ancak, her iki suç failinin amacı; askerlikten ve kıtadan uzak kalmak olup bu suçların düzenlenmesiyle amaçlanan yarar, Türk Silahlı Kuvvetlerinin disiplinidir ve suç aynı statüdeki şahıslarca, benzer şekilde işlenmekte olup, sadece yargı içtihatlarıyla farklı bir suç tipi yaratılmıştır. Firar ve uygulamada yerleşik adıyla izin tecavüzü suçu aynı kanun maddesinde düzenlenmiş olup; Askeri Yargıtay içtihatlarıyla maddenin 1'inci fıkrası (b) bendi haklı olarak zamanaşımı yönünden genel hükümlere tabi tutulmuş, ancak kanunun diğer hükümleri zamanaşımı yönünden 49/A maddesi hükümlerine tabi olduğundan aynı durumda bulunan kişilere farklı kuralların uygulanması sonucuna yol açacak şekilde eşitliğe aykırı bir durum ortaya çıkmıştır. Şöyle ki; izin tecavüzü eyleminden itibaren somut olayda 5 yıl (en fazla 7,5 yıl) geçen bir askeri şahıs genel zamanaşımı hükümlerinden faydalanabilecekken Kanun'un aynı maddesinde düzenlenen benzer fiili işleyen askeri şahıs ise dava konusu olayda olduğu gibi 26 yıldan fazla bir süre ceza tehdidi altında kalacaktır. Bu şahısların farklı bir statü içerisinde olması da söz konusu değildir, sivillerden farklı oldukları, bu nedenle farklı hukuki kurallara tabi olacakları ileri sürülse bile; kişiler aynı şekilde zorunlu veya ihtiyari olarak (profesyonel askerler) askerlik görevini yapmaktadırlar ve eşitlik ilkesinin bunlara aynı şekilde uygulanması gerekir. Hatta, aynı statüde olan asker kişiler arasında da eşitlik ihlâl edilebilmektedir. Şöyle ki; dava konusu olayda 1968 doğumlu olan sanık hakkında 2003 yılında tamamlanan suç için zamanaşımı süresi suçun temadisinin tamamlanmasından altı yıl sonra başlayacakken, aynı yaştaki başka bir asker şahsın 1988 yılında işlediği firar suçunda zamanaşımı süresi suçun işlenmesinden 11 yıl sonra başlayacak ve sırasıyla, 13,5 yıl ve 18,5 yıl sonra zamanaşımı süreleri tamamlanabilecektir. Bu da, aynı suçu işlemiş olmaları nedeniyle aynı hukuksal durumda olanlar arasında farklı hukukî sonuçlar doğurmak suretiyle eşitlik ilkesine aykırı olacaktır. C. Kanunilik İlkesine AykırılıkEsas Sayısı : 2011/111 Karar Sayısı : 2012/56 8 Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6'ncı maddesinde ifadesini bulan makul sürede adil yargılanma hakkı: 'Herkes, ... cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan, ... bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak görülmesini istemek hakkına sahiptir.' şeklinde düzenlenmiştir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 7'nci maddesinde ifadesini bulan suç ve kanuniliği ilkesi: 'Hiç kimse, işlendiği zaman ulusal ve uluslararası hukuka göre bir suç sayılmayan bir fiil veya ihmalden dolayı mahkum edilemez. Yine hiç kimseye, suçun işlendiği sırada uygulanabilecek olan cezadan daha ağır bir ceza verilemez.' şeklinde düzenlenmiştir. Davada, sanığın 1968 doğumlu olması nedeniyle 1 Ocak 2009 tarihinde başlayan asli dava zamanaşımı süresinin lehe yasa dikkate alındığında, beş yıl sonra, yani 01 Ocak 2014 tarihinde dolacağı anlaşılmaktadır. Söz konusu süre, en fazla yarı oranında artırılarak 01 Haziran 2016 tarihinde zamanaşımı süresi dolacaktır. Askere alındığı 10 Mayıs 1988 tarihinden itibaren 28 yıl, hakkındaki kamu davasının 2003 yılında açıldığı dikkate alındığında dahi 13 yıl boyunca sanığın hakkındaki isnatlar için ceza davası tehdidi altında kalması Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6'ncı maddesinde ifadesini bulan makul sürede adil yargılanma hakkını ihlal edecektir. Firar suçu için dava zamanaşımı süresinin başlangıcının tüm askeri mükellefiyetlerin bitmesi şartına tabi tutulması nedeniyle eylemli olarak zamanaşımı süresi uzamaktadır. Dava zamanaşımı süresinin başlangıcına esas alman 1111 sayılı Askerlik Kanununun 2'inci maddesinde öngörülen askerlik çağına ilişkin belirlenen sürenin, Genelkurmay Başkanlığının göstereceği lüzum, Milli Savunma Bakanlığının teklifi ve Bakanlar Kurulu Kararıyla beş yıla kadar uzatılabileceği veya kısaltabileceği öngörülmüştür. Bu durumun ise firar suçunun dava zamanaşımının başlangıcı ile süresinin yürütmenin tekeline bırakmak anlamına gelir ki bunun da Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 7'nci maddesinde ve Anayasa'nın 38'inci maddesinde ifadesini bulan suç ve cezaların kanunla konulacağını düzenleyen amir hükmünün ihlali sonucunu doğuracaktır. Yukarıda üç başlık altında ayrı ayrı açıklanan gerekçelerle, dava konusu kural, Anayasa'nın 2'inci maddesindeki hukuk devleti, 10'uncu maddesindeki kanun önünde eşitlik ve 38'inci maddesindeki suç ve cezaların kanuniliği ilkelerine ve dolayısıyla Anayasa'ya aykırıdır. İptali gerekir. Yukarıda belirtilen gerekçelerle; 1632 sayılı Askeri Ceza Kanununun 49/A maddesinde düzenlenen; 'firar fiilleri hakkında dava müruru zamanı, bütün askeri mükellefiyetlerin bitmesinden itibaren işlemeğe başlar.' ibaresinin Anayasanın hukuk devletini düzenleyen 2'nci maddesi, kanun önünde eşitlik ilkesini düzenleyen 10'uncu maddesi ile suç ve ceza esaslarını düzenleyen 38'inci maddesine aykırılığı iddiasıyla ve iptali istemiyle Çorlu 5'nci Kolordu Komutanlığı Askeri Mahkemesince Anayasa'nın 152 ve 6216 sayılı Kanunun 40'ıncı maddeleri uyarınca Anayasa Mahkemesine itirazda bulunulmuştur. İlgili hükmün, yukarıda açıklanan veya 6216 sayılı Kanunun 43'üncü maddesi uyarınca re'sen görülecek gerekçelerle iptaline karar verilmesi arz olunur.'"
3,591
Esas Sayısı : 2014/126 Karar Sayısı : 2015/86 1 Davacı İstanbul Eczacı Odası vekili Av. Zehra ŞİMŞEK tarafından, 08.05.1997 tarih ve 22983 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren Türk Eczacıları Birliği Yardımlaşma Sandığı Yönetmeliğinin 6. maddesinin ve 14. maddesindeki oda ve ibaresinin iptali ile 6643 sayılı Türk Eczacıları Birliği Kanununun 58. maddesinin 1. fıkrasında yer alan Bu sandığa birlik azasının hepsi kaydedilmeye ve vecibelerini yerine getirmeye mecburdurlar. cümlesinin, Anayasaya aykırı olduğu iddiası ile Türk Eczacıları Birliğine karşı açılan davada; davacı Odanın Anayasaya aykırılık iddiasının ve Yasa kuralının Anayasaya uygunluğu incelenerek işin gereği görüşüldü: I UYGULANACAK KURAL: 6643 sayılı Türk Eczacıları Birliği Kanununun 58. maddesinde, Türk Eczacıları Birliğince bir yardımlaşma sandığı kurulur. Bu sandığa birlik azasının hepsi kaydedilmeye ve vecibelerini yerine getirmeye mecburdurlar. (Değişik: 23/2/1995 4078/14 md.) Kurulacak yardımlaşma sandığının işleyişi, yardımlaşma aidatları ve yapılacak yardımlarla ilgili usul ve esaslar, Türk Eczacıları Birliği Merkez Heyeti tarafından çıkartılacak bir yönetmelikle düzenlenir. hükmüne yer verilmiştir. Davacı Oda tarafından, iptali istenilen Türk Eczacıları Birliği Yardımlaşma Sandığı Yönetmeliğinin 6. maddesinde de, anılan Yasa kuralına paralel bir düzenleme yapılarak, 6643 sayılı Kanunun 4078 sayılı Yasa ile değişik 58nci maddesine göre Türk Eczacıları Birliğine kayıtlı bulunan ve bundan sonra kaydedilecek her eczacının, Sandığın doğal ve zorunlu üyesi olduğu ve yükümlülüklerini yerine getirmek zorunda olduğu belirtildikten sonra, yine aynı Yönetmeliğin 14. maddesinde, Sandığa ait o yılki yıllık aidatlarını ödeyemeyen üyelerin oda ve sandık hizmetlerinden yararlanamayacağı kuralı getirilmiştir. Davacı Oda, eczacıların sandığa üyeliğinin zorunlu kılınması ile davalı idarenin zaten görevi ve sorumluluğu kapsamında olan bir kısım hizmetlerin yerine getirilmesi için üyelerini ek yükümlülüğe maruz bıraktığı, bu yükümlülükleri yerine getirmeyen üyelerini de Oda ve Sandık hizmetlerinden yararlandırmadığı ve böylece kendi kuruluş amacına aykırı hareket ettiği, bu durumun Anayasanın kişi hürriyeti, örgütlenme özgürlüğü ve hukuk devleti ilkelerine aykırı olduğu iddiaları ile söz konusu yönetmelik maddelerinin iptalini istemektedir. Bu durumda, bakılmakta olan davada iptali istenilen yönetmelik maddesinin dayanağını oluşturan 6643 sayılı Yasanın 58. maddesinin, uyuşmazlığın çözümünde uygulanacak kural olduğu sonucuna varılmaktadır. II 6643 SAYILI TÜRK ECZACILARI BİRLİĞİ KANUNUNUN 58. MADDESİNİN BİRİNCİ FIKRASININ ANAYASAYA AYKIRILIĞI Anayasanın, Kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları başlıklı 135. maddesinde; kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ve üst kuruluşlarının, belli bir mesleğe mensup olanların müşterek ihtiyaçlarını karşılamak, mesleki faaliyetlerini kolaylaştırmak, mesleğin genel menfaatlere uygun olarak gelişmesini sağlamak, meslek mensuplarının birbirleri ve halk ile olan ilişkilerinde dürüstlüğü ve güveni hakim kılmak üzere meslek disiplini ve ahlakını korumak maksadı ile kanunla kurulan ve organları kendi üyeleri tarafından kanunda gösterilen usullere göre yargı gözetimi altında, gizli oyla seçilen kamu tüzelkişilikleri olduğu hükmüne yer verilmiştir.Esas Sayısı : 2014/126 Karar Sayısı : 2015/86 2 6643 sayılı Türk Eczacıları Birliği Kanununun Birliğin kuruluş amacının ve görevlerinin düzenlendiği 1. maddesinde; Türkiye sınırları içinde meslek ve sanatlarını yürütmeye yetkili olup da, özel kanunlarında üye olamayacakları belirtilenler hariç, sanatlarıyla uğraşan ve meslekleriyle ilgili hizmetlerde çalışan eczacıların katılmasıyla; eczacıların müşterek ihtiyaçlarını karşılamak, mesleki faaliyetlerini kolaylaştırmak, eczacılığın genel menfaatlere uygun olarak gelişmesini sağlamak, eczacıların birbirleri ile ve halk ile olan ilişkilerinde dürüstlüğü ve güveni hakim kılmak üzere, meslek disiplini ve ahlakını korumak maksadıyla tüzelkişiliğe sahip kamu kurumu niteliğinde Türk Eczacıları Birliği kurulacağı hüküm altına alınmıştır. Aynı Yasanın 58. maddesinde de, Türk Eczacıları Birliğince bir yardımlaşma sandığı kurulacağı, bu sandığa birlik azasının hepsinin kaydedilmeye ve vecibelerini yerine getirmeye mecbur oldukları, kurulacak yardımlaşma sandığının işleyişi, yardımlaşma aidatları ve yapılacak yardımlarla ilgili usul ve esasların, Türk Eczacıları Birliği Merkez Heyeti tarafından çıkartılacak bir yönetmelikle düzenleneceği hükmü yer almaktadır. Söz konusu Yasa maddesi uyarınca 08.05.1997 tarihli ve 22983 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan Türk Eczacıları Birliği Yardımlaşma Sandığı Yönetmeliğinin 5. maddesinde; sandık üyelerinin tasarrufta bulunmalarını sağlamak, sandık üyesi olan eczacıların sosyal ve ekonomik çıkarlarını koruyup geliştirici çalışmalarda bulunmak, bazı durumlarda üyelerine yardımda bulunmak, sosyal ve ekonomik dayanışmayı güçlendirmek, Sandığın amaçları olarak sayılmıştır. Türk Eczacıları Birliği, kuruluş Yasasında da belirtildiği üzere, Türkiye sınırları içerisinde meslek ve sanatlarını icra etmek isteyen eczacıların katılmasıyla; eczacıların müşterek ihtiyaçlarını karşılamak, mesleki faaliyetlerini kolaylaştırmak, eczacılığın genel menfaatlere uygun olarak gelişmesini sağlamak; eczacıların birbirleri ile ve halk ile olan ilişkilerinde dürüstlüğü ve güveni hakim kılmak üzere, meslek disiplini ve ahlakını korumak maksadıyla kurulmuştur. Birliğe üye olmak, eczacılık mesleğinin ifası için zorunlu bir husustur. Ancak Anayasaya aykırılığı ileri sürülen Yasa maddesi ile eczacı odasına kaydolan eczacı, iradesi dışında kendiliğinden yardımlaşma sandığına da üye kaydedilmektedir. Öte yandan zorunlu olarak kayıt edilen eczacılar, üyelik aidatlarını ödemedikleri takdirde Sandık hizmetlerinin yanında Oda hizmetlerinden de yararlandırılmamaktadır. Mülkiyet hakkı kişiye, sahibi olduğu şey üzerinde, yasalar çerçevesinde dilediği gibi tasarruf olanağı vermektedir. Tasarruf, tanımı gereği istediği gibi kullanma yetkisini içerdiği gibi, iktisadi olarak elde edilen yani menkul mülkiyetine konu olan gelirin tükenmeyen kısmını ifade etmektedir. Toplum yararına aykırı olmamak kaydıyla malik, sahibi olduğu şeyi dilediği biçimde kullanır. Bu nedenle, üyelik kapsamında zorunlu olarak ödenen aidatlar üzerinde kişilerin mülkiyet hakkı bulunmaktadır. Anayasanın 35. maddesinde, herkesin mülkiyet ve miras haklarına sahip olduğu ve bu hakların, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabileceği öngörülmüştür. 6643 sayılı Yasanın 58. maddesi ile Birliğe üye eczacıların, mesleklerinin ifası ile doğrudan ilgili olmayan bir hususta, isteklerine bakılmaksızın Sandığa üye olmaya mecbur tutulmakta, üyelik kapsamında yıllık aidatlarını ödeme yükümlülüğü getirilmekte, bu yükümlülüğü yerine getirmeyenlerin oda hizmetlerinden de faydalandırılmaması öngörülmektedir. Konunun Anayasa ile güvence altına alınmış mülkiyet hakkını daEsas Sayısı : 2014/126 Karar Sayısı : 2015/86 3 ilgilendirdiği dikkate alındığında, Anayasanın yukarıda belirtilen 35. maddesine aykırılık bulunmaktadır. 6643 sayılı Yasanın 58. maddesinin birinci fıkrasında Anayasaya aykırılığı ileri sürülen Bu sanığa birlik azasının hepsi kaydedilmeye ve vecibelerini yerine getirmeye mecburdurlar. kuralı ile, serbest çalışan eczacıların gelirlerinin bir kısmının kendileri tarafından değerlendirilmesi yerine Sandığa aidat adı altında zorunlu olarak istenilmesi ve böylece menkul mülkiyet haklarının ellerinden alınmasında kamu yararı da bulunmamaktadır. Nitekim Anayasa Mahkemesi kararlarıyla da belirtildiği üzere; hukuk devletinde yasama faaliyetlerinin kamu yararının teminini amaçlaması şarttır. Bir yasa çıkartıldığı zaman kamu yararına dayanıyor olsa dahi, koşulların değişmesi sonucunda kamu yararını karşılayamaz duruma geldiğinde, Anayasanın 2. maddesi kuralına aykırı nitelik kazanır. Kamu yararını sağlamayan 6643 sayılı Yasanın söz konusu hükmünün, bu yönüyle de Anayasaya aykırılığı bulunmaktadır. Öte yandan, Türkiye sınırları içerisinde mesleklerini ve sanatlarını icra etmek isteyen eczacıların, Birliğe üye olmaları zorunlu olmakla birlikte, mesleğin ifası için zorunlu olmayan Sandığa üye yapılmasının ve yükümlülüklerini yerine getirmemeleri halinde oda hizmetlerinden de faydalandırılmamasının, Anayasanın 2. maddesinde yer alan hukuk devleti ilkesine, 19. maddesinin birinci fıkrasında belirtilen Herkes, kişi hürriyeti ve güvenliğine sahiptir... hükmüne de aykırılık teşkil etmektedir. Anayasanın 135. maddesi kapsamında kurulan kamu kurumu niteliğindeki diğer meslek odalarının mevzuatlarında, yardımlaşma sandığı ile ilgili herhangi bir hüküm bulunmamaktadır. Yalnızca 6207 sayılı Avukatlar Yardımlaşma Kanununun 1. maddesinde, sandığa üye olmanın isteğe bağlı olduğu yönünde kural bulunmaktadır. Esasen aykırılığı iddia edilen Yasa maddesi ile kurulan Yardımlaşma Sandığının amaçlarının sandık üyelerinin tasarrufta bulunmalarını sağlamak, sandık üyesi olan eczacıların sosyal ve ekonomik çıkarlarını koruyup geliştirici çalışmalarda bulunmak, bazı durumlarda üyelerine yardımda bulunmak, sosyal ve ekonomik dayanışmayı güçlendirmek olduğu göz önüne alındığında, Sandığa üyeliğin ihtiyari olabileceği, ancak, itiraz konusu kuralla Sandığa, Birlik üyesi eczacıların hepsinin kaydedilmesi ve vecibelerini, yani üyelik aidatlarını yerine getirmeye mecbur bırakılmaları, üyelik aidatlarının ödenmemesi halinde Oda hizmetlerinden de yararlandırılmaması suretiyle eczacılık faaliyetlerinin engellenmesinin Anayasanın 48. maddesinde öngörülen özel teşebbüslerin çalışma özgürlüğünün sınırlandırılması sonucunu doğurduğu açıktır. III. SONUÇ VE İSTEM Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında, 6643 sayılı Yasanın 58. maddesinin birinci fıkrasının Anayasaya aykırılığı iddia edilen Bu sanığa birlik azasının hepsi kaydedilmeye ve vecibelerini yerine getirmeye mecburdurlar. cümlesinin, Anayasa ile güvence altına alınan mülkiyet hakkını, çalışma özgürlüğünü ve kişi hürriyetini zedelediği, aynı zamanda hukuk devleti ilkesine aykırı olduğu sonucuna varılmıştır. Açıklanan nedenlerle, 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 40. maddesinin 1. fıkrası gereğince, 6643 sayılı Kanunun 58. maddesinin birinci fıkrasının ikinci cümlesinin (Bu sandığa birlik azasının hepsi kaydedilmeye ve vecibelerini yerine getirmeye mecburdurlar.), Anayasanın 2, 19, 35 ve 48. maddelerine aykırı olduğu kanısına varıldığından iptali istemiyle Anayasa Mahkemesine başvurulmasınaEsas Sayısı : 2014/126 Karar Sayısı : 2015/86 4 dosyada bulunan belgelerin onaylı bir örneğinin Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine, 27/02/2014 tarihinde oybirliği ile karar verildi.
1,279
Esas Sayısı : 2018/116 Karar Sayısı : 2018/92 1 Mahkememizde görülmekte olan 2017/512 Esas sayılı kamulaştırma bedel tespiti ve tescili davasında davalı... 22/06/2018 havale tarihli dilekçe ile 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun, 7139 sayılı Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğünün Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda ve Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 26. maddesi ile değiştirilen 10/8, 27. maddesi ile değiştirilen 11/1 ı maddesi ve 28. maddesiyle değiştirilen 25/3. maddesinin Anayasa'ya aykırı olduğu iddiasında bulunduğu, bu nedenle bu maddelerin iptali istemi ile dosyanın Anayasa Mahkemesine gönderilmesi talebinde bulunduğu görüldü. Mahkememizce davalı vekilinin Anayasaya Aykırılık iddiasının ciddi olduğu ve anılan yasa maddelerinin Anayasaya aykırı olduğu kanaatine varılarak talebin kabulüne karar verilmiş ve dosyanın onaylı bir suretinin Anayasa Mahkemesine gönderilerek anılan yasa maddelerinin iptali isteminde bulunulmasına karar verilmiştir. 1 İtirazın Konusu: 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 7139 sayılı Yasa ile değişik10/8, 11/1 ı ve 25/3. maddelerinin Anayasanın 2, 10, 11, 13, 35, 46 ve 152. maddelerine aykırılığı iddiası ile iptal istemidir. SONUÇ VE İSTEM: Yukarıda açıklanan nedenlerle; 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 7139 sayılı Yasa ile değişik 10/8, 11/1 ı ve 25/3. maddelerinin Anayasanın 2, 10, 11, 13, 35, 46 ve 152. maddelerine aykırı olduğunun tespiti ile iptaline karar verilmesine arz olunur.
210
Esas Sayısı : 1988/53 Karar Sayısı : 1989/20 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ : İtiraz yoluna başvuran Mahkemenin konuya ilişkin açıklamalarının yer aldığı 28.11.1988 günlü ara kararında, davacı vekilinin 10.8.1988 günlü dilekçesinde belirtilen nedenler dayanak yapılmak suretiyle "2098 sayılı ve 3395 sayılı kanunlarla kabul edilen sistem ile Milli Savunma Bakanlığı işyerlerinde çalışanlarla aynı şartlarda çalışan azotlu gübre sanayii kolundaki işçiler arasında inandırıcı ve makul gerekçelerle açıklanması mümkün olmayan bir ayırım yapılmıştır. Aynı şartlarda hatta daha ağır şartlarda çalışmasına rağmen her iş kolundaki işçiler ek birinci maddede bu iş kolu sayılmadığı için itibari hizmet süresinden yararlanamamaktadırlar, bu da Anayasanın 10. maddesinde açıklanan eşitlik ilkesine ve Sosyal Hukuk ilkesine aykırı düşmektedir. Bu durum karşısında Mahkememiz söz konusu cümleleri Anayasanın 10. maddesine ve Cumhuriyetin niteliklerini belirten Anayasanın 2. maddesinde yazılı Sosyal Hukuk Devleti ilkesine aykırı bulmuştur. Açıklanan gerekçe uyarınca davacı vekilinin Anayasaya aykırılığı iddiası Mahkememizce ciddi bulunarak ve eksiklikler giderilerek söz konusu cümlelerin iptali için dosyanın Anayasa Mahkemesine gönderilmesine .... karar verildi." denilerek sözkosunu dilekçenin sonuç kısmında belirlendiği biçimde, 3395 sayılı Yasa'nın 13. maddesinin "Sigortalılar" başlığı altındaki birinci sütununda yer alan 11.. III. ve IV. bentlerin Anayasa'nın 2. ve 10. maddelerine aykırı olduğundan söz edilerek iptali istenmiştir. İtiraz yoluna başvuran Mahkemenin, içerdiği Anayasaya aykırılık savlarını ciddi bulduğu davacı vekilinin 10.8.1988 günlü dilekçesinde, "Aykırılık Gerekçesi", "Sonuç ve İstem" başlıkları altında aynen; "... AYKIRILIK GEREKÇESİ: 1. Sosyal Güvenlik Hukukunun, aynı koşullara sahip şahıslara eşit bir biçimde uygulanması, bu hukuk dalının temel ilkelerindendir (Y. 10. H.D. 10/5/1983, 1909/2488, YKD., 1983, S. 1768). Oysa, 2098 sayılı ve 3395 sayılı Yasalarla kabul edilen sistem nedeni ile, örneğin: gaz maskesi ile çalışmayı gerektiren Milli Savunma Bakanlığı işyerlerinde çalışanlar ile aynı koşullarda çalışan Azotlu Gübre Sanayii işkoluna mensup işçiler arasında anlamsız, makul gerekçelerle açıklanması mümkün olmayan bir ayrım yapılmaktadır. Zira aynı koşullarda, hatta daha ağır koşullarda çalışmasına rağmen Harb İş kolu mensubu işçi, sırf Ek 1. Madde'de bu işkolu sayılmadığı için, itibari hizmet süresi uygulamasının dışında kalmaktadır. Böyle bir uygulamaya meydan veren yasa hükmünün Anayasaya ve Anayasanın 10. maddesinde ifadesini bulan eşitlik ilkesine ve yukarıda açıkladığımız Sosyal Sigorta Hukuku ilkelerine aykırı olduğu aşikârdır. 2. Bazı işçilere itibari hizmet süresi tanınmasının iki gerekçesi olabilir. Bunlardan birincisi özendirme, diğeri ise çalışma gücü ve hayat süresini alabildiğine kısaltan ağır ve yıpratıcı işlerde çalışanların bu özel durumlarına göre özel emeklilik yaşı saptamak, erken yıprananlara erken dinlenme olanağı sağlamaktır.Esas Sayısı : 1988/53 Karar Sayısı : 1989/20 2 2098 ve 3395 sayılı Yasalar hangi gerekçeye ağırlık vermiş olurlarsa olsunlar, aynı koşullarda çalışan işçiler arasında, çalıştıkları işkolları yönünden ayrım yapmaları ile bir anlam taşımamaktadırlar. Şayet özendirme gerekçesi ağırlıkta ise, neden özendirme açısından. Savunma Sanayii Sektörünün, Şeker Sanayi İşkolundan daha az önemli sayıldığını anlamak, Basm İş sektörünün, neden Demir Çelik İşkolundan daha önemli sayılması gerektiğini açıklamak mümkün değildir. Kaldı ki 2098 ve 3395 sayılı Yasalarda amaç, özendirmeden çok, çalışma gücünü hızla azaltan ve ömrü kısaltan ağır, tehlikeli ve yıpratıcı işlerde çalışanlara nisbeten daha rahat işlerde çalışanlara nazaran özel himaye sağlamaktadır. Her iki Yasanın gerekçesinde bu amaca ağırlık verildiği görülmektedir. Amaç özel himaye sağlamak olunca eşitsizlik daha da çarpıcı bir hale gelmektedir. 3. Yasa gerekçeleri incelendiğinde, özellikle 2098 sayılı Yasanın gerekçesinde Sosyal Sigorta Hukuku ilkelerine aykırı düşüncelerle hareket edildiği anlaşılmaktadır. Örneğin, 2098 sayılı Yasanın gerekçesinde; "kontak anahtarını kapatan şoför, kazmasını bırakan işçi için, dinlenme ve istirahate çekilme imkanı vardır. Fakat, gazetenin fikir işçisi, toplumda duyduğu, düşündüğü, gördüğü için... mesleğin bu sürekliliğine, durmazlığma mukabil bir de gerilimi vardır ki fiziki ve ruhi çöküntülere sebep olduğu tıbbi deneylerle sabittir." denilmektedir. Sorun dinlenme fırsatı bulmak ya da bulamamak sorunu değildir. Gün boyunca zehirli gazların etkisi altında kalan ya da jet bakım atölyesinde yüksek gürültüye ve sarsıntıya maruz kalan işçinin, bu iş özellikleri nedeni ile bünyesinde meydana gelen tahribatın uyumak ya da istirahat etmekle geçip geçmiyeceğidir. Bu tahribatın uyumakla geçmiyeceği de açıktır. 3395 sayılı Yasanın gerekçesinde ise işkolu ölçütünü haklı göstermeyen bir gerekçeye yer verilmektedir. "Sosyal Güvenlik sistemlerinde, itibari hizmet süresi ve fiili hizmet zammı gibi uygulamalara, vücudu yıpratıcı, dolayısı ile çalışma gücünü ve hayat süresini azaltıcı işyerlerinde, çeşitli tehlikelere açık olarak çalışanlar için yer verilmektedir." 2098 sayılı Yasanın gerekçesinde ayrıca 3395 sayılı Yasanın gerekçesinde yapıldığı gibi. Anayasanın eşitlik ilkesine ve hak ve hakkaniyet öğelerine yollama yapılmakta, ancak eşitlik sağlamak amacıyla çıkartılan yasa başka ve daha büyük eşitsizliklere yol açmaktadır. Sözkonusu ağır ve yıpratıcı işlerde fiziki, ruhi ve fizyolojik bakımlardan insan sağlığını olumsuz yönde etkileyen şartlar altında çalışanların tümünün itibari hizmet süresinden yararlandırılmaları, gerek Anayasanın eşitlik ilkeleri ve gerekse Sosyal Güvenliğin temel prensiplerine uygun düşeceği için zorunlu görünmektedir. Böyle bir gerekçeden sonra, itibari hizmet süresinden yararlandırılacakların işkolu itibariyle belirlenmesi, gerekçeye aykırı olduğu gibi, bu gerekçede haklı olarak zikredilen eşitlik ilkesi ve sosyal güvenlik hukukunun temel prensiplerine aykırıdır. Nitekim itibari hizmet süresi uygulamasına işkolu açısından sınırlama getirilmesinin yarattığı adaletsizlik, 3395 sayılı Yasanın TBMM'deki müzakereleri sırasında hissedilmiş. Milletvekilleri yasa maddesine çeşitli işkollarının eklenmesini önermişlerdir (Ek: TBMM Tutanak Dergisi, S. 208 vd).Esas Sayısı : 1988/53 Karar Sayısı : 1989/20 3 Oysa itibari hizmet süresi uygulamasında eşitsizliği önlemenin yolu Ek 1. Madde'de sayılan işkolları sayısını arttırmak değil, işkolu şartını tamamen kaldırıp, itibari hizmet süresinden yararlandırılacak işçileri, maruz kaldıkları yıpratıcı, yaşam süresini ve çalışma gücünü azaltan hizmet yerleri itibariyle belirlemektir. 4. Anayasa Mahkemesi çeşitli kararlarında Anayasada yer alan eşitlik ilkesini uygulamıştır. Örneğin: 19.4.1966 gün ve 1966/1 21 sayılı kararda (Anayasa Mahkemesi Dergisi, 1967, Sayı:4, 148 vd) "Kanun önünde eşitlik ilkesi, bir temel kural olarak T.C. Anayasasının 12. maddesinde yer almıştır. Tarih boyunca toplum hayatlarında çok ağır basan etkenlerden olmaları dolayısıyle dil, ırk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din ve mezhep ayırımlarının eşitsizliğe yol açmıyacağı, başka ülkelerin Anayasa ve insan hakları belgelerinde olduğu gibi burada da özelikle kesin bir dille belirtilmektedir.... köyde oturan çiftçileri zor alımdan bağışık tutan ve onlara bir ek para cezası verilmesi ile yetinilmesini öngören hüküm. Anayasanın bu maddesi ile karşılaştırılıp ölçüye vuruldukta aykırılık hemen kendini gösterir. İnceleme konusu hüküm, köylerde oturan çiftçileri ceza bakımından, belediye sınırları içinde oturanlarınkine eşit olmayan haklardan yararlandırmakta, imtiyazlı zümre durumuna getirmektedir." açıklamasına yer verilmektedir. Keza 25/2/1975 gün ve 1973/38, 1975/23 sayılı kararda (Anayasa Mahkemesi Dergisi 1976, Sayı: 13, S. 260): "... Sosyal Hukuk Devleti güçsüzleri güçlüler karşısında koruyarak gerçek eşitliği yani sosyal adaleti ve böylece toplumsal dengeyi sağlamakla yükümlü devlet demektir. Çağdaş uygar görüşe ve Anayasanın temel yapı ve felsefesine göre, gerçek Hukuk Devleti ancak Toplumsal Devlet anlayışı içinde ise bir anlam kazanır. Hukuk Devletinin amaç edindiği (Kişiliğin Korunması) toplumda sosyal güvenliğin ve sosyal adaletin sağlanması yolu ile gerçekleştirilebilir...", "... özetlenecek olursa Üniversite öğreniminin paralı olması Anayasa hükümleri ile bağdaşmamakta, mali durumu iyi ve kötü öğrenciler arasında eşitsizlik yaratmakta, fırsat eşitliği ilkesini ortadan kaldırmaktadır..." denilmektedir. Anayasa Mahkemesi bu iki kararı ile, eşitlik ilkesini dar anlamı ile değil, geniş anlamı ile uygulamakta, Prof. Dr. Bülent Nuri ESEN'in Anayasa Mahkemesine Göre Türk Anayasa Hukuku Anlayışı isimli eserinin (Ankara 1966) 69. sayfasında tanımladığı eşitlik ilkesini gerçekleştirmektedir. Prof. Dr. Bülent Nuri ESEN bu eserinde eşitlik ilkesini şöyle tanımlamaktadır: "... klasik manada eşitlik, kanun önünde eşitliktir. Yalnız 1961 Anayasası bir başka eşitliği daha ortaya koymuştur. 11. maddenin 1. fıkrasında bunun ifadesini görüyoruz... Bu hükme göre ferdin fiilen eşitliğini mümkün kılacak iktisadi ve sosyal şartların sağlanması gerekmektedir. Sosyal adalet fikri bu gelişmeyi işaret eder." Bir başka kararında Anayasa Mahkemesi (23/5/1972 gün, 2/28, Anayasa Mahkemesi Dergisi, Cilt: 10, S. 406) eşitlik ilkesini olumsuz yönden tanımlamış ve "... Anayasanın 12. maddesindeki yasa önünde eşitlik ilkesi ancak birbirine benzeyen durumlarda ya da kurallardaki aykırılığı haklı kılan bir gerekçe bulunmayan hallerde çiğnenmiş olabileceği gibi, yasaların genelliği ve dolayısı ile de Anayasanın 2. maddesindeki Hukuk Devleti ilkesine dayanılması yalnızca benzer durumlarda benzer yararların düzenlenmesinde söz konusu olabilir." hükmünü vermiştir (Benzer karar için Bkz. 18/11/1980, 20/57, R.G. 18/1/1981).Esas Sayısı : 1988/53 Karar Sayısı : 1989/20 4 Olayımızda ise bu kararlarda belirtilenin aksine, benzer çıkarların farklı düzenlenmesi söz konusudur ve farklı bu düzenlemenin makul bir gerekçesi, haklı ve adil bir dayanağı yoktur. Bu kararlarda işlenen görüşlerin ışığı altında, konumuzu oluşturan Ek 1. Madde ele alındığında, yapay ışık altında çalışan ya da fazla gürültü ihtizaz yapan makinalarla çalışan işçiler arasında mensup oldukları işkolu yönünden yaratılan farkılılığın makul bir gerekçesi olamaz diye düşünmek mümkündür. Şimdi burada Anayasa Mahkemesinin, iptal yoluyla yasa kapsamını genişletemiyeceğine dair kararlan, özellikle 21/10/1963 gün ve 963/172 244 sayılı kararı (Anayasa Mahkemesi Dergisi, Sayı: 1, Sayfa: 439) üzerinde durmak gerekmektedir. Anayasa Mahkemesi, 3008 sayılı İş Kanununun uygulama sınırlarını belirleyen maddesinin iptali istemiyle açılan davada, "... halbuki Anayasa Mahkemesinden ancak Anayasaya aykırı olan bir kanun hükmünün, uygulama alanından kaldırılmasını sağlamak için iptal kararı istenebilir, yoksa bir hükmün uygulama alanının genişletilmesi amacı ile değiştirilmesini sağlamak için iptali istenemez. Zira bu yolda bir istemde, söz konusu hükmün iptal değil daha geniş bir alana yayılmak sureti ile uygulamada kalması amacı bulunmaktadırki ..." gerekçesi ile iptal isteminin reddine karar vermiştir. Olayımızda bu davadaki olayın özellikleri yoktur. Biz Ek 1. Maddenin tümünün değil sadece işkoluna ilişkin bölümlerinin iptalini talep etmekteyiz. Bu iptal, yasanın düzenlenme biçiminden kaynaklanan adaletsiz ve Anayasaya aykırı bir durumu ortadan kaldıracaktır. Maddenin işkoluna ilişkin hükümlerinin iptali halinde, sol tarafta yer alan ve hizmetin geçtiği yer belirlemesi yürürlükte kalacak ve böylece eşitsizlik ve adaletsizlik giderilmiş olacaktır. Sonuç ve İstem : 1.Davamızda uygulanması gereken madde 506 sayılı yasaya 2098 sayılı yasayla eklenen ve 3395 sayılı yasayla değiştirilen Ek 1. Maddedir. II. Maddenin işkollarım belirleyen cümleleri olan : "II. Basım ve gazetecilik işyerlerinde 1475 sayılı kanun ve değişikliklerine göre çalışan sigortalılar." "III. Gemi adamları, gemi ateşçileri, kömürcüler, dalgıçlar." "IV. Azotlu gübre ve şeker sanayiinde, fabrika, atölye, havuz ve depolarda, trafo binalarında çalışanlar." cümleleri Anayasamızın 10. maddesinde kabul edilen ilkelere aykırıdır. III. Kısaca açıklamaya çalıştığımız bu nedenlerle Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkındaki 2949 sayılı Kanunun 28. maddesi gereğince, konunun, itiraz yolu ile Anayasa Mahkemesine sunulmasını ve bu yolla maddenin Anayasaya aykırı cümlelerinin iptalinin sağlanmasına karar verilmesini saygılarımla arz ve talep ederim." denilmektedir."
1,595
Esas Sayısı : 2006/52 Karar Sayısı : 2007/27 1 "... I İPTAL VE YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMİNİN GEREKÇESİ İptal ve yürürlüğün durdurulması istemini içeren 17.3.2006 günlü dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir: "1) 09.02.2006 Tarih ve 5457 Sayılı Telgraf ve Telefon Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun 1 inci Maddesi ile Değiştirilen 406 Sayılı Telgraf ve Telefon Kanununun Ek 29 uncu Maddesinin Birinci Fıkrasında Yer Alan "Bu fıkranın birinci cümlesinde sayılanlardan aylıksız iznin bitiminden sonra Türk Telekom'un tâbi bulunduğu mevzuata ve bu fıkraya istinaden akdedilen sözleşmeye göre çalışmaya devam edenlerden hisse devir tarihinden itibaren en geç beş yıl içinde iş sözleşmesi herhangi bir nedenle sona erenler, bu madde hükümlerine göre işlem yapılmak üzere iş sözleşmesinin sona erdiği tarihten itibaren otuz gün içinde sözleşmenin sona erdiği yılın 15 Ocak tarihindeki üçüncü fıkraya göre hesaplanan ücretleriyle Devlet Personel Başkanlığına bildirilir ve bunların bildirim tarihine kadar geçen süre içindeki aylık ücret, harcırah, sağlık giderleri, cenaze giderleri ve ölüm yardımı ile diğer malî ve özlük hakları Türk Telekom tarafından karşılanır." cümlesinin Anayasaya Aykırılığı: 406 sayılı Telgraf ve Telefon Kanununun Ek 17 nci maddesi gereğince, 15.10.2004 tarih ve 25614 sayılı Resmî Gazetede yayımlanan 11.10.2004 tarih ve 2004/7931 sayılı Bakanlar Kurulu kararı ile Şirket hisselerinin % 55'inin blok olarak satılması ve bu çerçevede 31.12.2004 tarihine kadar ihale ilanına çıkılması hükme bağlanmış, 25.11.2004 tarihli ve 25651 sayılı Resmi Gazete'de "Yatırımcılara Davet" başlığı altında verilen ilanla da resmi olarak ihale süreci başlatılmıştır. 01.07.2005 tarihinde yapılan ihalenin kesinleşmiş sonuçları 02.08.2005 tarihli ve 25894 sayılı Resmî Gazetede yayımlanan 2005/9146 sayılı Bakanlar Kurulu kararıyla onaylanmıştır. Bu ihalenin bir gereği olarak, 14.11.2005 tarihinde Hissedarlar Sözleşmesi, Hisse Rehni Sözleşmesi ve Telekomünikasyon Hizmetlerinin Yürütülmesine İlişkin İmtiyaz Sözleşmesi imzalanarak yürürlüğe girmiştir. Aynı tarihte yapılan Şirket 3 üncü Olağanüstü Genel Kurul toplantısında Şirket Ana Sözleşmesi değiştirilmiş, yönetim kurulu ve denetim kurulu üyeliklerine atamalar yapılmıştır. Bu bağlamda, ihale sürecinin bir gereği ve ihale sürecine uygun olarak Türk Telekom'un % 55 oranında hissesinin devir süreci 14.11.2005 tarihi itibariyle tamamlanmış ve bu tarih itibariyle Türk Telekom'daki kamu payı % 50'nin altına inmiş bulunmaktadır. 14.11.2005 tarihi itibariyle, Türk Telekom'un nakle tâbi personelinin başka kamu kurum ve kuruluşlarına nakline ilişkin olarak 406 sayılı Kanunun Ek 29 uncu maddesinde öngörülen süreç de başladıktan sonra, 15.02.2006 tarihli ve 26081 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanarak bu tarihte yürürlüğe giren 09.02.2006 tarih ve 5457 sayılı Telgraf ve Telefon Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun ile 406 sayılı Kanunun Ek 29 uncu maddesinde yapılan değişiklik Türk Telekom'un personelinin başka kamu kurum ve kuruluşlarına nakline ilişkin yeni hükümler getirmiştir. Bu bağlamda 406 sayılı Telgraf ve Telefon Kanununun ek 29 uncu maddesinin birinci fıkrasındaki iptali istenen cümle ile; Türk Telekom personelinden diğer kamu kurum ve kuruluşlarına nakil hakkı bulunanlardan nakil talebinde bulunmayarak Türk Telekom'da çalışmaya devam edenlerin hisse devir tarihinden itibaren en geç beş yıl içinde iş sözleşmeleriEsas Sayısı : 2006/52 Karar Sayısı : 2007/27 2 herhangi bir nedenle sona erdiğinde, iş sözleşmesinin sona erdiği tarihten itibaren otuz gün içinde Devlet Personel Başkanlığına başvurmaları halinde diğer kamu kurum ve kuruluşlarına nakledilmelerine imkan sağlanmıştır. Nakle tabi personelin kamu kurum ve kuruluşlarına nakledilmeleri konusunda sağlanan böyle bir güvencenin, Türk Telekom'da çalışma imkânlarını cazip hale getireceği kuşkusuzdur. Nitekim, 5457 sayılı Kanunun "Genel Gerekçesi" nde de, yapılan bu düzenlemenin amacı; "...söz konusu personelin Türk Telekom'la imzalayacakları iş sözleşmesine istinaden, Türk Telekom'da çalışma imkânlarının da cazip hale getirilmesi" olarak açıklanmıştır. Öte yandan, Türk Telekom personelinden diğer kamu kurum ve kuruluşlarına nakil hakkı bulunanlardan nakil talebinde bulunmayarak Türk Telekom'da çalışmaya devam edenlerin iş sözleşmesinin hisse devir tarihinden itibaren en geç beş yıl içinde herhangi bir nedenle sona erdirilmesi imkânının Oger Telecoms Ortak Girişim Grubuna verilmiş olması da bu Gruba tanınan bir ayrıcalık olup tamamlanan ihale sürecinden sonra ihale şartlarının bu Grup lehine değiştirilmesi anlamını taşımaktadır. Bu durumda, 14.11.2005 tarihinde Hissedarlar Sözleşmesi, Hisse Rehni Sözleşmesi ve Telekomünikasyon Hizmetlerinin Yürütülmesine İlişkin İmtiyaz Sözleşmesi imzalanarak yürürlüğe girdikten sonra Türk Telekom'da çalışma imkânları cazip hale getirilerek Türk Telekom'un % 55 hissesinin devri, devir alan Oger Telecoms Ortak Girişim Grubu lehine değiştirilmektedir. Böyle bir düzenlemenin, Türk Telekomünikasyon Anonim Şirketi (Türk Telekom)'nin % 55 oranındaki hissesinin blok olarak satışına ilişkin ihale işlemleri tamamlanıp, nihai devir işlemleri yapıldıktan sonra ihale ve hisse satış şartlarının değiştirilmesi anlamını taşıdığı çok açıktır. Çünkü, söz konusu ihale ve satış işlemleri bu işlemlerin yapıldığı tarihteki yasa hükümleri dikkate alınarak gerçekleştirilmiş ve dolayısıyla teklif sahipleri de Türk Telekom'un % 55 hissesi için tekliflerini 406 sayılı Telgraf ve Telefon Kanununun ek 29 uncu maddesinin 5457 sayılı Telgraf ve Telefon Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun 1 inci maddesi ile değiştirilmezden önceki şeklini esas alarak yapmışlardır. Türk Telekom'un % 55 hissesi için 4 adet teklif gelmiştir. İhale Komisyonu öncelikle iş planlarını incelemiş ve değerlendirme sonucu 100 üzerinden 75'in üzerinde puan alan 4 teklif sahibi 1 Temmuz 2005 tarihinde finansal tekliflerin açılması için davet edilmiştir. 01.07.2005 tarihinde finansal teklif zarfları açılarak yapılan toplu pazarlık görüşmeleri sonucunda Türk Telekom'un % 55 hissesi için Oger Telecoms Ortak Girişim Grubu 6.550.000.000 ABD Doları, Etisalat Ortak Girişim Grubu ise 6.500.000.000 ABD Doları tutarında teklif vermişlerdir. Türk Telekom'da çalışma imkânlarını cazip hale getiren iptali istenen düzenleme yani 406 sayılı Telgraf ve Telefon Kanununun ek 29 uncu maddesinin birinci fıkrasında yapılan söz konusu değişiklik, teklifler yapılıp ihale süreci tamamlanmadan önce yapılmış olsaydı diğer teklif sahiplerinin de bu durumu dikkate alarak tekliflerini buna göre daha farklı bir şekilde öne sürebilecekleri hiçbir şekilde yadsınamaz. Çünkü iptali istenen kural, Türk Telekom Personeline beş yıl daha işyerinde kalma hakkını vermemekte, alıcı Şirkete bu personeli beş yıla kadar istediği süre çalıştırabilme hak ve imtiyazı vermektedir. Böyle bir durum, hukuk devleti ilkesi ile bağdaşmaz. Anayasanın 2 nci maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti'nin sosyal bir hukuk devleti olduğu belirtilmiştir. Bu maddede belirtilen sosyal hukuk devleti, temel hak ve özgürlükleri en geniş ölçüde gerçekleştiren ve güvence altına alan, toplumsal gerekleri ve toplum yararını gözeten, kişi ve toplum yararı arasında denge kuran devlettir.Esas Sayısı : 2006/52 Karar Sayısı : 2007/27 3 406 sayılı Telgraf ve Telefon Kanununun ek 29 uncu maddesinin birinci fıkrasındaki iptali istenen cümle, kişi ve toplum yararı arasında gerekli dengeyi kuramamış, doğrudan Türk Telekom'un % 55 hissesini devralan Oger Telecoms Ortak Girişim Grubu lehine düzenleme getirmiş olduğundan Anayasanın hukuk devleti ilkesine ve dolayısıyla 2 nci maddesine aykırı düşmektedir. 406 sayılı Telgraf ve Telefon Kanununun ek 29 uncu maddesinin birinci fıkrasının iptali istenen sök konusu cümlesi ile; Türk Telekom'da çalışmaya devam edenlerin hisse devir tarihinden itibaren en geç beş yıl içinde iş sözleşmesi herhangi bir nedenle sona erdiğinde söz konusu personelin iş sözleşmesinin sona erdiği tarihten itibaren otuz gün içinde Devlet Personel Başkanlığına başvurmaları halinde diğer kamu kurum ve kuruluşlarına nakledilmelerine imkan sağlanmıştır. Bu hükümde iş sözleşmesinin sona erme nedeni açıkça belirtilmemiş, iş sözleşmesinin sona erme nedeni, her hangi bir neden olarak ifade edilmiştir. Bu durumun kuralda belirsizlik yarattığı açıktır. Gerek bu kural, gerek teklifler yapılıp ihale süreci tamamlandıktan sonra yasa değişikliği yapılması kurallarda belirlilik ve öngörülebilirlik ilkesine de ters düşmektedir. Anayasanın 2 nci maddesinde belirtilen hukuk devletinin unsurlarından biri de, vatandaşlarına hukuk güvenliği sağlamasıdır. Hukuk güvenliği, kurallarda belirlilik ve öngörülebilirlik gerektirir. Hukuk güvenliği ilkesi ise, herkesin bağlı olacağı hukuk kurallarını önceden bilmesi, tutum ve davranışlarını buna göre düzene sokabilmesidir. Zira, ekonomik yaşam belirlilik ve kararlılık ister. Bu nedenle de iptali istenen kural, Anayasanın 2 nci maddesine aykırıdır. Diğer taraftan, bir yasa kuralının Anayasanın herhangi bir kuralına aykırılığının tespiti onun kendiliğinden Anayasanın 11 inci maddesine de aykırılığı sonucunu doğuracaktır (Anayasa Mahkemesinin 03.06.1988 tarih ve E.1987/28, K.1988/16 sayılı kararı, AMKD., sa. 24, shf. 225). Açıklanan nedenlerle, 09.02.2006 tarih ve 5457 sayılı Telgraf ve Telefon Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun 1 inci maddesi ile değiştirilen 406 sayılı Telgraf ve Telefon Kanununun ek 29 uncu maddesinin birinci fıkrasındaki söz konusu cümleAnayasanın 2 nci ve 11 inci maddelerine aykırı olup, iptali gerekmektedir. 2) 09.02.2006 Tarih ve 5457 Sayılı Telgraf ve Telefon Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun 1 inci Maddesi ile 406 sayılı Telgraf ve Telefon Kanununun Ek 29 uncu Maddesinin Dördüncü Fıkrasına eklenen "ve hisse devir tarihinden itibaren en geç beş yıl içerisinde iş sözleşmesi sona eren ve Devlet Personel Başkanlığına bildirimi yapılan personele" İbaresinin Anayasaya Aykırılığı: 09.02.2006 tarih ve 5457 sayılı Telgraf ve Telefon Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun 1 inci maddesi ile 406 sayılı Telgraf ve Telefon Kanununun ek 29 uncu maddesinin dördüncü fıkrasına eklenen ve yine iptali istenen ibare ile hisse devir tarihinden itibaren en geç beş yıl içerisinde iş sözleşmesi sona eren ve Devlet Personel Başkanlığına bildirimi yapılan personele de iş mevzuatına göre herhangi bir tazminat ödenmeyecek diğer bir anlatımla Türk Telekom'un % 55 hissesini devir alan Oger Telecoms Ortak Girişim Grubu, söz konusu personeli yıllarca şirketinde çalıştıracak olmasına karşın bu kapsamdaki personele kıdem tazminatı ödemeyecektir. Buna karşın, nakledilen personelin önceden kıdem tazminatı ödenmiş süreleri hariç kıdem tazminatına esas olan geçmiş hizmet süreleri 5434 sayılı TürkiyeEsas Sayısı : 2006/52 Karar Sayısı : 2007/27 4 Cumhuriyeti Emekli Sandığı Kanunu hükümlerine göre emekli ikramiyelerinin hesabında dikkate alınacaktır (Ek madde 29, dördüncü fıkranın son cümlesi). Anayasa Mahkemesinin 15.10.2003 tarih ve E.2003/36, K.2003/91 sayılı kararında; "Bir hukuk devletinde, devlet erki kullanılarak yapılan tüm kamu işlemlerinin nihaî amacının "kamu yararı" olması gerekir. Bu gereklilik, kamu yararını, yasama organının takdir yetkisi için de bir sınır konumuna getirir" "Yasalar, sonuçta kamu yararını gerçekleştirmek amacıyla çıkarılır. Bir yasa kuralının konulmasında kamu yararının bulunduğunun kabulü için de yasanın yalnızca özel çıkar veya belli kişilere yarar sağlamayı değil, toplumun geneline yönelik yararlar sağlamayı amaçlaması gerekir." denilmiştir. İptali istenen kural, kamu yararına uygun olarak mücerret şahsi olmayan, genel hukuk kuralı koymadığı, aksine olarak alıcı Şirkete (Oger Telecoms Ortak Girişim Grubu) yarar sağlamayı amaçladığından kamu yararının bulunduğunun kabulünün mümkün olmadığı, bu nedenle de Anayasanın 2 nci maddesine aykırı düştüğü açıktır. Diğer yandan bir yasa kuralının Anayasanın herhangi bir kuralına aykırılığının tespiti onun kendiliğinden Anayasanın 11 inci maddesine de aykırılığı sonucunu doğuracaktır (Anayasa Mahkemesinin 03.06.1988 tarih ve E.1987/28, K.1988/16 sayılı kararı, AMKD., sa. 24, shf. 225). Açıklanan nedenle, 09.02.2006 tarih ve 5457 sayılı Telgraf ve Telefon Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun 1 inci maddesi ile 406 sayılı Telgraf ve Telefon Kanununun ek 29 uncu maddesinin dördüncü fıkrasına eklenen "ve hisse devir tarihinden itibaren en geç beş yıl içerisinde iş sözleşmesi sona eren ve Devlet Personel Başkanlığına bildirimi yapılan personele" ibaresi, Anayasanın 2 nci ve 11 inci maddelerine aykırı olup, iptali gerekmektedir. IV. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ İptali istenen kurallar, hukuk güvenliği ilkesine ters düştüğü ve kamu yararına uygun olarak mücerret şahsi olmayan, genel hukuk kuralları niteliği taşımadığı ve Anayasaya açıkça aykırı düştüğü için uygulanmaları halinde sonradan giderilmesi güç veya olanaksız durum ve zararlar doğabilecektir. Diğer taraftan, Anayasal düzenin en kısa sürede hukuka aykırı kurallardan arındırılması, hukuk devleti sayılmanın gereğidir. Anayasaya aykırılığın sürdürülmesinin, bir hukuk devletinde subjektif yararların üstünde, özenle korunması gereken hukukun üstünlüğü ilkesini de zedeleyeceği kuşkusuzdur. Hukukun üstünlüğü ilkesinin sağlanamadığı bir düzende, kişi hak ve özgürlükleri güvence altında sayılamayacağından, bu ilkenin zedelenmesinin hukuk devleti yönünden giderilmesi olanaksız durum ve zararlara yol açacağında duraksama bulunmamaktadır. Arz ve izah olunan nedenlerle söz konusu ibareler hakkında, yürürlüğünün durdurulması da istenerek iptal davası açılmıştır.Esas Sayısı : 2006/52 Karar Sayısı : 2007/27 5 V. SONUÇ VE İSTEM Yukarıda açıklanan gerekçelerle, 09.02.2006 tarih ve 5457 sayılı Telgraf ve Telefon Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun; 1) 1 inci maddesi ile değiştirilen 406 sayılı Telgraf ve Telefon Kanununun ek 29 uncu maddesinin birinci fıkrasındaki "Bu fıkranın birinci cümlesinde sayılanlardan aylıksız iznin bitiminden sonra Türk Telekom'un tâbi bulunduğu mevzuata ve bu fıkraya istinaden akdedilen sözleşmeye göre çalışmaya devam edenlerden hisse devir tarihinden itibaren en geç beş yıl içinde iş sözleşmesi herhangi bir nedenle sona erenler, bu madde hükümlerine göre işlem yapılmak üzere iş sözleşmesinin sona erdiği tarihten itibaren otuz gün içinde sözleşmenin sona erdiği yılın 15 Ocak tarihindeki üçüncü fıkraya göre hesaplanan ücretleriyle Devlet Personel Başkanlığına bildirilir ve bunların bildirim tarihine kadar geçen süre içindeki aylık ücret, harcırah, sağlık giderleri, cenaze giderleri ve ölüm yardımı ile diğer malî ve özlük hakları Türk Telekom tarafından karşılanır." cümlesinin Anayasanın 2 nci ve 11 inci maddelerine aykırı olduğundan, 2) 1 inci maddesi ile 406 sayılı Telgraf ve Telefon Kanununun ek 29 uncu maddesinin dördüncü fıkrasına eklenen "ve hisse devir tarihinden itibaren en geç beş yıl içerisinde iş sözleşmesi sona eren ve Devlet Personel Başkanlığına bildirimi yapılan personele" ibaresinin, Anayasanın 2 nci ve 11 inci maddelerine aykırı olduğundan, iptallerine ve iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüklerinin durdurulmasına karar verilmesine ilişkin istemimizi saygı ile arz ederiz.""
2,008
Esas Sayısı : 2005/165 Karar Sayısı : 2009/4 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: "Dava TTK 324 ile İİK 179 ve 179/A maddelerine göre açılmış iflasın bir yıl süre ertelenmesi davasından ibarettir. İflasın ertelenmesi müessesesi TTK 324 ve İİK'nın 179 ve 179/A maddelerinde düzenlenmiş bulunmaktadır. TTK 324. maddesine göre şirketin adi halinde bulunduğu şüphesini uyandıran emareler mevcutsa idare meclisi aktiflerinin satış fiatları esas olmak üzere bir ara bilançosu imza eder. Esas sermayenin 2/3'si karşılıksız kaldığı takdirde umumi heyet bu sermayenin tamamlanmasına veya kalan 1/3 sermaye ile ittifaya karar vermediği takdirde şirket fesh edilmiş sayılır. Şirketin aktifleri şirket alacaklarının, alacakları karşılamaya yetmediği takdirde ihale meclisi bu durumu derhal mahkemeye bildirmeye mecburdur. Mahkeme bu takdirde şirketin iflasına hükmeder. Şu kadar ki şirket durumunun ıslahı mümkün görünüyorsa idare meclisi veya bir alacaklının talebi üzerine mahkeme iflas kararının tehir edebilir bu halde mahkeme, envanter tanzimi, veya bir yedi emin tayini gibi şirket malların muhafazası için lüzumlu tedbirleri alır. Konu ile ilgili olarak İİK 179. maddesine göre de sermaye şirketleri ile kooperatiflerin borçlarının aktifinden fazla olduğu idare ve temsili ile vazifelendirilmiş kimseler veya şirket yada koop. tasfiye halinde ise tasfiye memurları veya bir alacaklı tarafından beyan ve mahkemece tespit edilirse, önceden takibe hacet kalmaksızın bunların iflasına karar verilir. Şu kadar ki idare ve temsil ile vazifelendirilmiş kimseler veya alacaklılardan biri şirket veya kooperatifin mali durumunun iyileştirilmesinin mümkün olduğuna dair bir iyileştirme projesini mahkemeye sunarak iflasın ertelenmesini isteyebilir. Mahkeme Projeyi ciddi ve inandırıcı bulursa iflasın ertelenmesine, karar verir, iyileştirme projesinin ciddi ve inandırıcı olduğunu gösteren bilgi ve belgelerin de mahkemeye sunulması zorunludur. Mahkeme gerekli görürse idare ve temsile vazifelendirilmiş kimseleri ve alacaklıları dinleyebilir. İflasın ertelenmesi talepleri öncelikle ve ivedilikle sonuçlandırılır ve yine İİK 179/A maddesine göre iflasın ertelenmesine karar veren mahkeme şirketin ve kooperatifin mal varlığının korunması için gerekli her türlü tedbiri iyileştirme projesini de göz önünde tutarak alır. Mahkeme erteleme kararı ile birlikte kayyum atamasına karar verir. Mahkeme yönetim organının yetkilerini tümüyle elinden alıp kayyuma verebileceği gibi yönetim organının karar ve işlemlerinin geçerliliğini kayyumun onayına bağlı kılmakla da yetinebilir. Kararda kayyumun görev ve yetkileri ayrıntılı olarak gösterilir. Mahkeme erteleme kararının hüküm fıkrasını 166. maddesinin 2. fıkrasındaki usul ile ilan eder ve gerekli bildirimleri yapar. Bu yasal düzenlemelerin yapılmasının gerekçesinde şirketlerin iflaslarının önlenmesi bu durumdaki şirketlerin ekonomiye kazandırılması ve istihdamın korunması amacını taşımaktadır. Bu düzenlemelere göre şirketlerin mahkemelere başvurdukları ve mahkemelerce de başvuru üzerine şirket kayıtları üzerinde bilirkişi incelemesi yaptırıldığı ve alınan raporlara göre şirketin iyileştirilmesinin mümkün olduğunun raporla bildirilmesi halinde ise mahkemece özellikle ihtiyati tedbir kararı verilerek şirket hakkındaki takiplerin durdurulması ve sonra da erteleme kararı verildiği anlaşılmaktadır.Esas Sayısı : 2005/165 Karar Sayısı : 2009/4 2 Somut dosya kapsamına göre davacı vekili 06/09/2005 günlü dilekçe ile mahkemeye başvurmuş mahkemece tensip ile birlikte şirket kayıtları üzerinde inceleme yapılmasına karar verilmiş ve yeminli mali müşavir, Yılmaz Uçak, makine müh. Veli Kuzucu ve Av. Tufan Kurt tarafından hazırlanan 19/09/2005 günlü rapora göre şirketin mevcut aktif 3.204.603,42 YTL olup mevcut borcun 3.363.021,18 YTL olduğu, ve öz varlığın kaybolduğu ve 30.000,00 YTL olan sermayenin yitirildiği, gibi 128.417,76 YTL borçlanması muvacehesinde, mali bakımdan acz içerisine düştüğü ve borca batık olduğu ancak şirketin Mersin'de çevik kuvvet inşaat yaptığı tahmini kârlar nazara alındığında şirketin mali bünyesini düzelterek borçlarını ödeyebileceği anlaşılmıştır. Bu rapordan sonra mahkemece şirket malları üzerine gerekli ihtiyati tedbir kararı verilmiş muhafaza tedbirleri uygulanmış bu işlemlerin tamamlanmasından sonra da ihtiyati tedbir kararı verilerek takiplerin durdurulmasına karar verilmiş istihkakların davacıya ödenmesi sağlanması ve ekonomik faaliyette bulunması temin edilmiştir. İflasın ertelenmesi müessesesinin bu şekilde düzenlenmiş olması Anayasanın 10. maddesinde gösterilen eşitlik ilkesine ve 48. maddesinde gösterilen sözleşme hürriyeti ile ilgili maddeye aykırı olduğu müdahillerce iddia edilmiş olup mahkemece de bu hususlar ciddi kabul edilerek anılan maddelerin Anayasaya aykırı olduğundan Anayasa Mahkemesine iptali için başvurulması gerekmiştir. A l) İflasın ertelenmesi müessesesini bu şekilde düzenlenmiş bulunması Anayasanın 10. maddesinde öngörülen eşitlik ilkesine aykırılık teşkil etmektedir. Anayasanın 10. maddesine göre herkes kanun önünde eşittir. Ancak müessesenin bu şekilde düzenleniş biçimine göre borçlu ve alacaklılar arasında eşit bir denge kurulamamaktadır. Davacının müracaatı üzerine mahkemece bilirkişi incelemesi yaptırılmakta ve alınan raporlara göre şirketin durumunun iyileşmesinin mümkün görünmesi halinde öncelikle ihtiyati tedbir kararı verilerek şirket hakkında takipler durdurulmakta bu şekilde davacı şirket mallarının satışlarının önlenmesi ve şirketin faaliyetine devam etmesi hususu sağlanmaktadır. Mahkemece ihtiyati tedbir olarak da şirket malları üzerine yine tedbir konularak muhafaza tedbirleri alınmakta bunlar yöneticilere teslim edilmekte ve şirket faaliyetini bu şekilde sürdürebilmektedir. İhtiyati tedbir kararı verilerek davacı şirket hakkında yapılan takiplerin durdurulmasına karar verilmesi Anayasanın eşitlik ilkesine aykırıdır. Tedbir kararları verilirken çoğu zaman alacaklılar dinlenmeden karar verilmekte ve alacaklıların rızası olmadan bu şekilde tedbir kararı verilmektedir. İhtiyati tedbir kararı verilmesi nedeniyle alacaklılar alacaklarını tahsil edememekte, icra takibine devam edememekte ve icra takipleri erteleme süresi boyunca durmaktadır. Bu duruma göre iflasın ertelenmesi müessesesi sadece davacıyı korumakta olduğundan tedbir kararı ile alacaklıların haklarının alınması engellendiğinden dolayı alacaklılar korunmamakta bu durumda menfaat dengesi, davacı borçlular lehine olarak değişmektedir. Davacıdan alacaklı olan firmalar takip için başvurduklarında tedbir nedeniyle alacaklarını tahsil imkanından yoksun kalmaktadırlar. Dosya kapsamına göre davaya müdahil olarak giren firmaların davacı şirket hakkında icra takipleri bulunmaktadır, bunlardan Ceylan Elek. Ltd. Şti'nin takip talepnamesine göre davacı şirketten 90 milyar TL alacağı bulunmaktadır. Ancak mahkeme verdiği ihtiyati tedbir kararı nedeniyle bu şirket ve diğer şirketler alacaklarını, tahsil edememektedirler. Bu durumda da alacağını tahsil edemeyen müdahil şirketlerin bu alacaklarını tahsil etmeden kendi varlıklarını sürdürmeleri mümkün müdür' Müdahil şirketlerin alacaklarını alamamaları nedeniyle zor duruma düşecekleri, taahhütlerini yerine getiremeyecekleri ve önceden programlanmış borçlarını ödemede zorlanacakları tabi bulunmaktadır. Şu duruma göre bir tek davacı şirketin kurtarılması, ve iyileştirilmesi gerekçesi ile pek çok alacaklı şirketler zor durumda kalmaktadırlar. Alacağını tahsil edemeyen şirketlerin de bu şekilde iflasa tabi olacakları bunların da zor durumda kalacakları ekonomik hayatın tabi bir neticesi olarak görülmektedir. BuEsas Sayısı : 2005/165 Karar Sayısı : 2009/4 3 nedenle iflasın ertelenmesi müessesesi sadece davacı şirketin iyileştirilmesine yönelik olarak düzenlenmiş bulunduğundan ve alacaklıların menfaati ise düşünülmediğinden dolayı Anayasanın eşitlik ilkesine aykırıdır. Bu nedenle iflasın ertelenmesi müessesesini düzenleyen yasa maddesi Anayasanın eşitlik ilkesine aykırı görüldüğünden bu nedenle bu yasa maddelerinin iflasın ertelenmesi ile ilgili bölümlerinin iptali gerekir. 2) İflasın ertelenmesi müessesesinde sistem kendi içerisinde ayrıca zafiyet taşımaktadır. Yasa maddesine göre şirketin idaresinin kısmen veya tamamen kayyumlar vasıtasıyla idare edilmesi öngörülmektedir. Mahkemelerce kayyum olarak şirketler mali müşavir veya avukat tayin edilmekte bunlara 1 veya 2 milyar arasında ücret takdir edilmektedir. Kayyumlar önce kendi işlerini takip etmekte ve daha sonra boş kalan vakitlerinde kayyum tayin edildikleri şirketi idare etmektedirler. Şirketin bu şekilde idaresi ve erteleme müddetinin 1 yıl olması ve bununda 4 yıla kadar uzatılması yasal olarak mümkün olması sebebiyle rasyonel bir idare tarzı teşkil etmemektedir. Kayyumlar şirket ile ilgili olarak önemli hususları yeterince çabukluk ve ekonominin gereklerini anında yapılması gerekli tedbirlerin alınması hususunda tereddüt etmekte ve alınacak kararlarda yeterli çabukluk ve sürat sağlanamamaktadır. Bir örnek vermek gerekirse mahkememizde görülen bir başka şirket yönetiminin azli ve şirkete kayyum tayini davasında: A şirketi içme suyu imal ve satışı yapmaktadır. Ancak ürettiği sular 25 Lt.'lik damacanalarda satılmaktadır. Bir grup hissedar kayyuma başvurarak işletmeye başka bir makina alınarak yarım Lt. lik pet şişeler halinde üretim yapılması halinde küçük ebatlı olmaları nedeniyle satışının daha kolay olacağı, şirketin daha fazla satış yapacağını bildirerek bu makinanın satın alınmasını istemiştir. Ancak bir grup hissedarlar şirketin borca gireceğinden bahisle buna karşı çıkmıştır. Bunun üzerine şirkete tayin edilen kayyum mahkemeye müracaat ederek satın alınmak istenen makina aksamları kapsamlarının şirketin satışını artıracağı gerekçesiyle bunun satın alınması için mahkemeye izin talebinde bulunmuştur. Mahkemece de kayyum tarafından istenen bu talebin şirketin ekonomik durumunu geliştirip geliştirmeyeceğini ve bu aksamın alınmasının şirket lehine olup olmadığının, tahkiki için fabrika üzerinde bilirkişi tahkikatı yaptırılması kararı verilmiş mahkemece makina mühendisi, bilirkişi tarafından düzenlenen rapora göre de yarım lt.'lik su üretilmesi halinde bu durumun şirket satışlarını arttıracağı ve şirketin lehine olacağının rapor edilmesi üzerine de kayyuma satın alma hususunda yetki vermiştir. Ancak mahkemece kayyumun başvurusu alınmış taraflar duruşmaya çağrılmış, tarafların görüşleri alınmış, keşif tetkikatı yaptırılmış ve raporlardan sonra alınacak makina parçasının şirket lehine olacağı anlaşıldıktan sonra satın alınmaya izin verilmiştir. Bu işlerin sürmesi keşif yapılması, raporların tebliğine karar verilmesi 5 6 ay gibi bir zaman almıştır. Bu emsali çoğaltmak mümkündür. Mahkememizde kayyumla idare edilen diğer dava dosyalarında da benzer hususlar yaşanmakta, kayyumlar aynı muamelelerden şikayet edilmekte mahkemeler bu şikayetleri karara bağlamakta, ancak bu işler vakit almakta olup, ekonomi gereği anında isabetli ve süratli karar verebilme imkanı ortadan kaybolmaktadır. Bu nedenle iflasın ertelenmesi müessesesinde kayyumlara bu şekilde görev verilmeleri kayyumların marifetiyle bu şekilde şirketin idare edilmesi, şirket için rasyonel olmamaktadır. Bu nedenle şirketlerin kayyumların marifetiyle idare edilmesine dair bu düzenlemede bu müessese içinde bir zafiyet teşkil etmekte pek çok kere şirket ekonomi kurallarına göre idare edilmemektedir. Bu nedenle şirketin mevcut aktifleri de zaman içerisinde azalmakta ve bu durumdan da alacaklılar zarar görmektedirler. Amaç davacı şirketin durumunu iyileştirme olarak düşünüldüğünde bu durum alacaklıların aleyhine olduğundan eşitlik ilkesi bu şekilde zedelenmektedir. Bu yönden de bu yasa maddesinin iptali gerekir. Somut dosyamız kapsamına göre mahkemece şirket yetkililerinden Mehmet Işık ile mali müşavir Mehmet Şahin şirketi temsile yetkili kılınmıştır ve Mehmet Şahin şirkete kayyum tayin edilmiştir. Daha sonra itiraz üzerine Ersin Parlat yönetici kayyum olarak tayin edilmiş ancak dahaEsas Sayısı : 2005/165 Karar Sayısı : 2009/4 4 sonra av. Ersin Parlat, kayyumluktan istifa ettiğine dair 15/11/2005 tarihinde mahkememize dilekçe vermiştir. Yine bu dosyaya göre her bir müdahil vekili ayrı ayrı dilekçe vererek kayyum muamelelerini şikayet ettiğini ve bu şikayetlerini duruşmalarda incelendiğini bunlarla ilgili kararlar verildiği anlaşılmıştır. Şu duruma göre her zaman şikayet edilen ve her muamelesi şikayet edilen kayyumlar nezaretinde şirketin idare edilmesinin rasyonel olmamaktadır. Bu nedenle şirketin kayyumlar nezaretinde faaliyetini sürdürmesi hususu şirket zararına olduğundan ve mevcut aktiflerin azalmasına yol açtığından bu durum menfaat dengesi alacaklının aleyhine olarak değiştiren bu uygulamanın da Anayasanın eşitlik ilkesine aykırı olduğu düşünülmektedir. B l) Bu maddelerin bu şekilde düzenlenme biçimi Anayasanın 48. mad. öngörülen sözleşme hürriyetine de aykırılık teşkil etmektedir. Somut dosya kapsamına göre müdahiller davacı firmaya mal vermişler alacaklarını alamamışlar, bu nedenle Borçlar Kanunu 182 ve devam eden mad. göre yasal haklarını kullanarak sattıkları malların bedellerinin tahsili için, icra takibinde bulunmuşlardır. Alım satım aktinden dolayı asıl olan malların teslime ve bedelinin de satıcıya ödenmesidir. Nitekim taraflar arasında mal alım satımı konusunda sözleşme, yapılmış mallar davacı firmaya verilmiş karşılığında senet, çek alınmış ve ödenmediği için de davacı şirket hakkında icra takibi yaptırmış ancak mahkemece İhtiyati tedbir kararı verilerek bu takipler durdurulmaktadır. Bu şekilde verilen bir tedbir kararı hakimin sözleşmeye müdahalesi anlamı taşımaktadır. Hukukun genel kurulunun 17/1997 gün ve 1997/11 460 esas 1997/651 sayılı kararlarında da açıklandığı üzere : Hukukumuzda sözleşmeye bağlılık ilkesi (Ahde vefa pocta servanda) yanında sözleşme serbestisi ilkeleri kabul edilmiştir. Bu ilkelere göre kişiler, özel hukuk alanında özel ve tüzel kişilerle olan ilişkilerini, var olan hukuk düzeni içinde kalmak koşuluyla diledikleri gibi düzenlemek, diledikleri konuda diledikleri ile diledikleri tipte sözleşme yapma hak ve özgürlüğüne sahiptirler. Bu olanak, Borçlar Kanununda öngörülen (sözleşme serbestliği) ilkesinin bir sonucudur ve bu hak idare özerkliği (sözleşme hürriyeti ile) kavramı Anayasa tarafından teminat altına alınmıştır. O halde kişiler sözleşme serbestliği ilkesine göre kanun tarafından düzenlenmiş olan sözleşme tiplerinden ayrı karma veya nev'i şahsına münhasır sözleşmeler yapmak ve bunların koşullarını diledikleri gibi tespit etmek, hukuka, ahlak ve adaba aykırı olmamak şartıyla kanun tarafından düzenlenmiş olan sözleşmelerin fizyolojisini deriştirmek ve konusunu yasal sınırlar içinde serbestçe tayin etmek hakkına haiz bulunmaktadır. Ancak iflasın ertelenmesi müessesesinde esaslı bir unsur olan ihtiyati tedbir yoluyla davacı şirket hakkındaki tüm takiplerin durdurulması şeklinde karar haliyle sözleşme serbestisi kuralını ihlal edici mahiyettedir. Borçlar Kanunu 182 ve devamı maddelerine göre satış bedelini tahsil etmek alacaklının en tabi hakkıdır. Ancak ihtiyati tedbir kararı nedeniyle takipler durmakta ve taraflar arasında yapılan alım satım akti tedbir kararı nedeniyle uygulanmamakta ve sözleşmeye alacaklının rızası hilafına müdahale edilmektedir. Bu nedenle iflasın ertelenmesi müessesesinin bu şekilde düzenlenmiş olması Anayasanın 48. maddesinde öngörülen sözleşme hürriyetine aykırı bulunmaktadır. Hakimin sözleşmeye müdahalesi Yargıtayca da kabul edilmemektedir. Örneğin Yargıtay 11. Hukuk Dairesinin bir uyarlama davası neticesinde vermiş olduğu 25/04/2002 tarih ve 2002/131 4594 sayılı kararlarında açıklandığı üzere "Mahkemece taraflara sunulan kanunlara göre 1994 Nisan ekonomik kararları soncunda açılan uyarlama davaları Yargıtay'ca kabul edilmiş ise de 1994 yılı ile 2001 yılı arasındaki 7 yıllık süre içerisinde ülkemizde sürekli ortalama % 84 seviyesinde bir enflasyonun varlığı, ayrıca döviz kurlarında sürekli artışların olduğu ve olacağının herkesçe bilindiği, 1994 ekonomisi yaşandıktan sonra her insanın 24 aylık bir sürede değil aylık, haftalık, hatta günlük süreler içinde dövizdeki artışın ne durumda olacağını bilmemesinin doğal olduğu, ekonomistlerin dahil kesin tahminler yapamadığı, bu durumda aylık 17.000 DM ödeme gücünde olan, 350 DM borçlanmayı göze alan davacının yaptığı sözleşmenin sonuçlarını görebilmesi gerektiği, bu arada davalı bankanın krediEsas Sayısı : 2005/165 Karar Sayısı : 2009/4 5 yükseldiğini davalının satın aldığı taşınmazın değerinin de yükseldiği, davalının haksız zenginleşmesinin meydana gelmediği, bu nedenle uyarlama şartları bulunmadığı," şeklinde kararları nazara alındığında yüksek Yargıtayın da hakimin sözleşmeye müdahale şartların kabul etmediği anlaşılmaktadır. Somut olayımızda da davacı basiretli bir tacir gibi şirketi yönetememiş, pasiflerin aktifleri geçtiği raporlardan anlaşılmıştır. TTK 20. md'ne göre tacirler her türlü borçlarından dolayı iflasa tabi oldukları gibi, kanun hükümlerine uygun olarak bir ticaret unvanı seçmeye ve kullanmaya işletmelerini Ticaret Siciline kaydetmeye ve ticari defterlerini tutmaya mecburdurlar. Her tacirin, ticaretine ait bütün faaliyetlerinde basiretli bir işadamı gibi hareket etmesi lazımdır. Şu duruma göre basiretli bir tacir gibi yönetilmeyen bir şirketin iyileştirilmesi için sözleşmeye müdahale edilmesi, eşitlik ilkesine aykırı olduğu gibi, sözleşmeye aykırı olduğu görülmektedir. Bu nedenle bu düzenleme Anayasa'nın 48. md.ne aykırı görülmektedir. B 2) Benzer bir müessese olan konkordato ile ilgili olarak, İİK 297 md göre konkordato kaydedilmiş olan alacaklıların yarısının ve alacaklarının 2/3 ünü aşan bir çoğunluk tarafından imza edilmişse kabul edilmiş sayılır. Ancak iflasın ertelenmesi müessesesinde ise bu şekilde alacaklıların herhangi bir rızası alınmamaktadır. Alacaklıların rızası alınmadan tedbir kararı verilerek sözleşmeye müdahale edilmiş olması da yine sözleşme hürriyetine engel teşkil etmektedir. C Anayasa'nın 166. md göre ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmayı, özellikle sanayi ve tarımın yurt düzeyinde dengeli ve uyumlu bir biçimde hızla gelişmesini, ülke kaynaklarının döküm ve değerlendirilmesini yaparak verimli şekilde kullanılmasını planlamak, bu amaçla gerekli teşkilatı kurmak devletin görevidir. İflasın ertelenmesi müessesesinde alacaklıların yaptıkları icra takiplerinin tedbiren durdurulması ekonomik verilerle bağdaşmamaktadır. Davacı firmalardan 90.000.000.000. TL veya 300.000.000.000. TL ve daha fazla alacaklı olan firmalar çıkabilir. Yüksek miktarda alacaklı olan firmaların bu alacaklarına kavuşamamaları ve yaptıkları takibin de durdurulması nedeniyle bu firmaların da iflasa sürüklenebileceği ve ekonomik faaliyetlerine son verilmesi muhtemel görülmektedir. Müessesenin gayesi davacı firmaların ekonomik yönden ayakta durmasını sağlamak ve istihdamı korumak olduğu anlaşılmaktadır. Ancak aynı hususlar alacaklı şirketler hakkında da geçerli bulunmaktadır. Müdahil firmalar da ticaret yapmakta ve istihdam yaratmaktadır. Bu durumda tek bir firmanın kurtarılması maksadıyla pek çok alacaklı şirketin ekonomik yönden zor duruma sokulması yeni iflasların doğmasına neden olabilecektir. Bu nedenle anılan düzenleme ve maddeler Anayasa'nın 166. Md e de uygun düşmemektedir. Netice itibariyle iflasın ertelenmesi ile ilgili olarak TTK 324, İİK'nın l79 ve 179/A maddelerinin uygulanması sadece davalı şirketin menfaatine olup alacaklıların hakları korunmadığından Anayasa'nın 10, 48. ve 166. maddelerine aykırı olduğundan bu maddelerin iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulması uygun görülmüştür. Bu itibarla; HÜKÜM : 1 Dava ile ilgili olarak uygulanması gereken TTK'nın 324 İİK'nın 179 ve 179/A maddeleri Anayasanın başlangıcında gösterilen Hukuk devleti ilkeleri ve aynı yasanın 10, 48, 166. maddeleri hükümlerine aykırı görüldüğünden bu maddelerin iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulmasına,Esas Sayısı : 2005/165 Karar Sayısı : 2009/4 6 2 Anayasanın 152. maddesine göre başvuru sonucuna kadar başvuru sonucunun beklenmesine, 3 Dosyanın bir örneğinin Anayasa Mahkemesine gönderilmesine, masrafın müdahil vekillerinden alınmasına, müdahillerin tedbire itirazlarının şimdilik reddine, ancak tedbir acil mevattan olması nedeniyle sadece kayyum işlerin hasren duruşma yapılmasına, dair davacı vekili ile müdahil vekillerinin yüzlerine karşı verilen karar açıkça okunup anlatıldı.""
2,546
Esas Sayısı: 2001/144 Karar Sayısı: 2002/20 1 "... I İPTAL VE YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMLERİNİN GEREKÇESİ Dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir : "I. GENEL İPTAL SEBEPLERİ "2001 Malî Yılı Bütçe Kanunu'nun 41'inci maddesinin dava konusu olan (b) bendi aynen şöyledir: "b) 6326 sayılı Petrol Kanununun 116/3 üncü maddesi gereğince yapılan transferler nedeniyle 1995, 1996 ve 1997 Malî Yılları Bütçe Kanunlarının ilgili harcama kalemlerinden 1995, 1996 ve 1997 yıllarında yapılan kur farkı ödemelerinin ilgililer adına kişi borçları hesabına alınarak terkin edilmesine Hazine Müsteşarlığı'nın bağlı olduğu Bakan yetkilidir" Hemen ilk bakışta anlaşılacağı gibi, 4611 sayılı 2001 Malî Yılı Bütçe Kanunu'nun bu (m.41/b) hükmü Anayasa'nın 87., 88., 89., 138., 161. ve 162'nci maddelerine açıkça aykırıdır. Çünkü bu hükmün konusu, bütçe kanunu ile değil, normal bir kanunla düzenlenmesi gereken bir konudur. Şöyle ki: Anayasa Mahkemesi'nin birçok kararında da belirtildiği gibi: "Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin görev ve yetkileri Anayasanın 87'nci maddesinde belirtilirken bütçe yasa tasarısını görüşmek ve kabul etmek dışında diğer yasaları koymak, değiştirmek ve kaldırmak biçiminde bir ayrım yapılmıştır. Bütçe yasalarını öteki yasalardan ayrı tutan bu Anayasa ilkesi karşısında, herhangi bir yasa ile düzenlenmesi gereken bir konunun bütçe yasası ile değiştirilmesine ve kaldırılmasına olanak yoktur. Anayasa'nın 88'inci ve 89'uncu maddelerinde yasaların Türkiye Büyük millet Meclisi'nde teklif, görüşme usul ve esasları ile yayımlanması düzenlenirken, bütçe yasalarının görüşme usul ve esasları 162'nci maddede ayrıca belirtilmiş, Genel Kurul'da üyelerin gider artırıcı veya gelir azaltıcı tekliflerde bulunmaları önlenmiş; 89'uncu maddesiyle Cumhurbaşkanı'na bütçe yasalarının bir daha görüşülmek üzere TBMM'ne geri gönderme yetkisi tanınmamış; 163'üncü maddesinde de bütçelerde değişiklik yapılabilmesi esasları belirlenmiş, Bakanlar Kurulu'na kanun hükmünde kararname ile bütçede değişiklik yapmak yetkisi verilmemiştir. Anayasa'da birbirinden tümüyle ayrı düzenlenen bu iki yasalaştırma yönteminin doğal sonucu olarak, genel yasalarla düzenlenmesi gereken bir konunun bütçe yasası ile düzenlenmesi, değiştirilmesi veya kaldırılması olanaksızdır. Anayasa'nın 161'inci maddesinin son fıkrasında, "bütçe kanununa, bütçe ile ilgili hükümler dışında hiçbir hüküm konulamaz" denilmektedir. Maddenin gerekçesinde de belirtildiği gibi, bütçe yasaları öteki yasalardan ayrı olması nedeniyle, bir yasa kuralı nasıl aynı nitelikte bir yasa kuralıyla değiştirilebilirse, bütçe yasaları da aynı yöntemle hazırlanmış ve kabul edilmiş bir bütçe yasası ile değiştirilebilir. Yasa konusu olabilecek bir kuralıEsas Sayısı: 2001/144 Karar Sayısı: 2002/20 2 kapsamaması koşuluyla "bütçe ile ilgili hükümler" ifadesi de bütçeyi açıklayıcı, uygulanmasını kolaylaştırıcı nitelikte düzenlemeler olarak değerlendirilmelidir. Bir yasa kuralının bütçeden harcamayı ya da bütçeye gelir sağlamayı gerektirir nitelikte bulunması, mutlak biçimde "bütçe ile ilgili hükümlerden" sayılmasına yetmez. Her yasada değişik türde gidere neden olabilecek kurallar bulunabilir. Böyle kuralların bulunmasıyla örneğin, yargı, savunma, eğitim, sağlık, tarım, ulaşım ve benzeri kamu hizmeti alanlarına ilişkin yasaların bütçeyle ilgili hükümler içerdiği kabul edilirse, bu konulardaki yasaların değiştirilip kaldırılması için de bütçe yasalarına hükümler koymak yoluna gidilebilir. Oysa, bu tür yasa düzenlemeleri, bütçenin yapılması ve uygulanması yöntemiyle ilişkisi bulunmayan, yasakoyucunun başka amaçla ve bütçe yasalarından tümüyle değişik yöntemlerle gerçekleştirilmesi gereken yasama işlemleridir. 161'inci maddedeki "bütçe ile ilgili hüküm" ifadesine dayanılarak, gider ya da gelirle ilgili bir konuyu olağan bir yasa yerine bütçe yasası ile düzenlemek, Anayasa'nın 88'inci ve 89'uncu maddelerini bu tür yasalar bakımından uygulanamaz duruma düşürür. Anayasa'nın 161'inci maddesinin getiriliş amacı, bütçe yasalarında, yıllık bütçe kavramı dışındaki konulara yer vermemek, böylece bütçe yasalarını ilgisiz kurallardan uzak tutmak, kendi yapısı içinde bütünleştirmektir. (T. 15.2.1995, E.1994/69, K.1995/8) Öte yandan Anayasa'nın 138'inci maddesinin son fıkrasına göre, "Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez." Anayasa'nın bu açık ve kesin hükmüne rağmen, 2001 Malî Yılı Bütçe Kanunu'nun 41/b maddesinin amacı bugünkü kur üzerinden 68 (altmışsekiz) trilyon liralık bir yolsuzluğu belgeleyen Sayıştay ilamlarını etkisiz kılmaktadır. Kısaca, 2001 Malî Yılı Bütçe Kanunu'nun 41/b maddesi, Anayasa'nın 87., 88., 89., 138., 161. ve 162'nci maddelerine açıkça aykırıdır. II. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA SEBEPLERİ 1) 2001 Malî Yılı Bütçe Kanunu'nun 41/b maddesi Anayasa'ya açıkça aykırıdır. 2) Dava konusu (41/b) maddenin, yürürlüğünün durdurulmaması halinde, ülkemiz için telafisi imkansız bir takım zararlar doğuracağı gayet açık ve kesindir. 3) Mezkur madde için yürürlüğün durdurulması kararı verilmesi durumunda ülkemizde hukuki bir boşluk doğmayacaktır. SONUÇ : Anayasa'nın 87., 88., 89., 138., 161. ve 162'inci maddelerine açıkça aykırı olup uygulanması halinde telafisi imkansız zararlar doğuracağı kesin bulunan 20.12.2000 tarih ve "4611 sayılı 2001 Malî yılı Bütçe Kanunu"nun 41/b maddesi hakkında acilen yürürlüğün durdurulması ve iptal kararı verilmesini saygılarımla arz ederim.""
696
Esas Sayısı : 1994/76 Karar Sayısı : 1994/73 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ İtiraz yoluna başvuran Nevşehir Asliye Ceza Mahkemesi'nin Anayasa'ya aykırılık gerekçesi şöyledir: "625 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanunu'nun 2. Maddesi dersane ve özel kursların Millî Eğitim Bakanlığı'nın denetim ve gözetimi altında olduğunu belirtmiştir. Aynı Kanun'un 49. maddesinde ise Özel Öğretim Kurumlarına yönetici ve öğretmenlerin suç işlemeleri halinde veya görevlerinden ötürü kendilerine karşı işlenen suçlardan dolayı 765 sayılı TCK'nun uygulanmasında memur sayılacağı hükmünü getirmiş bulunmaktadır. Buna karşılık Anayasa'nın 128. maddesi kamu hizmetlerinin gerektirdiği asli ve sürekli görevleri memurlar ve diğer kamu görevleriyle yapılabileceği hükmünü taşımaktadır. Yine Anayasa'mızın 129. maddesinde memurlar ve diğer kamu görevlileri hakkında işlediklerini iddia edilen suçlardan ötürü ceza koğuşturması açılması kanunda belirtilen istisnalar dışında Kanun'un gösterdiği idari merciinin iznine bağlıdır. Olayımızda açıkça görüldüğü gibi Sosyal Sigortalar Kanun hükümlerine tabi olarak görev yapmakta olan özel öğretim kurumlarının yönetici ve öğretmenlerinin devlet memuru gibi ceza koğuşturmasına tabi tutulması Anayasamızın 128. ve 129. maddelerine aykırı olduğundan 625 sayılı Yasa'nın 49. maddesinin Anayasa'nın 128. ve 129. maddelerine aykırılığı hususunun yüksek mahkemenizce incelenmesi yönünden itirazen iptal talebimizin kabulü ile bu yasa maddesinin uygulamadan kaldırılmasına karar verilmesi arz ve talep olunur.""
189
Esas Sayısı : 2015/105 Karar Sayısı : 2016/133 1 Davacı tarafından davalı Sosyal Güvenlik Kurumu aleyhine açılan davanın yapılan yargılaması sonucunda Bakırköy 2. İş Mahkemesinin 23.12.2014 tarih, 2013/763 Esas ve 2014/551 Sayılı kararı ile verilen red kararının duruşma istemli temyiz edilmesi üzerine, duruşma istemi kabul edilerek, dosya incelendi; Davacı tarafından özetle; kendisine Kurum tarafından maluliyet aylığı bağlandığı, İş ve İşçi Bulma Kurumu aracılığıyla iş bulunması üzerine maluliyet aylığı alırken çalışmaya başladığı, yaklaşık 7 yıl geçtikten sonra çalışmaya başlaması gerekçesiyle maluliyet aylığının kesildiği, Kurum tarafından kendisine ödenen aylıkların faiziyle birlikte geri istenmesinin hukuka aykırı olduğu iddia edilmiştir. Davalı Kurum tarafından özetle; yapılan işlemin 5510 sayılı yasanın 27/3. maddesine uygun olduğu ve davanın reddinin gerektiği savunulmuştur. Davacının 1983 yılında 506 sayılı Yasa kapsamında sigortalılığının başladığı, 1996 yılında %90 görme yeteneğini kaybetmesi nedeniyle kendisine maluliyet aylığı bağlandığı, bir süre sonra İş ve İşçi Bulma Kurumuna başvurarak iş talebinde bulunduğu, müracaatı sırasında malullük aylığı aldığını beyan ettiği, İş ve İşçi Bulma Kurumu tarafından sigortalının engelli kadrosunda Özel Hastanesine yönlendirildiği, bu işyerinde çalışmaya başladığı ve çalışmasının usulüne uygun olarak bildirildiği, çalışması nedeniyle sosyal güvenlik destek primi kesildiği, yedi yıl bu şekilde çalıştıktan sonra davalı Kurum tarafından, 22.10.2013 tarihinde bildirimde bulunulmadan malullük aylığının kesildiği, ödenmiş olan 65.105.03TL aylıkların yersiz ödendiği gerekçesiyle 22.07.2006 tarihinden itibaren yasal faizi ile birlikte istendiği konularında uyuşmazlık bulunmamaktadır. Uyuşmazlık, Kurum uygulamasının 5510 sayılı Yasanın 27/3. maddesine ve sigortalının çalışmaya başladığı tarihte yürürlükte olan ve halen uygulanan 506 sayılı Yasanın 58. maddesine uygun olup olmadığı noktasında olup, ilk derece Mahkemesi tarafından Kurum uygulamasının Kanuna uygun olduğu gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. Somut olaya uygulanan 5510 sayılı Yasanın 27/3. maddesinde yer alan Malullük aylığı almakta iken bu Kanuna göre veya yabancı ülke mevzuatı kapsamında çalışmaya başlayanların malullük aylıkları, çalışmaya başladıkları tarihi takip eden ödeme dönemi başında kesilir düzenlemesi ile uyuşmazlık tarihi itibariyle uygulanması gereken 506 sayılı Yasanın 58. maddesinde yer alan malullük aylığı almakta iken sigortalı olarak çalışmaya başlayanların malullük aylıkları, çalışmaya başladıkları tarihten başlayarak kesilir düzenlemesinin, Dairemiz tarafından; Devletin temel amaç ve görevleri başlıklı Anayasanın 5. maddesinde mevcut Devletin temel amaç ve görevleri, Türk milletinin bağımsızlığının ve bütünlüğünün ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak suretle sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.; Kanun önünde eşitlik ilkesini düzenleyen Anayasanın 10. maddesinin 3. fıkrasında yer alan Çocuklar, yaşlılar, özürlüler, hak ve vazife şehitleri, dul ve yetimleri ile malul ve gaziler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmaz; Anayasanın temel hak ve hürriyetleri başlıklı 13. maddesinde mevcut Temel hak ve hürriyetler özlerine dokunulmaksızın yalnızcaEsas Sayısı : 2015/105 Karar Sayısı : 2016/133 2 Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir, bir sınırlamalar Anayasasının sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve laik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkelerine aykırı olamaz ; Anayasanın çalışma ve sözleşme hürriyeti başlıklı 48. maddesinde yer alan Herkes dilediği alanda çalışma ve sözleşme hürriyetine sahiptir; Çalışma hakkı ve ödevi başlıklı 49. maddesinde mevcut Çalışma herkesin hakla ve ödevidir. Devlet, çalışanların hayat seviyesini yükseltmek, çalışma hayatını geliştirmek için çalışanları ve işsizleri korumak, çalışmayı desteklemek, işsizliği önlemeye elverişli ekonomik bir ortam yaratmak ve çalışma barışını sağlamak için gerekli tedbirleri alır; Sosyal güvenlik bakımından özel olarak korunması gerekenler başlıklı 61. maddenin ikinci fıkrasında mevcut Devlet sakatların korunmalarını ve toplum hayatına intibaklarını sağlayıcı tedbirleri alır. Şeklindeki düzenlemelere aykırı olduğu kanısına varılmıştır. Sosyal güvenlik hakkı, uluslararası hukuk belgelerinde ve çağdaş anayasalarda temel hak niteliğinde görülerek, ekonomik ve sosyal haklar kategorisinde düzenlenmiştir. Toplumun tüm bireylerini kapsamına alma çabalarının bir sonucu olarak, sosyal güvenlik, temel insan hakkı niteliği kazanmıştır (bkz. Sosyal güvenlik hukuku, Güzel A, Okur A.R, Caniklioğlu N., sh.51 vd.)Sosyal güvenlik hakkı sigortalıya bireysel ekonomik güvence de sağlamalıdır. Bu bağlamda çalışma hakkı bireye ekonomik güvence sağlayan temel bir hak olup sosyal güvenlik hakkı ile birlikte değerlendirilmelidir.. Bireyin ekonomik güvencesini sarsan riskler arasında malûllük de bulunmaktadır. Herkes, toplumun bir bireyi olarak sosyal güvenlik hakkına sahiptir. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin 22. maddesinde Sosyal güvenlik, bireyin onuru, kişiliğinin geliştirilmesi için kaçınılmaz ekonomik, sosyal ve kültürel hakların tatmin edilmesi esasına dayanır denmek suretiyle sosyal güvenlik politikalarının temelinde, kişiliğin geliştirilmesi ve insanın mutluluğunun yer alması gerektiği vurgulanmıştır. Uluslararası Çalışma Örgütünün 102 nolu sözleşmesi de benzer ilkeleri gözeterek sosyal güvenlik sisteminin asgari normlarını belirlemiştir. Yukarıda ilke ve düzenlemeler ışığında somut olay değerlendirildiğinde; sigortalı görme engelli olup çalışma gücünün 3/2 sini kaybetmiş ise de, halen çalışabilecek durumdadır. Hal böyle olduğu içindir ki İş ve İşçi Bulma Kurumu tarafından sigortalıya engelli kadrosunda iş bulunmuştur. Anayasanın 10/3. maddesinde engelli ve malullerin korunacağı, 61/2. maddesinde ise koruma tedbirlerinin alınacağı hüküm altına alınmış iken mevcut düzenleme ve uygulama ile aleyhe durum sürdürülmekte olup bu husus Anayasanın 10 ve 61/2. maddesine aykırılık teşkil etmektedir. Kaldı ki sigortalı tarafından sosyal güvenlik destek primi de ödenmiştir. Mevcut uygulama ile sosyal güvenlik destek primi ödeyerek dahi çalışma hakkı sigortalıya tanınmamakta olup bu husus eşitlik ve ölçülülük ilkelerine aykırıdır. Anayasanın 13. maddesinde kısıtlamaların ölçülülük ilkesine uygun olması gerektiği emredilmiştir. Mevcut düzenleme ile sigortalının çalışma özgürlüğü de kısıtlanmaktadır. Bu durum ise, çalışma özgürlüğünü düzenleyen Anayasanın 48. ve 49. maddelerine aykırıdır. Devletin mevcutEsas Sayısı : 2015/105 Karar Sayısı : 2016/133 3 uygulamayı davalı Kurum eli ile sürdürerek, insanın maddi ve manevi gelişmesi için gerekli şartları hazırlamak yükümlülüğünü yerine getirmemektedir. Bu durum Anayasanın 5. maddesine aykırıdır. Sigortalının temerrüde düşürülmeden ve hiç bir kusuru yokken 5 yıl geriye dönük olarak faizi ile birlikte yersiz ödemelerin geri istenmesi ise ölçülülük ilkesine aykırıdır. Açıklanan nedenlerle; Yüksek Özel Dairemizce, bir davaya bakmakta olan mahkemenin, o dava sebebiyle uygulanacak bir yasanın Anayasaya aykırı olduğu kanısına götüren görüşünü açıklayan kararıyla Anayasa Mahkemesine başvurulması gerektiğini düzenleyen 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluş ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 28. maddesinin 2. fıkrası gereğince, 5510 Sayılı Yasanın 27/3 maddesinde yer alan Malullük aylığı almakta iken bu Kanuna göre veya yabancı bir ülke mevzuatı kapsamında çalışmaya başlayanların malullük aylıkları, çalışmaya başladıkları tarihi takip eden ödeme dönemi başında kesilir ile 506 sayılı Yasanın 58 maddesinde yer alan Malullük aylığı almakta iken sigortalı olarak çalışmaya başlayanların malûllük aylıkları, çalışmaya başladıkları tarihten başlayarak kesilir düzenlemelerinin Anayasanın 5, 10/1 3, 13, 48. ve 49. 61/2. maddelerine aykırı olduğu kanısına ulaşılması nedeniyle, Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, bu kuralın Anayasaya aykırılığı nedeniyle, uygulanması durumunda giderilmesi güç ve olanaksız zararlar doğurabileceği gözetilerek esas hakkında karar verilinceye kadar yürürlüğünün durdurulmasının istenmesine, dosyada bulunan belgelerin onaylı bir örneğinin Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine 10.11.2015 gününde oybirliğiyle karar verildi
1,066
Esas Sayısı : 2013/61 Karar Sayısı : 2014/3 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 1 6136 sayılı Yasanın 15/1. maddesinde bu kanun hükümlerine aykırı olarak 4. maddede yazılı olan bıçak veya diğer aletleri veya benzerlerini satanlar, satmaya aracılık edenler, satın alanlar, taşıyanlar veya bulunduranlar hakkında 6 aydan 1 yıla kadar hapis ve 25 günden az olmamak üzere adli para cezasına hükmolunur cezası yer almaktadır. 2 Maalesef daha çok bu maddenin uygulandığı sustalı bıçaklar çarşı pazarda rahatlıkla satılabilmekte, gençlerimiz de bunları bilmeden alıp taşımaktadır. Bu konuda ne satıcının ne de alıcının cezai müeyyidesinden haberdar olduğu söylenemez. Bir çok gencimiz küçük yaşta bu nedenlerle sabıkalı duruma gelmektedir. 3 Sadece sustalı bıçak taşımanın müeyyidesi asgari 6 ay hapisten başlamasına karşılık bıçakla kasten yaralamanın müeyyidesi de (basit tıbbi müdahale ile giderilebilen durumlarda) yine 6 ay hapis veya adli para cezası ile müeyyidelendirilmiştir. 4 Evrensel hukuk kuralları gereği suç ve cezaların orantılı olması gerektiği, piyasada rahatlıkla alınıp satılabilen ve yeterince denetimi olmayan ve gençlerin bu bıçakları rahatlıkla çarşıda bulup satın alabilecekleri bir ortamda (nitekim sanık savunmalarından yola çıkılarak bu bıçakların Eskişehir ilinde, görev yapılan diğer şehirlerde rahatlıkla alınıp satılabildiği beyanları ve gözlemleri nedeniyle Eskişehir Emniyet Müdürlüğüne bu konuda arama yapılması dikkat edilmesi konusunda 2012 yılının sonlarında mahkememizce yazı yazılmış olup, bu yazıya rağmen Mart 2013 tarihinde Eskişehir Valiliğine 200 metre mesafede anahtar bıçak v.s. satan bir dükkânda yine sustalı bıçakların rahatlıkla satıldığının gözlemlendiği), dolayısıyla yeteri denetimin tüm Türkiyede yapılmadığının anlaşıldığı, gençlerimizin ise bu konuda bilinçlendirdiğimizi söylemenin zor olduğunu, kanunu bilmemek mazeret sayılmaz kılıfına sığınarak bilinçsiz gençliği alt sınırı 6 aydan başlayan hapis cezası ile mahkum etmenin suç ve cezaların orantılılığı ile Hukuk Devleti ilkesine aykırı olduğu kanaatine varılmıştır. Yukarıda anılan nedenlerle 6136 sayılı Yasanın 15/1. maddesindeki müeyyidenin Anayasanın 2. maddesindeki Hukuk Devleti, 10. maddesinde öngörülen eşitlik ilkesi (eşit suça eşit ceza ilkesine aykırılık) ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesindeki adil yargılama hakkına aykırı olduğu kanaati ile Anayasanın 152. maddesi gereği 6136 sayılı Yasanın 15/1. maddesinin iptali gerektiği kanaati ile Anayasa Mahkemesine başvurulmuştur."
332
Esas Sayısı : 2021/104 Karar Sayısı : 2021/87 1 1) 6758 sayılı Kanunun 2. maddesi ile 652 sayılı Millî Eğitim Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnameye eklenen Geçici 11. maddede yer alan Kamu Personel Seçme Sınavına girme şartı hariç ibaresi ile sözlü sınavda başarılı olanlar ibaresinin Anayasaya aykırılığı 6758 sayılı Kanunun 2. maddesi ile 652 sayılı Millî Eğitim Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnameye Geçici 11. maddenin eklenmesi öngörülmüştür. Kalkınmada öncelikli yörelerde sözleşmeli öğretmen istihdamı düzenleyen bu madde uyarınca, 8/2/2007 tarihli ve 5580 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanunu kapsamında faaliyet gösteren dershaneler ile öğrenci etüt eğitim merkezlerinde 14/3/2014 tarihi itibarıyla eğitim personeli olarak çalışmakta olan ve bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihte herhangi bir sosyal güvenlik kurumundan emeklilik, yaşlılık veya malullük aylığı almaya hak kazanmamış olup bu iş yerleri üzerinden sigorta primi ödenmiş çalışma süresi 1/1/2014 tarihi itibarıyla en az altı yıl olanlardan Kamu Personel Seçme Sınavına girme şartı hariç öğretmen kadrosuna atanabilmek için aranan özel şartlar ile 657 sayılı Kanunun 48. maddesinde öngörülen genel şartları taşıyanlar arasından Bakanlıkça belirlenen usul ve esaslar çerçevesinde maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren altı ay içinde bir defaya mahsus olmak üzere yapılacak sözlü sınavda başarılı olanlar, başarı sırasına göre ek 4. madde kapsamında istihdam edilmek üzere kalkınmada birinci derecede öncelikli yörelerdeki boş sözleşmeli öğretmen pozisyonlarına atanabilir. Anayasanın 2. maddesinde güvenceye alınan hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir (E.2014/189, K.2015/32,RG. 21.5.2015 29362). 6758 sayılı Kanunun 2. maddesi ile 652 sayılı KHK.ya eklenen Geçici 11. madde kapsamında yapılacak öğretmen atamalarında, Kamu Personel Seçme Sınavına girme şartı hariç öğretmen kadrosuna atanabilmek için aranan özel şartlar ile 657 sayılı Kanunun 48. maddesinde öngörülen genel şartları taşıyanlar arasından Bakanlıkça belirlenen usul ve esaslar çerçevesinde maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren altı ay içinde bir defaya mahsus olmak üzere yapılacak sözlü sınavda başarılı olma ölçütünün öngörülmesi, atamaların siyasal iktidar tarafından liyakat ölçütü gözetilmeden keyfi biçimde yapılmasına kanuni bir zemin oluşturması nedeniyle Anayasanın demokratik hukuk devletini düzenleyen 2. maddesine aykırıdır. Getirilen düzenleme uyarınca, sözlü sınava girecek kişilerin belirlenmesinde Kamu Personel Seçme Sınavı şartının dahi aranmaması, hiçbir objektif liyakat ölçütünün bu tespitte kullanılmaması anlamına gelmektedir. Başka bir ifadeyle, sadece sözlü sınavın yapılması ve bundan sonraki aşama itibariyle değil, sözlü sınava girecek kişilerin belirlenmesi aşaması da Kamu Personel Seçme Sınavı şartı devre dışı bırakılarak objektif kriterlerden yoksun hale getirilmiştir. Bu şekliyle, hem bizatihi sözlü sınavın yapılmasının öngörülmesi hem de bu sınava girecek kişilerin de sübjekti ölçütlere göre tayin edilecek olması, düzenlemenin liyakat, sınav performansı gibi objektif ölçütleri dışlayan, siyasi, şahsi ilişkilerin etkili olduğu keyfi tercih ve uygulmalara kapı arayabileceğini açık bir şekilde ortaya koymaktadır. İptali istenenEsas Sayısı : 2021/104 Karar Sayısı : 2021/87 2 bu düzenleme, bu yönüyle Anayasanın 10. maddesinde düzenlenen eşitlik ilkesine de aykırılık oluşturmaktadır. Anayasa Mahkemesinin pek çok kararında vurgulandığı gibi yasa önünde eşitlik ilkesi, herkesin her yönden aynı kurallara bağlı olacağı anlamına gelmemekle birlikte, yasaların uygulanmasında birbirinin aynı durumda olanlara ayrı kuralların uygulanmasını ve ayrıcalıklı kişi ve toplumların yaratılmasını engellemektedir. Kimi yurttaşların haklı bir nedene dayanılarak değişik kurallara bağlı tutulmaları eşitlik ilkesine aykırılık oluşturmamakta, hatta durumlarındaki ve konumlarındaki özellikleri, kimi kişi ya da topluluklar için değişik kuralları ve değişik uygulamaları gerekli kılmaktadır. Anayasa ile eylemli değil hukuki eşitlik amaçlanmaktadır. Anayasanın öngördüğü eşitlik ilkesinin çiğnenmemesi için, aynı hukuksal durumların aynı, ayrı hukuksal durumların ayrı kurallara bağlı tutulması gerekmektedir (AYM.,18.10.2005, 2003/7 E., 2005/71 K.). Söz konusu düzenlemede, sözlü sınava girecek kişilerin belirlenmesinde Kamu Personel Seçme Sınavı şartının devre dışı bırakılması, bu belirlemenin objektif ölçütlerden uzak bir şekilde yapılması sonucunu doğuracaktır. Böylelikle, liyakat ve sınav başarısına göre aynı durumda bulunanlar arasından ya da daha başarılı durumda bulunması dolayısıyla tercih edilmeyi hak eden kişilerden bir bölümü sözlü sınava giremezken, objektif ölçütlere göre daha düşük başarı durumu bulunan kişiler, öngörülen sübjektif değerlendirme ölçütünden faydalanarak sözlü sınava girmeye hak kazanabileceklerdir. Bu da eşitlik ilkesine aykırı bir uygulama yapılması anlamına gelmektedir. Bu sebeple, 6758 sayılı Kanunun 2. maddesiyle getirilen düzenleme Anayasanın 2. ve 10. maddelerie aykırıdır, iptali gerekir. 2) 6758 sayılı Kanunun 13. maddesi ile 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 128. maddesinin dokuzuncu fıkrasına eklenen ve onuncu fıkra uyarınca kayyım atanmasına ibaresi ile yeni eklenen 10. fıkrasının Anayasaya aykırılığı 6758 sayılı Kanunun 13. maddesi ile 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun Taşınmazlara, hak ve alacaklara elkoyma koruma tedbirinin düzenlendiği 128. maddesinin 9. fıkrasına, elkoymaya ibaresinden sonra gelmek üzere ve onuncu fıkra uyarınca kayyım atanmasına ibaresi eklenmiş, ayrıca yeni bir fıkra olarak 10. fıkra eklenmiştir. Fıkraya göre: Bu madde uyarınca elkonulan taşınmaz, hak ve alacakların idaresi gerektiğinde bu malvarlığı değerlerinin yönetimi amacıyla kayyım atanabilir. Bu durumda 133. madde hükümleri kıyasen uygulanır. Ceza Muhakemesi Kanununun 128. maddesindeki düzenlemeye göre; maddede sınırlı sayıda belirtilen katalog suçlar kapsamında yürütülen bir soruşturmada, ilgili suçun işlendiğine ve bu suçtan bir malvarlığı değeri elde edildiğine dair kuvvetli şüphe sebepleri bulunması durumunda şüpheli ve sanığa ait, maddede belirtilen malvarlığı değerlerine el konulabilir. 128. maddede düzenlenen koruma tedbirinin temel amacı, 123. maddeden farklı olarak, malvarlığı değerlerinin yargılama makamlarının elinin altında bulunmasından ziyade, suçla irtibatlı bulunan hak ve alacaklar ile taşınmazlar üzerinde şüpheli yahut sanığın (veya bunların nezdinde bulunduğu üçüncü kişilerin) hukuki tasarruf imkânlarını sınırlamak, bu yolla ileride çıkacak olası mahkûmiyet kararı çerçevesinde, verilen kararın icra edilebilmesini (kazanç müsaderesi) sağlayabilmektir.Esas Sayısı : 2021/104 Karar Sayısı : 2021/87 3 Kanun koyucunun 123. madde dışında, böyle bir kuruma ayrıca yer vermesinin sebebi, bu değerlerin fiziksel elkoymaya tabi tutulmasının, hem çoğu kez hukuken imkân dâhilinde bulunmaması hem de ölçülü olmayacağı düşüncesidir. 128. maddede düzenlenen koruma tedbirinin konusunu, gerçek kişi olan şüpheli veya sanığa ait malvarlığı değerleri oluşturmaktadır. Ancak katalogda yer verilen suçların işlendiği iddiasıyla şüpheli veya sanığın tüm malvarlığına yönelik bu tedbire müracaat edilmesi mümkün değildir. Tedbirin uygulanmasında önemli olan, elkonulacak malvarlığı değerinin suçla irtibatının tespit edilmesidir. Ceza Muhakemesi Kanununun 128. maddesinde düzenlenen koruma tedbirinin tatbiki, dört şartın varlığına bağlıdır: İlk olarak, taşınmazlara, hak ve alacaklara elkoyma koruma tedbiri, 128. maddenin 2. fıkrasında yer verilen katalog suçlara ilişkin soruşturma veya kovuşturmalar kapsamında uygulanabilir. İkinci olarak, 128. maddenin 2. fıkrasında yer verilen katalog suçların işlendiği hususunda, somut delillere dayanan kuvvetli suç şüphesi bulunmalıdır. Üçüncü olarak, tedbire konu malvarlığı değerlerinin katalogda öngörülen suçlardan elde edildiğine dair kuvvetli şüphe sebepleri bulunmalıdır. Şüpheli veya sanık hakkında Ceza Muhakemesi Kanununun m.128de düzenlenen tedbirinin uygulanabilmesi için, m.128/2de sayılan suçların işlendiği hususunda kuvvetli şüphe sebeplerinin varlığı yeterli olmamakta, ayrıca elkonulacak malvarlığı değerlerinin bu suçlardan elde edildiğine dair kuvvetli şüphe sebeplerinin de bulunması gerekmektedir. Elkoymaya konu oluşturan malvarlığı değerinin, belirli suçların işlenmesi suretiyle elde edildiğine dair somut vakıalara dayalı kuvvetli şüphe sebepleri bulunmalıdır. Şüpheli veya sanığın herhangi bir malvarlığı değeriyle, işlenen suç arasında bir irtibat kurulamıyorsa ya da bu hususta tahmine, izlenime dayanan ancak kuvvetli şüphe boyutuna varmayan şüphe söz konusu ise, malvarlığı değerleri ile ilgili olarak elkoyma kararı verilemez. Suçla ilgisi bulunmayan, suçun işlenmesi suretiyle elde edilmediği bilinen malvarlığı değerlerine elkonulması, bu hükmün konuluş amacına aykırıdır. Son olarak, 128. maddenin 1. fıkrasına, 21.02.2014 tarih ve 6526 sayılı Yasanın 10. maddesiyle getirilen ek cümle uyarınca, 128. madde kapsamında elkoyma kararı alınabilmesi için ilgisine göre Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu, Sermaye Piyasası Kurulu, Mali Suçları Araştırma Kurulu, Hazine Müsteşarlığı ve Kamu Gözetimi, Muhasebe ve Denetim Standartları Kurumundan, suçtan elde edilen değere ilişkin rapor alınması gerekir. 128. maddedeki tedbire, ağır ceza mahkemesince oy birliğiyle karar verilir ve itiraz üzerine bu tedbire karar verilebilmesi için de oy birliği aranır. Taşınmazlara, hak ve alacaklara elkoyma koruma tedbiri, işlendiği iddia olunan suçla irtibatlı olduğu tespit edilen malvarlığı değerleri üzerinde, şüpheli veya sanığın hukuki tasarruf imkânının ortadan kaldırılması suretiyle icra edilen, özel bir elkoyma tedbiridir. Bu tedbir, basit elkoyma tedbirinde olduğu gibi, eşya ya da kazanç müsaderesinin konusunu oluşturan malvarlığı değerlerine fiilen elkonulması şeklinde uygulanmaz. Kanunumuzun açık düzenlemesi karşısında, elkoymaya konu teşkil eden taşınmaz, nakil aracı, hisse senedi, hak ve alacağın, soruşturma konusu suçların işlenmesiyle elde edilmiş olması gerekir. Kişilerin işlendiği iddia olunan suçtan bağımsız olarak malvarlığı değerleri üzerinde böyle bir tasarruf kısıtlamasına gidilmesi, mülkiyet hakkının özüne dokunan bir müdahale teşkil eder (AY.m.13, 35, 38).Esas Sayısı : 2021/104 Karar Sayısı : 2021/87 4 6758 sayılı Kanunun 13. maddesi ile, Ceza Muhakemesi Kanununun 128. maddesinde düzenlenen koruma tedbirinin uygulanması kapsamında, elkonulan taşınmaz, hak ve alacakların idaresi gerektiğinde bu malvarlığı değerlerinin yönetimi amacıyla kayyım atanabileceği ve bu durumda 133. madde hükümlerinin kıyasen uygulanması öngörülmüştür. Anayasanın 35. maddesinde mülkiyet hakkı güvence altına alınmış olup, maddede; Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz denilmektedir. Yukarıda belirtildiği gibi, Ceza Muhakemesi Kanununun 128. maddede düzenlenen koruma tedbirinin temel amacı, suçla irtibatlı bulunan hak ve alacaklar ile taşınmazlar üzerinde şüpheli yahut sanığın (veya bunların nezdinde bulunduğu üçüncü kişilerin) hukuki tasarruf imkânlarını sınırlamak, bu yolla ileride çıkacak olası mahkûmiyet kararı çerçevesinde, verilen kararın icra edilebilmesini (kazanç müsaderesi) sağlayabilmektir. Yoksa bu tedbirle, anılan malvarlığı değerleri üzerinde kayyım yetkisine sahip kişilerce tasarruflarda bulunmak değildir. Çünkü böyle bir yetkinin tanınması mülkiyet hakkının özüne dokunmak anlamına gelir. Bu şekilde, bireylerin malvarlığı değerleri üzerinde, kayyım atanarak mülkiyet hakkının özüne dokunacak tarzda tasarruf yetkisinin tanınması, Anayasanın 13. maddesinde belirtilen; Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz hükmüne aykırılık oluşturmaktadır. Koruma tedbirleri, bir mahkumiyet hükmüne bağlı olarak uygulanan ceza değil, ceza muhakemesinin amaçlarının gerçekleştirilebilmesi bakımından araç niteliği taşıyan ve geçici surette uygulanan tedbirlerdir. 128. maddedeki tedbirin konusunu oluşturan malvarlığı değerlerine kayyım atanması, kayyım tarafından bu malvarlığı değerlerinin idare edilmesi, gerektiğinde bunların yönetilmesi, yani bu değerler üzerinde çeşitli tasarruflarda bulunulması yetkisi tanınması, koruma tedbirinin düzenleniş amacıyla bağdaşmamaktadır. Anayasanın 15. maddesinde; Savaş, seferberlik, sıkıyönetim veya olağanüstü hallerde, milletlerarası hukuktan doğan yükümlülükler ihlal edilmemek kaydıyla, durumun gerektirdiği ölçüde temel hak ve hürriyetlerin kullanılması kısmen veya tamamen durdurulabilir veya bunlar için Anayasada öngörülen güvencelere aykırı tedbirler alınabilir. Birinci fıkrada belirlenen durumlarda da, savaş hukukuna uygun fiiller sonucu meydana gelen ölümler () dışında, kişinin yaşama hakkına, maddi ve manevi varlığının bütünlüğüne dokunulamaz; kimse din, vicdan, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz ve bunlardan dolayı suçlanamaz; suç ve cezalar geçmişe yürütülemez; suçluluğu mahkeme kararı ile saptanıncaya kadar kimse suçlu sayılamaz hükmü yer almaktadır. Bu hüküm uyarınca kişilerin maddi varlığının bütünlüğüne olağanüstü hallerde dahi dokunulamayacağı açıktır. İptali talep edilen iş bu düzenleme açıklanan sebeple Anayasanın 15. Maddesine aykırılık teşkil eder. Taşınmaz hak ve alacaklara elkoyma tedbirinde, kişilerin malvarlığı değerleri üzerindeki tasarruf yetkileri kısıtlanmış olmakla birlikte, esasen kişinin bu değerlerden faydalanma hakkı ortadan kalkmış olmaz. Ancak getirilen düzenleme ile, söz konusu malvarlığı değerlerinin yönetimi için kayyım atanmak suretiyle, tedbirin düzenleniş amacına ve yapısına aykırı bir sınırlama getirilmekte ve kişilerin sadece tasarruf yetkileri değil aynı zamanda malvarlığı değerlerinden faydalanma hakkı da ölçüsüz bir şekilde kısıtlanmış olmaktadır. BuEsas Sayısı : 2021/104 Karar Sayısı : 2021/87 5 durum, hakkın özüne dokunulması ve ölçüsüz bir şekilde sınırlandırılması anlamı taşıdığından Anayasanın 13. maddesine aykırılık oluşturmaktadır. Bu sebeple, 6758 sayılı Kanunun 13. maddesiyle getirilen düzenleme Anayasanın 13., 15. ve 35. maddelerine aykırıdır, iptali gerekir. 3) 6758 sayılı Kanunun 16. maddesi ile 5275 sayılı Kanunun 92. maddesinin 1. fıkrasına eklenen cümlede yer alan kurum dışına çıkmaları Cumhuriyet başsavcılığı tarafından kısıtlanabilir ibaresinin Anayasaya aykırılığı 6758 sayılı Kanunun 16. maddesi ile 13/12/2004 tarihli ve 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunun 92. maddesinin birinci fıkrasına şu cümle eklenmiştir: 9. maddenin ikinci fıkrasında yazılı suçlardan hükümlü ve tutuklu olanların, ceza infaz kurumu düzeni ile toplum güvenliğini tehlikeye düşürebileceği, terör örgütü veya diğer suç örgütü üyelerinin örgütsel amaçlı faaliyet ve haberleşmelerine imkân sağlayabileceği, yol, kalınacak ceza infaz kurumu ya da sınav merkezi veya okulda güvenlik açısından sakınca bulunabileceği değerlendirildiği takdirde kurum dışına çıkmaları Cumhuriyet başsavcılığı tarafından kısıtlanabilir. 5275 sayılı Kanunun 92. maddesinin 1. fıkrasında Hükümlü; izin, hastaneye, Cumhuriyet Başsavcılığına veya duruşmaya sevk, eğitim, öğretim, işyurdu, cezanın ertelenmesi, salıverilme, nakil, deprem, sel gibi doğal afet ve yangın hâlleri dışında ve yetkili makamca verilmiş yazılı bir emir olmadıkça kapalı kurumun dışına çıkarılamaz hükmü yer almaktadır. Görüldüğü gibi, Kanuni, bu hallerde hükümlülerin kurum dışına çıkarılmasına müsaade etmiştir. 6758 sayılı Kanun ile kabul edilen düzenleme uyarınca, belirli suçlardan hükümlü veya tutuklu olanların belirli hallerde yasal bir hak olan ceza infaz kurumu dışına çıkma hakları, güvenlik sakıncasının varlığı gerekçe gösterilerek engellenebilecektir. Esasen sosyal hukuk devleti olmanın bir gereği olarak, bu tarz durumlarda hükümlü ve tutuklularının kendilerine tanınan yasal hakları kullanabilmelerinin önünün açılması gerekmektedir. Bilhassa, hükümlü ve tutukluların kurum dışına çıkarılma hakkının bulunduğu durumlarda, ceza infaz kurumu, sınav merkezi, okul gibi yerlerin güvenliği, idare tarafından sağlanmak zorundadır. Bu gibi durumlarda, devletin üzerine düşen güvenliği sağlama yükümlülüğünü ifa etmesi beklenir. Ancak öngörülen düzenleme, devletin bu yükümlülüğünü gözardı ederek, güvenlik açışınsan sakınca bulunduğu gerekçesiyle tutuklu ve hükümlülerin kurum dışına çıkarılma haklarının kısıtlanması öngörülmekle, eğitim hakkının nasıl kullanılebileceğine ilişkin hiçbir alternatif yol önermemektedir. Halbuki bu durumdaki hükümlü ve tutukluların eğitimlerinin parçası olan sınavlara girebilmelerinin imkan ölçüsünde kurum dışına çıkarılmaları güvenlik açısından sakıncalı ise, kurum içerisinde eğitim kuruluşları ile koordineli olarak tanınması gerekir. Düzenlemede ise, hiçbir alternatif imkan yol aranmaksızın peşinen kısıtlamaya yer verilmiştir. Bu sebeple, düzenleme hukuk devleti ilkesine (AY.m.2) aykılık oluşturmaktadır. Anayasanın 2. maddesinde güvenceye alınan hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir (E.2014/189, K.2015/32, R.G. 21.5.2015 29362).Esas Sayısı : 2021/104 Karar Sayısı : 2021/87 6 6758 sayılı Kanunun 16. maddesi ile 5275 sayılı Kanunun 92. maddesine eklenen cümle uyarınca, Cumhuriyet Başsavcılıkları, belirli suçlardan hükümlü ve tutuklu olanların eğitim sebebiyle kurum dışına çıkarılacağı durumlarda, bunun güvenlik açısından sakıncalı olabileceğini değerlendirerek, hükümlü ve tutukluların kurum dışına çıkarılmalarını engelleyebilecek, böylelikle hükümlü ve tutuklular bakımından insancıllık ilkesinin bir gereği olarak öngörülen eğitim öğrenim hakkı ve imkanı ölçüsüz sınırlandırılmış olacaktır. Devlet, bireyin eğitim hakkını güvence altına almakla ve bu hakkın kullanılmasının önündeki engelleri kaldırmakla yükümlüdür. Anayasanın 2. maddesinde zikredildiği üzere, Türkiye Cumhuriyeti, sosyal bir hukuk devletidir. Sosyal hukuk devleti olmanın gereği, eğitim ve öğrenim hakkını korumak, buna ilişkin kısıtlamaları ise ortadan kaldırmaktır. Bireylerin eğitim ve öğrenim hakkı, Anayasanın 42. maddesinin 1. fıkrasında kimse, eğitim ve öğrenim hakkından yoksun bırakılamaz denilmek suretiyle güvence altına alınmıştır. Belirtelim ki, güvenlik gerekçesi bir an için makul kabul edilse bile, hükümlü ve tutukluların rehabilitasyonu ile topluma kazandırılmaları idealine yönelen bir ceza infaz sisteminde, eğitim ve öğrenim hakkına değer veren bir devletin, bu ihtimalde makul ölçülerde alternatif bir hükme yer vermesi gerekirdi. Hükümlü ve tutukluların eğitim hakkı, uluslararası sözleşmelerde de güvence altına alınmıştır. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin 26. maddesinin 1. fıkrasının 1. cümlesinde Herkes eğitim hakkına sahiptir denilerek bu hak düzenlenmiştir. Bildirgenin 27. maddesine göre de; Herkes toplumun kültürel yaşamına serbestçe katılma, güzel sanatlardan yararlanma, bilimsel gelişmeye katılma ve bundan yararlanma hakkına sahiptir. 1990 tarihinde yürürlüğe giren Mahpuslara Muamelenin Temel İlkelerinin 6'ncı maddesinde ise "Bütün mahpuslar, kişiliklerinin tam gelişmesi için gerekli eğitim ve kültürel faaliyetlerden yararlanma hakkına sahiptirler" hükmüne yer verilmiştir. Keza, İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin Sözleşmeye Ek 1 Nolu Protokolün 2. maddesinde de; Hiç kimse eğitim hakkından yoksun bırakılamaz. Devlet, eğitim ve öğretim alanında yükleneceği görevlerin yerine getirilmesinde, ana ve babanın bu eğitim ve öğretimin kendi dini ve felsefi inançlarına göre yapılmasını sağlama haklarına saygı gösterir Düzenlmesine yer verilmiştir. Ayrıca, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesinin Üye Devletlere Avrupa Cezaevi Kuralları Hakkında Rec (2006) 2 Sayılı Tavsiye Kararının 28. maddesinde 7 bent halinde mahpusların eğitim hakkına ilişkin temel ilkelere yer verilmiştir. Tüm bu uluslararası metinler uyarınca, hükümlü ve tutuklular için; eğitimin temel bir hak olduğu, ruhsal, fiziksel, sosyal ve eğitsel açıdan gelişmeleri; müzik, tiyatro, satranç ve rekreasyon gibi sosyal ve kültürel faaliyetlerden yararlanmaları, eğitimlerinin dış dünya ile uyumlu olması, olabildiği ölçüde kurum dışı eğitim seçeneklerinin dikkate alınması ve sivil toplumun katılımının sağlanması, eğitimlerinin, tahliye sonrası toplumsal yaşama dönüşü hazırlamaya yönelik olması, eğitimin desteklenmesi, teşvik edilmesi ve eğitime katılanların eğitime katılmayanlara göre başta malî menfaatleri olmak üzere, diğer yararlarının olumsuz etkilenmemesi, cezaevindeki eğitimin ülkenin eğitim sistemiyle bütünleştirilmesi, hükümlü ve tutukluların kendilerini ifade edebilmeleri için her türlü sosyal, kültürel ve sanatsal çalışmaya erişebilmelerinin olabildiğince sağlanması öngörülmektedir. Dolayısıyla ilgili eğitim kuruluşları ile koordineli bir şekilde hükümlü ve tutukluların haklarından faydalanma imkanları gözetilmeksizin sadece sınırlama, ortadan kaldırma mantığı ile kaleme alınan düzenleme kabul edielemez. Bu hüküm ile keyfi uygulamalara da yol açılmış olur.Esas Sayısı : 2021/104 Karar Sayısı : 2021/87 7 6578 sayılı Kanunun 16. maddesiyle getirilen düzenleme, bu bakımdan Anayasanın 90. maddesine de aykırılık oluşturmaktadır. Yukarıda belirtilen sebeplerle, 6758 sayılı Kanunun 16. maddesi ile getirilen düzenleme, Anayasanın 2., 42. ve 90. maddelerine aykırıdır, iptali gerekir. 4) 17. maddesi ile 5275 Sayılı Kanuna Eklenen Geçici 7. maddenin 1. fıkrasında Yer Alan özel kanunlar kapsamında kalan yerlerde bu kanunlardaki kısıtlamalara tabi olmaksızın ibaresinin Anayasaya Aykırılığı 10.11.2016 tarihli ve 6758 Sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanunun 17. maddesi ile 5275 Sayılı Kanuna Eklenen Geçici 7. maddenin 1. fıkrasında yer alan özel kanunlar kapsamında kalan yerlerde bu kanunlardaki kısıtlamalara tabi olmaksızın ibaresi ile özel kanunlar ile koruma altına alınan tüm yerlerde bu kanunlardaki hiçbir kısıtlamaya tabi olmaksızın ceza infaz kurumlarının yapılabilmesine yasal dayanak oluşturulmaktadır. Kanunların kamu yararının sağlanması amacına yönelik olması, genel, objektif, adil kurallar içermesi ve hakkaniyet ölçütlerini gözetmesi hukuk devleti olmanın gereğidir. Bu nedenle kanun koyucunun hukuki düzenlemelerde kendisine tanınan takdir yetkisini Anayasal sınırlar içinde adalet, hakkaniyet ve kamu yararı ölçütlerini gözönünde tutarak kullanması gerekir. (AYM Kararı: 2014/34E., 2014/79K. 9.4.2014) İptali istenen düzenlemede özel kanunlar ibaresinin hangi kanunları içerdiğine yer verilmediği için düzenleme belirsizlik içermektedir. Ayrıca diğer tüm kanunlardaki kısıtlamalara tabi olmaksızın her türlü arazide ceza infaz kurumu yapılmasına olanak tanınmasının özel kanunlarda öngörülen kamu yararının hayata geçirilmesine de engel teşkil edeceği açıktır. Bu nedenle kamu yararı ölçütü taşımayan düzenleme Anayasanın 2. maddesi ile düzenlenen hukuk devleti ilkesine aykırıdır. Hukuk Devleti olabilmenin en temel göstergesi de yasalarda "genellik" ilkesine uyulmasıdır. Yasaların genelliği ilkesi, özel, aktüel ve geçici bir durumu gözetmeyen, belli bir kişiyi hedef almayan, aynı statüde olan herkesi kapsayan kuralların getirilmesini zorunlu kılar (Anayasa Mahkemesinin 20.11.1996 günlü, E.1996/58, K.1996/43 sayılı kararı). Yasa koyucu iptali istenen kural ile ceza infaz kurumları açısından özel bir düzenleme gerçekleştirerek yasaların genelliği ilkesinden ayrılmış olunduğundan yapılan bu düzenleme, Anayasanın 2. maddesinde ifade edilen hukuk devleti ilkesi ile bağdaşmamaktadır. Belirtilen gerekçelerle söz konusu düzenleme Anayasanın 2. maddesine aykırıdır, iptali gerekir. 5) 17. maddesi ile 5275 Sayılı Kanuna Eklenen Geçici 7. maddenin 1. Fıkrasında Yer Alan 4.1.2002 tarihli ve 4734 sayılı Kamu İhale Kanununun 21. maddesinin birinci fıkrasının (b) bendinin tabi olduğu usule göre ibaresinin Anayasaya Aykırılığı 4734 sayılı Kanuna göre yapılacak ihalelerde açık ihale usulü ile belli istekliler arasında ihale usulü temel usul olarak öngörülmüş, diğer ihale usullerinin Kanunda belirtilen özel hallerde kullanılabilmesi amaçlanmıştır. 4734 sayılı Kanunun 4. maddesinde pazarlık usulüEsas Sayısı : 2021/104 Karar Sayısı : 2021/87 8 Bu Kanunda belirtilen hallerde kullanılabilen, ihale sürecinin iki aşamalı olarak gerçekleştirildiği ve idarenin ihale konusu işin teknik detayları ile gerçekleştirme yöntemlerini ve belli hallerde fiyatı isteklilerle görüştüğü usul şeklinde tanımlanmıştır. 4734 sayılı Kamu İhale Kanununun 21. maddesinin birinci fıkrasında, pazarlık usulü ile yapılacak ihaleler tek tek sayılmış; yapılacak işler fıkrada belli şartların varlığına bağlanmış ve ihtiyacın başka türlü giderilememesi zorunluluğuna dayandırılmıştır. Buna göre 21. maddenin (b) bendinde, doğal afetler, salgın hastalıklar, can veya mal kaybı tehlikesi gibi ani ve beklenmeyen veya idare tarafından önceden öngörülemeyen olayların ortaya çıkması üzerine ihalenin ivedi olarak yapılmasının zorunlu olduğu durumlarda pazarlık usulünün uygulanabilmesine olanak tanınmıştır. 21. maddenin ikinci fıkrasında, (b), (c) ve (f) bentlerinde belirtilen hallerde ilan yapılması zorunlu değildir. İlan yapılmayan hallerde en az üç istekli davet edilerek, yeterlik belgelerini ve fiyat tekliflerini birlikte vermeleri istenir. denilirken; son fıkrasında ise yine (b), (c) ve (f) bendi kapsamında yapılan mal alımlarında, malın sözleşme yapma süresi içinde teslim edilmesi ve bunun idarece uygun bulunması halinde, sözleşme yapılması ve kesin teminat alınması zorunlu değildir. hükmüne yer verilmiştir. 10.11.2016 tarihli ve 6758 Sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanunun 17. maddesi ile 5275 Sayılı Kanuna eklenen Geçici 7. maddenin 1. fıkrasında yer alan 4.1.2002 tarihli ve 4734 sayılı Kamu İhale Kanununun 21. maddesinin birinci fıkrasının (b) bendinin tabi olduğu usule göre. ibaresi ile ceza infaz kurumları yapım işi ihalelerinin pazarlık usulüne tabi kılınması öngörülmektedir. Ceza infaz kurumu yapım işlerinin doğal afetler, salgın hastalıklar, can veya mal kaybı tehlikesi gibi ani ve beklenmeyen veya idare tarafından önceden öngörülemeyen olaylar kapsamında ele alınması hukuki dayanaktan yoksundur. Anayasanın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir. Anayasanın 2. maddesinde belirtilen hukuk devletinin önemli ilkelerinden biri devletin her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurması ve bunu geliştirerek sürdürmesi, bir diğeri de kanunların kamu yararı amacıyla çıkarılmasıdır. Kamu harcamalarında 4734 sayılı Kanunun uygulanmasını zorunlu kılan bir Anayasa kuralı bulunmadığı için yasa koyucunun bazı mal ve hizmetler ile yapım işleri yönünden farklı usuller benimsemesinde anayasal bir engel olmadığı doğrudur. Ancak, mal ve hizmet alımları ile yapım işlerinin, 4734 sayılı Kanunda öngörülen saydamlık, rekabet, eşit muamele, güvenirlilik, gizlilik ve kamuoyu denetimi esas alan temel ihale usullerinin dışına çıkarılmasında, hukuk devleti ilkesinin bir gereği olan her alanda adaletli hukuk düzeni kurma ve bunu geliştirerek sürdürme ile kamu yararı amacının gözetilmesi gerekeceği de açıktır. Bu açıdan ceza infaz kurumu yapım işlerinin, temel ihale usullerinden ayrık olacak şekilde, plan ve projeye dayandırılmadan, yaklaşık maliyeti hesaplanmadan, ilan edilmeden, saydamlık, rekabet, eşit muamele ve kamuoyu denetimi sağlanarak ihale edilmeden aceleye getirilip hemen karşılanmasında kamu yararı bulunmamaktadır.Esas Sayısı : 2021/104 Karar Sayısı : 2021/87 9 Bu derece kapsamlı, büyük ve yüksek maliyetli yatırımların, ortada zorunlu kılacak bir sebep de yok iken ilan edilmeden üç istekli davet edilerek yeterlik belgelerini ve teklif fiyatlarını birlikte vererek yapılması ve dolayısıyla işlerin saydamlık, rekabet, eşit muamele, güvenirlilik ve kamuoyu denetimi sağlanmadan istekliler arasında paylaştırılarak kamuya maliyetlerinin yüksek ve bazı firmaların kayırılmasına yol açacak şekilde sonuçlandırılacak olması, hukuk devletinin her alanda adaletli hukuk düzeni kurma ve bunu geliştirerek sürdürme ile kamu yararı ilkeleriyle bağdaşmadığından iptali istenen düzenleme, Anayasanın 2. maddesine aykırıdır. Belirtilen gerekçelerle 10.11.2016 tarihli ve 6758 Sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanunun 17. maddesi ile 5275 Sayılı Kanuna Eklenen Geçici 7. maddenin 1. fıkrasında yer alan 4.1.2002 tarihli ve 4734 sayılı Kamu İhale Kanununun 21. maddesinin birinci fıkrasının (b) bendinin tabi olduğu usule göre ibaresi Anayasanın 2. maddesine aykırıdır, iptali gerekir. 6) 17. maddesi ile 5275 Sayılı Kanuna Eklenen Geçici 7. maddenin 2. fıkrasında Yer Alan 4342 sayılı Kanun hükümlerine tabi olmaksızın ibaresinin Anayasanın 2. ve 45. maddelerine, İptali istenen düzenleme ile ceza infaz kurumlarının Mera Kanunu kapsamında kalan yerlere yapılabilmesine yasal dayanak oluşturulmaktadır. Anayasanın 45. maddesinin birinci fıkrasında, Devlete tarım arazileri ile çayır ve meraların amaç dışı kullanılmasını ve tahribini önleme görevi verilmiştir. Anayasanın 45. maddesi uyarınca hazırlanarak yürürlüğe giren 25.02.1998 tarihli ve 4342 sayılı Mera Kanununun 3. maddesinde; Çayır: Taban suyunun yüksek bulunduğu veya sulanabilen yerlerde biçilmeye elverişli, yem üretilen ve genellikle kuru ot üretimi için kullanılan yeri, Mera: Hayvanların otlatılması ve otundan yararlanılması için tahsis edilen veya kadimden beri bu amaçla kullanılan yeri, Yaylak: Çiftçilerin hayvanları ile birlikte yaz mevsimini geçirmeleri, hayvanlarını otlatmaları ve otundan yararlanmaları için tahsis edilen veya kadimden beri bu amaçla kullanılan yeri, Kışlak: Hayvanların kış mevsiminde barındırılması ve otundan yararlanılması için tahsis edilen veya kadimden beri bu amaçla kullanılan yeri, Tahsis: Çayır, mera, yaylak ve kışlakların kullanımlarının verimlilik ve sosyal adalet ilkelerine uygun şekilde düzenlenerek, münferiden ya da müştereken yararlanılmak üzere bir veya birkaç köy ya da belediyeye bırakılmasını, şeklinde tanımlanmıştır. 4342 sayılı Mera Kanununun Mera, Yaylak ve Kışlakların Hukuki Durumu başlıklı 4. maddesinde, mera, yaylak ve kışlakların özel mülkiyete geçirilemeyeceği, amacı dışındaEsas Sayısı : 2021/104 Karar Sayısı : 2021/87 10 kullanılamayacağı, zaman aşımı ile kazanılamayacağı, sınırlarının daraltılamayacağı; sadece kullanım hakkının kiralanabileceği belirtilmiştir. Yine Mera Kanununun İnşaat Yasağı başlıklı 20. maddesinde, Yaylak ve kışlaklarda, 442 sayılı Köy Kanununda öngörülen inşaatlar ile valiliklerden izin alınmak suretiyle imar mevzuatına göre yapılacak kullanma amacına uygun mandıra, suluk, sundurma ve süreklilik göstermeyen barınak ve ağıllar ile Turizm Bakanlığının talebi üzerine turizme açılması uygun görülen bölgelerde ahşap yapılar dışında, ev, ahır ve benzeri inşaatlar yapılamaz. denilerek yaylak ve kışlaklarda geleneksel kullanım amacıyla yapılacak inşaatlar sayma suretiyle sınırlanırken; meralar ise tamamen inşaat yasağı kapsamına almıştır. Oysa, iptali istenen düzenlemede mera, yaylak ve kışlakların tahsis amacının değiştirmesi ve tapuda Hazine adına tescil edilerek ceza infaz kurumu yapılmak üzere Adalet Bakanlığına tahsis edilmesi öngörülmektedir. Anayasanın 45. maddesinde, Devlet, tarım arazileri ile çayır ve meraların amaç dışı kullanılmasını ve tahribini önlemek, tarımsal üretim planlaması ilkelerine uygun olarak bitkisel ve hayvansal üretimi artırmak maksadıyla, tarım ve hayvancılıkla uğraşanların işletme araç ve gereçlerinin ve diğer gir
4,085
Esas Sayısı : 2015/20 Karar Sayısı : 2015/64 1 "... Başvuru kararındaki gerekçe 5253 sayılı Dernekler Kanununun 32inci maddesinin (d) bendinin birinci cümlesi aynen şöyledir: Derneğe ait tutulması gereken defter veya kayıtları tutmayan veya tasdiksiz defter tutan dernek yöneticileri üç aydan bir yıla kadar hapis veya adli para cezası ile cezalandırılır. Söz konusu madde, 23.01.2008 tarihli düzenleme ile yürürlüğe girmiştir. İlgili maddenin değişiklikten önceki hali şöyledir: Derneğe ait tutulması gereken defter veya kayıtları tutmayan dernek yöneticileri beşyüzmilyon lira idari para cezası ile cezalandırılır. Görüldüğü üzere maddenin önceki halinde isnat edilen suç konusu eylemin karşılığı idari para cezası iken, 2008 yılında yapılan değişiklikle aynı eylem hapis veya adli para cezasına dönüştürülmüştür. 2008 yılında yapılan düzenleme ile, tasdiksiz defter tutmanın yaptırımı, kabahat olmaktan çıkarılarak suç kapsamına alınarak ağırlaştırılmıştır. Adli para cezasının ödenmemesi, verilen cezanın hapis cezasına dönüşmesine, dolayısıyla özgürlüğü kısıtlayıcı sonuçlara yol açabilmektedir. Anayasanın öngördüğü temel ve vazgeçilmez bir hakkın kullanılması sırasında, bu hakkı kullananlar, her hangi bir suç işleme kastı olmaksızın sırf dikkatsizlik veya ihmalden kaynaklanmış olsa bile gerçekte kabahat sayılması gereken eylemleri nedeniyle, hapse girme olasılığı ile karşı karşıya kalabileceklerdir. Bu ise suç ile buna verilen ceza arasında bir orantısızlık demektir. ANAYASA MADDE 10 Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. (Ek fıkra: 7/5/2004 5170/1 md.) Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. (Ek cümle: 12/9/20105982/1 md.) Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz. (Ek fıkra: 12/9/2010 5982/1 md.) Çocuklar, yaşlılar, özürlüler, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmaz. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar. (*) ANAYASA MADDE 13 Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.Esas Sayısı : 2015/20 Karar Sayısı : 2015/64 2 Mahkememiz, Dernekler Kanunu 32/d bendinin özellikle Anayasanın 13. maddesinin atıf yaptığı ilkelere aykırılığının açık ve net olduğu kanaatindedir. Örgütlenme özgürlüğü ve hakkı modern ve demokratik toplumun en vazgeçilmez temel hak ve özgürlüklerinden biridir. Dolayısıyla bu hakkın sınırlandırılmasında 13. maddenin atıf yaptığı demokratik toplum düzeninin ve laik Cumhuriyetin gerekleri ölçümüz olmalıdır. Kabul edelim ki Dernekler Kanunu 32/d bendindeki düzenleme halkın örgütlenmesinden çekinen, bir yerde sivil alandaki toplumsal örgütlenmeyi tehlikeli ve engellenmesi gereken bir girişim olarak gören bir zihniyetin ürünüdür. Vatandaşlarımızın herhangi bir derneğin yönetiminde bulundukları ve bazı idari işlemleri usulüne uygun yapmadıkları için hapis cezası ile karşılaşma riski altında bulunmaları o hakkın kullanılmasının önünde büyük bir engeldir. Üstelik bu yaptırım sadece dernek başkanı veya derneğin sorumlu kıldığı kişi için değil bütün yönetim kurulu üyeleri için söz konusudur. Şüphesiz ki bu alanda belli düzenlemeler getirilebilir ancak bu hapis cezası değil örneğin maddenin önceki halinde olduğu gibi özellikle sorumlu olan kişi hakkında idari yaptırım şeklinde olabilir. ANAYASA MADDE 33. :(Değişik: 3/10/2001 4709/12 md.) Herkes, önceden izin almaksızın dernek kurma ve bunlara üye olma ya da üyelikten çıkma hürriyetine sahiptir. Hiç kimse bir derneğe üye olmaya ve dernekte üye kalmaya zorlanamaz. Dernek kurma hürriyeti ancak, millî güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlık ve genel ahlâk ile başkalarının hürriyetlerinin korunması sebepleriyle ve kanunla sınırlanabilir. Dernek kurma hürriyetinin kullanılmasında uygulanacak şekil, şart ve usuller kanunda gösterilir. Dernekler, kanunun öngördüğü hallerde hâkim kararıyla kapatılabilir veya faaliyetten alıkonulabilir. Ancak, millî güvenliğin, kamu düzeninin, suç işlenmesini veya suçun devamını önlemenin yahut yakalamanın gerektirdiği hallerde gecikmede sakınca varsa, kanunla bir merci, derneği faaliyetten men ile yetkilendirilebilir. Bu merciin kararı, yirmidört saat içinde görevli hâkimin onayına sunulur. Hâkim, kararını kırksekiz saat içinde açıklar; aksi halde, bu idarî karar kendiliğinden yürürlükten kalkar. Birinci fıkra hükmü, Silahlı Kuvvetler ve kolluk kuvvetleri mensuplarına ve görevlerinin gerektirdiği ölçüde Devlet memurlarına kanunla sınırlamalar getirilmesine engel değildir. Bu madde hükümleri vakıflarla ilgili olarak da uygulanır. Dernekler Kanunu 32/d bendindeki düzenleme modern ve demokratik bir toplum için vazgeçilmez temel bir hak olan Anayasanın 33. maddesinde formüle edilen örgütlenme ve dernek kurma özgürlüğü açısından bu temel hakkın kullanımını zorlaştırıcı ve caydırıcı bir düzenlemedir. Her hangi bir Türk vatandaşı hapis cezası riski bulunan bir durumda bırakın bir derneğin yöneticisi olmasını o derneğin önünden dahi geçmez. Bu dediğimiz hususu, halkın örgütlenme çabaları karşısında devletimizin geleneksel refleksi ve bu refleksin örnekleriyle dolu olan devletin tarihiyle birlikte düşünürsek demek istediğimiz daha iyi anlaşılır. ARZ VE TALEP :Esas Sayısı : 2015/20 Karar Sayısı : 2015/64 3 Yukarıda yapılan açıklamalar karşısında, Mahkememizin 2014/124 esas sayılı dosyasında yapılan yargılamada; Dernekler Kanununun 32inci maddesinin birinci fıkrasının (d) bendinin, derneğe ait tutulması gereken defter veya kayıtları tutmayan veya tasdiksiz defter tutan dernek yöneticileri üç aydan bir yıla kadar hapis veya adli para cezası ile cezalandırılır hükmünün, öncelikle Anayasanın 13üncü maddesindeki Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine, Anayasanın 33üncü maddesindeki dernek kurma hürriyetine ve 10uncu maddesindeki Kanun Önünde Eşitlik ilkelerine aykırı olması nedeniyle iptaline karar verilmesi Yüksek Mahkemenizden arz ve talep olunur. "
836
Esas Sayısı : 2008/26 Karar Sayısı : 2008/147 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'İptali istenen taşınmazların tapulu olduğu, bu tapuların devletin yetkili organlarınca yetkileri dâhilinde düzenlenerek tapuya davalı özel şahıslar adına kaydedildiği noktasında bir ihtilaf bulunmamaktadır. Davalılar adına devletin yetkili organlarınca oluşturulan bu kayda rağmen yine yürütme organlarınca bu tapuların bu kez kıyı kenar çizgisi içerisinde kaldığından bahisle iptalinin istenmesi Anayasanın 35. maddesinde düzenlenen mülkiyet hakkına açıkça aykırılık teşkil etmektedir. Aynı şekilde bu şekilde yapılacak bir iptal Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin ek protokol 1. maddesinde düzenlenen mülkiyet haklarının da ihlali sonucunu doğuracaktır. Böyle bir halde davalı tarafların Avrupa İnsan Haklarına Mahkemesine başvurusu halinde belirtilen maddenin ihlali nedeni ile ülkemizin tazminatla sorumlu tutulacağı Ek Protokol 1. maddenin açıklığı karşısında izahtan varestedir. Ülkenin bu şekilde bu tip davalarla mahkûm edilmesi Avrupa ülkeleri nezdinde ülkemizin itibarını kaybetmesine neden olmaktadır. MK'nun 1023 maddesine göre tapuda malik olarak gözüken kişinin gerçekte tapu maliki olmaması halinde dahi 3. kişinin tapuda kayıtlı olan malikin bu durumunu bilmeden iyi niyetli olarak bu tapuyu iktisap etmesi halinde dahi iyi niyeti korunarak tapudaki malikliği geçerli olmaktadır. Bu halde gerçek tapu malikinin MK' nun 1007.maddesi gereğince devlete başvurarak zararlarını isteme hakkı olduğu halde bizzat tapunun iptalini isteyememektedir. Bu düzenlemede Anayasanın 35. maddesinde düzenlenen mülkiyet hakkına dayanmaktadır. Mahkememize açılan dava dosyasında davalı taraflara dava konusu yerin kendilerine ait olduğuna ilişkin tapu kaydı devletin yetkili organlarınca verilmiştir. Bir kısım tapuların bu kayda istinaden ilk malikleri tarafından davalı taraflara da devredildiği anlaşılmaktadır. Yukarıda örneklenen halde iyi niyetli 3. kişinin iktisabı korunurken mahkememize açılan dava dosyasında böyle bir iyi niyet korunmamaktadır. Oysa ki davalı taraflar devletin kendilerine vermiş olduğu tapuya güvenerek işlem yapmakta mülkiyet hakkının kendilerine verdiği hakları kullanarak bu taşınmazlar üzerinde bina yapmakta, yerleşmekte ve bu kullanımları bir çok dava dosyasında görüleceği üzere uzun yıllar boyu sürmektedir. Vatandaşların yıllar boyu süren bu kullanımlarına rağmen açılan bu tip davalarla tapuları iptal edilmekte, bu durum ise toplum içerisinde bir karışıklığa sebebiyet vermektedir. Kanunlar toplumda düzenin sağlanması için yürürlüğe konulmaktadır. Oysa ki verilen tapulara rağmen bu tapuların yine yürütme organlarınca yıllar süren iyi niyetli kullanmaya rağmen iptalinin istenmesi ülke vatandaşları arasında büyük sıkıntılara sebebiyet vermekte, vatandaşın devlete olan güveninin azalmasına sebebiyet vermektedir. Anayasanın 43. maddesi gereği pek tabi ki kıyılar devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunmaktadır ve tüm toplumun yararlanmasına açık halde bırakılması gerekmektedir. Ancak bir şekilde devletin yetkili organlarınca gerek ihmal, gerekse yeterli araştırma yapılmaması nedeni ile bu tip yerlerin tapu verilerek özel şahıslar adına tapulanması ve bu işlemin kesinleşmesi halinde yürütme organları ancak tazminatını vererek başka bir deyişle kamulaştırarak bu tapuların iptalini isteyebilir. Aksi hal devlet ciddiyeti ile bağdaşmadığı gibi toplum içerisinde kişilerin devlete olan güvenini de sarsmaktadır. SONUÇ:Esas Sayısı : 2008/26 Karar Sayısı : 2008/147 2 Yukarıda açıklanan tüm bu nedenlerle açıkça anlaşılacağı üzere 3621 Sayılı Kıyı Kanunun 5/2. maddesinin uygulanmasının Anayasanın 35 ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin ek protokol 1. maddesine aykırı olduğu belirlendiğinden Kıyı Kanunun 5/2. maddesinin Yüksek Mahkemenizce resen yapılacak araştırma sırasında belirlenebilecek diğer nedenlerle iptaline karar verilmesi talep olunur.'"
494
Esas Sayısı : 1988/ 48 Karar Sayısı : 1988/ 46 1 "... ll İTİRAZIN GEREKÇESİ: Ayrı bir gerekçeli başvuru kararı göndermeyen yerel mahkemenin, Anayasa Mahkemesi'ne başvurmaya ilişkin ara kararı aynen şöyledir : "........Davacının 3395 sayılı Kanunun geçici 5. maddesi gereğince borçlandırılarak üst dereceden yaşlılık aylığı bağlanmasını istediği, bu maddenin belli bir dereceye yükselen sigortalılara ayrıcalık tanıdığı ve bu niteliği ile Anayasa'nın 2. maddesindeki sosyal hukuk devleti, 10/2. maddesindeki eşitlik, 55. maddesindeki ücrette adalet ilkelerine aykırı olduğu, Anayasanın 152. maddesine göre bu konuda Anayasa Mahkemesince bir karar verilinceye kadar davanın geri bırakılmasına, dosyanın tasdikli sureti veya fotokopisinin Anayasa Mahkemesine gönderilmesine, suret veya fotokopi masrafı ile posta masraflarının davacıca karşılanmasına, dosya Anayasa Mahkemesine gidişinden itibaren 5 ay içinde Anayasa Mahkemesince karar verilmediği takdirde davanın yürürlükteki kanunlara göre (Madde 152/3. e ) ele alınıp yürütülmesine, davacı vekili ile davalılar vekillerinin yüzlerine karşı verilen karar açıkça okunup anlatıldı"."
144
Esas Sayısı: 2021/53 Karar Sayısı: 2021/41 1 ... Büyükçekmece 4. Asliye Hukuk Mahkemesi'nin 06/04/2021 tarih, 2020/34 esas ve 2021/186 karar (EK 1) sayılı dosyasından verilen birleştirme kararı doğrultusunda, çelişkili kararların önüne geçme yönünde hukuki zorunluluk oluşturduğu gerekçesi ile esasın kapatılarak, dosyanın mahkememizin 2019/890 esas (EK 2) sayılı dosyasına gönderildiği, her iki dava dosyasının incelenmesinde, dava konularının birbirinden bağımsız olarak değerlendirilmesi gerektiği, zira mahkememizin 2019/890 esas sayılı dosyasından tapu iptali ve tescil ile mahrum kalınan kira bedelinin, tescilin mümkün olmaması halinde taşınmaz bedellerinin tahsilinin talep edildiği, mahkememizce taşınmazlar başında keşif icra edilerek bilirkişi raporu aldırıldığı, Büyükçekmece 4. Asliye Hukuk Mahkemesi'nin 2020/34 esas sayılı dosyasından ise adi ortaklığın tasfiyesi ve feshi ile davacıya düşen ortaklık payının ödenmesinin talep edildiği, mahkemece dava konusu taşınmazlar başında keşif icra edilerek rapor aldırıldığı, her iki dava dosyasından ayrı ayrı keşif yapıldığı, bağımsız olarak bilirkişi raporları aldırıldığı ve dosyaların tahkikat aşamasında olduğu, nitekim mahkememiz dosyası ile Büyükçekmece 4. Asliye Hukuk Mahkemesi dosyası arasında hukuki ve fiili irtibat bulunmadığı, tesis edilecek hükümlerin birbirini etkileyecek nitelikte olmadığı, bu sebeple HMK 166. maddesindeki koşulları karşılamadığından birleştirme ile gelen Büyükçekmece 4. Asliye Hukuk Mahkemesi'nin 2020/34 esas sayılı dosya tefrik edilerek mahkememizin 2021/336 esas (EK 3) sırasına tevzii edilip, anılan gerekçe ile Büyükçekmece 4. Asliye Hukuk Mahkemesi'ne iade edildiği, dosyanın Büyükçekmece 4. Asliye Hukuk Mahkemesi'nin 2021/82 esas (EK 4) sırasına kaydedildiği, bu kez tefrik edilen dosyaya tefrik kararı veren mahkeme tarafından bakılacağı, birleştirme kararı hususunda istinaf kararı bulunmadığı gerekçesi ile dosyanın mahkememize iade edilerek, mahkememizin 2021/356 Esas sırasına kaydının yapıldığı görüldü. 12/11/2011 tarihli ve 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun 166. maddesi 1. fıkrası son cümlesi (1) Aynı yargı çevresinde yer alan aynı düzey ve sıfattaki hukuk mahkemelerinde açılmış davalar, aralarında bağlantı bulunması durumunda, davanın her aşamasında, talep üzerine veya kendiliğinden ilk davanın açıldığı mahkemede birleştirilebilir. Birleştirme kararı, ikinci davanın açıldığı mahkemece verilir ve bu karar, diğer mahkemeyi bağlar. hükmünü havidir. Hukuk yargılamasının amacı, kamu düzeninden olan usul ekonomisi ilkesi gözetilerek taraflar arasındaki uyuşmazlığın en kısa sürede, en az masrafla halledilerek maddi hakikate ulaşmak ve hukuki himaye talep eden kişinin hakkının varlığı halinde subjektif hakkını himaye etmektir. Dolayısıyla hak hukuken korunan bir menfaat olarak yargılamaya taşınıp, şekli ve maddi anlamda kesinleşmesi ile artık her türlü müdahaleden masun bir hukuki kimlik kazandığından, hükmün taraflara bahşettiği hakların hiç kimse tarafından inkar, ihmal ve ınkıtaya uğramaması asıldır. Mahkemeler marifeti ile yürütülen yargılama sonunda kesinleşen hüküm tarafların hukuki istikrarını ve barışını mutlak manada sağlamalıdır. Yargıtay da ülke genelinde hukukun yeknesak uygulanması ve yargıda birlik için temyiz mahkemesi sıfatı ile hukukun gelişimine katkı sağlayarak hukuki barış ve istikrarı sağlamaktadır. Bu bağlamda aralarında hukuki ve fiili bağlantı bulunan davaların da aynı mahkemede görülmesi ve çelişkili kararlara sebebiyet verilmemesi için kanun koyucu tarafından davaların birleştirilmesi öngörülmüştür. Ancak birleştirme kararı zorunlu hukuki ve fiili bağlantının bulunduğu ve çelişkili kararların önüne geçmek için verilmiş istisnai bir düzenlemedir. Tarafların talebi ile bağlı olmaksızın hakim söz konusu kararı re'sen takdir etmelidir. Zira hukuk yargılamasının asıl amacı tarafların malumu, mahkemenin yabancı olduğu uyuşmazlığı genel hükümlereEsas Sayısı: 2021/53 Karar Sayısı: 2021/41 2 göre değerlendirip dosyaya giren maddi bilgiler ve deliller ışığında çözüme kavuşturmak olup, yargılamanın amacı olan gerçeğe ulaşılmakla hukuk düzeninin korunması, hukuksal barışın sağlanması, maddi hukuktan kaynaklanan hakların yerine getirilmesi ve tespit edilmesi ile hukuki güvenlik zaten temin edilmiş olacaktır. Bir diğer ifade ile diğer amaçların gerçekleşmesi medeni yargılamada hakikatin bulunması amacına bağlıdır. Aksi halde yargılama; hakkı teslim sureti ile içtimai düzen ve barışın zemini olmaktan ziyade hayat olayını (ilişkiler yumağı) hasır altı etme kolaycılığı anlamında, içtimai meselelerin ne pahasına olursa olsun def'i hacetinin kanalizasyon şebekesi olarak salt bir tasfiye mekanizmasına dönüşmesine sebebiyet verir. Dolayısıyla aynı sebepten doğup biri hakkında verilecek kararın diğerini de etkileyecek mahiyette olması ile uygulamada birlik ve maddi gerçeğin tespiti bakımından, uyuşmazlıklarda yeknesak çözüm ve hukuki barış ve istikrarın sağlanması ilkesi uyarınca, usul ekonomisi de gözetilerek, her iki dava dosyasının birleştirme şartları dahilinde birleştirilmesi usul hukukunun amacına hizmet edecektir. Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun 166. maddesi 1. fıkrası son cümlesi, evvela Anayasa'nın 2. maddesinde vücut bulan hukuk devleti ilkesine açıkça aykırıdır. Nitekim hukuk devleti üst kavram olarak bünyesinde birçok hususu da barındıran bir niteliği haizdir. Bu bağlamda, hukuk devleti ilkesi hukuki güvenlik ve belirlilik ilkelerini de tazammun eder. Bireyin devlete güven duyması ancak hukuki güvenliğin sağlandığı bir hukuk devleti düzeninde mümkün olacaktır. Hukuk devletinde devlet faaliyetleri önceden hukuk kuralları ile tanzim edilmiştir. Hukuk devletinde hukuk kuralları yeknesak ve hukuki güven ve barış ile istikrar sağlanarak tesis edilecektir. Yasal düzenlemelerde hukuka ve devlete olan güveni zedeleyici hususlardan kaçınılmalıdır. Dolayısıyla hukuk devletinin unsurlarından olan hukuki güvenlik ilkesi gereği devlet faaliyetlerinin önceden tahmin edilebilir, öngörülebilir olması gerekmekte olup, takdir yetkisini zorlayan ve keyfiliğe yol açan kurallara yer verilmemeli, belirlilik ilkesi gereği ise maddi hukuk ve usul kurallarının önceden öngörülebilir bir açıklıkta ve kişilerin haklı beklentilerini bariz şekilde bertaraf etmeyecek düzenlemeler yapılmasını gerektirir. Anayasa 36. maddesi: Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir. Hiçbir mahkeme, görev ve yetkisi içindeki davaya bakmaktan kaçınamaz. hükmünü havidir. Anayasa 37. maddesi ise: Hiç kimse kanunen tabi olduğu mahkemeden başka bir merci önüne çıkarılamaz. Bir kimseyi kanunen tabi olduğu mahkemeden başka bir merci önüne çıkarma sonucunu doğuran yargı yetkisine sahip olağanüstü merciler kurulamaz. amir hükmüne münderiçtir. 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nda hâkimin yasaklılığı (HMK m. 34) ve reddi (HMK m. 36) sebebi ile çekinmeleri dışında birleştirme şartları bulunmamasına rağmen, mahkemelerce birleştirme kararı verilmesi marifeti ile hakimlere yasaklılık ve red dışında dosyadan el çekme hakkına tevessül ettiren üçüncü bir işten el çektirme imkanı bahşedilmektedir. Nitekim birleştirme kararlarının itiraz ve kanun yolundan vareste kılınarak birleştirme kararının, birleştirilen dosyanın gönderildiği mahkemeyi bağlayacak olması da hakimlere keyfiyet imkanı sunmakla, yargılamanın doğal akışını ve mecrasını değiştirerek başka mahkemelerde görülmesini sağlayacaktır. Dolayısıyla birleştirilen dava dosyası ile kanunda belirtildiği şekilde hukuki ve fiili irtibat bulunmayan birleştirme kararlarının Anayasa'da teminat altına alınan doğal hakim ilkesini (AY m. 37) alenen zedeleyeceği gibi tarafların ve vekillerin anlaşarak kanunenEsas Sayısı: 2021/53 Karar Sayısı: 2021/41 3 tabi olduğu mahkemeyi değiştirmesine sebebiyet verecektir. Öteki ifade ile birleştirme kararlarının itiraz ve kanun yoluna tabi olmaması kötü niyetli taraflar için mahkemeye sunacakları birleştirme talebi ile aralarında zorunlu hukuki ve fiili bağlantı bulunmayan davaların kanunen tabi olduğu mahkeme dışında taraflara uygun görecekleri bir mahkemede yargılamanın yürütülmesi imkan ve ihtimalini sunacaktır. Somut olayda, mahkememizin 2019/890 esas sayılı dava dosyasından, vekaletin kötüye kullanılmasından dolayı tapu iptali ve tescil ile mahrum kalınan kira bedelinin, tescilin mümkün olmaması halinde taşınmaz bedellerinin tahsilinin talep edildiği, davacının ..., davalıların ..., ... ve ... olduğu, birleştirme kararı verilen Büyükçekmece 4. Asliye Hukuk Mahkemesi'nin 2020/34 esas sayılı dosyasında ise adi ortaklığın tasfiyesi ve feshi ile davacıya düşen ortaklık payının ödenmesinin talep edildiği, davacının ... ve davalının ... olduğu, dolayısıyla davanın doğum sebebi ile netice i talep farklı olup, yargılaması, tahkikatı ve delillerin bağımsız değerlendirilmesi gereken bir davanın birleştirme kararı ile işten el çekilmesi, yargılamaya hizmet edip çelişkili karar vermekten ziyade, bilakis yargılamayı uzatacağı ve ortak tahkikata mecbur bırakılması, maddi gerçeğe ulaşılmasını engelleyecektir. Örnek kabilinde murisleri ortak olan birden fazla mirasçının, mirasın hükmen red davasında netice i talep ve dava sebebi yani borcun terekeye batık olması özdeş olsa dahi, taraflarının farklı olmasından dolayı verilecek birleştirme kararının aynı tahkikata tabi tutulması yargılamaya hizmet vermeyeceği gibi birleştirilen mahkemenin de yükünü arttırıp, farkı tahkikatlara ve delillerin bağımsız değerlendirilmesine tabi davaların, birleştirme kararı marifeti ile yargılamayı müşkilata uğratıp, ortak tahkikata maruz bırakılması çelişkili kararlar bağlamında da yargılamaya hiçbir katkı sunmayacaktır. Zira her bir mirasçının terekeye karışma işlem, eylem ve davranışlarının farklı değerlendirilip yürütülmesi esastır. (EK 5 Mahkememiz ile birleştirilen Büyükçekmece 3. Asliye Hukuk Mahkemesi'nin 2020/226 esas ve 2020/450 karar sayılı dosyası). Keza Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun 166. maddesi aynı yargı çevresinde yer alan aynı düzey ve sıfattaki hukuk mahkemelerinde açılmış davalardan aralarında bağlantı bulunanların birleştirilmesinden bahsetmesine karşın, birleştirme kararının itiraz ve kanun yolundan azade kılınması mahkemelere keyfiyet içinde aynı sıfat ve düzeyde bulunmayan mahkemelere de birleştirme kararı verme imkanı bahşetmiştir. Örnek kabilinde mahkememizin 2018/770 esas ve 2021/178 karar (EK 6) sayılı alım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil davasına Bakırköy 6. Tüketici Mahkemesi'nin 2019/951 esas sayılı dosyasında ipotek ve hacizlerin terkinine ilişkin talebi aynı sıfat ve derecede olmamasına rağmen, dosya mahkememiz ile birleştirilmiştir. Kaldı ki böyle bir birleşme özel bir mahkeme sıfatı ile tüketici mahkemesinde birleştirilmelidir. (EK 7 Bakırköy 6. Tüketici Mahkemesi'nin 2019/951 esas sayılı dosyası). Nitekim, birleştirme kararı veren mahkemenin işten el çekmesi sonucunu doğuran usule ilişkin bir itiraz olup, hiçbir itiraz ve kanun yoluna tabi değil iken, Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun 337/2 maddesi ile adli yardım talebinin incelenmesi sonucunda, adli yardım talebinin reddine ilişkin karar işten el çektirmeyen ara karar mahiyeti olmakla birlikte kanun koyucu tarafından itiraz hakkı tanınmış iken, daha ağır sonuçlar doğuran ve kişiyi kanunen tabi olduğu mahkemeden başka bir mahkeme önüne çıkarma zorunluluğu intaç eden birleştirme kararının hiçbir itiraz ve kanun yoluna tabi olmaması mahkemelere keyfiyet bahşettiği gibi tarafların da hukuki güvenliğini tehlikeye soktuğu her türlü izahtan varestedir. Hiçbir mahkeme görev ve yetkisi dahilindeki davaya bakmaktan kaçınamaz (AY m. 36). Hiç kimse kanunun tabi olduğu mahkemenin dışında başka bir mahkeme önüne çıkartılamaz (AY m. 37). Yine Anayasa'nın 2. maddesindeki hukuk devleti ilkesi gözEsas Sayısı: 2021/53 Karar Sayısı: 2021/41 4 önüne alındığında Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun 166. maddesindeki birleştirme kararı, ikinci davanın açıldığı mahkeme ile verilir ve bu karar diğer mahkemeyi bağlar cümlesindeki diğer mahkemeyi bağlar ibaresi hiçbir itiraz ve kanun yoluna tabi olmadığından dolayı yukarıda bahsettiğimiz Anayasa'nın 2., 36 ve 37. maddelerine aykırı olduğu düşünüldüğünden iptali sureti ile Anayasa Mahkemesi'ne başvurma zarureti hasıl olmuştur. NETİCE İ TALEP: Yukarıda arz ve izah edilen sebepler dairesince ve yüksek mahkemenizce resen dikkate alınacak amiller muvacehesinde, 12/11/2011 tarihli ve 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun 166. maddesi 1. fıkrası son cümlesi (1) Aynı yargı çevresinde yer alan aynı düzey ve sıfattaki hukuk mahkemelerinde açılmış davalar, aralarında bağlantı bulunması durumunda, davanın her aşamasında, talep üzerine veya kendiliğinden ilk davanın açıldığı mahkemede birleştirilebilir. Birleştirme kararı, ikinci davanın açıldığı mahkemece verilir ve bu karar, diğer mahkemeyi bağlar. ibaresinin Anayasanın 2., 36. ve 37. maddelerine açıkça aykırılık oluşturduğundan, anılan maddenin iptaline karar verilmesini saygıyla talep ve dava ederiz.
1,645
Esas Sayısı : 2013/41 Karar Sayısı : 2013/124 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: '' Otel işletmeciliği yapan davacı şirket adına, 8.8.2008 tarih ve 05226 sayılı ihbarname ile 2007 yılı için, 5686 sayılı Jeotermal Kaynaklar ve Doğal Mineralli Sular Kanunu'nun 10. maddesinin (e) bendi uyarınca idare payı tarh edilmiştir. 13.6.2007 tarih ve 26551 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren 5686 sayılı Jeotermal Kaynaklar ve Doğal Mineralli Sular Kanunu'nun 'Devir, sicil, ihale, harç, teminat ve idare payı' başlıklı 10. maddesinin (e) bendinde; 'İdare payı: Akışkanın doğrudan ve/veya dolaylı kullanıldığı tesislerin gayrisafi hasılatının % 1'i tutarında idare payı, her yıl Haziran ayı sonuna kadar idareye ödenir. Tahsil edilen tutarın beşte biri, idare tarafından, kaynağın bulunduğu belediye veya köy tüzel kişiliğine bir ay içerisinde ödenir.' kuralına yer verilmiştir. Davacı tarafından, 5686 sayılı Yasa'nın 13.6.2007 tarih ve 26551 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girdiği, 1.1.2007 31.12.2007 dönemi için tarhedilen idare payının kanunların geriye yürümeyeceği yolundaki ilkeye aykırı olduğu, 5886 sayılı Yasa'nın 11. maddesi uyarınca kendisine iki aylık süre verilmeden ihbarname düzenlendiği iddialarıyla adına tarhedilen idare payının kaldırılması istemiyle dava açılmıştır. Yasa Kuralları: 1 13.6.2007 tarih ve 26551 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren 5686 sayılı Jeotermal Kaynaklar ve Doğal Mineralli Sular Kanunu'nun 'Tanımlar' başlıklı 3. maddesinin 33. fıkrasında; 'Bu Kanunda geçen, Gayrisafi hasılat: İşletmenin toplam yıllık cirosu olup, işletmelere ait tahakkuk eden her türlü mal ve hizmet satış bedelleri, faizler ile yapılan kiralamaların dâhil olduğu miktarı ifade eder.' hükmüne yer verilmiştir. 2 5686 sayılı Jeotermal Kaynaklar ve Doğal Mineralli Sular Kanunu'nun 'Devir, sicil, ihale, harç, teminat ve idare payı' başlıklı 10. maddesinin (e) bendinde; 'İdare payı: Akışkanın doğrudan ve/veya dolaylı kullanıldığı tesislerin gayrisafi hâsılatının % 1'i tutarında idare payı, her yıl Haziran ayı sonuna kadar idareye ödenir. Tahsil edilen tutarın beşte biri, idare tarafından, kaynağın bulunduğu belediye veya köy tüzel kişiliğine bir ay içerisinde ödenir.' kuralına yer verilmiştir. 3 Davalı idarece 5686 sayılı Yasa'nın 3/33 ve 10/e maddeleri uyarınca tarh edilen idare payının kaldırılması istemiyle açılan davada belirtilen Yasa maddeleri uyuşmazlığın çözümünde 'uygulanacak kural' niteliğindedir. 5686 sayılı Yasa'nın 10/e maddesinde yer alan kuralın Anayasa'ya aykırı olduğu görüşüyle kuralın iptali için itiraz yoluyla Anayasa Mahkemesine başvurulmaktadır. Anayasaya Aykırılığın Değerlendirilmesi:Esas Sayısı : 2013/41 Karar Sayısı : 2013/124 2 Kişi ile devlet arasında vergiden kaynaklanan hukuksal ilişki sadece alacak borç ilişkisi değil aynı zamanda Anayasa'nın 73. maddesinin niteliği gereği bir ödev ilişkisidir. Anayasanın 73. maddesinde, herkesin kamu giderlerini karşılamak üzere mali gücüne göre vergi ödemekle yükümlü bulunduğu, vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımının, maliye politikasının sosyal amacı olduğu, vergi, resim, harç ve benzeri mali yükümlülüklerin kanunla konulacağı, değiştirileceği ve kaldırılacağı öngörülerek Anayasa'nın 2. maddesinde nitelikleri belirtilen hukuk devleti ilkesi, vergilendirme ilkeleri yönünden somut biçimde dile getirilmiştir. Hukukun egemen olduğu, insan haklarına saygılı, temel hak ve özgürlükleri koruyan, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, vatandaşlarının hukuki güvenceye sahip bulunduğu devlet, hukuk devletidir. Vergilendirme ile ilgili düzenlemeler de tüm temel hak ve özgürlükleri ilgilendiren yasama işlemlerindendir. Çünkü vergi yoluyla devlet hak ve özgürlükleri kullanma ve yararlanmayı olanaklı ya da olanaksız kılabilmektedir. Anayasa'nın 73. maddesinde yer alan verginin mali güce göre alınması ve genelliği ilkeleriyle vergilendirmede eşitlik ve adaletin gerçekleştirilmesi amaçlanmıştır. Ekonomi ve vergi hukuku alanında mali güce ilişkin göstergelerin gelir, sermaye ve harcamalar olduğu kabul edilmektedir. Mali güç, ödeme gücünün kaynağı, dayanağı, nedeni ve varlık koşuludur. Yasa koyucunun vergilendirmede, kişilerin sahip olduğu ekonomik değer ile mali güçlerini göz önünde bulundurması gerekir. Malî güce göre vergilendirme, yükümlülerin ekonomik ve kişisel durumlarına göre alınmasıdır. Bu ilke, aynı zamanda vergide eşitlik ilkesinin uygulama aracı olup, mali gücü fazla olanın mali gücü az olana göre daha fazla vergi ödemesini gerektirir. Vergide eşitlik ilkesi ise mali gücü aynı olanlardan aynı, farklı olanlardan ise farklı oranda vergi alınması esasına dayanır. Diğer bir anlatımla, yükümlülerin genel vergi yüküne kendi ödeme güçlerine göre katılmalarını ifade eder. 5686 sayılı Jeotermal Kaynaklar ve Doğal Mineralli Sular Kanunu'nun 10. maddesinin (e) bendinde tanımı yapılan ve vergi benzeri mali yükümlülük niteliğinde olan idare payının, 'akışkanın doğrudan ve/veya dolaylı kullanıldığı tesislerin gayrisafi hasılatının % 1'i tutarında' hesaplanması öngörülmüştür. Anılan Yasa bendinde akışkanı çok az kullanan işletmeler ile daha yüksek miktarda kullanan işletmeler arasında bir ayırım yapılmamaktadır. İşletmelerin elde etmiş oldukları gayrisafi hasılatın bir bölümünün akışkanın kullanımı ile alakasız olabileceği ihtimali de dikkate alındığında, kullanılan akışkan miktarı dikkate alınmadan, işletmenin gayrisafi hasılatı üzerinden yapılan hesaplama, idare payının mükellefleri yönünden haksızlığa ve eşitsizliğe yol açacak sonuçlar doğurmaktadır. 5686 sayılı Yasa'da sözü edilen akışkanlar, çok farklı işletmeler tarafından kullanılmaktadır. Otelleri, konaklama tesislerini, tatil köylerini, seraları ve benzerlerini bunlar arasında sayabiliriz. Bu işletmelerden bazısı Kanunda belirtilen akışkanı çok yoğun olarak kullanmakta iken, bazıları birçok faaliyetin yanında Jeotermal kaynakları da kullanabilmektedir. Örneğin konaklama tesislerinde restoranlar, toplantı salonları, gazino, gece kulübü vb. gibi faaliyetler gerçekleştirilmektedir. Bu faaliyetlerden çok azında Jeotermal kaynaklar kullanılmasına karşın, işletmede elde edilen hasılat üzerinden yüzde bir oranında idare payı alınırken, sadece Jeotermal kaynağı kullanarak faaliyette bulunan işletmelerden de yüzde bir oranında idare payı alınmaktadır. Bu nedenle itiraz konusu Yasa kuralı Anayasanın 2., 10. ve 73. maddelerine aykırıdır.Esas Sayısı : 2013/41 Karar Sayısı : 2013/124 3 Sonuç olarak, 13.6.2007 tarih ve 26551 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren 5686 sayılı Jeotermal Kaynaklar ve Doğal Mineralli Sular Kanunu'nun 10. maddesinin (e) bendinin Anayasa'nın 2., 10. maddeleri ile 73. maddesinin 2. fıkrasına aykırı olduğu sonucuna varılmıştır. Açıklanan nedenlerle, bir davaya bakmakta olan mahkemenin, o davada uygulanacak bir yasanın Anayasa'ya aykırı olduğu kanısına götüren görüşünü açıklayan kararı ile Anayasa Mahkemesine başvurulması gerektiğini düzenleyen 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 40. maddesinin birinci fıkrası gereğince, 5686 sayılı Jeotermal Kaynaklar ve Doğal Mineralli Sular Kanunu'nun 10. maddesinin (e) bendinin Anayasa'nın 2., 10. ve 73. maddesinin 2. fıkrasına aykırı olduğu görüldüğünden Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, dosyada bulunan belgelerin onaylı bir örneğinin ve bu kararın aslının Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine 26.11.2012 gününde oybirliği ile karar verildi.'"
951
Esas Sayısı : 2013/15 Karar Sayısı : 2013/131 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 152. maddesinin 1. fıkrasında, Bir davaya bakmakta olan mahkeme, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddî olduğu kanısına varırsa, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır hükmüne; 3. fıkrasında ise, Anayasa Mahkemesi, işin kendisine gelişinden başlamak üzere beş ay içinde kararını verir ve açıklar. Bu süre içinde karar verilmezse mahkeme davayı yürürlükteki kanun hükümlerine göre sonuçlandırır. Ancak, Anayasa Mahkemesinin kararı, esas hakkındaki karar kesinleşinceye kadar gelirse, mahkeme buna uymak zorundadır kuralına yer verilmiştir. Bakılan davada, dava konusu işlemin, Kırıkkale Polis Meslek Yüksek Okulu'nda aday teknisyen yardımcısı olarak görev yapan davacının almış olduğu disiplin cezası nedeniyle memuriyetten ilişiğinin kesilmesine ilişkin olması nedeniyle, davada Mahkememiz açısından uygulanacak kanun hükmünün, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun 57. maddesinin 1. fıkrasında yer alan Adaylık süresi içinde disiplin cezası almış olanların disiplin amirlerinin teklifi ve atamaya yetkili amirin onayı ile ilişikleri kesilir hükmü olduğu sonucuna varılmıştır. 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun 54. maddesinde, Sınavlarda başarılı olanlardan Devlet memurluğuna girmek isteyenler başarı listesindeki sıraya ve 47. maddeye maddeye göre ilan edilen kadro sayısı kadar, kurumlarınca memur adayı olarak atanırlar. Aday olarak atanmış Devlet memurunun adaylık süresi bir yıldan az iki yıldan çok olamaz ve bu süre içinde aday memurun başka kurumlara nakli yapılamaz hükmü; 56. maddesinde, Adaylık süresi içinde temel ve hazırlayıcı eğitim ve staj devrelerinin her birinde başarısız olanlarla adaylık süresi içinde hal ve hareketlerinde memuriyetle bağdaşmıyacak durumları, göreve devamsızlıkları tespit edilenlerin disiplin amirlerinin teklifi ve atamaya yetkili amirin onayı ile ilişkileri kesilir. İlişkileri kesilenler ilgili kurumlarca derhal Devlet Personel Başkanlığına bildirilir hükmü ile 58. maddesinde, Adaylık devresi içinde eğitimde başarılı olan adaylar disiplin amirlerinin teklifi ve atamaya yetkili amirin onayı ile onay tarihinden geçerli olmak üzere asli memurluğa atanırlar. Asli memurluğa geçme tarihi adaylık süresinin sonunu geçemez hükümleri yer almaktayken; 57. maddesinde Adaylık süresi içinde disiplin cezası almış olanların disiplin amirlerinin teklifi ve atamaya yetkili amirin onayı ile ilişikleri kesilir. İlişkileri kesilenler ilgili kurumlarca derhal Devlet Personel Başkanlığına bildirilir. Adaylık devresi içinde veya sonunda, 56 ncı ve bu madde hükümlerine göre ilişikleri kesilenler (sağlık nedenleri hariç) 3 yıl süre ile Devlet memurluğuna alınmazlar düzenlemesi bulunmaktadır. 57. maddenin 1. fıkrasında yer alan söz konusu hüküm; 25/02/2011 tarih ve 27857 sayılı 1. Mük. sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan 13/02/2011 tarih ve 6111 sayılı Kanunu'nun 117. maddesi ile, birinci fıkrada yer alan Adaylardan en geç iki yıl içinde Devlet memuru olabilmeleri için olumlu sicil alamayanların sicil amirlerinin teklifi ibaresinin Adaylık süresi içinde disiplin cezası almış olanların disiplin amirlerinin teklifi olarak değiştirilmesi suretiyle getirilmiştir. Diğer taraftan 657 sayılı Kanunun disiplin cezalarını düzenleyen 125. maddesinde; Devlet memurlarına verilecek disiplin cezaları ile her bir disiplin cezasını gerektiren fiil veEsas Sayısı : 2013/15 Karar Sayısı : 2013/131 2 haller sayılmış: Uyarma cezası, memura, görevinde ve davranışlarında daha dikkatli olması gerektiğinin yazı ile bildirilmesi; Kınama cezası, memura, görevinde ve davranışlarında kusurlu olduğunun yazı ile bildirilmesi; Aylıktan kesme cezası, memurun, brüt aylığından 1/30 1/8 arasında kesinti yapılması; Kademe ilerlemesinin durdurulması cezası, fiilin ağırlık derecesine göre memurun, bulunduğu kademede ilerlemesinin 1 3 yıl durdurulması; Devlet memurluğundan çıkarma cezası ise, bir daha Devlet memurluğuna atanmamak üzere memurluktan çıkarma olarak tanımlanmıştır. 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın Cumhuriyetin Nitelikleri başlıklı 2. maddesinde: Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir hükmü yer almaktadır. Anayasa Mahkemesi'nin çeşitli kararlarında belirtildiği üzere; Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve yasalarla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir. Kanunların kamu yararının sağlanması amacına yönelik olması, genel, objektif, adil kurallar içermesi ve hakkaniyet ölçütlerini gözetmesi hukuk devleti olmanın gereğidir. Bu nedenle yasa koyucunun hukuki düzenlemelerde kendisine tanınan takdir yetkisini anayasal sınırlar içinde adalet, hakkaniyet ve kamu yararı ölçütlerini göz önünde tutarak kullanması gerekir. Yasa koyucu, düzenlemeler yaparken hukuk devleti ilkesinin bir gereği olan ölçülülük ilkesiyle bağlıdır. Bu ilke ise elverişlilik, gereklilik ve orantılılık olmak üzere üç alt ilkeden oluşmaktadır. Elverişlilik, başvurulan önlemin ulaşılmak istenen amaç için elverişli olmasını, gereklilik başvurulan önlemin ulaşılmak istenen amaç bakımından gerekli olmasını ve orantılılık ise başvurulan önlem ve ulaşılmak istenen amaç arasında olması gereken ölçüyü ifade etmektedir. Hukuk devletinin unsurlarından olan ölçülülük ilkesi nedeniyle Devlet, kural ihlali nedeniyle öngörülen yaptırım ile ulaşılmak istenen amaç arasında makul bir denge kurmak zorundadır. 657 sayılı Devlet Memurları Yasası'nda devlet memurluğuna ilk girişte aday memur olarak atanmanın öngörüldüğü ve bu sürecin başarıyla tamamlanması halinde asli memurluğa atanmanın söz konusu olabileceği görülmektedir. Adaylık döneminde memur adayının bir yandan denenmesi, bir yandan da alacağı eğitimlerle yetiştirilmesi amaçlanmıştır. Yasa'nın 55. maddesinde, aday memurun verilecek eğitimlerle ne şekilde yetiştirileceği düzenlenmekte olup; 56. maddede ise, eğitimler ve staj devreleri sonucunda başarısız olanların yanısıra, hal ve hareketlerinde memuriyetle bağdaşmayacak durumları ile göreve devamsızlıkları tespit edilenlerin ilişkilerinin kesileceği belirtilmiştir. Dolayısıyla aday memurun denenmesi ile ilgili olarak burada, adayın hal ve hareketlerinde memuriyetle bağdaşmayacak durumunun bulunup bulunmadığı ile göreve devamlığı hususlarının kıstas olarak getirildiği anlaşılmaktadır.Esas Sayısı : 2013/15 Karar Sayısı : 2013/131 3 Diğer yandan 657 sayılı Yasa'nın 125. maddesinde, Devlet memurlarına verilecek disiplin cezaları ile her bir disiplin cezasını gerektiren fiil ve haller sayılmış; bu cezaların en ağırı olarak Devlet memurluğundan çıkarma cezası getirilmiştir. İtiraz konusu kuralın; 6111 sayılı Kanunla yapılan değişiklikle ve aynı Kanun değişikliğiyle memurlar hakkında sicil raporu doldurulmasından vazgeçilmesi nedeniyle, maddede yer alan sicildeki olumsuzluk kıstasının yerine getirildiği görülmektedir. Anılan madde hükmü, aday memurun, almış olduğu disiplin cezasının türüne veya ağırlığına bakılmaksızın ilişiğinin kesilmesi sonucunu doğurmaktadır. İtiraza konu kural, gereklilik ilkesine göre değerlendirildiğinde; aday memurun denenmesi süreciyle ilgili olarak 657 sayılı Yasa'nın 56. maddesinde düzenleme getirilmiş ve yaptırımı ilişiğinin kesilmesi olan durumlar ortaya konulmuştur. Ayrıca Yasa'nın 125. maddesinde yer alan disiplin cezalarının da, sayılan fiillerin işlenmesi halinde aday memura uygulanacağı muhakkak olup, dolayısıyla aday memurun uyarma cezasından devlet memurluğundan çıkarılmasına kadar yaptırımlarla karşılaşabileceği de bellidir. Hal böyle iken, Yasa'nın 56. maddesinde aday memurun ilişiğinin kesilmesi sonucunu doğuran hal ve durumların zaten sayılmış olması, ayrıca aday memurun işlemiş olduğu bir fiili nedeniyle disiplin cezası yaptırımıyla karşılaşmasının yanında bir de memuriyetten ilişiğinin kesilmesi sonucunu doğurması karşısında, itiraza konu hükümde yer alan önlemin, ulaşılmak istenen amaç yönünden gerekli bulunmadığı sonucuna varılmaktadır. Bunun yanında, itiraza konu kuralın, aday memurun adaylık sırasında alabileceği her türlü disiplin cezası sonrasında uygulanacağı görülmekte olup; uyarma, kınama gibi az kusurlu eylem ve fiillerin karşılığında uygulanacak olan disiplin cezalarının sonrasında da aday memurun ilişiğin kesilmesi gibi ağır bir yaptırıma meydan verilmesi nedeniyle, bu hüküm orantılılık ilkesiyle de bağdaşmamaktadır. Bu durumda yukarıda aktarılan açıklamalar ışığı altında, itiraza konu Yasa hükmünün ölçülülük ilkesine ve bu bağlamda Anayasa'nın 2. maddesine uygun olmadığı ve iptali gerektiğinden başvuru zorunluluğu doğmuştur. Açıklanan nedenlerle, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun 57. maddesinin 1. fıkrasında yer alan Adaylık süresi içinde disiplin cezası almış olanların disiplin amirlerinin teklifi ve atamaya yetkili amirin onayı ile ilişikleri kesilir hükmünün, Anayasanın 2. maddesine aykırı olduğu kanaati ile iptalinin talep edilmesine, başvuru kararının aslıyla birlikte, dava dosyasındaki ilgili belgelerinin onaylı suretlerinin oluşturularak Anayasa Mahkemesi'ne sunulmasına, 09/01/2013 tarihinde oybirliğiyle karar verildi."
1,206
Esas Sayısı:2011/101 Karar Sayısı:2012/127 1 "... I İPTAL VE YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMİNİN GEREKÇESİ Dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir: '... II. GEREKÇE 1) 29.06.2011 Tarihli ve 645 Sayılı 'Orman ve Su İşleri Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname'nin Tümünün ve Ayrı Ayrı Tüm Maddeleri ile Eki (I) Sayılı Cetvel, (1) Sayılı Liste, (2) Sayılı Liste, (3) Sayılı Liste ve (4) Sayılı Listenin Anayasaya Aykırılığı 645 sayılı KHK'nin tümünün ve ayrı ayrı tüm maddeleri ile eki cetvelin Anayasaya aykırılığı, öncelikle yasalaşma süreciyle ilgilidir. Türkiye Büyük Millet Meclisinin 03.03.2011 tarihli 73 ncü Birleşiminde, Genel Seçim tarihinin öne alınarak, Genel Seçimin 12 Haziran 2011 tarihinde yapılmasına karar verilmiştir. Bundan 25 gün sonra ise, Yetki Yasasına ilişkin 'Yasa Tasarısı' Başbakanlıkça 28.03.2011 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına sunulmuştur. Başka bir anlatımla Yetki Yasa Tasarısı, Genel Seçime 2,5 ay kala TBMM'ye sevk edilmiş; siyasal iktidarın TBMM'deki sayısal çoğunluğuna dayalı olarak da 06.04.2011 tarihinde kabul edilmiştir. TBMM'de 06.04.2011 tarihinde kabul edilen Yetki Yasası, 14 gün TBMM'de bekletildikten sonra Cumhurbaşkanlığına 19.04.2011 tarihinde sunulabilmiştir. 6223 sayılı Yetki Yasasıyla, kamu hizmetlerinin bakanlıklar arasında dağılımının yeniden belirlenmesi; bakanlıkların, bağlı ve ilgili kuruluşların, kapatılması, birleştirilmesi ve yenilerinin kurulması; kapsamdaki tüm bakanlıklar ile kamu kurum ve kuruluşlarının teşkilat, görev ve yetkileri ile her statüdeki personeliyle ilgili her türlü düzenlemenin yapılmasına ilişkin kanun ve KHK'lerde değişiklikler ve yeni düzenlemeler yapılmasına ilişkin olarak Bakanlar Kurulu'na KHK çıkarma yetkisi verilmiş; kamu hizmetlerinin bakanlıklar arasında dağılımının yeniden belirlenmesine yönelik olarak Yetki Yasasının 1 inci maddesinin (2) numaralı fıkrasının (a) bendinde 19 alt bent halinde 19 yasa ve KHK sayıldıktan sonra (20) numaralı alt bendinde, 'Diğer kanun ve kanun hükmünde kararnamelerin görev, yetki, merkez, taşra ve yurt dışında teşkilatlanma esasları, kadrolar, bağlı, ilgili ve ilişkili kuruluşların bağlılık ve ilgiler,ne ilişkin hükümlerinde,' denilerek adeta tüm kamu kurum ve kuruluşları kapsama alınmak istenmiş ve kamu kurum ve kuruluşlarında istihdam edilen personele ilişkin olarak ise (b) bendinde 6 alt bent halinde 5 yasa ve 1 KHK sayıldıktan sonra (7) numaralı alt bendinde, 'Diğer kanun ve kanun hükmünde kararnamelerin memurlar, işçiler, sözleşmeli personel ile diğer kamu görevlilerinin atanma, nakil, görevlendirme, seçilme, terfi, yükselme, görevden alınma ve emekliye sevk edilme usul ve esaslarına ilişkin hükümlerinde' ifadesiyle de neredeyse tüm kamu personeli hakkında Bakanlar Kuruluna her türlü düzenlemede bulunma yetkisi verilmek istenmiştir. 06.04.2011 tarihli ve 6223 sayılı Kamu Hizmetlerinin Düzenli, Etkin ve Verimli Bir Şekilde Yürütülmesini Sağlamak Üzere Kamu Kurum ve Kuruluşlarının Teşkilat, Görev ve Yetkileri ile Kamu Görevlilerine İlişkin Konularda Yetki Kanunu'na dayanılarak BakanlarEsas Sayısı:2011/101 Karar Sayısı:2012/127 2 Kurulunca hazırlanan, 03.06.2011 tarihli ve 636 sayılı Çevre, Orman ve Şehircilik Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname ise, 08.06.2011 tarihli ve 27958 Mükerrer sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Genel Seçime 4 gün kala sadece 636 sayılı KHK değil, bununla birlikte 10 KHK daha yürürlüğe girmiştir. 636 sayılı KHK, bir ay dahi yürürlükte kalmadan Çevre, Orman ve Şehircilik Bakanlığı bu defa, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Orman ve Su İşleri Bakanlığı şeklinde ikiye bölünerek yine 6223 sayılı Yetki Kanununa dayanılarak Bakanlar Kurulunca, 29.06.2011 tarihli ve 644 sayılı Çevre ve Şehircilik Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname ile 29.06.2011 tarihli ve 645 sayılı Orman ve Su İşleri Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname çıkarılmış ve söz konusu KHK'ler 04.07.2011 tarihli ve 27984 Mükerrer sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Anayasanın 2 nci maddesinde Cumhuriyetin nitelikleri arasında 'hukuk devleti' ilkesine yer verilmiş; 6 ncı maddesinde, hiç kimse ve hiçbir organın kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamayacağı; 7 nci maddesinde, Yasama yetkisinin Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet meclisine ait olduğu ve bu yetkinin devredilemeyeceği; 8 inci maddesinde, yürütme yetkisi ve görevinin Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından Anayasa ve yasalara uygun olarak yerine getirileceği kuralları getirilmiş; 87 nci maddesinde, Bakanlar Kuruluna 'belli konularda' KHK çıkarma yetkisi verilmesi TBMM'nin görevleri arasında sayılmış; 91 inci maddesinin ikinci fıkrasında ise, yetki kanununun, çıkarılacak kanun hükmünde kararnamenin, amacını,kapsamını,ilkelerini, kullanma süresini ve süresi içinde birden fazla kararname çıkarılıp çıkarılmayacağını göstereceği hükme bağlanmıştır. Anayasanın 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerinin birlikte değerlendirilmesi sonucunda, yasama yetkisinin genel ve asli bir yetki olması, TBMM'ye ait bulunması ve devredilememesi karşısında KHK çıkarma yetkisinin kendisine özgü ve ayrık bir yetki olduğu anlaşılabilmektedir. Dolayısıyla yetki yasalarının, yasama yetkisinin devri anlamına gelecek ya da bu izlenimi doğuracak biçimde yaygınlaştırılıp genelleştirilmemesi gerekir. KHK'ler ancak ivedilik gerektiren belli konularda, kısa süreli yetki yasaları temel alınarak etkin önlemler ve zorunlu düzenlemeler için yürürlüğe konulmak durumundadır. Maddenin Danışma Meclisi'nde görüşülmesi sırasında KHK çıkarabilmesi için hükümete yetki verilmesinin nedeni, '... çok acele hallerde hükümetin elinde uygulanacak bir seri kural olmadığı için, acele olarak çıkarılıp ve hemen olayın üstüne gidilmesi gereken hallerde çıkarılması için bu düzenleme getirilmiştir ...' biçiminde açıklanırken; Anayasa Komisyonu Başkanınca da, 'Kanun hükmünde kararname, yasama meclisinin acil bir durumda, kanun yapmak için geçecek sürede çıkaracağı kanun ihtiyacı, halledilmesi gereken meseleyi çözemeyeceğine; o zaman çok geç kalınacağı endişesinden kaynaklanan bir müessesedir ve bu müessese bunun için kurulmuştur.' denilerek aynı doğrultuda görüş bildirilmiştir. Yetki yasasında Bakanlar Kuruluna verilen yetkinin 'amaç', 'kapsam' ve 'ilkeleri'nin belirlenmesinden amaç, bu yetki ile Bakanlar Kurulunun neleri gerçekleştirebileceğinin açıklığa kavuşturulmasıdır. KHK'nin, amacı, kapsamı ve ilkeleri de konusu gibi geniş içerikli, her yöne çekilebilecek, yuvarlak ve genel anlatımlarla gösterilmemeli, değişik biçimlerde yorumlamaya elverişli olmamalıdır. Verilen yetkinin konu, amaç, kapsam ve ilkeler yönünden belirgin duruma getirilmesi, başka bir anlatımla somutlaştırılması, yürürlüğe konulacak KHK'lerin yetki yasası kapsamı içinde kalıp kalmadıklarının, 91 inci maddede belirlenen yasakEsas Sayısı:2011/101 Karar Sayısı:2012/127 3 alana girip girmediklerinin, önemli, ivedi ve zorunlu bir durum için düzenlenip düzenlenmediklerinin saptanabilmesi yönünden gereklidir. Anayasa Mahkemesinin 1990'lardan bu yana verdiği kararlarda, TBMM'nin Bakanlar Kuruluna KHK çıkarma yetkisi vermesi için, 'ivedilik, 'zorunluluk' ve 'önemlilik' gibi üç koşulun bulunması gerekeceğine yönelik içtihat oluşturduğu gözlenmektedir (06.02.1990 günlü ve E. 1988/62, K. 1990/3). Yüksek Mahkeme, 16.10.1993 günlü ve E. 1993/26, K. 1993/28 sayılı kararında ise, 'KHK'lar, ancak ivedilik isteyen belli konularda, kısa süreli yetki yasaları temel alınarak etkin önlemler ve zorunlu düzenlemeler için yürürlüğe konur.' demiştir. İvedilik koşulu ile etkin önlemler ve zorunlu düzenlemeleri taşımayan hususlarda KHK çıkarma yetkisi verilmesinin yasama yetkisinin devri anlamına geleceği açıktır. Genel seçim, şekli bakımından anayasal iki yetkili organın, yasama ve yürütme organlarının birbirlerine bağlı olarak yenilenmesi; özü bakımından da, Anayasa değiştirme yetkisi de bulunan kural koyucu organın ve buna bağlı olarak ülkenin hukuksal yapısının ve yönetim programının belirlendiği en önemli ve etkin demokratik müessesedir. Seçim kararı almak, demokratik toplum düzeninin gereklerini yerine getirme yönünden, egemenliğin sahibi iradeye başvurmaktır. Anayasanın 2 nci maddesinde yer alan 'demokratik hukuk devleti' ilkesi, demokratik toplum düzeninin ve 'bir yaşam biçimi' olan demokrasinin tüm kurum ve kurallarıyla işletilmesinin adaletli bir hukuk düzeni ve hukuk güvenliği içinde gerçekleşmesini, aynı zamanda da devlete duyulan güveni içerir. Ortada, KHK'lerle düzenlemelere gidilmesi yönünde, 'önemli, zorunlu ve ivedi durum' yok ve yasama organının ve dolayısıyla yürütme organının yenilenmesine karar verilmiş iken, hem mevcut Bakanlar Kurulunu hem de seçimden sonra kurulacak Bakanlar Kurulunu kapsayacak, aynı zamanda da gelecek yasama ve yürütme organlarını ipotek altına alacak şekilde, 6 ay süreyle, KHK çıkarma yetkisinin verilmesi, Anayasanın demokratik hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmayacağı gibi yasama yetkisinin devri anlamına da gelmektedir. 6 aylık sürenin uzunca bir bölümü, henüz kurulu olmayan, ne zaman kurularak göreve başlayacağı belli olmayan bir Bakanlar Kurulunu kapsamaktadır ki burada da, hukuk devletinin 'belirlilik' ve 'öngörülebilirlik' ilkeleriyle birlikte, 'önemli, zorunlu ve ivedi durum' ilkesinin ihlali söz konusudur. Parlamenter demokrasi ve kuvvetler ayrılığı ilkesini kabul eden Anayasanın 7 nci maddesinde 'yasama yetkisi', Türk Ulusu adına TBMM'ne verilmiş ve bu yetkinin devredilemeyeceği açıkça belirtilmiştir. Bunun tek istisnası, Anayasanın 91 inci maddesinde Bakanlar Kurulu'na kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi verilmesidir. Bu istisnai yetkinin 'yetki devri' niteliğine bürünmemesi için, Anayasa Mahkemesi'nce de belirtildiği üzere, KHK çıkarma yetkisinin 'önemli, ivedi ve zorunlu' durumlarda verilmesi, ayrıca bu koşulların birlikte gerçekleşmesi gerekmektedir. Her şeyden önce, tek parti çoğunluğunun yasama organına egemen olduğu, İçtüzük uyarınca muhalefetin yeterince konuşamadığı ve bu nedenlerle neredeyse 3 5 günde yasa çıkarılabildiği bir ortamda, Bakanlar Kurulu'na KHK çıkarma yetkisi verilmesi, anayasal kuralın amacı ve özüyle bağdaşmamaktadır. 644 sayılı KHK, 6 Nisan 2011 günlü, 6223 sayılı Yetki Yasası'na dayanılarak Bakanlar Kurulu'nca kabul edilmiştir. 6223 sayılı Yetki Yasası, 3 Mayıs 2011 günlü Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Anamuhalefet Partisi (CHP) TBMM Grubu tarafından, buEsas Sayısı:2011/101 Karar Sayısı:2012/127 4 Yetki Yasası'nın iptali ve yürürlüğünün durdurulması istemiyle Anayasa Mahkemesi'ne dava açılmıştır. Anayasa Mahkemesi, dayandığı yetki yasası Anayasaya aykırı bulunarak iptal edilen KHK'leri, haklarında dava açılması durumunda, içeriğine girmeden, salt yetki yasaları iptal edildiği için, aşağıdaki gerekçeyle iptal etmiştir. 'Olağanüstü hal KHK'leri dayanaklarını doğrudan doğruya Anayasadan (m. 121) alırlar. Bu tür KHK'lerin bir yetki yasasına dayanması gerekli değildir. Buna karşılık olağan dönemlerdeki KHK'lerin bir yetki yasasına dayanması zorunludur. Bu nedenle, KHK'ler ile dayandıkları yetki yasası arasında çok sıkı bir bağ vardır. 'KHK'nin Anayasaya uygun bir yetki yasasına dayanması, geçerliliğinin önkoşuludur. Bir yetki yasasına dayanmadan çıkartılan veya dayandığı yetki yasası iptal edilen bir KHK'nin kurallarının, içerikleri yönünden Anayasaya aykırılık oluşturmasalar bile Anayasaya uygunluğundan söz edilemez. ' Bir yetki yasasına dayanmadan çıkartılan veya yetki yasasının kapsamı dışında kalan ya da dayandığı yetki yasası iptal edilen KHK'lerin anayasal konumları birbirinden farksızdır. Böyle durumlarda, KHK'ler anayasal dayanaktan yoksun bulunduklarından, içerikleri Anayasaya aykırı bulunmasa bile, dava açıldığında iptalleri gerekir. Bu nedenlerle, iptaline karar verilen bir yetki yasasına dayanılarak çıkarılan KHK'lerin, Anayasanın Başlangıcı'ndaki 'hiçbir kişi ve kuruluşun, bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı', 2 nci maddesindeki 'hukuk devleti' ilkeleriyle 6 ncı maddesindeki 'Hiç kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz' kuralı ve KHK çıkarma yetkisine ilişkin 91 inci maddesiyle bağdaştırılmaları olanaksızdır.' Anayasa Mahkemesi, yukarıda yer verilen gerekçelerle, dayandıkları 4588 sayılı Yetki Yasası 05.10.2000 günlü, E.2000/45, K.2000/27 sayılı kararla iptal edilen 606, 608, 609, 610, 611, 612, 613, 615, 616, 617, 618, 619, 621, 623, 624, 626, 628, 629 sayılı KHK'leri; içeriklerine girmeden, salt anayasal dayanaktan yoksun kaldıkları için, Anayasanın başlangıcı ile 6 ncı ve 91 inci maddelerine aykırı duruma geldiklerini belirterek iptal etmiştir. (Sırasıyla kararlar: K.2000/29, K.2000/45, K.2000/37, K.2000/40, K.2000/42, K.2000/44, K.2000/39, K.2000/46, K.2000/38, K.2000/36, K.2000/35, K.2000/34, K.2000/43, K.2000/41, K.2000/33, K.2000/32, K.2000/30, K.2000/31) Bu itibarla, 6223 sayılı Yetki Yasası iptal edildiğinde 644 sayılı Kanun Hükmünde Kararname, yasal dayanaktan yoksun kalacağından, 29.06.2011 tarihli ve 645 sayılı Orman ve Su İşleri Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin; tümünün ve ayrı ayrı tüm maddeleri ile eklerinin Anayasanın Başlangıcı ile 2 nci, 6 ncı ve 91 inci maddelerine göre iptali gerekir. 2) 29.06.2011 Tarihli ve 645 Sayılı 'Orman ve Su İşleri Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname'nin 10 uncu Maddesinin (3) Numaralı Fıkrasının Anayasaya AykırılığıEsas Sayısı:2011/101 Karar Sayısı:2012/127 5 645 sayılı KHK'nin 10 uncu maddesinin (3) numaralı fıkrasında, Müfettiş Yardımcılarının giriş ve yeterlik sınavlarının usul ve esaslarının, Müfettişliğe yükselmelerinin, görev, yetki ve sorumluluklarının, Başkanlığın çalışma usul ve esasları ile diğer hususların yönetmelikle düzenleneceği hükmüne yer verilmiştir. Anayasanın 7 nci maddesinde yasama yetkisinin Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisine ait olduğu ve bu yetkinin devredilemeyeceği; 8 inci maddesinde, yürütme yetkisi ve görevinin, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından, Anayasaya ve kanunlara uygun olarak kullanılacağı; 112 nci maddesinin ikinci fıkrasında, her bakanın Başbakana karşı sorumlu olup, ayrıca kendi yetkisi içindeki işlerden ve emri altındakilerin eylem ve işlemlerinden sorumlu olacağı; 128 inci maddesinin ikinci fıkrasında, memurların ve diğer kamu görevlilerinin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ile diğer özlük işlerinin kanunla düzenleneceği hüküm altına alınmıştır. Öte yandan, 3046 sayılı Bakanlıkların Kuruluş ve Görev Esasları Hakkında Kanunun 21 inci maddesinin birinci fıkrasında, bakanın, bakanlık teşkilatının en üst amiri olduğuna yer verilmiş; ikinci fıkrasında, bakanların, bakanlık hizmetlerini mevzuata, Hükümetin genel siyasetine, milli güvenlik siyasetine, kalkınma planlarına ve yıllık programlara uygun olarak yürütmekle ve bakanlığın faaliyet alanına giren konularda diğer bakanlıklarla işbirliği ve koordinasyonu sağlamakla görevli ve başbakana karşı sorumlu oldukları belirtilmiş; üçüncü fıkrasında ise, her bakanın ayrıca emri altındakilerin faaliyet ve işlemlerinden de sorumlu olup, bakanlık merkez, taşra ve yurtdışı teşkilatı ile bağlı ve ilgili kuruluşların faaliyetlerini, işlemlerini ve hesaplarını denetlemekle görevli ve yetkili olduğu açıkça hüküm altına alınmıştır. Aynı hükümler 645 sayılı Orman ve Su İşleri Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında KHK'nin 4 üncü maddesinin (1) numaralı fıkrasının (c) bendinde de değişik ifadelerle yinelenmiştir. 3046 sayılı Kanunun 21 inci ve 645 sayılı KHK'nin 4 üncü maddesinde belirtilen, Bakanlığın merkez, taşra ve yurtdışı teşkilatı ile bağlı ve ilgili kuruluşlarının faaliyetlerini, işlemlerini ve hesaplarını denetleme görev ve yetkisini bakan kendi eliyle yapamayacağına göre, bu işleri doğrudan Bakana bağlı olarak ve Bakan adına yapmak üzere, 645 sayılı KHK'nin 10 uncu maddesiyle Rehberlik ve Teftiş Başkanlığı kurulmuş ve (1) numaralı fıkrasının (a) bendiyle Başkanlığa, 'Bakanlık teşkilatının her türlü faaliyet ve işlemleriyle ilgili olarak teftiş, inceleme ve soruşturmalar yapmak.' görevleri verilmiştir. Bakanın Anayasal sorumluluğunu yerine getirmesinin uzantısı olarak kurulan ve bu derece önemli görevler yüklenen Rehberlik ve Teftiş Başkanlığında Müfettişlik mesleğine ilk adımın atıldığı Müfettiş Yardımcılığına giriş için, 10 uncu maddenin (3) numaralı fıkrasında, hiçbir ölçüt getirilmeden ve sınır çizilmeden Müfettiş Yardımcılarının mesleğe giriş ve yeterlik sınavlarının usul ve esaslarını, Müfettişliğe yükselmelerini, görev, yetki ve sorumluluklarını, Başkanlığın çalışma usul ve esasları ile diğer hususları düzenleme yetkisi yürütme organına devredilmiştir. Memurların ve diğer kamu görevlilerinin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ile diğer özlük işlerinin kanunla düzenlenmesi, Anayasanın statü hukukuna ilişkin temel bir kuralı iken; 645 sayılı KHK'nin 10 uncu maddesinin (3) numaralı fıkrası ile hiçbir ölçüt getirilmeden ve sınırlar çizilmeden Müfettiş Yardımcılığı mesleğine giriş şartları, yeterlilik sınavının usul ve esasları, Müfettişliğe yükselme ve bunların görev, yetki ve sorumlulukları ile çalışma usul ve esaslarını belirleme yetkisinin yönetmeliğe bırakılarak yürütme organına devredilmesi, Anayasanın 7 nci, 8 inci ve 128 inci maddelerine açıkça aykırıdır.Esas Sayısı:2011/101 Karar Sayısı:2012/127 6 Yukarıda açıklanan gerekçelerle, 645 sayılı KHK'nin 10uncu maddesinin (3) numaralı fıkrası, Anayasanın 7 nci, 8 inci ve 128 inci maddelerine aykırı olduğundan iptali gerekir. 3)29.06.2011 Tarihli ve 645 Sayılı 'Orman ve Su İşleri Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname'nin Geçici 3 üncü Maddesinin (1) Numaralı Fıkrasının Anayasaya Aykırılığı 645 sayılı KHK'nin geçici 3 üncü maddesinin (1) numaralı fıkrasında,Çevre ve Orman Bakanlığında; Müsteşar, Müsteşar Yardımcısı, Orman Köy İlişkileri Genel Müdürü, Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürü, Ağaçlandırma ve Erozyon Kontrolü Genel Müdürü, Genel Müdür Yardımcısı, Teftiş Kurulu Başkanı, I. Hukuk Müşaviri, Strateji Geliştirme Başkanı, Personel Dairesi Başkanı, İdari ve Mali İşler Dairesi Başkanı, Dış İlişkiler ve Avrupa Birliği Dairesi Başkanı, Araştırma ve Geliştirme Dairesi Başkanı, Bilgi İşlem Dairesi Başkanı, Daire Başkanı, Bakanlık Müşaviri, Özel Kalem Müdürü, Basın ve Halkla İlişkiler Müşaviri, İl Çevre ve Orman Müdürü ile İl Çevre ve Orman Müdür Yardımcısı kadrolarında bulunanların görevlerinin bu Kanun Hükmünde Kararnamenin yürürlüğe girdiği tarihte sona ereceği; bu fıkra uyarınca görevleri sona erenlerden İl Çevre ve Orman Müdür Yardımcısı unvanlı kadrolarda bulunanların ekli (4) sayılı liste ile ihdas edilen Araştırmacı, diğerlerinin ise ekli (4) sayılı liste ile ihdas edilen Bakanlık Müşaviri kadrolarına halen bulundukları kadro dereceleriyle atanmış sayılacakları; bu madde uyarınca ihdas edilen Bakanlık Müşaviri ile Araştırmacı kadrolarının, herhangi bir sebeple boşalması halinde hiçbir işleme gerek kalmaksızın iptal edilmiş sayılacakları hüküm altına alınarak, Bakanlığın İl Çevre ve Orman Müdür Yardımcısı ve üstü yönetici kadrolarının tamamı boşaltılmaktadır. Anayasa Mahkemesinin birçok kararında belirtildiği üzere, Anayasanın 2 nci maddesindeki hukuk devleti, insan haklarına saygı gösteren, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup, bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık, yasaların üstünde Anayasanın ve yasakoyucunun da uyması gereken temel hukuk ilkelerinin bulunduğunun bilincinde olan devlettir. Hukuk devleti hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm işlem ve eylemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerektirir. Hukukî güvenliğin bir sonucu da kazanılmış haklara saygı gösterilmesi ilkesidir. Kazanılmış hak, kişinin bulunduğu statüden doğan ve kendisi yönünden kesinleşmiş ve kişisel alacak niteliğine dönüşmüş olan haktır. Kişilerin hukuk düzenine güvenerek elde ettikleri hakların sonradan çıkarılacak yasal düzenlemelerle ihlal edilmemesi bu ilkenin gereğidir. 657 sayılı Kanunun Temel ilkeler başlıklı 3 üncü maddesinin birinci fıkrasının (B) bendinde kariyer, Devlet memurlarına yaptıkları hizmetler için gerekli bilgilere ve yetişme şartlarına uygun şekilde, sınıfları içinde en yüksek derecelere kadar ilerleme imkanını sağlamaktır şeklinde; liyakat ise, Devlet kamu hizmetleri görevlerine girmeyi, sınıflar içinde ilerleme ve yükselmeyi, görevin sona erdirilmesini liyakat sistemine dayandırmak ve bu sistemin eşit imkanlarla uygulanmasında Devlet memurlarını güvenliğe sahip kılmaktır şeklinde tanımlanmıştır. 4856 sayılı Çevre ve Orman Bakanlığının Teşkilat ve Görevler Hakkında Kanunda yer alan ana hizmet, danışma ve denetim ile yardımcı birimlerden, 645 sayılı KHK'nin geçici 3Esas Sayısı:2011/101 Karar Sayısı:2012/127 7 üncü maddesinin (1) numaralı fıkrasında sayılı kadro görev unvanlarına ilişkin birimler kapatılmayıp, Çevre Yönetimi Genel Müdürlüğü ile Çevresel Etki Değerlendirmesi ve Planlama Genel Müdürlüğü, 644 sayılı KHK ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığına; Orman Köy İşleri Genel Müdürlüğü ise bu KHK'nin 30 uncu maddesinin (2) numaralı fıkrasının (B) bendi ile Orman Genel Müdürlüğüne devredildiğine diğerleri ise aynı veya başka isimler altında 645 sayılı KHK'nin 6 ve 7 ile 19 uncu maddeleri arasında Orman ve Su İşleri Bakanlığı bünyesinde teşkilatlandırıldığına; devredilenler ile ismi değiştirilen ve değiştirilmeyen söz konusu teşkilatlardaki Müsteşar, Müsteşar Yardımcısı, Orman Köy İlişkileri Genel Müdürü, Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürü, Ağaçlandırma ve Erozyon Kontrolü Genel Müdürü, Genel Müdür Yardımcısı, Teftiş Kurulu Başkanı, I. Hukuk Müşaviri, Strateji Geliştirme Başkanı, Personel Dairesi Başkanı, İdari ve Mali İşler Dairesi Başkanı, Dış İlişkiler ve Avrupa Birliği Dairesi Başkanı, Araştırma ve Geliştirme Dairesi Başkanı, Bilgi İşlem Dairesi Başkanı, Daire Başkanı, Bakanlık Müşaviri, Özel Kalem Müdürü, Basın ve Halkla İlişkiler Müşaviri, İl Çevre ve Orman Müdürü ile İl Çevre ve Orman Müdür Yardımcısı kadrolarında bulunanlar, söz konusu görevlere 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun kariyer ve liyakat ilkeleri çerçevesinde yükseldiğine ve dolayısıyla bu görevler kendileri yönünden hukuken kesinleşmiş ve kişisel alacak niteliğine dönüştüğüne ve söz konusu genel müdürlük ve daire başkanlığı ile il müdürlüklerinin kapatılması gibi hukuksal bir zorunluluk da söz konusu olmadığına göre, bu görevleri statü hukukuna göre yürüten kamu görevlilerinin yasayla, 'Bakanlık Müşavirliği' ile 'Araştırmacı' gibi pasif bir görevlere atanmaları, Yasanın öngördüğü güvenliklerinin ortadan kaldırılarak, statü hukukunun gereği olan kazanılmış haklarının ellerinden alınması demektir. Dolayısıyla, kazanılmış hakları ortadan kaldıran söz konusu düzenlemeler Anayasanın 2 nci maddesindeki hukuk devleti ilkesine aykırıdır. Öte yandan geçici 3 üncü maddenin (5) numaralı fıkrasında, bu madde uyarınca Bakanlık kadrolarına atanan veya atanmış sayılanların yeni kadrolarına atandıkları veya atanmış sayıldıkları tarih itibarıyla eski kadrolarına ilişkin olarak en son ayda aldıkları aylık, ek gösterge, her türlü zam ve tazminatlar, makam, görev ve temsil tazminatları, ek ödeme, ikramiye (bir aya isabet eden tutar) ve sözleşme ücretleri ile diğer malî hakları (ilgili mevzuatı uyarınca fiilî çalışmaya bağlı fazla mesai ücreti ile fiilen yapılan ders karşılığı ödenen ek ders ücreti hariç) toplamının net tutarının, atandıkları veya atanmış sayıldıkları yeni kadroları için öngörülen aylık, ek gösterge, her türlü zam ve tazminatlar, makam, görev ve temsil tazminatları, ek ödeme, ikramiye (bir aya isabet eden tutar) ve ücretleri ile diğer malî hakları (ilgili mevzuatı uyarınca fiilî çalışmaya bağlı fazla mesai ücreti ile fiilen yapılan ders karşılığı ödenen ek ders ücreti hariç) toplamının net tutarından fazla olması hâlinde aradaki fark tutarının, farklılık giderilinceye kadar atandıkları veya atanmış sayıldıkları kadrolarda kaldıkları sürece herhangi bir vergi ve kesintiye tabi tutulmaksızın tazminat olarak ödeneceği belirtilerek; atamaları bu şekilde yapılanların mali haklarının korunduğu gibi bir izlenim yaratılmaktadır. Ancak fıkrada, 'toplam net tutarının' ibaresinden sonra parantez içinde 'bu tutar sabit bir değer olarak esas alınır' ifadesine yer verilerek, kadro görev unvanlarına ait aylık net hak edişleri sabitlenmiştir. Bu durumda örneğin müsteşarın en son aldığı net maaşı 100 TL ve Bakanlık Müşavirinin maaşı ise 90 TL ise aradaki 10 TL içinde bulunulan ayda tazminat olarak ödenerek maaşı yine 100 TL olacak; örneğin yıllık %11 oranındaki enflasyonun maaşlara yansıtılmasından dolayı bir sonraki ay müsteşar maaşı 111 TL, Bakanlık Müşaviri maaşı da 100 TL olduğunda ise, net maaş sabitlendiğinden dolayı, müsteşar iken Yasayla Bakanlık Müşavirliği görevine atanan kişiye herhangi bir ödemede bulunulmayacak, kişinin maaşı nominal olarak yine 100 TL olurken; reel olarak 90 TL'ye gerileyecektir. Dolayısıyla kazanılmış statü kaybının yanında kazanılmış mali hak kaybı da söz konusu olduğundan iptaliEsas Sayısı:2011/101 Karar Sayısı:2012/127 8 istenen düzenlemeler Anayasanın 2 nci maddesindeki hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmamaktadır. Ayrıca, kamu görevlilerinin atanmalarındaki usule göre görevlerinden el çektirilmeleri, statü hukukunun temel bir ilkesidir. Siyasi iktidarın Orman ve Su İşleri Bakanlığının üst yönetimi yanında taşra teşkilatında da mutlak bir siyasi kadrolaşmaya gitmek için üst yönetim ve taşra teşkilatının yönetim kadrolarını Yasayla boşaltması, bu yönden de hukuk devleti ilkesine aykırıdır. Diğer yandan, Yasa ile hem müsteşar, hem il müdürü 'Bakanlık Müşaviri' görevine atanmaktadır. Anayasanın 10 uncu maddesindeki, 'yasa önünde eşitlik ilkesi' hukuksal durumları aynı olanlar için söz konusudur. Bu ilke ile eylemli değil, hukuksal eşitlik öngörülmüştür. Eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan kişilerin yasalar karşısında aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak, ayırım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir. Bu ilkeyle, aynı durumda bulunan kimi kişi ve topluluklara ayrı kurallar uygulanarak yasa karşısında eşitliğin çiğnenmesi yasaklanmıştır. Yasa önünde eşitlik, herkesin her yönden aynı kurallara bağlı tutulacağı anlamına gelmez. Durumlarındaki özellikler, kimi kişiler ya da topluluklar için değişik kuralları ve uygulamaları gerektirebilir. Aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumlar farklı kurallara bağlı tutulursa Anayasada öngörülen eşitlik ilkesi zedelenmez. Statü hukukunda müsteşar ile il müdürü farklı hiyerarşik kademe ve kadro unvanlarına karşılık geldiği halde; bunlar bir, aynı ve eşitlermiş gibi müsteşardan il müdürüne kadar olanların Yasayla 'Bakanlık Müşaviri' görevlerine atanmaları Anayasanın 10 uncu maddesindeki 'yasa önünde eşitlik ilkesi' ile bağdaşmaz. Anayasanın 36 ncı maddesinde, herkesin meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahip olduğu; 125 inci maddesinde ise, idarenin her türlü eylem ve işlemine karşı yargı yolunun açık olduğu belirtilmiştir. Kamu görevlilerinin, 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun kariyer ve liyakat ilkelerine göre yükseldikleri ve hukuki güvenliğe sahip kılındıkları müsteşar, müsteşar yardımcısı, genel müdür, başkan, il müdürü ve benzeri kadro unvanlarından, 'Bakanlık Müşavirliği' görevine olağan hukuki yol olan idari işlemle atamalarının yapılması durumunda kullanabilecekleri Anayasal güvence altındaki hak arama özgürlüğü ile yetkili yargı mercilerine dava açma haklarının, Yasayla atanmaları suretiyle ellerinden alınması Anayasanın 36 ncı ve 125 inci maddelerine aykırıdır. Yukarıda açıklanan gerekçelerle 645 sayılı Orman ve Su İşleri Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname'nin geçici 3 üncü maddesinin (1) numaralı fıkrası, Anayasanın 2 nci, 10 uncu, 36 ncı ve 125 inci maddelerine aykırı olduğundan iptali gerekir. III. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ 1) 6223 sayılı Yetki Yasasının iptali ve yürürlüğünün durdurulması istemiyle Yüce Mahkemenizde Anamuhalefet Partisi (CHP) olarak dava açmış olduğumuzdan, 6223 sayılı Yetki Yasanının yürürlüğünün durdurulmasına veya iptaline karar verilmesi durumunda 645 sayılı KHK yasal dayanaktan yoksun kalacağı için, 645 sayılı KHK'nin yürürlüğünün durdurulmasına karar verilmesi gerekeceği değerlendirilmektedir.Esas Sayısı:2011/101 Karar Sayısı:2012/127 9 2) 645 sayılı KHK'nin 10 uncu maddesinin (3) numaralı fıkrasında, Müfettiş Yardımcılarının giriş ve yeterlik sınavlarının usul ve esaslarının, Müfettişliğe yükselmelerinin, görev, yetki ve sorumluluklarının, Başkanlığın çalışma usul ve esasları ile diğer hususların yönetmelikle belirleneceği belirtilerek, Anayasanın 7 nci, 8 inci ve 128 inci maddelerine aykırı düzenlemeler yapılmıştır. Denetim hizmetini yürütmekle görevli meslek mensuplarının yasal güvenceden yoksun bir şekilde görev yapmaları, denetim mesleğinin tarafsızlığı ile bağımsızlığını ortadan kaldırarak kamunun ileride telafisi olmayan zararlarının doğmasına yol açacaktır. 3) 645 sayılı KHK geçici 3 üncü maddesinin (1) numaralı fıkrası ile Orman ve Su İşleri Bakanlığında il müdür yardımcısı ve üstü kadroların tamamının liyakat ve kariyer ilkeleri yerine siyasi atamalar yapmak için yasayla boşaltılması; il müdür yardımcılarının bulundukları kadro derecesiyle ihdas edilen 'araştırmacı' kadrolarına, il müdürü ve üstü kadrolarda bulunanların ise 'Bakanlık Müşaviri' kadrolarına atanmaları öngörülerek, kazanılmış hakları ortadan kaldıran; 'yasa önünde eşitlik ilkesi' ile bağdaşmayan ve kişilerin hak arama özgürlükleri ile yetkili yargı mercilerine dava açma haklarını ellerinden alan Anayasaya aykırı kurallar yasallaştırılmıştır. Yasayla boşaltılmış bulunan il müdür yardımcısı ve üstü yönetici kadrolarına siyasal iktidarın tarafgirlik ölçütleri bağlamında atamalar yapmasının önü açılırken; bu kadrolara kariyer ve liyakat ilkeleri çerçevesinde yükselen kadro görev unvanlarının hukuki sahibi kamu görevlileri ise, telafisi mümkün olmayan zararlarla karşı karşıya gelmiş bulunmaktadırlar. Öte yandan, Anayasal düzenin hukuka aykırı kural ve düzenlemelerden en kısa sürede arındırılması, hukuk devleti sayılmanın en önemli gerekleri arasında sayılmaktadır. Anayasaya aykırılıkların sürdürülmesi, özenle korunması gereken hukukun üstünlüğü ilkesini de zedeleyecektir. Hukukun üstünlüğünün sağlanamadığı bir düzende, kişi hak ve özgürlükleri güvence altında sayılamayacağından, bu ilkenin zedelenmesi hukuk devleti yönünden giderilmesi olanaksız durum ve zararlara yol açacaktır. Bu zarar ve durumların doğmasını önlemek amacıyla, Anayasaya açıkça aykırı olan ve iptali istenen hükümlerin iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüklerinin de durdurulması istenerek Anayasa Mahkemesine dava açılmıştır. IV. SONUÇ VE İSTEM 29.06.2011 tarihli ve 645 sayılı 'Orman ve Su İşleri Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname'nin; 1) Tümü ve ayrı ayrı tüm maddeleri ile ekleri Anayasanın Başlangıcı ile 2 nci, 6 ncı ve 91 inci maddelerine; 2) 10 uncu maddesinin (3) numaralı fıkrası, Anayasanın 7 nci, 8 inci ve 128 inci maddelerine; 3) Geçici 3 üncü maddesinin (1) numaralı fıkrası, Anayasanın 2 nci, 10 uncu, 36 ncı ve 125 inci maddelerine;Esas Sayısı:2011/101 Karar Sayısı:2012/127 10 aykırı olduklarından iptallerine ve uygulanmaları halinde giderilmesi güç ya da olanaksız zarar ve durumlar olacağı için, iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüklerinin durdurulmasına karar verilmesine ilişkin istemimizi saygı ile arz ederiz."'
4,090
Esas Sayısı : 2015/7 Karar Sayısı : 2016/47 1 1) 6583 sayılı 2015 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanununun 6. Maddesinin (1) Numaralı Fıkrasının (a) Bendinin Anayasaya Aykırılığı İptali istenen düzenlemelerin Anayasaya aykırılıklarını, Türkiyenin mali sistemi bağlamında ortaya koyabilmek için aşağıdaki açıklamaların yapılmasına ihtiyaç duyulmuştur. (Bu başlık altında yapılan ortak açıklamalar, 6583 sayılı 2015 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanununun iptali istenen tüm kuralları için geçerlidir.) A. Türkiyenin Mali Sistemi 1050 Sayılı Kanunla Kurulan Mali Sistem Osmanlı Batılılaşması, İmparatorluğun ekonomik, mali, siyasi ve askeri çöküşü kaynaklı bir zorunluluktan doğmuş ve çöküşe dayalı toprak kaybından kurtuluşun reçetesi olarak görülmüştür. Pragmatik yanı ağır basan Osmanlı Batılılaşması Kıta Avrupası Hukuk Sisteminin özgün örneğini oluşturan Fransayı örnek almış; Napolyonun merkeziyetçi idari ve mali sistemi Osmanlı İmparatorluğuna uyarlanmıştır. İkinci Meşrutiyet (1908)ten sonra çıkarılan iki geçici kanunla İmparatorluğun merkeziyetçi idari ve mali sistemi, Cumhuriyete taşınacak şekilde kurulmuştur. Bunlardan ilki, 1878 tarihli Fransız Genel Muhasebe Kararnamesinin çevirisinden oluşan ve 1910 yılında çıkarılan Muhasebe i Umumiye Kanunu Muvakkatdır. Bu Geçici Kanunu, Cumhuriyet küçük eklemeler yaparak 1927 yılında 1050 sayılı Muhasebe i Umumiye Kanunu adıyla tekrar yasalaştırmıştır. Osmanlının Fransa modelini esas alarak hazırladığı ve tüm illerde uygulanması öngörülen İdare i Umumiye i Vilayat Kanunu 6 Eylül 1864de yasalaşmıştı. İkinci Meşrutiyetten sonra ise 1876 Anayasasında yer alan ilkeler esas alınarak İdare i Umumiye i Vilayet ve İdare i Hususiye i Vilayet ismiyle iki kanun tasarısı hazırlanarak 1912 yılında Mebusan Meclisine sevk edilmiştir. Tasarıların Mecliste görüşülmesi sırasında Balkan Savaşının çıkması üzerine Meclis tatil edildiğinden tasarılar yasalaşamamıştır. Hükümet ise, bazı değişiklikler yaparak iki tasarıyı birleştirmiş ve İdare i Umumiye i Vilayet Kanunu Muvakkatı adıyla 13 Mart 1913 tarihinde yürürlüğe koymuştur. Vilayet Genel İdaresi Geçici Kanunu (İdare i Umumiye i Vilayet Kanunu Muvakkatı), iki kısımdan oluşmuştu: Birinci kısımda (1 74. maddeler) illerin genel idaresi; ikinci kısımda (75. maddeden sonrası) ise illerin özel idaresi. İllerin genel idaresinin düzenlendiği birinci kısmını Cumhuriyet, 18.04.1929 tarihli ve 1426 sayılı Vilayet İdaresi Kanunu ile yürürlükten kaldırmış; il özel idaresinin düzenlendiği ikinci kısım ise 22.02.2005 tarihli ve 5302 sayılı İl Özel İdaresi Kanununun 71. maddesi ile yürürlükten kaldırılana kadar uygulamada kalmıştır. 1050 sayılı Kanun ile mali sistemin merkezine Maliye Bakanlığı oturtulmuş ve esas aldığı mali merkeziyetçiliğe, idari merkeziyetçiliği tamamlayan bir işlev yüklenmiştir. Devlet adına yüklenim altına girilen sözleşme tasarısı ve taahhütlerin vizesi Maliye Bakanlığının yetkisindedir. Giderlerin mali mevzuata uygunluğu konusunda saymanlara tanınan yasal yetki çerçevesinde Maliye Bakanlığına kamu idareleri üzerinde mali kontrol yetkisi verilmiştir. Bu bağlamda merkezin taşra teşkilatı üzerindeki idari temsilcisi vali ve kaymakamlar; mali temsilcisi ise saymanlardır (1050 sayılı Kanunun yasalaştığı dönemde veEsas Sayısı : 2015/7 Karar Sayısı : 2016/47 2 uzun bir süre saymanlar illerde defterdar, ilçelerde malmüdürleriydi) ve bunların merkezin taşra teşkilatı üzerinde idari ve mali kontrol işlevleri vardır. Maliye Bakanlığı, bütçenin hazırlanması ve uygulanması ile ödeneklerin dağıtımı, yeni ödenek tertibi açılması, kurum içi ve kurumlar arası aktarma ve serbest bırakılmasında tek belirleyicidir. 1050 sayılı Kanunun 36. maddesinde, tertibi bütçede bulunup yetersizliğinden dolayı ilave olarak alınan ödenek ek ödenek, bütçenin hazırlanması ve kabulü sırasında öngörülmeyen yeni bir hizmet için alınan ödenek ise olağanüstü ödenek olarak tanımlanıp, ek ve olağanüstü ödeneğin mali yıl içinde alınabileceği kurallaştırılırken; 38. maddesinde, düşünülmeyen giderler bölümüne bütçenin hazırlanması sırasında öngörülemeyen ve bütçelerde tertipleri bulunmayan hizmetlerin karşılığı ödeneğin konulacağı belirtilmiş; 59. maddesinde ise, Maliye Bakanlığı bütçesinde düşünülmeyen giderler tertibinde yer alan ödenekten, bütçenin hazırlanması sırasında öngörülmeyen ve bütçede tertipleri bulunmayan olağanüstü hizmet ve giderleri karşılamak amacıyla kamu idareleri bütçelerinde gerekli tertipleri açarak ödenek aktarmaya ve bu tertiplerden yapılacak ödemelerin esaslarını belirlemeye Maliye Bakanı yetkili kılınmıştır. Bu geniş yetkilere ek olarak, Kanunun 37. maddesinde, Bütçe kanunlarında belirtilecek hizmet ve amaçlar için genel ve katma bütçelere gerektiğinde aktarma yapılmak üzere Maliye ve Gümrük Bakanlığı bütçesinin ilgili tertiplerinde yedek ödenek bulundurulabilir. denilerek yedek ödeneğe herhangi bir kapsam ve miktar sınırlaması getirilmemiştir. Ayrıca, Kanunun Ödenek İşlemlerinde Yetkiler başlıklı 56. maddesinin birinci fıkrasında, Bütçeler ve bölümler arasında ödenek aktarması yasa ile olur. cümlesiyle ana kural ortaya konulduktan sonra devamında, Ancak, harcamalarda tasarrufu sağlamak, dengeli ve etkili bir bütçe politikasını gerçekleştirmek üzere bu tür aktarmaları yapmaya ve yeni tertipler açmaya, bütçe kanunlarıyla Maliye ve Gümrük Bakanı yetkili kılınabilir. denilerek, yasa ile yapılması gereken bütçeler ve bölümler arası ödenek aktarma yetkisinin bütçe kanunlarıyla Maliye Bakanına verilmesinin önü açılmış; maddenin ikinci fıkrasında ise, kamu idaresi bütçeleri içindeki bölüm içi aktarmalar Maliye Bakanının iznine bağlanmıştır. Tüm bu yetkilere rağmen, Ödenek Aktarmalarında Yasaklar başlıklı 57. maddesinde, Maaş ve ücret tertiplerinden (diğer) gider tertiplerine ve aktarma yapılmış tertiplerden diğer tertiplere ödenek nakledilemeyeceği gibi, yedek ödenekten aktarılan tertiplerden de aktarma yapılamaz. denilerek klasik bütçe ilkelerinden oluşturulan mali sentez, yasa kuralı haline getirilmiştir. 5018 Sayılı Kanunla Kurulan Mali Sistem 1050 sayılı Muhasebe i Umumiye Kanunu, 10.12.2003 tarihli ve 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu ile yürürlükten kaldırılmış ve 5018 sayılı Kanununun bütün maddeleriyle yürürlüğe girdiği 1.1.2006 tarihinden itibaren yeni bir mali sisteme geçilmiştir. 1050 sayılı Kanunun amacı, idari merkeziyetçiliği mali merkeziyetçilikle tamamlamak ve kamu maliyesinde mevzuata uygunluğu (mevzuata uygunluk üzerinden de verimliliği) sağlamak iken; 5018 sayılı Kanunun amacı, katılımcılığı esas alan; hukuka uygun, verimli, etkili ve tutumlu çalışan; mali saydamlık ile yönetsel ve siyasal hesap verebilirliğe dayanan;Esas Sayısı : 2015/7 Karar Sayısı : 2016/47 3 saydamlık ve hesap verebilirliğin sağlanması için yetkileri kamu idarelerine devreden ve TBMMnin bütçe hakkına güvence oluşturan bir kamu mali yönetimi kurmaktır. 5018 sayılı Kanunun temelinde, stratejik planlama ve performans esaslı bütçeleme yatmaktadır. Bu amaçla bütçenin hazırlanması, uygulaması ve uygulama sonuçlarının raporlanmasında Maliye Bakanlığının tekeline (ödeneklerin serbest bırakılması hariç) son verilerek görev ve yetkilerle sorumluluklar kamu idarelerine bırakılmaktadır. Kamu idarelerinin bütçeleri, kalkınma planı – stratejik plan orta vadeli program ve orta vadeli mali plan – performans programı (ve performans programında yer alan performans hedefi/göstergesi) bütçe gibi birbirine bağlı ve birbirini tamamlayan ve yukarıdan aşağıya hiyerarşik bir yapı oluşturan bütünsel bir süreç olarak tasarlanmıştır. Buna göre, kamu idareleri, kalkınma planları, programlar, ilgili mevzuat ve belirledikleri temel ilkeler çerçevesinde geleceğe ilişkin olarak temel görev ve görüşleri ile stratejik amaç ve ölçülebilir hedeflerini saptamak, performanslarını önceden belirlenmiş göstergeler doğrultusunda ölçmek ve bu sürecin izleme ve değerlendirmesini yapmak amacıyla uzun süreli stratejik plan (md. 9/1) ile stratejik plana göre yürütecekleri faaliyet ve projeleri ve bunların kaynak ihtiyacı ile performans hedef ve göstergelerini içeren yıllık performans programı hazırlamak (md. 9/4) ve kamu hizmetlerini istenilen düzeyde ve kalitede sunulabilmek için bütçeleri ile program ve proje bazında kaynak tahsislerini, stratejik planlarına, yıllık amaç ve hedefleri ile performans göstergelerine dayandırmak zorundadırlar (md. 9/2). Bütçeler kalkınma planı ve programlarda yer alan politika, hedef ve önceliklere uygun şekilde, idarelerin stratejik planları ile performans ölçütlerine ve fayda maliyet analizine göre hazırlanacak, uygulanacak ve kontrol edilecek (md. 13/1 c); kamu idareleri gelir ve gider tekliflerini hazırlarken; orta vadeli program ve mali planda belirlenen temel büyüklükler ile ilke ve esasları, kalkınma planı ve yıllık program öncelikleri ile stratejik planı çerçevesinde belirlenmiş ödenek tavanlarını, stratejik planı ile uyumlu çok yıllı bütçeleme anlayışını ve performans hedeflerini dikkate alacaklardır (md. 17). İdarelerce her yılın sonunda hazırlanacak idare faaliyet raporları ise, kullanılan kaynaklar, bütçe hedef ve gerçekleşmeleri ile meydana gelen sapmaların nedenleri, stratejik plan ve performans programı uyarınca yürütülen faaliyetler ile performans bilgilerini içerir şekilde hazırlanacak (md. 41/4); Sayıştay söz konusu raporları değerlendirerek değerlendirme sonuçları ile birlikte TBMMye sunacak, TBMM ise bu raporlar ve değerlendirmeler ile Sayıştayın düzenlilik ve performans denetimleri sonucunda ulaştığı denetim bulguları temelinde, kamu kaynağının elde edilmesi ve kullanılmasına ilişkin olarak kamu idarelerinin yönetim ve hesap verme sorumluluklarını görüşecektir (md. 41/3). Başka bir anlatımla kamu idareleri, kalkınma planı, kalkınma planına dayalı hazırlanan programlar ve benimsedikleri temel ilkeler çerçevesinde geleceğe ilişkin temel görev (misyon) ve temel görüşleri (vizyon) ile stratejik amaç ve hedeflerini belirledikleri birer stratejik plan hazırlayacaktır. Stratejik planda, stratejik amaçları, temel stratejileri, ölçülebilir hedefleri ve performanslarını ölçmek, izlemek ve değerlendirmek için önceden belirlenmiş performans göstergeleri yer alacaktır. Kamu idareleri stratejik planları ile orta vadeli program ve orta vadeli mali plana göre her yıl yıllık performans programı hazırlayacaklar ve performans programlarında yürütecekleri faaliyet ve projeler ile bunların kaynak ihtiyacına ve performans hedef ve göstergelerine yer vereceklerdir. Her yıl bütçelerini yaparken ise, program ve proje bazında kaynak tahsislerini stratejik planlarına ve performans programında yer alan yıllık amaç, hedef ve performans göstergelerine dayandıracaklardır. Nihayetinde ise, bütçe veEsas Sayısı : 2015/7 Karar Sayısı : 2016/47 4 faaliyet sonuçlarını TBMMye raporlayacaklar; Sayıştay ise kamu idarelerinin raporladıkları mali tablolar ile faaliyet raporlarını inceleyip, denetleyip, değerlendirerek ve bunlara düzenlilik ve performans denetimi bulgularını ekleyerek TBMMye kamu idarelerinin mali tabloları ile faaliyet raporları hakkında görüş bildirecektir. Böylece, yasama organının bütçe hakkının gereği olarak yürütmeyi sadece ödenek miktarları ile faaliyetlerin mevzuata uygunluğu açısından değil, ayrıca ölçülebilir somut hizmet göstergeleri temelinde denetlemesi de sağlanmış olacaktır. Verimli, etkili, ekonomik ve mevzuata uygun çalışan bir kamu mali yönetiminin kurulması ile kamu idarelerinin hesap verebilirliğinin sağlanmasının, kamu idarelerinin bütçe ödenek tahsislerinin stratejik plan ve performans programlarına dayandırılmasını, faaliyet ve projelere tahsis edilen ödeneklerin performans göstergelerine bağlanmasını, stratejik plan ile performans programında yer almayan ve performans göstergesine bağlanmayan alanlara harcama yapılmamasını gerektirmesi nedenleriyle, 1050 sayılı Kanunun Maliye Bakanına/Bakanlığına verdiği yetkilere 5018 sayılı Kanunla son verilmiş; 23. maddesinde, bütçe kanununda belirtilen hizmet ve amaçları gerçekleştirmek, ödenek yetersizliğini gidermek veya bütçelerde öngörülmeyen hizmetler için Maliye Bakanlığı bütçesine konulacak Yedek Ödenek miktarı, genel bütçe ödeneklerinin yüzde ikisi ile sınırlandırılmış ve bir yandan 5. maddesinin (d) bendinde, kamu malî yönetiminin Türkiye Büyük Millet Meclisinin bütçe hakkına uygun şekilde yürütüleceği kamu mali yönetiminin temel ilkeleri arasında sayılırken, diğer yandan 19. maddesinin son fıkrasında merkezi yönetim kapsamındaki kamu idarelerinin bütçelerindeki ödeneklerin yetersiz kalması halinde veya öngörülemeyen hizmetlerin yerine getirilmesi amacıyla, karşılığı gelir gösterilmek şartıyla ek bütçe yapılacağı kurallaştırılarak TBMMnin bütçe hakkı güvence altına alınmıştır. B. İptali İstenen Düzenlemelerin Anlamı, Kapsamı ve Sonuçları 2015 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanununun 6. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendiyle, genel bütçe kapsamındaki kamu idareleri ile özel bütçeli idarelerin bütçelerinin Personel Giderleri ile Sosyal Güvenlik Kurumlarına Devlet Primi Giderleri tertiplerinde yer alan ödenekleri, Maliye Bakanlığı bütçesinin Personel Giderlerini Karşılama Ödeneği ile gerektiğinde Yedek Ödenek tertibine; diğer ekonomik kodlara ilişkin tertiplerde yer alan ödenekleri ise 5018 sayılı Kanunun 21 inci maddesinde yer alan sınırlamalara tabi olmaksızın kurum bütçeleri arasında aktarmaya veya Maliye Bakanlığı bütçesinin Yedek Ödenek tertibine aktarmaya Maliye Bakanı yetkili kılınmaktadır. Maliye Bakanına aynı yetkiler, daha dar kapsamlı olarak 2007 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunundan itibaren verilmektedir. Örneğin; benzer yetkiler 2010 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanununun Aktarma ve ekleme işlemleri başlıklı 10. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendi, 2011 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu ile 2012 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanununun Aktarma ve ekleme işlemleri başlıklı 8. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bentleri, 2013 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu ile 2014 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanununun Aktarma ve ekleme işlemleri başlıklı 6. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bentlerinde de verilmişti. Maliye Bakanının söz konusu yetkileri nasıl kullandığı ise yılları Sayıştay Genel Uygunluk Bildirimlerinde yer almıştır. Bu bağlamda, Sayıştayın 2012 ve 2013 yılları Merkezi Yönetim Bütçesi Genel Uygunluk Bildirimlerinde yer alan saptamalarla konu açıklığa kavuşturulmaya çalışılacaktır.Esas Sayısı : 2015/7 Karar Sayısı : 2016/47 5 Sayıştay Genel Kurulunun 09.09.2013 gün ve 5366 sayılı Kararı ile TBMMye sunulan 2012 Yılı Merkezi Yönetim Bütçesi Genel Uygunluk Bildiriminde (s.9), 2012 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunuyla Maliye Bakanlığı Bütçesinin, 12.01.31.00 01.1.2.00 1 09.6 Yedek Ödenekler tertibine 665.250.000,00 TL başlangıç ödeneği konulduğu, 2012 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanununun Aktarma ve ekleme işlemleri başlıklı 8. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendiyle Maliye Bakanına verilen yetki çerçevesinde, diğer kamu idareleri bütçesinden 30.130.910.716,00 TL, Maliye Bakanlığı bütçesinden ise 295.891.614,00 TL ödenek aktarılıp, 172.090.402,00 TL ödenek düşülmesi sonucu Yedek Ödenek toplamının (yaklaşık 45 kat artışla) 30.919.961.928,00 TLye ulaştığı; genel bütçeli idareler yıl sonu toplam ödeneğinin % 8.64üne karşılık gelen bu ödeneğin tamamının diğer kamu idarelerinin farklı bütçe tertiplerine aktarılıp yıl sonunda sıfırlandığı belirtilmektedir. 2012 yılı genel bütçe başlangıç ödeneğinin 344.512.858.921,00 TL olduğu göz önüne alındığında, yılsonu Yedek Ödenek tutarı bütçe başlangıç ödeneğinin % 8.97sine karşılık gelmektedir. Sayıştay Genel Kurulunun 08.09.2014 gün ve 5377/1 sayılı Kararı ile TBMMye sunulan 2013 Yılı Merkezi Yönetim Bütçesi Genel Uygunluk Bildiriminde (s.32), 2013 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunuyla Maliye Bakanlığı bütçesinin 12.01.31.00 01.1.2.00 1 09.6 yedek ödenekler tertibine 949.178.000,00 TL başlangıç ödeneği konulduğu, diğer kamu idareleri bütçelerinden 34.637.550.832,00 TL, Maliye Bakanlığı bütçesinden ise 325.520.156,00 TL ödenek aktarılması sonucu yedek ödenek toplamının yıl sonunda (yaklaşık 38 kat artışla) 35.912.248.988,00 TLye ulaştığı; genel bütçeli idareler yıl sonu toplam ödeneğinin % 8.77sine karşılık gelen bu ödeneğin tamamının diğer kamu idarelerinin farklı bütçe tertiplerine aktarılıp yıl sonunda sıfırlandığı belirtilmektedir. Genel bütçe başlangıç ödeneğinin 396.705.004.350,00 TL olduğu göz önüne alındığında, yılsonu Yedek Ödenek tutarı, bütçe başlangıç ödeneğinin % 9.05ine karşılık gelmektedir. Bu bağlamda, 5018 sayılı Kanuna göre stratejik plana dayanmadan ve performans göstergesine bağlanmadan harcanabilecek yedek ödenek, genel bütçe başlangıç ödeneğinin % 2si ile sınırlı ve bunu aşan harcamalar için ek bütçe yapılacak iken, 2012 yılında yasal yedek ödenek miktarının yaklaşık 4,5 katı tutarında ve başlangıç ödeneğinin % 8,97si oranında, 2013 yılında ise yasal yedek ödenek miktarının yaklaşık 4,5 katı tutarında ve başlangıç ödeneğinin % 9.05i oranında ödenek stratejik plana dayanmadan ve performans göstergesine bağlanmadan harcanmış bulunmaktadır. Bu durum, 2012 ve 2013 Merkezi Yönetim Bütçe Kanunlarıyla Maliye Bakanına verilen, Anayasa ve 5018 sayılı Kanuna aykırı yetkilerin birinci sonucudur. İkinci sonucu ise ödenek üstü harcamalarda ortaya çıkmaktadır. Sayıştayın 2012 Yılı Merkezi Yönetim Bütçesi Genel Uygunluk Bildiriminde belirtildiğine göre, genel bütçe kapsamındaki kamu idareleri için 15.056.878.194,39 TL, özel bütçeli idareler için ise 17.943.305,67 TL olmak üzere toplam 15.074.821.500,06 TL; 2013 Yılı Merkezi Yönetim Bütçesi Genel Uygunluk Bildiriminde belirtildiğine göre ise genel bütçe kapsamındaki kamu idareleri için 9.284.415.318,31 TL, özel bütçeli idareler için 59.213.292,08 TL olmak üzere toplam 9.343.628.610,39 TL ödenek üstü harcama yapılmıştır.Esas Sayısı : 2015/7 Karar Sayısı : 2016/47 6 Genel bütçeli idarelerin 15.056.878.194,39 TL tutarındaki 2012 yılı toplam ödenek üstü giderinin yaklaşık % 98ini oluşturan 14.800.059.706,55 TLsi Milli Eğitim Bakanlığına ait bulunmaktadır. Genel Uygunluk Bildiriminde belirtildiğine göre (s. 34) bu durum, Milli Eğitim Bakanlığının personel giderleri ile sosyal güvenlik kurumlarına devlet primi giderleri kalemlerine 2012 Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu ile tahsis edilen ödeneklerden 12.212.000.000,00 TLsinin Maliye Bakanına Anayasaya ve 5018 sayılı Kanuna aykırı olarak verilen yetkilerin Maliye Bakanı tarafından kullanılması sonucu Maliye Bakanlığı bütçesinin Yedek Ödenek tertibine aktarılmasından kaynaklanmıştır. Yine genel bütçeli idarelerin 9.284.415.318,31 TL tutarındaki 2013 yılı toplam ödenek üstü giderinin yaklaşık % 99,45ini oluşturan 9.233.964.516,06 TLsi Milli Eğitim Bakanlığına ait bulunmaktadır. Genel Uygunluk Bildiriminde belirtildiğine göre (s. 55 56) bu durum, Milli Eğitim Bakanlığının personel giderleri ile sosyal güvenlik kurumlarına devlet primi giderleri kalemlerine 2013 Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu ile tahsis edilen ödeneklerden 15.633.770.000,00 TLsinin Maliye Bakanı tarafından Maliye Bakanlığı bütçesinin Yedek Ödenek tertibine aktarılmasından kaynaklanmıştır. 2012 ve 2013 yılları Genel Uygunluk Bildirimlerindeki ödenek üstü harcama tabloları incelendiğinde, kamu idarelerinin personel giderleri ile sosyal güvenlik kurumlarına devlet primi giderleri tertiplerinde yer alan ödeneklerin, 5018 sayılı Kanunun Ödenek aktarmaları başlıklı 21. maddesinin üçüncü fıkrasındaki Personel giderleri tertiplerinden, aktarma yapılmış tertiplerden ve yedek ödenekten aktarma yapılmış tertiplerden, diğer tertiplere aktarma yapılamaz. kuralına aykırı olarak Maliye Bakanı tarafından Maliye Bakanlığının Yedek Ödenek tertibine aktarıldıktan sonra buradan kamu idarelerinin hizmet alımı ve sermaye giderleri tertiplerine aktarıldığı ve böylece sanki personel giderleri tertiplerinde ödenek üstü harcama yapılmasına cevaz veren yasal kurallar varmış gibi kamu idarelerinin personel giderleri tertiplerinde ödenek üstü harcama yapmaya mecbur bırakıldıkları; daha açık deyişle Maliye Bakanının kamu idarelerinin personel giderleri ile sosyal güvenlik kurumlarına devlet primi gideri tertiplerini kamu idarelerinin iradesi dışında ödenek üstü harcama kaynağı olarak kullandığı anlaşılmaktadır. 2012 ve 2013 yılları Merkezi Yönetim Bütçesi Genel Uygunluk Bildirimlerinde ödenek üstü harcamalar, 5018 sayılı Kanunun 19, 20/1 d, 20/1 f, 23, 26, 31 ve 70. maddeleri ile 2012 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanununun 7, 9, 23, 24 ve Bütçe Kanununa ekli E Cetvelinin 45. maddeleri, 2013 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanununun 5. maddesinin (1) numaralı fıkrası ve ayrıca 657 sayılı Kanunun 62, 207 ve 208. maddeleri bağlamında değerlendirildikten sonra, hem 2012 Yılı Genel Uygunluk Bildirimi (s. 19) hem 2013 yılı Genel Uygunluk Bildiriminde (s. 41), Görüleceği üzere, 5018 sayılı Kanunun ‘Ödeneklerin kullanılması başlıklı 20nci maddesinin birinci fıkrasının (f) bendinde yer alan, genel veya kısmi seferberlik, savaş ilanı veya Bakanlar Kurulu kararıyla zorunlu askeri hazırlıkların yapıldığı olağanüstü hallerde ve Millî Savunma Bakanlığı, Jandarma Genel Komutanlığı ve Sahil Güvenlik Komutanlığı bütçeleriyle sınırlı olmak üzere getirilen istisna hükmü dışında ödenek üstü gider yapılmasına cevaz veren bir düzenleme bulunmamaktadır. şeklinde karar verilmiş ve devamında 2012 yılı Genel Uygunluk Bildiriminde, 2012 yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Tasarısının tamamlayıcı ödenekle ilgili 4üncü maddesinin üçüncü fıkrasını etkileyen ve genel bütçeli idareler için 15.056.878.194,39 Türk Lirası, özel bütçeli idareler için 17.943.305,67 Türk Lirası olmak üzere, merkezi yönetim toplamında 15.074.821.500,06 Türk Lirasına ulaşan ödenek üstü gider tutarı için, 5018 sayılı Kanunun yukarıda yer verilen 20, 26, 31 ve 70inci maddeleri ile 2012 yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanununun yukarıda yer verilen 9, 23 ve 24üncü maddeleri bağlamında tamamlayıcı ödenek verilip verilmemesi hususu, Türkiye BüyükEsas Sayısı : 2015/7 Karar Sayısı : 2016/47 7 Millet Meclisinin takdirindedir. (s. 19); 2013 yılı Genel Uygunluk Bildiriminde ise 2013 yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Tasarısının tamamlayıcı ödenekle ilgili 4üncü maddesinin üçüncü fıkrasını etkileyen ve genel bütçeli idareler için 9.284.415.316,31 Türk Lirası, özel bütçeli idareler için 59.213.292,08 Türk Lirası olmak üzere, merkezi yönetim toplamında 9.343.628.610,39 Türk Lirasına ulaşan ödenek üstü gider tutarı için, 5018 sayılı Kanunun yukarıda yer verilen 20, 26, 31 ve 70inci maddeleri ile 2013 yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanununun yukarıda yer verilen 8 inci maddesi ve Kanuna ekli, E Cetveli 49uncu maddesi bağlamında tamamlayıcı ödenek verilip verilmemesi hususu, Türkiye Büyük Millet Meclisinin takdirindedir. (s.41) denilerek, yürürlükteki yasal düzenlemeler çerçevesinde ödenek üstü harcama yapılmasının mümkün olmaması ve ek bütçe yapılmasını gerektirmesi nedeniyle tamamlayıcı ödenek verilmemesi hususu örtülü olarak belirtilmiştir. Üçüncü sonucu ise ödenek üstü harcamanın mali ve idari yaptırıma tabi tutulmuş olmasında ortaya çıkmaktadır. 5018 sayılı Kanunun temelinde stratejik planlama ve performans esaslı bütçeleme yatması ve kamu kaynaklarının Kanunun öngördüğü şekilde verimli, etkili ve ekonomik kullanılmasının bütçenin hazırlanması ve uygulamasında 5018 sayılı kanunla kurulan mali sisteme uyulmasından geçmesi nedeniyle, 5018 sayılı Kanunun 23. maddesinde, stratejik plana dayanmadan ve performans gösterine bağlanmadan harcanabilecek Yedek Ödenek miktarı, genel bütçe ödeneklerinin yüzde ikisi ile sınırlandırılmış; 20. maddesinin (d) bendinde, Kamu idareleri, bütçelerinde yer alan ödeneklerin üzerinde harcama yapamaz. Bütçeyle verilen ödenekler, tahsis edildikleri amaçlar doğrultusunda yılı içinde yapılan iş, satın alınan mal ve hizmetler ile diğer giderlerin karşılanmasında kullanılır. kuralına yer verilirken; 31. maddesinin altıncı fıkrasında, Harcama yetkilileri bütçede öngörülen ödenekleri kadar, ödenek gönderme belgesiyle kendisine ödenek verilen harcama yetkilileri ise tahsis edilen ödenek tutarında harcama yapabilir. denilmiş; Ödenek üstü harcama başlıklı 70. maddesinde, Kamu zararı oluşturmamakla birlikte bütçelere, ayrıntılı harcama programlarına, serbest bırakma oranlarına aykırı olarak veya ödenek gönderme belgelerindeki ödenek miktarını aşan harcama talimatı veren harcama yetkililerine, her türlü aylık, ödenek, zam ve tazminat dahil yapılan bir aylık net ödemeler toplamının iki katı tutarına kadar para cezası verilir. denilerek ödenek üstü harcama yapan harcama yetkililerine para cezası verilmesi öngörülmüş; 19. maddesinin son fıkrasında ise, merkezi yönetim kapsamındaki kamu idarelerinin bütçelerindeki ödeneklerin yetersiz kalması halinde veya öngörülemeyen hizmetlerin yerine getirilmesi amacıyla, karşılığı gelir gösterilmek şartıyla ek bütçe yapılacağı kurallaştırılmıştır. Bu bağlamda, Sayıştayın 2012 ve 2013 yılları Genel Uygunluk Bildirimindeki saptamaları doğrultusunda TBMMnin kesin hesap kanunları ile tamamlayıcı ödenek vermemesi durumunda, Maliye Bakanının bütçe kanunlarında yer alan ödenek aktarma yetkilerini kullanarak ödenek üstü harcama yapmak zorunda bıraktığı kamu görevlilerinin maaş kesme cezasına muhatap olmaları yanında ödenek üstü gider tutarından Sayıştayca mali olarak sorumlu tutulmaları gibi bir sonuçla karşılaşılacaktır. Dolayısıyla bütçe kanunlarıyla Maliye Bakanına verilen Anayasaya aykırı yetkilerin Maliye Bakanı tarafından kullanılmasının sonuçlarından Maliye Bakanı değil, kamu görevlileri idari ve mali yaptırıma tabi tutulacaklardır. Bu durumun hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmazlığı ortadadır. Maliye Bakanına 2012 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanununun Aktarma ve ekleme işlemleri başlıklı 8. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendiyle verilen yetkiler kapsamında, Maliye Bakanlığı bütçesinin Yedek Ödenek tertibinde toplandıktan sonra kamuEsas Sayısı : 2015/7 Karar Sayısı : 2016/47 8 idarelerine aktarılan 30.919.961.928 TL tutarında ve başlangıç ödeneğinin %8.97si oranındaki ödenek ile 15.056.878.194,39 TL tutarında ve başlangıç ödeneğinin %4,37 oranındaki ödenek üstü gider, stratejik plana dayanmadan ve performans göstergesine bağlanmadan harcanmış bulunmaktadır. Yine Maliye Bakanına 2013 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanununun Aktarma ve ekleme işlemleri başlıklı 6. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendiyle verilen yetkiler kapsamında, Maliye Bakanlığı bütçesinin Yedek Ödenek tertibinde toplandıktan sonra kamu idarelerine aktarılan 35.912.248.988,00 TL tutarında ve başlangıç ödeneğinin % 9.05i oranındaki ödenek ile 9.343.628.610,39 TL tutarındaki ve başlangıç ödeneğinin %2.36sı oranındaki ödenek üstü gider, stratejik plana dayanmadan ve performans göstergesine bağlanmadan harcanmış bulunmaktadır. Dördüncü ve en önemli sonuç da buradan çıkmaktadır: Genel bütçe başlangıç ödeneğinin 2012 yılında %13.34ünün (yaklaşık 46 milyar TL), 2013 yılında ise %11.41inin (yaklaşık 46,5 milyar TL) performans göstergesine dayanmadan harcanması, bu tutarların 2012 ve 2013 yılları merkezi yönetim bütçesi yatırım harcamaları tutarından fazla olması ve bu oran ve tutarlardaki ödeneklerin hesap verebilirliğinin olmaması gerçeği karşısında, 2012 ve 2013 yılları Merkezi Yönetim Bütçe Kanunları ile Maliye Bakanına verilen yetkilerin 5018 sayılı Kanunla kurulan mali sistemi işlemez kıldığı sonucu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. C. Anayasaya Aykırılık Sorunu 2015 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanununun 6. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendiyle, genel bütçe kapsamındaki kamu idareleri ile özel bütçeli idarelerin bütçelerinin Personel Giderleri ile Sosyal Güvenlik Kurumlarına Devlet Primi Giderleri tertiplerinde yer alan ödenekleri, Maliye Bakanlığı bütçesinin Personel Giderlerini Karşılama Ödeneği ile gerektiğinde Yedek Ödenek tertibine; diğer ekonomik kodlara ilişkin tertiplerde yer alan ödenekleri ise 5018 sayılı Kanunun 21. maddesinde yer alan sınırlamalara tabi olmaksızın kurum bütçeleri arasında aktarmaya veya Maliye Bakanlığı bütçesinin Yedek Ödenek tertibine aktarmaya Maliye Bakanı yetkili kılınmaktadır. 28.12.2004 tarihli ve 5277 sayılı 2005 Mali Yılı Bütçe Kanununun 15. maddesinin (a) fıkrasının 1. ve 9. bentleriyle; 1. Aynı kuruluş bütçesi içinde Personel giderleri ile Sosyal güvenlik kurumlarına Devlet primi giderleri tertipleri arasında fonksiyonel ve ekonomik sınıflandırma ayırımına bakılmaksızın aktarma yapmaya, 9. Aynı kuruluş bütçesi içinde fonksiyonel ve ekonomik sınıflandırma ayırımına bakılmaksızın aktarma yapmaya veya kuruluşların bütçelerinden Maliye Bakanlığı bütçesinin yedek ödenek tertiplerine aktarma yapmaya, Maliye Bakanına yetki veren düzenlemelerin iptali istemiyle açılan davada, Anayasa Mahkemesi 29.11.2005 günlü ve E. 2005/6, K.2005/93 sayılı kararında; Anayasanın 7. maddesinde, ‘Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez denilmektedir. Buna göre, yasa koyucunun temel ilkeleri koymadan, çerçeveyi çizmeden yürütmeye yetki vermemesi, sınırsız, belirsiz bir alanı, yönetimin düzenlemesine bırakmaması gerekir. Yasa ile yetkilendirme Anayasanın öngördüğü biçimde yasa ile düzenleme anlamına gelmez. Yasa koyucu, gerektiğinde sınırlarını belirlemek koşuluyla bazı konuların düzenlenmesini idareye bırakabilir. Bu bağlamda, sık sık değişikEsas Sayısı : 2015/7 Karar Sayısı : 2016/47 9 önlemler alınmasına veya bunların kaldırılmasına gerek görülen ekonomik, teknik veya benzeri alanlarda temel kurallar saptandıktan sonra ayrıntıların düzenlenmesinin idareye verilmesi, yasama yetkisinin devri olarak nitelendirilemez. Ancak, iptali istenilen bentlerle Maliye Bakanına çerçevesi çizilmemiş, esasları belirlenmemiş bir alanda hiçbir sınırlamaya bağlı olmaksızın geniş yetkiler tanınarak yasama yetkisinin devrine yol açılmıştır. gerekçesiyle Anayasanın 7. maddesine aykırı olduğuna oybirliği ile karar vermiş ve düzenleme iptal edildiğinden, Anayasa'nın 2., 11., 161., 162. ve 163. maddeleri yönünden iptali isteminin incelenmesine gerek görmemiştir. Anayasa Mahkemesinin iptal kararına konu oluşturan 28.12.2004 tarihli ve 5277 sayılı 2005 Mali Yılı Bütçe Kanununun, 1050 sayılı Muhasebe i Umumiye Kanununa göre hazırlanmış olduğunu ve yukarıda (1050 Sayılı Kanunla Kurulan Mali Sistem bölümü) ayrıntılı olarak açıklandığı üzere 1050 sayılı Kanunun 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunundan farklı olarak bütçenin uygulanması sırasında, mali yıl içinde ek ödenek ve olağanüstü ödenek (1050/md.36) ile düşünülmeyen giderler ödeneği alınmasına (1050/md.38) yetki verdiğini, Maliye Bakanlığı bütçesine konulacak yedek ödenek miktarına kapsam ve miktar sınırlaması getirmeyip, ödenek aktarma yetkisini Maliye Bakanına verdiğini (1050/md.37) ve dengeli ve etkili bir bütçe politikasını gerçekleştirmek üzere farklı kurumların bütçeleri ile aynı kurumun bütçesinin bölümleri arasında aktarma yapmak üzere bütçe kanunlarıyla Maliye Bakanına yetki verilmesini (1050/md.56) kurallaştırmış olduğunu belirtelim. Anayasa Mahkemesinin iptal ettiği 2005 Mali Yılı Bütçe Kanununun 15. maddesinin (a) fıkrasının 1 ve 9 uncu bentleriyle Maliye Bakanına, aynı kuruluş bütçesi içinde Personel giderleri ile Sosyal güvenlik kurumlarına Devlet primi giderleri tertipleri ve diğer tertipler arasında fonksiyonel ve ekonomik sınıflandırma ayrımına bakılmaksızın aktarma yapma ile kuruluşların bütçelerinden Maliye Bakanlığı bütçesinin yedek ödenek tertibine aktarma yapma yetkisi tanınırken; İptali istenen 2015 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanununun 6. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendiyle Maliye Bakanına çok daha vahim ve 5018 sayılı Kanunun temel ilkeleri ve kurduğu mali sistemle bağdaşmayan yetkiler tanınmakta; bu bağlamda, genel bütçe kapsamındaki kamu idareleri ile özel bütçeli idarelerin bütçelerinin Personel Giderleri ile Sosyal Güvenlik Kurumlarına Devlet Primi Giderleri tertiplerinde yer alan ödenekleri, idarelerin kendi bütçeleri içinde aktarma da değil, Maliye Bakanlığı bütçesinin Personel Giderlerini Karşılama Ödeneği ile gerektiğinde Yedek Ödenek tertibine aktarmaya; kamu idarelerinin diğer ekonomik kodlara ilişkin tertiplerde yer alan ödeneklerini ise 5018 sayılı Kanunun 21. maddesinde yer alan sınırlamalara da tabi olmaksızın farklı kurum bütçeleri arasında aktarmaya veya Maliye Bakanlığı bütçesinin Yedek Ödenek tertibine aktarmaya Maliye Bakanı yetkili kılınmaktadır. Anayasa Mahkemesinin yukarıda yer verilen 29.11.2005 günlü ve E. 2005/6, K.2005/93 sayılı kararında da belirtildiği üzere, Anayasanın 7. maddesinde, Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez. denilmektedir. Bu kurala göre, yasa koyucunun temel ilkeleri koymadan, çerçeveyi çizmeden yürütmeye yetki vererek, sınırsız ve belirsiz bir alanı
4,071
Esas Sayısı : 2011/147 Karar Sayısı : 2012/152 1 "... I REDDİ HÂKİM, İPTAL ve YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMLERİNİN GEREKÇELERİ Dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir: 'I. HAKİMİN REDDİ TALEBİ Anayasanın 'Hak arama hürriyeti' başlıklı 36 ncı maddesinde, 'adil yargılanma hakkı' düzenlenmiş; 138 inci maddesinde ise, 'Hâkimler görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm verirler.' denilmiştir. Yargıçların bağımsızlığına gerekçe oluşturan, Anayasa, yasa ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm vermesine ilişkin bu kuraldan yargıçların tarafsızlığı anlaşılmalıdır. Yargıçlara yönelik "meslek ahlakı standartlarını" oluşturmak amacıyla belirlenen ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun 27.06.2006 gün ve 315 sayılı kararıyla benimsenen, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu'nun 23 Nisan 2003 tarihli oturumunda kabul ettiği 2003/43 sayılı "Birleşmiş Milletler Bangolar Yargı Etiği İlkeleri" de yargıcın bağımsızlığı ile tarafsızlığına ilişkin bağlayıcı hükümler içermektedir. Birleşmiş Milletler Bangolar Yargı Etiği İlkelerinin 'Bağımsızlık' ve 'Tarafsızlık' değerleri şöyledir: 'Değer 1: BAĞIMSIZLIK İlke: Yargı bağımsızlığı, hukuk devletinin ön koşulu ve âdil yargılanmanın temel garantisidir. Bundan dolayı hâkim, hem bireysel hem de kurumsal yönleriyle yargı bağımsızlığını temsil ve muhâfaza etmelidir. Uygulama: 1.1 Hâkim, doğrudan ya da dolayısıyla her hangi bir sebeple ya da her hangi bir yerden gelen müdâhale, tehdit, baskı, teşvik ve tüm hâricî etkilerden uzak, hâkimin olayları değerlendirmesi temelinde, vicdânî hukuk anlayışı ile uyum içerisinde bağımsız olarak yargısal işlevini yerine getirmelidir. 1.2 Hâkim, genelde toplumdan, özelde ise karar vermek zorunda olduğu ihtilâfın taraflarından bağımsızdır. 1.3 Hâkim, yasama ve yürütme organlarının etkisi ve bu organlarla uygun olmayan ilişkilerden fiîlen uzak olmakla kalmayıp, aynı zamanda öyle görünmelidir de. 1.4 Hâkim, yargısal görevlerini yerine getirirken, tek başına karar vermek zorunda olduğu hususlarda diğer yargıçlardan da bağımsızdır. 1.5 Hâkim, yargının kurumsal ve eylemsel bağımsızlığını sürdürmek ve arttırmak için, yargısal görevlerinin ifasına yönelik koruma tedbirlerini almalı ve bunları artırmalıdır.Esas Sayısı : 2011/147 Karar Sayısı : 2012/152 2 1.6 Hâkim, yargı bağımsızlığını sürdürmede esas olan yargıya yönelik kamusal güveni güçlendirmek amacıyla, yargı etiği ile ilgili yüksek standartlar sergilemeli ve bunları ilerletmelidir. Değer 2: TARAFSIZLIK İlke: Tarafsızlık, yargı görevinin tam ve doğru bir şekilde yerine getirilmesinin esasıdır. Bu prensip, sadece bizâtihî karar için değil aynı zamanda kararın oluşturulduğu süreç açısından da geçerlidir. Uygulama: 1. Hâkim, yargısal görevlerini tarafsız, önyargısız ve iltimassız olarak yerine getirmelidir. 2. Hâkim, mahkemede ve mahkeme dışında, yargı ve yargıç tarafsızlığı açısından kamuoyu, hukuk mesleği ve dava taraflarının güvenini sağlayacak ve artıracak davranışlar içerisinde olmalıdır. 3. Hâkim, duruşma ve karar aşamalarında, kendisini yargılamadan zorunlu olarak el çektirecek olasılıkları makul ölçüler içerisinde asgariye indirecek şekilde hareket etmelidir. 4. Hâkim, önündeki bir dava veya önüne gelme ihtimâli olan bir konu hakkında, bilerek ve isteyerek; yargılama aşamasının sonuçlarını veya sürecin açıkça âdilânelik vasfını makul ölçüler çerçevesinde etkileyecek veya zayıflatacak hiçbir yorumda bulunmamalıdır. Ayrıca hâkim, her hangi bir şahsın ya da meselenin âdil yargılanmasını etkileyebilecek alenî olsun veya olmasın her hangi bir yorum da yapmamalıdır. 5. Hâkim, tarafsız olarak karar veremeyeceği durumda veya makul olarak düşünme yeteneği olan bir kişide tarafsız olarak karar veremeyeceği izlenimi yaratması halinde, yargılamanın her hangi bir aşamasına katılmaktan çekinmelidir. Sınırlı sayıda sayılmamakla birlikte bu durum aşağıdaki ihtimâllerde söz konusu olur: 6. Hâkimin, yargılama aşamasında delil kâbilinden tartışılan olaylarla ilgili kişisel bir bilgiye sahip olması veya davanın bir tarafıyla ilgili gerçek bir önyargı veya tarafgirlik içerisinde olması veya, 7. Hâkimin ihtilâf konusu davada, olaya ilişkin bir tanıklığının olması ya da daha önceden bu konuda avukat olarak hizmet vermiş olması veya, 8. Hâkim ya da hâkimin ailesinden birisinin ihtilâf konusu dava sonuçlarıyla ilgili ekonomik bir çıkarının olması. Davaya bakmaya devam edecek yeni bir mahkemenin kurulamaması halinde veya hiçbir şeyin yapılmamasının durumun aciliyeti nedeniyle ciddi şekilde adaletsizliğe yol açacağı halde hâkime, görevden el çektirmek gerekmez.' Birleşmiş Milletler Bangolar Yargı Etiği İlkelerinin yukarıda aynen yer verilen 'Bağımsızlık' ve 'Tarafsızlık' değerleri hiçbir yoruma ve ek açıklamaya ihtiyaç göstermeyecek derecede açıktır.Esas Sayısı : 2011/147 Karar Sayısı : 2012/152 3 Kamuoyunda Wikileaks belgeleri olarak bilinen ve bir internet sitesinde (http://www.wikileaks.ch/origin/186_18.html) yer alan 03 ANKARA 4862 kodlu yazıda, ' 4. (C) Kapsamlı reformların önde gelen savunucularından, Anayasa Mahkemesi Hakimi Haşim Kılıç, 1 Ağustos tarihinde bize özel olarak CHP'nin mevcut problemleri için kendini suçlaması gerektiğini aktarmıştır. CHP, muhalefet etmek görüntüsünü vererek ya da çok çekişme yarattıktan sonra isteksizce 'her şeyi' ' demokrasi yanlısı ortaya atılan tüm reformları kabul ederek, kendisi için prensipsiz ve erişilemez bir imaj yaratmakta. CHP, Hükümet doğru şeyi yapsa bile, sanki tek işinin AK Parti Hükümetinin yaptığı her şeye muhalefet etmek gibi davranmak olduğunu söylemiştir. Bu da seçmenleri kaçırıyor demiştir.' ifadeleri yer almaktadır. Kamuoyuna yansıyan ve Anayasa Mahkemesi Başkanı Sayın Haşim Kılıç tarafından da yalanlanmayan belgeye dayalı bilgilere göre, Sayın Başkanın Cumhuriyet Halk Partisi hakkında Amerika Birleşik Devletlerinin Ankara Büyükelçiliği yetkililerine olumsuz değer yargılarında bulunduğu anlaşılmış, bu konudaki gizli görüşmenin kamuoyuna yansıması ile de Sayın Başkanın Cumhuriyet Halk Partisinin tarafı olduğu bir davada tarafsız karar veremeyeceği izlenimi doğmuştur. Yasama ve yürütme organlarının siyasi söylemlerinden ve bu organlarla uygun olmayan ilişkilerden fiilen uzak olmakla kalmayıp, aynı zamanda öyle görünmesi de gereken bir yüksek yargıcın, hem de yabancı bir ülkenin Büyükelçiliğine iç siyasete ilişkin değerlendirmelerde bulunmasındaki tuhaf ötesi gariplik bir yana, yasaları, yasa gücünde kararnameleri, TBMM İçtüzüğünü, Anayasaya şekil ve esas bakımından; Anayasa değişikliklerini ise şekil bakımından denetlemek ve bireysel başvuruları karara bağlamakla Anayasal olarak görevli Anayasa Mahkemesinin bir üyesinin, TBMM'nin çıkardığı yasaları, yasa gücünde kararnameleri, TBMM İçtüzüğünü ve Anayasa değişikliklerini gerek gördüğü durumlarda Anayasa Mahkemesine taşımakla Anayasal olarak yetkilendirilmiş Anamuhalefet Partisi hakkında şikayetvari olumsuz görüş beyan etmenin de ötesinde, hiç kimseyi yüceltmeyecek sözler söylemesi; yargıcın bireysel bağımsızlığını koruyamadığını, karar vermek zorunda olduğu ihtilafın taraflarından bağımsız kalamadığını, sadece bizatihi karar için değil, aynı zamanda kararın oluşturulduğu süreç açısından da geçerli olan tarafsızlık ilkesiyle bağdaşmayan eylemler içinde bulunduğunu, mahkemede ve mahkeme dışında, yargı ve yargıç tarafsızlığı açısından kamuoyu, hukuk mesleği ve dava taraflarının güvenini sağlayacak ve artıracak davranışlar içerisinde bulunmadığını; önüne gelme ihtimâli olan davalar hakkında, yargılama aşamasının sonuçlarını veya sürecin açıkça adilanelik vasfını makul ölçüler çerçevesinde etkileyecek veya zayıflatacak yorumlarda bulunduğunu, hiçbir yoruma ihtiyaç göstermeyecek açıklıkta ortaya koymaktadır. Somut olayda, ekte yer alan belgeler ve bu belgeler çerçevesinde kamuoyu önünde yapılan aleni tartışma ve değerlendirmeler karşısında, Sayın Başkan Haşim Kılıç'ın derin bir sessizliğe bürünerek, usulen yalanlama yoluna dahi gitmemiş olması, kamuoyunda ABD Ankara Büyükelçiliğine Cumhuriyet Halk Partisini şikayet eder mahiyetteki sözleri söylediği ve olumsuz değerlendirmelerde bulunduğu ve dolayısıyla davanın bir tarafıyla ilgili gerçek bir önyargı veya tarafgirlik içerisinde olduğu şeklinde anlaşılmış ve Sayın Haşim Kılıç'ın Cumhuriyet Halk Partisinin tarafı olduğu işbu davada bir yargıç tarafsızlığı ile karar veremeyeceğine ilişkin ciddi kuşkuların yerleşmesine yol açmıştır. 25 Nisan 2011 tarihinde Anayasa Mahkemesinin 49 ncu Kuruluş Günü Töreninde yapılan açılış konuşmasındaki şu sözler de Sayın Haşim Kılıç'a aittir:Esas Sayısı : 2011/147 Karar Sayısı : 2012/152 4 'Anayasanın 175 inci maddesinde Anayasa değişikliği için öngörülen nitelikli çoğunluk anlayışının içinde, uzlaşmaya dönük örtülü bir yaklaşım olduğu düşünülebilirse de, bu, çoğunluğu elde edenlerin azınlıkta kalan diğer görüşleri ve farklılıkları yok sayma, dışlama ya da dayatma yolunu haklı kılamaz. Ancak, nitelikli çoğunluk dışındaki görüş sahiplerinin de bu gücü bloke etme, etkisizleştirme gibi davranış sergilemelerine de izin verilemez. Doğal hukukla örtüşen evrensel değerler üzerinde geniş katılımlı bir iradeyi oluşturmak zor değildir. Yeter ki demokrasinin müzakere imkânlarından faydalanarak çözüm bulma iradesi samimiyetle ortaya konulabilsin. Toplumun tanıklığında ortaya konulan bu samimi duruşlar, çoğunlukçu, dayatmacı ve 'ben yaptım oldu' noktasındaki düşünce sahiplerinin haksızlığını açıkça ortaya koyacaktır. Siyaset kurumları, geçmişte yaşanan fahiş hatalarla hesaplaşarak, sorunlara çözüm önerilerini cesaretle sunabilmelidirler. Ümit ediyorum ki bu gayret, Anayasa Mahkemesi'ne dava açmak suretiyle sorun çözme kolaycılığını da ortadan kaldıracaktır.' Anayasa Mahkemesinin Sayın Başkanı Haşim Kılıç'a göre, Anayasanın 175 inci maddesinde aranan nitelikli çoğunluk, uzlaşmaya dönük açık bir kural değil, sadece örtülü bir yaklaşım olarak düşünülebilir ve Anayasal olarak yetkilendirilmiş Anamuhalefet partisinin, siyasal iktidarın çoğunlukçu, dayatmacı ve 'ben yaptım oldu' anlayışıyla çıkardığı yasal düzenlemeleri, iptali istemiyle Anayasa Mahkemesine götürmesi, 'Anayasa Mahkemesine dava açmak suretiyle sorun çözme kolaycılığı'dır. CHP'nin Anayasa Mahkemesine dava açmasına ilişkin olarak kamuoyunda kahve sohbeti düzeyinde sürdürülen güncel siyasi tartışmalar esnasında, sadece Anayasa Mahkemesine iptal davası açma yetkisi bulunan Anamuhalefet Partisini aşağılamayı ve toplum nezdinde itibarsızlaştırmayı değil, aynı zamanda Başkanı olduğu Yüksek Mahkemenin demokratik sistem içindeki işlevi ile Anayasal varlık nedenini de sorgulayan bu sözleri, herhangi bir siyaset insanı değil, Anayasa Mahkemesinin Sayın Başkanı söyleyebilmiştir. Dahası bu sözler, günümüz Türkiye'sinin kâbusu olduğu üzere, dostlar arasında yapılan özel bir sohbetin ortam veya telefon dinlemesi suretiyle elde edilmesi ve medyaya servisi yoluyla kamuoyuna yansımamış; yazılı ve görsel tüm medyanın takip ettiği Yüksek Mahkemenin 49 ncu Kuruluş Günü Töreninde 6223 sayılı Yetki Yasasının siyasal iktidarın sayısal çoğunluğuna dayalı olarak kabul edildiği 06.04.2011 tarihinden 20 gün sonra 25.04.2011 tarihinde yapılmıştır. Demokratik siyasal sistemlerde bir siyasi partinin muhatabı, diğer siyasi partilerdir. Bu bağlamda, herhangi bir siyasi parti hakkında siyasi değerlendirme, eleştiri ve suçlamaları yapacak olanların da halkın oylarına talip olan diğer siyasi partiler olacağında kuşku yoktur. Anayasasında demokratik hukuk devleti ile kuvvetler ayrılığı ilkelerini benimsemiş ve yargıç bağımsızlığı ile tarafsızlığına yer vermiş bir ülkede, Anayasa Mahkemesi Başkanının herhangi bir siyasi partiyi bırakınız suçlamayı, eleştirmesi dahi hiçbir şekilde mümkün olamaz. Hele bu suçlamanın, Başkanı olduğu Mahkemenin demokrasilerdeki işlevi ile varlık nedenini de yok sayarak Anayasa Mahkemesine dava açmak gibi Anayasal bir hakkın kullanımı, muhalefet görevinin bir parçası ve temel hak ve özgürlükler ile halkın çıkarlarını korumanın gereği ile ilgili olması, açıklanabilir olmanın uzağındadır. Anayasa Mahkemesinin Sayın Başkanının amacı ve hedefi, 'kör kör parmağım gözüne' kadar açık ve herhangi bir yoruma ihtiyaç duymayacak kadar belirgin bir şekilde Anamuhalefet Partisini, 'Anayasa Mahkemesine dava açmak suretiyle sorun çözme kolaycılığı' ile suçlaması; hukuksal konumu ve statüsü ile mesleki deneyimi göz önüne alındığında, ancak, Anamuhalefet Partisine karşı alt benliğe yerleşmiş katı önyargının, üst benliğin kontrol işlevini parçalayarakEsas Sayısı : 2011/147 Karar Sayısı : 2012/152 5 açığa çıkacak derecede güçlü olmasıyla mümkün olabilir ve bu durum tarafsızlığın yitirildiğinin en belirgin göstergesidir. Öte yandan, Sayın Haşim Kılıç Anayasa Mahkemesi üyeliğine seçildiği 1990 yılından bu yana, Bakanlar Kuruluna KHK çıkarma yetkisi veren 9 adet yetki yasasının iptali başvurularına üye ve başkan sıfatıyla katılmıştır. Bu Yetki Yasaları ve Anayasa Mahkemesi kararları ile Sayın Haşim Kılıç'ın kullandığı oylar şöyledir: 1 06.06.1991 günlü ve 3755 sayılı Yetki Kanununun iptali için Sosyaldemokrat Halkçı Parti'nin açtığı davada, AYM 12.12.1991 günlü ve E.1991/27, K.1991/50 sayılı Kararı ile 3755 sayılı Yetki Yasasını, Anayasanın 91 inci ve 153 üncü maddelerine aykırı bulunarak OYÇOKLUĞU ile iptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ, karşıoy kullanmıştır. 2 24.06.1993 günlü 3911 sayılı Yetki Kanununun iptali için Anavatan Partisinin açtığı davada, AYM 16.09.1993 tarihli ve E.1993/6, K.1993/28 sayılı Kararı ile 3911 sayılı Yetki Yasası, 'verilen yetkinin belirsiz olduğu', 'yetki yasasında bulunması gereken öğeleri içermediği', 'verilen yetkinin önemli, ivedi ve zorunlu olup olmadığının tespitinin olanaksız olduğu', 'yasama yetkisinin devri niteliğinde olduğu' gerekçeleriyle Anayasanın Başlangıcı ile 2 nci ve 91 inci maddelerine aykırı bularak OYBİRLİĞİ ile iptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ iptal gerekçelerinin tamamına katılmıştır. 3 18.05.1994 günlü ve 3990 sayılı Yetki Kanununun iptali için Anavatan Partisinin açtığı davada, AYM 05.07.1994 tarihli ve K.1994/44 2 sayılı Kararı ile 3990 sayılı Yetki Yasası, 'verilen KHK çıkarma yetkisinin ivedi, zorunlu ve önemli durumlara ilişkin olmadığı', 'yasama yetkisinin devri niteliğinde olduğu', 'öngörülen amaç, konu ve kapsamın somut ve belirgin nitelikte olmadığı' gerekçeleriyle Anayasanın 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerine aykırı bularak OYBİRLİĞİ ile İptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ, iptali yönünde oy kullanmakla beraber, KHK çıkarma yetkisinin ivedi, zorunlu ve önemli durumlara ilişkin olması gerektiği görüşüne katılmamıştır. 4 31.05.1995 günlü ve 4109 sayılı Yetki Kanununun iptali için TBMM Üyeleri Hasan KORKMAZCAN, Bülent ECEVİT ve 113 Milletvekilinin açtığı davada, AYM 04.07.1995 günlü ve E.1995/35, K.1995/26 sayılı Kararı ile 4109 sayılı Yetki Yasasını, "erkler ayrılığı", "demokratik hukuk devleti" "yasama yetkisinin devredilemeyeceği" ilkelerine aykırı olduğu, 'nerelerin il, nerelerin ilçe olacağı konusunda belirsizlik yarattığı', 'kapsam ve ilkelerinin belirsiz olduğu' gerekçeleriyle Anayasanın Başlangıcı ile 2 nci, 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerine aykırı bularak OYBİRLİĞİ ile iptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ iptal gerekçelerinin tamamına katılmıştır. 5 08.06.1995 günlü ve 4113 sayılı Yetki Kanununun iptali için Anavatan Partisinin açtığı davada, AYM 19.09.1995 tarihli ve E.1995/39, K.1995/45 sayılı Kararı ile 4113 sayılı Yetki Yasasını, 'yetki yasasında, çıkarılacak KHK'lerin konu, amaç, kapsam ve ilkelerinin belirgin ve somut biçimde gösterilmemesi', 'yasama yetkisinin devrini doğurması' gerekçeleriyle Anayasanın 2 nci, 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerine aykırı bulunarak OYBİRLİĞİ ile iptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ iptal gerekçelerinin tamamına katılmıştır. 6 31.08.1996 günlü ve 4183 sayılı Yetki Kanununun iptali için Sayın Cumhurbaşkanı Süleyman DEMİREL'in açtığı davada, AYM 02.10.1996 günlü ve E.1996/61, K.1996/35 sayılıEsas Sayısı : 2011/147 Karar Sayısı : 2012/152 6 Kararı ile 4183 sayılı Yetki Yasasını, 'amaç, kapsam ve ilkelerin belirsiz olduğu', 'Bakanlar Kurulu'na geniş kapsamlı KHK çıkarma yetkisi verildiği', 'yürütme organına, TBMM'ne ait bulunan yasama yetkisini sınırsız biçimde kullanma olanağı ve yürütmeye yasama karşısında üstünlük tanındığı' gerekçeleriyle, Anayasanın 2 nci, 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerine aykırı bularak OYBİRLİĞİ ile iptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ iptal gerekçelerinin tamamına katılmıştır. 7 29.06.2000 günlü ve 4588 sayılı Yetki Kanununun iptali için Fazilet Partisinin açtığı davada, AYM 05.10.2000 tarihli ve E.2000/45, K.2000/27 sayılı Kararı ile 4588 sayılı Yetki Yasasını, 'sınırlarının geniş ve belirsiz olması', 'yasama yetkisinin yürütme organına devri anlamına gelmesi', 'verilen yetkinin önemli, ivedi ve zorunlu durumları içerip içermediğinin tespitine imkan vermemesi' gerekçeleriyle Anayasanın Başlangıç'ının dördüncü paragrafı ile 2 nci, 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerine aykırı bulunarak OYÇOKLUĞU ile iptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ iptali yönünde oy kullanmış ve iptal gerekçelerinin tamamına katılmıştır. 8 21.12.2000 günlü ve 4615 sayılı Yetki Kanununun iptali için Fazilet Partisinin açtığı davada, AYM 20.03.2001 tarihli ve E.2001/9, K.2001/56 sayılı Kararı ile 4615 sayılı Yasanın 1 inci ve 2 nci maddelerinde yer alan 'idari' ibaresini, "idarî hak kavramının, memurların ve diğer kamu görevlilerinin malî ve sosyal hakları dışında kalan tüm haklarını ifade etmesi nedeniyle belirsizlik içermesi', 'idari haklara ilişkin düzenlemelerin Anayasanın 91 inci maddesindeki yasak alan içinde olması' 'Malî ve sosyal haklar dışındaki idarî hak kavramı içinde nitelenebilecek konuların önemli, zorunlu ve ivedi durumlar kapsamında düşünülemeyeceği' gerekçeleriyle Anayasanın Başlangıcı ile 2 nci, 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerine aykırı bularak oyçokluğu ile iptal etmiş; Sayın Haşim Kılıç iptali yönünde oy kullanmış ve iptal gerekçelerinin tamamına katılmıştır. 9 06.04.2011 tarihli ve 6223 sayılı Yetki Kanununun iptali için Cumhuriyet Halk Partisinin açtığı davada, AYM'nin 27.10.2011 tarihli ve E.2011/60, K.2011/147 sayılı Kararı ile 14 üyenin oyunun 7'ye 7 çıkması nedeniyle iptal isteminin reddi yönünde oy kullanan Mahkeme Başkanı Sayın Haşim KILIÇ'ın kullandığı oyun üstün sayılmasından dolayı iptal istemi reddedilmiştir. Her dosyanın kendi içinde değerlendirilmesi gerekeceği kural olmakla birlikte, Sayın Haşim Kılıç'ın Yetki Yasaları konusunda 1993 yılından bu yana istikrar kazanmış görüşünden ve bu görüşlerindeki, 'sınırlarının geniş ve belirsiz olması', 'yürütme organına, TBMM'ne ait bulunan yasama yetkisini sınırsız biçimde kullanma olanağı ve yürütmeye yasama karşısında üstünlük tanınması' 'verilen yetkinin önemli, ivedi ve zorunlu durumları içerip içermediğinin tespitine imkan vermemesi' gerekçelerinden dönerek iptal isteminin reddi yönünde oy kullanması, kamuoyunda AKP'yi Anayasa Mahkemesi Başkanının kurtarması şeklinde değerlendirilmiş ve bu değerlendirme Sayın Haşim Kılıç'ın Cumhuriyet Halk Partisinin tarafı olduğu davalarda yargıç tarafsızlığı ile karar veremeyeceğine ilişkin yerleşen ciddi kuşkuları pekiştirmiştir. Yukarıda açıklanan nedenlerle, 30.03.2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 59 uncu maddesinin (1) numaralı fıkrasının (d) bendinde yer alan, Başkan ve üyelerin istişari görüş ve düşüncesini ifade etmiş olduğu dava ve işlere bakamayacaklarına ilişkin kural ile 60 ıncı maddesinin (1) numaralı fıkrasındaki, 'Başkan ve üyeler tarafsız hareket edemeyecekleri kanısını haklı kılan hâllerin olduğu iddiası ile reddolunabilirler.'hükmüne dayanarak Anayasa Mahkemesi Başkanı Sayın Haşim Kılıç hakkında reddi hakim talebinde bulunuyoruz.Esas Sayısı : 2011/147 Karar Sayısı : 2012/152 7 ' III. GEREKÇELER 1) 657 Sayılı 'Orman ve Su İşleri Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Hükmünde Kararname'nin Tümünün ve Ayrı Ayrı Tüm Maddeleri ile Eki (1) Sayılı Liste (2) Sayılı Liste ve (3) Sayılı Listenin Anayasaya Aykırılığı Anayasanın Başlangıcının dördüncü fıkrasında, 'Kuvvetler ayırımının, Devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, belli Devlet yetkilerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medeni bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda bulunduğu;' belirtildikten sonra 2 nci maddesinde Cumhuriyetin nitelikleri arasında 'hukuk devleti' ilkesine yer verilmiş; 6 ncı maddesinde, hiç kimse ve hiçbir organın kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamayacağı; 7 nci maddesinde, Yasama yetkisinin Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet meclisine ait olduğu ve bu yetkinin devredilemeyeceği; 8 inci maddesinde, yürütme yetkisi ve görevinin Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından Anayasa ve yasalara uygun olarak yerine getirileceği kuralları getirilmiş; 87 nci maddesinde, Bakanlar Kuruluna 'belli konularda' KHK çıkarma yetkisi verilmesi TBMM'nin görevleri arasında sayılmış; 91 inci maddesinin ikinci fıkrasında ise, yetki kanununun, çıkarılacak kanun hükmünde kararnamenin, amacını, kapsamını, ilkelerini, kullanma süresini ve süresi içinde birden fazla kararname çıkarılıp çıkarılmayacağını göstereceği hükme bağlanmıştır. Anayasa Mahkemesinin 05.10.2000 tarih ve E.2000/45, K.2000/27 sayılı Kararında da vurgulandığı üzere, Anayasanın 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerinin birlikte değerlendirilmesi sonucunda, yasama yetkisinin genel ve asli bir yetki olması, TBMM'ye ait bulunması ve devredilememesi karşısında KHK çıkarma yetkisinin kendine özgü ve ayrık bir yetki olduğu anlaşılabilmektedir. Dolayısıyla yetki yasalarının, yasama yetkisinin devri anlamına gelecek ya da bu izlenimi doğuracak biçimde yaygınlaştırılıp genelleştirilmemesi gerekir. KHK'ler ancak ivedilik gerektiren belli konularda, kısa süreli yetki yasaları temel alınarak etkin önlemler ve zorunlu düzenlemeler için yürürlüğe konulmak durumundadır. Anayasanın 91 inci maddesinin Danışma Meclisi'nde görüşülmesi sırasında KHK çıkarabilmesi için hükümete yetki verilmesinin nedeni, '... çok acele hallerde hükümetin elinde uygulanacak bir seri kural olmadığı için, acele olarak çıkarılıp ve hemen olayın üstüne gidilmesi gereken hallerde çıkarılması için bu düzenleme getirilmiştir ...' biçiminde açıklanırken; Anayasa Komisyonu Başkanınca da, 'Kanun hükmünde kararname, yasama meclisinin acil bir durumda, kanun yapmak için geçecek sürede çıkaracağı kanun ihtiyacı, halledilmesi gereken meseleyi çözemeyeceğine; o zaman çok geç kalınacağı endişesinden kaynaklanan bir müessesedir ve bu müessese bunun için kurulmuştur.' denilerek aynı doğrultuda görüş bildirilmiştir. Yetki yasasında Bakanlar Kuruluna verilen yetkinin 'amaç', 'kapsam' ve 'ilkeleri'nin belirlenmesinden amaç, bu yetki ile Bakanlar Kurulunun neleri gerçekleştirebileceğinin açıklığa kavuşturulmasıdır. KHK'nin, amacı, kapsamı ve ilkeleri de konusu gibi geniş içerikli, her yöne çekilebilecek, yuvarlak ve genel anlatımlarla gösterilmemeli, değişik biçimlerde yorumlamaya elverişli olmamalıdır. Verilen yetkinin konu, amaç, kapsam ve ilkeler yönünden belirgin duruma getirilmesi, başka bir anlatımla somutlaştırılması, yürürlüğe konulacak KHK'lerin yetki yasası kapsamı içinde kalıp kalmadıklarının, 91 inci maddede belirlenen yasakEsas Sayısı : 2011/147 Karar Sayısı : 2012/152 8 alana girip girmediklerinin, önemli, ivedi ve zorunlu bir durum için düzenlenip düzenlenmediklerinin saptanabilmesi yönünden gereklidir. Anayasa Mahkemesinin 1990'lardan bu yana verdiği kararlarda, TBMM'nin Bakanlar Kuruluna KHK çıkarma yetkisi vermesi için, 'ivedilik, 'zorunluluk' ve 'önemlilik' gibi üç koşulun birlikte bulunması gerekeceğine yönelik içtihat oluşturduğu gözlenmektedir (06.02.1990 günlü ve E.1988/62, K.1990/3). Yüksek Mahkeme, 16.10.1993 günlü ve E.1993/26, K.1993/28 sayılı kararında ise, 'KHK'lar, ancak ivedilik isteyen belli konularda, kısa süreli yetki yasaları temel alınarak etkin önlemler ve zorunlu düzenlemeler için yürürlüğe konur.' demiştir. İvedilik koşulu ile etkin önlemler ve zorunlu düzenlemeleri taşımayan hususlarda KHK çıkarma yetkisi verilmesinin yasama yetkisinin devri anlamına geleceği açıktır. Nitekim; 1990 yılından bu yana, Bakanlar Kuruluna KHK çıkarma yetkisi veren 8 adet yetki yasasının iptali için Anayasa Mahkemesine yapılan başvurulardan, sonuncusu olan 6223 sayılı Yetki Yasası hariç, 06.06.1991 günlü ve 3755 sayılı, 24.06.1993 günlü ve 3911 sayılı, 18.05.1994 günlü ve 3990 sayılı, 31.05.1995 günlü ve 4109 sayılı, 08.06.1995 günlü ve 4113 sayılı 31.08.1996 günlü ve 4183 sayılı, 29.06.2000 günlü ve 4588 sayılı Yetki Yasaları; Anayasa Mahkemesinin sırasıyla 12.12.1991 günlü ve E.1991/27, K.1991/50 sayılı; 16.09.1993 tarihli ve E.1993/6, K.1993/28 sayılı; 05.07.1994 tarihli ve K.1994/44 2 sayılı; 04.07.1995 günlü ve E.1995/35, K.1995/26 sayılı; 19.09.1995 tarihli ve E.1995/39, K.1995/45 sayılı; 02.10.1996 günlü ve E.1996/61, K.1996/35 sayılı; 05.10.2000 tarihli ve E.2000/45, K.2000/27 sayılı kararları ile iptal edilmiştir. Yüksek Mahkemenin anılan 05.10.2000 tarih ve E.2000/45, K.2000/27 sayılı Kararında; 'Anayasanın 87 nci maddesine göre, ancak, belli konularda KHK çıkarma yetkisi verilmesi gerekirken dava konusu Yasa'yla her konuyu kapsayacak biçimde genel bir yetki verilmiştir. Bakanlar Kurulu, ayrık tutulan iki kurum dışında tüm kamu kurum ve kuruluşlarını yeniden örgütleyebilecek, bunların görev ve yetkilerini yeniden düzenleyebilecek, memurlar ve diğer kamu görevlilerinin ücret, aylık, disiplin ve cezaları ile emeklileri hakkında kanun ve KHK'lerde değişiklik yapabilecek, Devletin gelirleri ve harcamalarına ilişkin tüm mevzuatı 'kamu malî yönetimi' kavramı içinde değerlendirerek yeni kurallar getirebilecektir. Sınırları geniş ve belirsiz konularda düzenleme yapmak üzere Bakanlar Kurulu'na KHK çıkarma yetkisi verilmesi, Anayasanın 87 nci maddesinde belirtilen 'belli konu'larda verilen yetki olarak değerlendirilemez. Öte yandan, yasa, Anayasanın 91 inci maddesinde belirtilen öğeleri de içermemektedir. Yasa'nın 1 inci maddesinde çıkarılacak KHK'lerin 'kapsam' ve konusu içiçe girmiş, kapsamının çok geniş ve sınırsız olması nedeniyle de verilen yetkinin 91 inci maddede öngörülen yasak alana girip girmediğinin denetimi olanaksız hale gelmiştir. Konu ve kapsamdaki bu sınırsızlık ve belirsizlik, TBMM'ne ait olan yasama yetkisinin yürütme organına devri anlamına gelir. Amaç, konu, ilke ve kapsamla ilgili sınırların belirli olması gerekirken bunlara uyulmadan KHK çıkarma yetkisi verilmesi Anayasanın 7 nci maddesine aykırılık oluşturur. Yasa'nın 2 nci maddesinde, Bakanlar Kuruluna verilen yetkinin ivedi ve zorunlu hallerde kullanılması gerektiği belirtilmiştir. Yetkinin 'önemli, ivedi ve zorunlu' durumlarla sınırlandırılması, dava konusu Yetki Yasası'nda olduğu gibi bunun takdirinin Bakanlar Kuruluna bırakılmasıyla değil, amacın, kapsamın ve konunun içeriği yönünden ivedi ve zorunlu olduğunun yasakoyucu tarafından saptanmasıyla olanaklıdır. Niteliği itibariyle uzun süreli ve çok yönlü çalışmayı gerektiren düzenlemeler ivedi ve zorunlu olarak nitelendirilemez. DavaEsas Sayısı : 2011/147 Karar Sayısı : 2012/152 9 konusu Yasa'nın amaç ve kapsamındaki genişlik ve sınırsızlık, verilen yetkinin önemli, ivedi ve zorunlu durumları içerip içermediğinin tespitine imkan vermemektedir. Açıklanan nedenlerle Yetki Yasası'nın 1 inci maddesiyle 2 nci maddesinin birinci fıkrası Anayasanın Başlangıç'ının dördüncü paragrafı ile 2 nci, 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerine aykırıdır. İptali gerekir.' denilmiştir. 6223 sayılı Yetki Yasasının 'Amaç ve kapsam' başlıklı 1 inci maddesinin (1) numaralı fıkrasının, (a) bendinde, 'Kamu hizmetlerinin bakanlıklar arasındaki dağılımının yeniden belirlenerek;' denildikten sonra; (1) numaralı alt bendinde, mevcut bakanlıkların birleştirilmesine veya kaldırılmasına, yeni bakanlıklar kurulmasına, anılan bakanlıkların bağlı, ilgili ve ilişkili kuruluşlarıyla hiyerarşik ilişkilerine; (2) numaralı alt bendinde, mevcut bağlı, ilgili ve ilişkili kuruluşların bağlılık ve ilgilerinin yeniden belirlenmesine veya bunların mevcut, birleştirilen veya yeni kurulan bakanlıklar bünyesinde hizmet birimi olarak yeniden düzenlenmesine; (3) numaralı alt bendinde, mevcut bakanlıklar ile birleştirilen veya yeni kurulan bakanlıkların görev, yetki, teşkilat ve kadrolarının düzenlenmesine, taşrada ve yurt dışında teşkilatlanma esaslarına; (b) bendinde ise, kamu kurum ve kuruluşlarında istihdam edilen memurlar, işçiler, sözleşmeli personel ile diğer kamu görevlilerinin çalışmalarında etkinliği artırmak üzere, bunların atanma, nakil, görevlendirilme, seçilme, terfi, yükselme, görevden alınma ve emekliye sevk edilme usul ve esaslarına; 'ilişkin konularda düzenlemelerde bulunmak üzere Bakanlar Kuruluna kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi vermektir.' gibi belirsiz ve sınırsız ifadelere yer verilerek Yetki Yasasının amacı ortaya konmak istenmiştir. Aynı maddenin (2) numaralı fıkrasında ise, Yetki Yasasının kapsamına ilişkin olarak, 'Bu Kanuna göre çıkarılacak kanun hükmünde kararnameler;' denilip, (a) bendinde, 'Kamu hizmetlerinin bakanlıklar arasındaki dağılımının yeniden belirlenmesine ilişkin olarak;' ifadesinden sonra, 19 alt bent halinde 19 yasa ve KHK sayılmış ve (20) numaralı alt bendinde, 'Diğer kanun ve kanun hükmünde kararnamelerin görev, yetki, merkez, taşra ve yurt dışında teşkilatlanma esasları, kadrolar, bağlı, ilgili ve ilişkili kuruluşların bağlılık ve ilgilerine ilişkin hükümlerinde, (') yapılacak değişiklik ve yeni düzenlemeleri kapsar.' denilerek adeta teşkilatlanmaya ilişkin tüm yasa ve yasa gücünde kararnameler kapsama alınmak istenmiş; (b) bendinde ise, 'Kamu kurum ve kuruluşlarında istihdam edilen memurlar, işçiler, sözleşmeli personel ile diğer kamu görevlilerinin atanma, nakil, görevlendirilme, seçilme, terfi, yükselme, görevden alınma ve emekliye sevk edilme usul ve esaslarına ilişkin olarak;' denildikten sonra 6 alt bent halinde 5 yasa ve 1 KHK sayılmış ve (7) numaralı alt bendinde ise, 'Diğer kanun ve kanun hükmünde kararnamelerin memurlar, işçiler, sözleşmeli personel ile diğer kamu görevlilerinin atanma, nakil, görevlendirme, seçilme, terfi, yükselme, görevden alınma ve emekliye sevk edilme usul ve esaslarına ilişkin hükümlerinde' ifadesiyle de neredeyse tüm kamu personeli hakkında Bakanlar Kuruluna her türlü düzenlemede bulunma yetkisi verilmesi hedeflenmiştir.Esas Sayısı : 2011/147 Karar Sayısı : 2012/152 10 Oysa yetki yasalarının, Anayasanın belirlediği ögeleri belli bir içeriğe kavuşturarak somutlaştırması ve verilen yetkiyi hiçbir tartışmaya yol açmayacak açıklıkta belirleyerek Bakanlar Kurulu'na çerçeveyi çizmesi ve niteliği itibariyle uzun süreli ve çok yönlü çalışmayı gerektiren düzenlemeleri kapsamaması gerekmektedir. Çünkü, Yetki Yasası'nda Bakanlar Kurulu'na verilen yetkinin 'amaç', 'kapsam' ve 'ilkeleri'nin belirlenmesinden amaç, bu yetki ile Bakanlar Kurulu'nun neleri gerçekleştirebileceğinin açıklığa kavuşturulmasıdır. Ancak, 6223 sayılı Yetki Yasasının, amacı, kapsamı ve ilkeleri de konusu gibi geniş içerikli, her yöne çekilebilecek, yuvarlak ve genel anlatımlarla geçiştirilerek, her okuyanın değişik şekillerde yorumlamasına açık hale getirilmiştir. Verilen yetkinin konu, amaç, kapsam ve ilkeler yönünden belirgin duruma getirilmesi, başka bir anlatımla somutlaştırılması, yürürlüğe konulacak KHK'lerin yetki yasası kapsamı içinde kalıp kalmadıklarının, 91 inci maddede belirlenen yasak alana girip girmediklerinin, önemli, ivedi ve zorunlu bir durum için düzenlenip düzenlenmediklerinin saptanabilmesi yönünden gereklidir. Herhangi bir yetki yasasının Anayasaya aykırı olmaması için Anayasadaki öge ve ölçütlere, Anayasa Mahkemesi kararları ile getirilen yorumlara uygun olması gerekir. Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığı ilkesi kararlarda açıklanan gerekçelerin göz önünde bulundurulmasını zorunlu kılar. Tüm bunlara ve kanun hükmünde kararnamenin, 12 Mart 1971 Askeri Müdahalesinden sonra 20.09.1971 tarihli ve 1488 sayılı Kanunun 1 inci maddesiyle Anayasanın 64 üncü maddesine girdiğinden bu güne kadarki Anayasa Mahkemesinin yerleşik içtihadına rağmen; 06.04.2011 tarihli ve 6223 sayılı 'Kamu Hizmetlerinin Düzenli, Etkin ve Verimli Bir Şekilde Yürütülmesini Sağlamak Üzere Kamu Kurum ve Kuruluşlarının Teşkilat, Görev ve Yetkileri ile Kamu Görevlilerine İlişkin Konularda Yetki Kanunu'nun iptali için Cumhuriyet Halk Partisinin açtığı iptal davası sonucunda 6223 sayılı Yetki Yasası, AYM'nin 27.10.2011 günlü ve E.2011/60, K.2011/147 sayılı Kararı ile 14 üyenin oyunun 7'ye 7 çıkması nedeniyle, bu güne kadar istikrar kazanmış görüşünün aksine iptal isteminin reddi yönünde oy kullanan ve bu Dava Dilekçesinin 'Hakimin Reddi Talebi' bölümünde belirtilen nedenlerle reddi hakim talebinde bulunulan Mahkeme Başkanı
4,159
Esas Sayısı : 2004/17 Karar Sayısı : 2007/59 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: İTİRAZIN KONUSU: 2489 sayılı Kefalet Kanununun 6. maddesinde Kefaletli memur ve müstahdemlerden teftiş ve tahkik neticesinin de zimmet veya ihtilasları anlaşılanlar derhal usulüne göre hizmetlerinden çıkarılır ve haklarında ayrıca kanuni takibat yapılır. Bunlara açıkta kaldıkları müddetçe herhangi bir nam ile maaş veya ücret verilmez. Ancak suçları muhakeme ile sabit olduğu takdirde zimmete geçirilen para ve menkul kıymetleri ve ayniyatı verseler bile ihtilas şeklinde zimmet yapanlar bir daha Devlet işlerinde kullanılmazlar. Yetim ve dulların hakları mahfuz kalmak şartiyle tekaüt hakkından da mahrum kalırlar. Adiyen zimmettar olanlar hakkında Ceza Kanununun hükümleri tatbik edilmekle beraber bunlar da para ve ayniyatın alınıp verilmesi ve elinde tutulması gibi işlerde kullanılmazlar. Zimmet veya ihtilas edilen para ve menkul kıymetlerle ayniyattan doğan kefalet sandıklarının alacakları, devlet alacakları gibi rüçhanlıdır. Kefalet Sandığının hak ve alacakları Maliye vekaletince takip olunur hükmüne yer verilmektedir. Anılan maddenin Anayasanın 2., 10., 38. ve 70. maddelerine aykırılık teşkil ettiği gerekçesiyle 2489 sayılı Yasanın 6. maddesinin iptali talebidir. ANAYASA MAHKEMESİNE MÜRACAAT ŞEKLİ VE NEDENİ: Anayasanın 152/1. maddesinde Bir davaya bakmakta olan mahkeme, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır hükmü düzenlenmektedir. Bakılan davada, davacının, zimmet suçu işlediği iddiasıyla yapılan soruşturma sonunda; 2489 sayılı Yasanın 6. maddesi uyarınca hizmetten çıkarıldığı, aynı isnatla adli yargıda açılan davanın derdest olduğu, işlem sebebiyle davacının görevle ilişiğinin kesilmesi sebebiyle dava açıldığı anlaşılmaktadır. Bu durumda 2489 sayılı Yasanın 6. maddesi, açılan idari davanın çözümünde, uygulanması gereken mevzuat hükmü konumundadır. İLGİLİ ANAYASA MADDELERİ: 1 ANAYASANIN 2. MADDESİ: Anayasanın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk Milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir hükmüne yer verilmiştir. Hukuk Devletinin unsurları Doktrinde ayrıntılı olarak sayılmış bunlardan bazıları a) Kuvvetler ayrılığı, b) Normlar hiyerarşisi ve c)Kanunilik ilkeleridir. Kuvvetler Ayrılığı ilkesi Yasama, yürütme ve yargı erklerinin ayrılığını ve eşitliğini ifade eder. Normlar Hiyerarşisi ise; kısaca Yönetmeliklerin Tüzüklere, Tüzüklerin Yasalara, Yasaların ise Anayasaya aykırı olamayacağı anlamına gelmektedir. Kanunilik ilkesi ise;Esas Sayısı : 2004/17 Karar Sayısı : 2007/59 2 Devletin, önceden anlaşılır, uygulanabilir kurallar koyması ve herkes gibi bu kurallara Devlet Organlarının da bağlı olmasını ifade eder. 2 ANAYASANIN 10. MADDESİ: Anayasanın bu maddesinde Yasama, yürütme ve yargı yetkisi düzenlenerek kuvvetler ayrılığı ilkesi ortaya konulmuştur. Bu durumda idari işlemle yargılama konusu olan bir suç hakkında suçun subutu ve kesinleştiği yolunda hüküm kurulamıyacağı gibi buna cevaz veren yasal düzenleme de yapılamaz. 3 ANAYASANIN 38. MADDESİ: Anayasanın bu maddesinde suç ve cezalara ilişkin esaslar düzenlenmiş olup, 4. fıkrasında suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar kimse suçlu sayılamaz hükmüne yer verilmiştir. Buna göre, idari işlemin sebep unsuru eğer ceza hukuku ve disiplin hukuku yönünden de suç oluşturmakta ise kişinin suçluluğunun yargı kararı ile sabit olması gerekmektedir. Yargı kararıyla henüz sabit hale gelmeyen bir fiil kesinleşmiş suç kabul edilerek kesin işlem tesis edilmemelidir. 4 ANAYASANIN 70. MADDESİ: Anayasanın 70. maddesinde Her Türk, kamu hizmetlerine girme hakkına sahiptir. Hizmete alınmada, görevin gerektirdiği niteliklerden başka hiçbir ayırım gözetilemez hükmüne yer verilmiştir. Buna göre kamu hizmetine girmede (ve göreve devam koşullarında) görevin gerektirdiği niteliklerden başka nitelik aranamaz, bu doğrultuda düzenleme de (yasa tüzük yönetmelik) yapılamaz. Bu sebeple, kamu görevine devam koşullarının, farklı kurumlarda farklı düzenlenmesi gerekir. ANAYASA MADDELERİ ÇERÇEVESİNDE DAVA KONUSU OLAYIN DEĞERLENDİRİLMESİ: Bakılan davada davacının Emirgazi PTT müdürlüğünde görev yaptığı, abonelerin şikayeti üzerine telefon faturalarının bedellerinin alınıp hesaba aktarılmadığı gerekçesiyle soruşturma açıldığı. 17.07.2002 tarihinden itibaren görevinden uzaklaştırıldığı, isnatla ilgili olarak Cumhuriyet Savcılığına suç duyurusunda bulunulduğu ve Ereğli Ağır Ceza Mahkemesinin 2002/73 sayılı dosyasında zimmet suçundan dava açılıp davanın derdest olduğu idari yönden de 29.08.2002 gün ve 143 sayılı Yüksek Disiplin Kurulu kararı ile 2439 sayılı Yasanın 6. maddesi uyarınca hizmetten çıkarılmasına karar verildiği, Disiplin Yönünden ise; göreve devamına engel bir mahkumiyet almaması ve yeniden göreve başlaması halinde durumun incelenmesine karar verildiği anlaşılmaktadır. Gerek Yasa maddesinin gerekse Yüksek Disiplin Kurulu kararının değerlendirmesinden 6. maddede öngörülen kararın, (hizmetten çıkarma kararının) ilişiğin kesilip, kamu görevine son verilmesi niteliğinde bir disiplin cezası olmayıp, görevle geçici olarak ilişiğin kesilip, yargı kararı sonuna kadar görevin askıya alındığı idari nitelikli bir tedbir kararı olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü, Yasada ... açıkta kaldıkları müddetçe... ibaresi ve ... adiyen zimmettar alanların bir daha para ve ayniyat işlerinde kullanılamayacağı ibarelerine yer verilmiş olup, burada düzenlenen müeyyidenin ceza yargısı sonuna kadar tedbir nitelikli idari bir tasarruf olduğu sonucuna varılmaktadır. Yine Yüksek Disiplin Kurulu kararında; dava konusu işlem idari yönden tesis edilmiş olup disiplin yönünden yargılama sonunda göreve dönerse gereğinin yapılacağı belirtilmiştir. Buradan da dava konusu işlemin yasal dayanağı olan 6. maddesince; kamu göreviyle kesinEsas Sayısı : 2004/17 Karar Sayısı : 2007/59 3 irtibatı kesen göreve son işlemi olmayıp, görevden uzaklaştırma nitelikli bir tedbir kararı olduğu sonucu doğmaktadır. Nitekim, Danıştay 5. Dairesi de 14.04.2003 gün ve 2003/1382 sayılı Kararında 6. maddenin, göreve son vermeyi değil görevden uzaklaştırmayı öngören tedbir nitelikli karar olduğu sonucuna varılmıştır. Bu bağlamda, tedbir nitelikli geçici görevden uzaklaştırmayı düzenleyen 2489 sayılı Kefalet Kanununun 6. maddesinin, Anayasaya uygunluk sorunu değerlendirilecek olursa; 1 Yasa maddesi, soruşturma sırasında zimmet veya ihtilasları anlaşılanların derhal hizmetten çıkarılacağını düzenlemektedir. Zimmet ve ihtilas ceza kanununa göre teknik bir suç olup, bu suçun subuta ermesinin yargı kararı ile olanaklı olacağı kuşkusuzdur. Dolayısıyla, anılan suçun disiplin soruşturmasıyla subuta erdiğini kabul etmek, Anayasanın 2 ve 70. maddeleriyle bağdaşmamaktadır. 2 Yasada ... açıkta kaldıkları müddetçe herhangi bir zam ile maaş veya ücret verilmez hükmü yer almaktadır. Anılan müessesenin, tedbir nitelikli geçici görevden uzaklaştırma olduğu kabul edilirse bu hükmün kabul edilebilirliği bulunmamaktadır. Çünkü tüm kamu görevlileri için genel personel mevzuatı niteliğinde olan 657 sayılı Yasada geçici görevden uzaklaştırma hali 137 ve devamı maddelerinde düzenlenmiş olup bu yasada, personel için hem mali hem idari bir çok güvence düzenlenmiştir. Örneğin 141. maddede, görevden uzaklaştırılanların aylıklarının üçte ikisinin ödeneceği, göreve iadesi halinde kalan kısmın iade edileceği, 142. maddede görevden çıkarma sonucu çıkmayan memurun derhal göreve başlatılacağı 143. maddede tedbir gereğinin ortadan kalktığı hallerde göreve başlatmanın zorunlu olduğu 145. maddede, disiplin soruşturması halinde tedbirin en fazla 3 ay süreceği, ceza kavuşturmasında ise amirin her iki ayda bir durumu gözen geçireceği kuralına yer verilmiştir. Oysa 2489 sayılı Yasanın 6. maddesinde suç yargı kararıyla subuta ermeden görevli suçlu sayılmakta, açıkta iken hiç bir parasal güvence getirilmemekte, tedbirin kaldırılma halleri öngörülmemekte, amire, istismarı önleyici görevler verilmemekte, iade için hiç bir süre öngörülmemekte hatta, iade hali hiç düzenlenmeyip idarenin takdirine keyfine bırakılmaktadır. Bu haliyle de yasa hükmü Genel personel yasası hükümleriyle aşırı bir farklılık göstermekte olup, Devletin 657'ye tabi personeli bir çok yasal güvenceye sahip iken 2489 sayılı Yasaya tabi personeli her türlü temel haktan mahrum bırakılmaktadır. Bu sebeple anılan yasanın 6. maddelerde Anayasanın 2., 10., 38. ve 70. maddelerine uyarlık bulunmamaktadır. SONUÇ: Davacının hizmetten çıkarılmasına ilişkin tedbir kararının dayanağı olan 2489 sayılı Yasanın 6. maddesi, genel personel mevzuatı olan 657 sayılı Yasada düzenlenen aynı nitelikli müessese ile aşırı farklılık arzedip personel temel güvencelerden mahrum bırakıldığından Anayasanın 2., 10., 38. ve 70. maddelerine aykırı olduğu düşüncesiyle ve iptali talebiyle Anayasa Mahkemesine gidilmesine, dava dosyasının tüm belgeleriyle onaylı suretinin dosya oluşturularak karar aslı ile birlikte Anayasa Mahkemesine sunulmasına, iş bu karar ile dosya suretinin Yüksek Mahkemeye ulaşmasından itibaren beş ay süre ile karar verilinceye kadar davanın bekletilmesine, 5 ay içinde netice gelmezse davanın mevcut mevzuat hükümlerine göre çözümlenmesine, 31.12.2003 gününde oybirliğiyle karar verildi."
1,215
Esas Sayısı: 1991/25 Karar Sayısı: 1991/18 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ İtiraz yoluna başvuran Mahkeme'nin bu konudaki görüşünü açıklayan kararı şöyledir : "213 sayılı Yasanın 358. maddesinin ikinci fıkrasında Maliye ve Gümrük Bakanlığı'nın özel işaretli görevlisinin ikazına rağmen araçlarını durdurmayanların........... aynı maddenin son fıkrasında kaçakçılığa teşebbüs etmiş sayılacakları belirtilmiş 360. maddesinde kaçakçılığa teşebbüs suçunun cezası 1 aydan 1 yıla kadar hapis cezası ve bu kadar müddet ticaret, sanat ve meslek icrasından mahrumiyet olarak belirlenmiş, ayrıca masraf hükümlüden sonradan tahsil edilmek üzere keyfiyetin gazete çıkan yerlerde gazete ile, çıkmayan yerlerde mutad vasıtalarla ilan edilmesine hükmolunur denilmiştir, 3505 sayılı Yasanın 9. maddesinde kaçakçılığa teşebbüs nedeni ile hükmolunan hapis cezasının paraya çevrilmesine, hükmolunması halinde para cezasının tutarının hesabında; hapis cezasının her bir günü için sanayi sektörü için belirlenen yürürlükteki asgari ücretin 1 aylık tutarının yarısının esas alınacağı öngörülmüştür. Dosyamızda sanık 16 yaşını bitirmiş olup Kaman Mal Müdürlüğünün 13.3.1991 tarihli yazısı ile sanayi iş kolunda 16 yaşından büyükler için aylık asgari ücret 225.000. lira olarak tesbit edildiği anlaşılmıştır. Sanığa verilecek hürriyeti bağlayıcı ceza asgari 1 ay hapis cezasıdır, bu suçun toplumda yarattığı infial 1 aylık asgari hürriyeti bağlayıcı ceza ile belirlenmiştir, bu cezanın paraya çevrilmesi durumunda günlük 112.500. lira esas alınarak toplam 3.375.000. lira ağır para cezası ile mahkum edilecektir, bu ceza taksite bağlansın bağlanmasın hükmün esası sırasında hükümlü para cezasını veya taksiklerden birini ödemez ise 14.12.1988 tarih 3506 sayılı yasa ile değiştirilen 647 sayılı Yasanın 5. maddesinin 6. fıkrası gereğince günlük 10.000. lira hesabı ile paraya çevrilebilecektir ki bu durumda hükümlünün hapis cezasının tutarı 337 gün olacaktır, Kanun koyucunun kaçakçılığa teşebbüs suçlarından kamunun göreceği zararı asgari 1 ay ile sınırlandırılmasına rağmen sanık lehine suçlunun kişiliği, göz önüne alınarak hürriyeti bağlayıcı cezanın paraya çevrilmesi halinde ve bu cezayıda ödeyememesi durumunda 1 aylık hürriyeti bağlayıcı cezanın 337 gün hürriyeti bağlayıcı cezaya çevrilmesi söz konusu olacaktır, üstelik asgari ücret suç tarihine göre değişiklik arz etmektedir, dolayısı ile suç tarihindeki yürürlükteki asgari ücret arttıkça cezanında paraya çevrilmesi durumunda hükümlünün para cezasını ödememesi halinde çevrilecek hapis cezası giderek artacaktır, 14.12.1988 tarihli 3506 sayılı yasa yürürlüğe girmeden önce 647 sayılı Yasanın 4. maddesinin 7. fıkrası şu şekildeydi "kısa süreli hürriyeti bağlayıcı cezadan çevrilen para cezasını, hükümde taksit ön görülmüş ise taksit süreleri, aksi halde 5. maddenin 8. fıkrasında yazılı süreler içerisinde, ödemeyenlerin iş bu cezaları mahkemece hükümde bir günlük hürriyeti bağlayıcı ceza ne miktar para cezasına karşılık tutulmuş ise aynı miktar üzerinden hürriyeti bağlayıcı cezaya çevrilir" hükmü vardı, bu hüküm aynı kanun değişikliğinden önceki 647 sayılı Yasanın 5. maddesinde gösterilen hüküm ile uygunluk arz etmekte idi. Ancak 3506 sayılı Yasanın 10. maddesi ile 647 sayılı Yasanın 4. maddesinin 7. fıkrası yürürlükten kaldırılmıştır, çünkü aynı kanunla 647 sayılı Yasanın 5. maddesi para cezasının ödenmemesi durumunda günlük 10.000. lira hesabı ile hapse çevrilmesi hükmünü getirmiştir, bu durum dosyamızda sanık aleyhine olmuştur. Bu durumun Anayasamızın 10. maddesinde belirlendiği gibi herkes dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebepler ile ayrımEsas Sayısı: 1991/25 Karar Sayısı: 1991/18 2 gözetilmeksizin kanun önünde eşittir, Devlet organları ve idari makamlar bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar, 11. maddesindeki kanunların Anayasa'ya aykırı olamayacağı, 13. maddedeki temel hak ve hürriyetlerin sınırlandırılmasına ilişkin hükümlerine aykırı olduğu kanaatına varılmakla; İnceleme yapılarak 213 sayılı Vergi Usul Kanununun 360. maddesine 3505 sayılı Yasa'nın 9. maddesiyle eklenen ikinci fıkrasının Anayasamızın 10, 11 ve 13. maddelerine aykırı olduğundan iptali" istenilmektedir."
555
Esas Sayısı:1969/30 Karar Sayısı:1969/65 1 "... II. MAHKEMENİN İTİRAZA İLİŞKİN GEREKÇESİ ÖZETİ : Genellikle kanunlar Resmî Gazete'de yayımlanmak yoliyle yürürlüğe girmektedir. Nitekim Anayasa'nın 93. maddesinde kanunların Cumhurbaşkanınca yayınlanacağı yazılıdır. 5617 sayılı Kanunun 18. maddesi ise bu yasanın ilânı konusunda 1322 sayılı Kanunun 11.. maddesinin uygulanmasını öngörmüştür. 11. maddeye göre köylerde muhtarlarca ilân yapılır ve yapıldığı tutanakla saptanır. Böylece değişik bir yürürlük koşulu oluşmakta ve bu durum kişilerin kanun önünde eşitliği ilkesini de bozmaktadır. Çünkü 5617 sayılı Kanun bir yerde 11. madde uyarınca ilân edilmişse suçlu daha ağır, ilân edilmemişse daha hafif ceza görmektedir. Bu, adalet duygusunu ve adalete olan güveni inciten; uygulamalarda imtiyazlı sınıflar yaratan haksız bir durumdur."
108
Esas Sayısı:1973/42 Karar Sayısı:1976/48 1 "... I DAVACININ GEREKÇESİ: "Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının (Sosyal ve İktisadi Haklar ve Ödevler) başlığı altındaki üçüncü bölümünde yer alan 37. maddesi, Devlete (Toprağın verimli olarak işletilmesini gerçekleştirmek ve topraksız olan veya yeter toprağı bulunmayan çiftçiye toprak sağlamak amaçlariyle gereken tedbirleri almak) görevini yüklemiştir. Bu görevin yerine getirilmesini sağlamak amaciyle T.B.M.M. ne sevk olunan kanun tasarısının Millet Meclisinde vâki müzakere şekil ve usulü, Anayasa'nın kesin prensiplerine ve Millet Meclisi İçtüzüğünün açık hükümlerine aykırı bir şekilde yürütülmüş ve bu yürütme de adeta, tasarının Türk tarımının geliştirilip gelirinin arttırılması sosyal refahın sosyal bünyemize uygun esaslar içinde yaygınlaştırılması gibi temel ilkelerden yoksun bir şekilde kanunlaşması kasten amaç edinilmiş ve hatta bu ilkelerin gerçekleştirilmesi için Anayasa ve İçtüzüğün Meclis üyelerine tanıdığı hakların istimaline meclis çalışmalarını yöneten başkanlık divanının maksatlı tutumu ile engel olunmuştur. Bu suretle toprak ve tarım reformu yalnız toprak tevzii ve kamulaştırması maksadiyle getirilmiş ve meclislerden geçirilmiş reform vasfından uzak bir kanun hüviyetinden ibaret kalmıştır. Türk toplumuna hiç bir ekonomik faide getirmeyip aksine Türk ekonomisini ve tarımını mutlak surette bir çıkmazın içine itecek olan bu kanun, güdümlü bir kooperatifçiliğin ve geniş çapta devletçiliğin nüvelerini getirmiş, temellerini atmış bulunmaktadır. Bu kanun Türk çiftçisini hakikaten, değil saadete refaha götürmek^ aksine mevcut durumu daha da kötüleştirecek, yeter toprağı olmayan çiftçi sayısını daha da çoğaltacak ve onları daha çok ekmek, daha çok et peşinde koşturacaktır. Şimdi görüşlerimiz açısından genel hatlariyle tarifim yapmaya çalıştığımız Toprak ve Tarım Reformu Kanununun iptalini gerektiren sebepleri gerekçeleriyle Yüksek Mahkemenize arza çalışacağız. Arz edeceğimiz sebepler tasarının, yukarıda arzettiğimiz tarzda kanunlaşmasına amil olan ve bu yönü ile de esasa müessir bulunan Anayasa ve İçtüzüğe aykırı tutumlar ve kararlardır. Şöyle ki: 1 İptalini istediğimiz Kanunun Millet Meclisinde yapılan müzakereleri esnasında ve birleşimlerin açılışında nisap ve çoğunluk aranmamıştır, (Birleşim 106, 108, 109, 123 vs.) Halbuki Anayasanın 86. maddesi her meclisin üye tamsayısının salt çoğunluğu ile toplanabileceğini ve bu nisabın salt çoğunluğu ile karar alabileceğini, Millet Meclisi içtüzüğünün 81/2. maddesi de (Mürettep olan azânın yarısından bir ziyadesi hazır bulunmadıkça müzakereye başlanamayacağını) amir bulunmaktadır. Yoklamasız ve hatta gerekli çoğunluğun mevcudiyetini dahi belirtmek lüzumu hissedilmeksizin açılan birleşimlerin çoğunda usuli istek üzerine yoklama yapılmış ve çoğunluğun bulunmadığı anlaşılarak birleşimler kapatılmıştır. Fakat açılış ile kapanış arasında alınan kararlar toplantı ve karar nisaplarına dayanmayan tutum ve kararlar olarak meclis iradesini yansıtmaktan uzak, geçersiz ve iptali gerekli işlemler ve kararlar mahiyetindedir.Esas Sayısı:1973/42 Karar Sayısı:1976/48 2 2 106. birleşimde verilen bir önerge ile kanun tasarısının tümü üzerindeki müzakerenin bitimine kadar maddeler hakkında değişiklik önergesi verilebileceği ve bu safhadan sonra verilecek değişiklik önergelerinin dikkate alınmayacağı ve ayrıca önerge verilmeyen maddelerin müzakeresiz oylamaya tabi tutulacağı usulü kabul edilmiştir. Bu karar Anayasa'ya ve Millet Meclisi içtüzüğüne aykırı bulunmaktadır. Filhakika Anayasanın geçici 3. maddesi yeni içtüzükler yapılıncaya kadar eski içtüzük hükümlerinin uygulanacağını âmirdir. Ve Millet Meclisi içtüzüğünün 119. maddesi birinci ve ikinci müzakerelerin cereyanı esnasında, kayıtsız bir ifade ile, tadilnamelerin verilebileceğini, 121. maddesi ile de ikinci müzakerede encümene iade edilen maddeler hakkında dahi sair mebusların tadil teklifi verebilmeleri esasını getirmiştir. Bu açık ve kesin hükümlere rağmen milletvekillerinin her safhada değişiklik önergesi verme haklarının kısıtlanması ve değişiklik önergesi verilmemiş olan maddelerin içtüzüğün 103 109 116 117 ve ilgili diğer maddelerine ve cari tatbikata aykırı surette müzakeresiz oylamaya vazedilmesi keza Anayasa ve içtüzüğe aykırı, iptali gerekli kararlar mahiyetindedir. 3 Komisyonlar Millet Meclisine niyabeten çalışan heyetler olmasına rağmen bu kanunun müzakeresi safhasında hizmet gören geçici komisyon, Millet Meclisi Genel Kurulunun fevkinde ve daha geniş yetkilere sahip bir kurul olarak telâkki edilmiş, çalıştırılmıştır. Filhakika geçici komisyon değişiklik önergesi verilmemiş olan maddeleri de genel kurulun fevkinde bir yetki ile komisyona isteyebilmiş ve üzerinde yeniden müzakere yapabilmiştir. Komisyon,değişiklik önergeleri verilmiş olması nedeniyle kendisine iade edilen maddeler üzerinde yaptığı müzakere sonunda bazı değişiklik önergelerim dikkate almamış, bunlara katılmamış ve hatta bazı ahvalde maddeler üzerinde değişiklik önergelerini aşan değişiklikler icra etmiş ve fakat genel kurulda, komisyondan gelen bu maddeler ve ilgili raporu üzerinde isteğe rağmen müzakere açılmamış bazı milletvekillerinin önergelerini bu safhadan sonra geri almış olmaları, diğer imza sahiplerinin ve genel kurulun muvafakati aranmaksızın geçerli sayılmış, tekabüllere itibar olunmamış, komisyonun yaptığı değişiklikler şimdiye kadar örneği görülmemiş bir tatbikat şekli ile (Komisyonun değişiklik önergesi olarak kabul edilmiş, komisyonun yaptığı bu değişikliklerde ve bazı tadil önergelerine katılan komisyonun bu katılma beyanında, komisyonun karar nisabı olup olmadığı araştırılmamıştır. Ve bu suretle değişiklik önergesine tabi tutulmuş maddeler dahi genel kuruldan adeta mal kaçırılırcasına müzakeresiz ve hatta önerge sahibi Milletvekillerine söz hakkı dahi verilmeksizin oya sunularak geçiştirilmek istenmiş ve geçirilmiştir. (Birleşim 111, 122, 123, madde l, 5, 7, 11, 14, 18, 19 vs.) İçtüzüğü ve dolayısiyle Anayasa'yı aşan bu tatbikat ve bu tatbikat ile kabule vasıl olan kanun maddelerinin şüphesiz iptali gerekmektedir. 4 Millet Meclisi içtüzüğünün 123. maddesi munzam maddeler teklifi halinde de tadilnameler hükmünün uygulanacağını âmir bulunmasına rağmen grubumuz mensubu Konya Milletvekili Bahri Dağdaş tarafından verilen ve tasarıya 164 ek madde eklenmesini öngören önergesinin, maddelerin müzakeresi safhasında ek maddelerin ilgili bulunduğu ana maddelerle birlikte değil nihai safhada müzakereye tabi tutulacağı kararlaştırılmıştır. (Birleşim 123 madde 12.) maddelerin müzakeresi hitamında da bu karardan rücu ile ek madde taleplerinin gereksizEsas Sayısı:1973/42 Karar Sayısı:1976/48 3 bir şekilde tekriri müzakere mahiyetinde olduğu kabul ve bu nedenle de müzakereye tabi tutulamıyacağı belirtilmiştir. Ve fakat bilâhare bu gerekçeye de aykırı bir tutumla, 164 adet ek madde isteğinin tamamı bir tek değişiklik önergesi olarak kabul ve toptan oylamaya tabi tutularak reddi cihetine gidilmiştir (Birleşim 125). Bu işlem ve bu işleme dayanan genel kurul kararlan da Anayasa'ya Millet Meclisi İçtüzüğünün 116 ve müteakip maddelerine, kanun yapma usul ve tekniğine tamamiyle aykırıdır. 5 Millet Meclisi İçtüzüğünün 220. maddesi genel kurulda bakanlar adına söz söylemek için gönderilecek temsilcilerin sıfat ve mezuniyetlerinin yazılı belge ile tevsik edilmesi lüzumunu hüküm altına almıştır. Hal böyle iken reform niteliği taşıdığı iddia olunan bu tasarının bir çok maddelerinin müzakeresinde bakan adına hazır bulunan zatın sıfat ve mezuniyeti aranmamış, genel kurula bu yolda bilgi vermek lüzumu hissedilmemiştir. 6 Toprak ve Tarım Reformu Kanun Tasarısını genel kurul adına incelemek üzere kurulan geçici komisyona, Konya Milletvekili Bahri Dağdaş tarafından verilen aynı mahiyetteki kanun teklifini de mevcut tasarı ile birlikte incelemesi görevi genel kurul kararı ile verilmiş iken, geçici komisyonun belki de bir maksat tahtında bunda zühul ederek gerekli tetkikatı tevhiden yapmamış olması da keza içtüzüğe aykırı bulunmaktadır. Sonuç ve istek: Gerek yukarıda arz ettiğimiz ve gerekse 44 sayılı Anayasa Mahkemesi Yargılama Usulleri Kanununun 28. maddesi gereğince re'sen muttali olunacak sair sebeplere dayanılarak, iki ana temel ilkeden ve reform niteliğinden mahrum bulunan 1757 sayılı Toprak ve Tarım Reformu Kanununun yeniden müzakere imkânının sağlanması amacıyla, iptaline karar verilmesini talep ve dava eyleriz.""
1,066
Esas No:1967/19 Karar No:1969/6 1 "... Davacının gerekçesi; Danıştay Başkanlığının 23/5/1967 günlü dilekçesinde şöyle denilmektedir : "l OLAY : 27 Şubat 1967 gününde yürürlüğe giren 21/2/1967 günlü ve 832 sayılı Sayıştay Kanununun 45 inci maddesinin (Sayıştay'ca verilen ilâmlar aleyhine Danıştay'a başvurulamaz) diyen son fıkrası hükmü, Türkiye Cumhuriyeti Anayasa'sının 7., 31., 32., 114., 127. ve 140. maddelerine; aynı kanunun (Bakanlıklar ve Sayıştay'ın denetimine giren diğer idare ve kurumlarca malî konularda düzenlenecek yönetmeliklerle tüzükler, Sayıştay'ın istişarî mütalâası alındıktan sonra yürürlüğe konulabilir) diyen 105 inci maddesi Anayasa'nın 107., 127. ve 140. maddelerine aykırı görülmüş ve bu itibarla mezkûr hükümlerin Anayasa'nın 149 uncu maddesi gereğince iptali için bu dâvanın açılması zarureti hâsıl olmuştur. II Söz konusu hükümlerin Danıştay'ın varlık ve görev alanını ilgilendirmesi: 21/2/1967 gün ve 832 sayılı Sayıştay Kanununun 45 inci maddesinin son fıkrasında "Sayıştay'ca verilen ilâmlar aleyhine Danıştay'a başvurulamaz" yolunda yer alan ve 105 inci maddesinde de "Bakanlıklar ve Sayıştay'ın denetimine giren diğer idare ve kurumlarca malî konularda düzenlenecek yönetmeliklerle tüzükler, Sayıştay'ın istişarî mütalâası alındıktan sonra yürürlüğe konabilir" tarzında sevkedilen hükümlerin, Anayasa'nın 107. ve 140 inci maddeleri ile Danıştay'a verilen görevlerin bir kısmının yerine getirilmemesi sonucunu doğuracak ve tüzüklerin incelenmesi yolunda münhasıran Danıştay'a Anayasa'nın verdiği inceleme yetkisi ile bağdaşamıyacak mahiyette bulunduğu aşikârdır. Şöyle ki : Türkiye Cumhuriyeti Anayasa'sının 107 nci maddesi, "Bakanlar Kurulu, kanunun uygulanmasını göstermek veya. kanunun emrettiği işleri belirtmek üzere kanunlara aykırı olmamak şartıyla ve Danıştay incelenmesinden geçirilerek, tüzükler çıkarılabilir" hükmü ile tüzüklerin hangi usulle çıkarılacağını belirtmiş ve bir tüzüğü çıkarma yetkisini Bakanlar Kuruluna, bu tüzük yürürlüğe konulmadan önce inceleme yetkisini ancak ve münhasıran Danıştay'a tanımış ve 140 inci maddesi de, 107 nci maddesi hükmünü tamamlayarak, tüzük tasarılarını incelemek görevini Danıştay'a vermiş bulunmaktadır. Halbuki 832 sayılı Kanunun 105 inci maddesi, Bakanlar Kurulunca malî konularda düzenlenecek tüzüklerin yürürlüğe konulabilmesi için Sayıştay'ın mütalâasının alınmasını şart koşmuştur. Diğer taraftan, Sayıştay Kanununun 45 inci maddesinin son fıkrası, yine Anayasa'nın 140 inci maddesiyle Danıştay'a tanınan konuların başka idarî yargı mercilerine bırakmadığı konularda ilk derece ve genel olarak üst derece idare mahkemesi sıfatiyle bakmakla mükellef olduğu dâvalardan bir kısmının görülmesi imkânını ortadan kaldırmak suretiyle Danıştay'ın kaza hak ve görevini daraltarak Anayasa'nın 149 uncu maddesinde zikredildiği veçhile yetki alanına müdahalede bulunmuştur. Bu itibarla 44 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkındaki Kanunun 21 inci maddesinin, aptal dâvası açabilmek için şart kıldığı "varlığını ve görev alanını ilgilendirme" hususu tahakkuk etmiş bulunmaktadır.Esas No:1967/19 Karar No:1969/6 2 III Söz konusu hükümlerin Anayasa'ya aykırılığı : A) T. C. Anayasa'sının 127 nci maddesinde (Sayıştay'ın. Genel ve Katma Bütçeli dairelerin bütün gelir ve giderleri ile mallarını Türkiye Büyük Millet Meclisi adına denetlemek ve sorumluların hesap ve işlemlerini kesin hükme bağlamak ve kanunlarla verilen inceleme, denetleme ve hükme bağlama işlerini yapmakla görevli olduğu) belirtilmek suretiyle Sayıştay'a Parlâmento adına denetleme ve sorumluların hesap ve işlemlerini kesin hükme bağlamak suretiyle sübjektif karalar alma ve kanunlarla verilen inceleme ve denetlemelerde bulunma görevlerini vermiş; ancak hiçbir şekil ve surette yargı hak ve görevini ifa yetkisini tanımamıştır. Anayasa'nın Cumhuriyetin temel kuruluşunu gösteren üçüncü kısmının, yürütme başlığım taşıyan ikinci bölümünün D) iktisadî ve malî hükümler başlığı altındaki 127 nci maddesi; Sayıştay'ın kuruluşunu ve görevlerini belirtmek suretiyle, yürütme organları arasına nevi şahsına münhasır bir müessese olarak sokmuş bulunmaktadır. Anayasa'nın kurucu mecliste görüşülmesi sırasında Sayıştay'ın yargı organları arasına alınması hususunda verilen önergenin reddedilmiş bulunması da, Sayıştay'a nihaî hüküm veren bir yargı organı olmak yetkisinin tanınmadığını göstermektedir. Kaldı ki: Anayasa'nın 7 nci maddesi, yargı yetkisinin Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılacağını, 8 inci maddesinin 2 nci fıkrası, Anayasa hükümlerinin yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve kişileri bağlayan temel hukuk kuralları olduğunu ve 31 inci maddesinin son fıkrası da, hiçbir mahkemenin görev ve yetkisi içindeki dâvaya bakmaktan kaçınamayacağını, kesin olarak hüküm altına almıştır. Anayasa'nın esas kuralları muvacehesinde, Anayasa'nın idare bölümünde nevi şahsına münhasır bir müessese olarak yer alan ve Parlâmento adına denetimde bulunan, Türk Milleti adına hüküm vermek yetkisini yani kaza hak ve görevini yapmak selâhiyetini haiz olmayan Sayıştay'ı nihaî hüküm vermeğe yetkili bir yargı organı olarak kabule imkân yoktur. Nitekim, 832 sayılı Kanunun 45 inci maddesinin müzakeresi sırasında bu maddenin Anayasa'ya aykırı olup olmadığı hususunda Millet Meclisi Genel Kurulunda Anayasa Komisyonu sözcüsü, Sayıştay'ın Fransa'dan, alındığını, Fransa'da Sayıştay'ın alt derece idare mahkemesi telâkki edildiğini ve ilâmlarının Danıştay'da temyiz yoluyle tetkik edildiğini, ancak bizim Anayasa'mızda 127 nci maddenin Sayıştay'ın Parlâmento namına denetleme yapmakla görevlendirdiği için Sayıştay'ca verilen kararların teşriî tasarruf mahiyetinde telâkki edilmesi lâzım geldiğini ileri sürmüş ve konuşmasının devamında kazaî karar verme yetkisi bulunmadığını belirtmiştir. (Büyük Millet Meclisi tutanakları sayfa : 506, 507, 508) Halbuki T. C. Anayasa'sının 127. maddesi, yukarıda da işaret edildiği veçhile, Sayıştay'a üç ayrı görev vermiş bulunmaktadır. Bunlardan genel ve katma bütçeli dairelerin bütün gelir ve giderleri ile mallarını Türkiye Büyük Millet Meclisi adına denetlemek doktrinde de ihtilafsız olarak kabul edildiği veçhile teşriî faaliyet niteliğindedir. Sorumluların hesap .ve işlemlerini kesin hükme bağlamak ve kanunlarla verilen inceleme, denetleme ve hükme bağlama ise Parlâmento adına yapılmadığı ve Sayıştay'a bir Anayasa hükmü ile yargı yetkisi de tanınmadığı cihetle teşriî veya kazaî birer tasarruf mahiyetinde telâkki edilmesine hukuken imkân yoktur. 1924 Anayasa'sında, 1961 Anayasa'sından farklı olarak kuvvetler birliği prensibi kabul edilmiş olduğu cihetle Sayıştay'a hem teşriî, hem idarî ve hem de kazaî tasarruflarda bulunmak yetkisinin 2514 sayılı Kanunla tanınması Anayasa'ya bir aykırılık taşımamıştır. 2514 sayılı Kanunla Sayıştay'a dört noktada toplanabilecek görevler verilmiştir. Sayıştay esas itibariyle bir icra uzvu olmadığı; Büyük Millet Meclisi namına ve ona bağlı olarak bir murakabe icra eylediği için fonksiyonu ve tasarrufları da icraî mahiyette olmamak icab ederse de; kuvvetler birliği prensibine dayanılarak Büyük Millet Meclisine raporlar vermek ve onun namına denetlemeler yapmak gibi teşriî ve istişarî tasarrufta bulunması, muhasipler ve ikinci derecede amir'i italarınEsas No:1967/19 Karar No:1969/6 3 zat ve zaman hesapları dolayısıyle mesuliyet ve ademi mesuliyetleri hakkında kazaî kararlar vermesi, sarf evrakının vizesi veya zat maaş tahsis evrakının kayıt ve tescili dolayısıyle idarî kararlar ittihaz etmesi mümkün olabilmiştir. 1961 tarihli Anayasa'mız 1924 tarihli eski Anayasa'mızdan farklı olarak kuvvetler ayrılığı prensibini kabul etmiş ve yasama, yürütme ve yargı diye anılan üç kuvvetten yasama yetkisinin Türkiye Büyük Millet Mecisinde olduğunu "5 inci maddesinde" yürütme görevinin, kanunlar çerçevesinde Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından yerine getirileceğini "6 ncı maddesinde, yargı yetkisinin, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılacağını" 7 nci maddesinde belirtmiştir. Ancak; yasama, yürütme ve yargı kuvvetleri yekdiğerinden ayrı bağımsız organlara verilmekle beraber kuvvetler ayrılığı prensibi yumuşak bir tarzda kuvvetler muvazenesi şeklinde ayarlanmıştır. Yürütme görevine ait hükümler 2 nci bölümde A) Cumhurbaşkanı, B) Bakanlar Kurulu, C) İdare, D) iktisadî ve malî hükümler başlıkları altında, düzenlenmiştir. Konumuzu ilgilendiren Sayıştay ise, D) İktisadî ve malî hükümler başlığı altında 127 nci maddede nevi şahsına münhasır bir müessese olarak yer almış bulunmaktadır. Bu tasniften anlaşılacağı üzere, idarenin esaslarını belirten 112., 113., 114 üncü maddeler; merkezi idareyi, mahallî idareleri ve özerk kuruluşları içine aldığı kadar nev'i şahsına münhasır müesseseleri de kapsamına alan hükümler getirmektedir. Binaenaleyh 112 nci maddenin "idare, kuruluş ve görevleri ile bir bütündür ve kanunla düzenlenir" diyen 2 nci fıkrası hükmü yalnız merkezî idareye veya merkezî idare ile mahallî idarelere değil, Anayasa'nın tesisini öngördüğü bütün idarî kuruluşlar ile kanun koyucu tarafından kurulacak sair idarî kuruluşlara ve özerk ve nev'i şahsına münhasır kuruluşlara da şâmildir. Ancak Anayasa'nın öngördüğü bu kuruluşlar, kanun koyucu tarafından, Anayasa'nın kuruluşlarla ilgili maddelerindeki esaslara göre kurulabilirler ve bu esaslar içinde görev alabilirler. Anayasa'nın bunlar arasında nitelik ve bünye bakımından tanıdığı farklar idarenin bütünlüğünü prensibini bozmaz. Şu halde Anayasa'nın 114. maddesi, teşriî tasarrufların hazırlığı mahiyetinde olan tasarrufları haricindeki Sayıştay'ın diğer tasarrufları hakkında da uygulanmak lâzım gelir. Halbuki 832 sayılı Kanunun 45 nci maddesinin l inci fıkrası "sorumlularca, gelir gider, mal ve kıymetlerde mevzuata uygun olarak tahakkuk ettirilmediği, alınmadığı harcanmadığı, verilmediği saklanmadığı veya idare edilmediği Sayıştay'ca kesin hükme bağlananları, sorumlular keyfiyetin idarece kendilerine bildirilmesinden başlayarak üç ay içinde Hazineye ödemekle sorumludurlar" ve son fıkrası (Sayıştay'ca yerilen ilâmlar aleyhine Danıştay'a başvurulamaz) hükmü ile Anayasa Komisyonu sözcüsünün yukarıda zikredilen beyanına aykırı olarak şahısların sübjektif haklarım ihlâl eden kararlar alabileceği ve Anayasa'nın 114 ve 140 ıncı maddelerine aykırı olarak bu kararlarım yargı denetimine tabi tutmadığı görülmektedir. Anayasa'nın 114 üncü maddesinde idarenin hiçbir eylem ve işleminin, hiçbir halde, yargı mercilerinin denetimi dışında bırakılamıyacağı) hükmü de yer almış bulunmaktadır. Sayıştay'ca tesds edilmiş olan işlemlerin muhasipler ve diğer ilgililer hakkında zimmete veya sorumluluğa hükmederi ilâmlar şeklinde dahi olsa, subjektif hakların ihlâli mahiyetinde bulunan bu tasarruflara yargı denetiminin dışında kalacağını kabul etmek, yukarıda açıklanan esaslar muvacehesinde mümkün görülmediği gibi, bu husus, hiç kimse, tabiî hâkiminden başka bir mercii önüne çıkarılamaz ve herkes meşru bütün vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya dâvâlı olarak iddia ve savunma hakkına sahiptir. Hiç bir mahkeme, görev ve yetkisi içindeki dâvaya bakmaktan kaçınamaz". diyen Anayasa'nın 31 ve 32 nci maddelerine de açıkça aykırı düşmektedir. İdare hukukunda ve özel hukukta kesin hüküm tabiri birbirinden farklı manalar taşımaktadır. Özel hukukta kesin hüküm üst mercie müracaatı önleyen bir hukukî müessese olduğu halde, idare hukukunda idarî yargı mercileri dışındaki müesseselerce alındığı, takdirde, idareyi sağlayan ve fakat şahısların sübjektif haklarına tesir etmeyen bir karar mahiyetindedir.Esas No:1967/19 Karar No:1969/6 4 Anayasa'nın 127. maddesindeki kesin hüküm tabiri de idare hukuku alanına giren ve yalnızca idareyi bağlayan kaza mercilerine müracaatı asla önlenmeyen bir hukuk istılahıdır. Esasen 521 sayılı Kanuna göre Danıştay, ancak kesin kararların iptali için acılan dâvaları tetkik edebilir. Sayıştay Kanununun 45. maddesi bu bakımdan da Anayasa'nın 114., 140. ve 127. maddelerine aykırıdır. Zira, Anayasa Sayıştay'ı kaza hak ve görevi ile yetkili kılmak isteseydi, o zaman 127. maddesinde bunu açıkça zikredeceği gibi Sayıştay Kanununun, Anayasa'nın 134., 138 , 140 , 141. maddelerinde titizlikle üzerinde durduğu "mahkemelerin bağımsızlığı" ve "hâkimlik teminatı" esaslarına göre düzenleneceğini belirtirdi. Bir an için Sayıştay'ın yargı yetkisini haiz bir merci olduğu kabul edilse ve '32 sayılı Kanunun 14. maddesindeki (Sayıştay Daireleri bir hesap mahkemesidir) hükmünün Anayasa'ya aykırı olmadığı düşünülse dahi, Anayasa'nın Danıştay'ı yüksek mahkemeler meyanına alan 140. maddesinin, Danıştay'ı "kanunların başka idarî yargı mercilerine bırakmadığı konularda ilk derece ve genel olarak üst derece idare mahkemesi" olarak tarif etmiş olması karşısında, Sayıştay'ca verilen kararların Danıştay'da temyizen incelenmesi gerekmektedir. Aksi takdirde Anayasa'nın bu açık hüküm ve tarifi hilâfına idarî dâvalarda Sayıştay'ın da bir üst derece mahkemesi olarak kabulü gerekir ki, bu durumda Anayasa'nın kabul etmediği yeni bir yüksek mahkeme kurulmuş olacağı gibi, Anayasa ile kabul edilen adlî idarî ve askerî kazanın dışında yeni bir yargı daha ortaya çıkmış bulunacaktır. Anayasa'nın tâyin etmiş olduğu bu üçlü yargı sisteminden ayrı bir yargı yolunun bu hususun Kurucu Meclisçe reddedilmesine ve halk oyuna sunulmamasına binaen kanonla ihdasına da hukuken imkân bulunmamaktadır. Nitekim 521 sayılı Danıştay Kanunu Millet Meclisinde görüşülürken 44. madde hakkında Anayasa Komisyonunca tanzim olunan 13/1/1964 tarihli ve S. Sayı 369 sayılı raporda (Sayıştay genel ve katma bütçeli dairelerin gelir ve giderleri ile mallarını Türkiye Büyük Millet Meclisi adına denetleyen yüksek bir müessesedir. Sayıştay'ın bu denetleme neticesinde düzenlediği raporlar Türkiye Büyük Millet Meclisinden geçerek kesinlesin objektif bir tasarruf olan bu gibi muameleler Yasama Meclisi murakabesine tabi olup hiç bir yargı murakabesine tabi değildir. Ancak Sayıştay'ın fertlerin sübjektif hak ve menfaatlerini ilgilendiren ve Anayasa'nın 127. maddesinde "sorumluların hesap ve işlemlerini kesin hükme bağlamak" hükmü ile belirtilen bir kısmı tasarrufları vardır ki, Sayıştay bu neva muameleleri yaparken bir görüşe göre, Anayasa'daki yüksek mahkemelerden olmamakla beraber nev'i şahsına münhasır bir yargı merciidir kî, Anayasa Komisyonumuz da bîr mütalâasında bu görüşü benimsemiştir. Diğer bir görüşe göre de bu tasarruflar idarî tasarruflardır. İster birinci görüş ister ikinci görüş kabul edilsin hâdisemizde bu tasarrufları Danıştay murakabesine tabi olmaları bakımından netice değişmemektedir. Filhakika birinci görüş kabul edildiği takdirde Danıştay idarî kazanın başında bulunan bir merci olması sıfatıyle bu tasarrufları temyizen inceler, idarî tasarruf oldukları kabul edildiği takdirde de ilk mahkeme olarak murakabesini yapar. Yeni Anayasa'mız eski Anayasa'mızdan daha ileri bir hukuk devleti sistemi kabul etmiştir. Yasama tasarruflarını murakabe etmek üzere Anayasa Mahkemesi tesis etmiş 114 üncü maddesi ile de idarenin bütün eylem ve işlemlerini yargı mercilerinin denetimine bağlamıştır. Bu geniş kaza murakebesi sistemi içinde ve Anayasa'nın 31 inci maddesi karşısında sübjektif hak ve menfaatleri ihlâl edilenlerin kaza mercilerinin murakebelerinden faydalanamıyacaklarını ileri sürmek Anayasa'mızın kabul ettiği sistemle bağdaşamaz. BuEsas No:1967/19 Karar No:1969/6 5 itibarla "sorumluların hesap ve işlemlerini kesin hükme bağlamak" hükmünü Sayıştay'ın bu gibi kararlarını Danıştay murakabesi dışında bırakmadığı mütalâasına çoğunlukla varılmıştır.) denilmek suretiyle yukarıdaki esaslar teyit edilmiştir. Sayıştay'ın bir idarî yargı mercii olmaması, şahısları sübjektif haklarını ihlâl eden kararlar alması ve tasarruflarının mühim kısmım bu mahiyetteki tasarruflar teşkil etmesi dolayısiyle yukarıda izah edilen sebeplerle 832 sayılı Kanunun 45. maddesinin son fıkrası, Anayasa'nın 7. 31., 32., 114., 127. ve 140. maddelerine aykırıdır. B) l T.C. Anayasa'sının 107 nci maddesi çıkarılacak tüzüklerin kanunlara aykırı olmamak ve Danıştay'ın incelemesinden geçmek suretiyle Bakanlar Kurulunca tanzim ve kanunlar gibi yayınlanacağı usulünü vazetmiştir. 140. maddesinde de Bakanlar Kurulunca gönderilen tüzük tasarılarını tetkik etmek yetkisini yalnızca Danıştay'a tanımış bulunmaktadır. Bu hükümlere göre, tüzük tasarılarının hazırlanması yürütme kuvvetinin başı olan Bakanlar Kurulunca yapılacak ve bu Kurulca son şekli verilen tasan incelenmek üzere Danıştay'a gönderilecektir. 521 sayılı Danıştay Kanununun 48. ve 53. maddeleri gereğince Danıştay Birinci Dairesi tarafından incelendikten sonra son şekli Danıştay Genel Kurulunca verilerek yürürlüğe konulmak üzere Bakanlar Kuruluna iade edilecektir. Görülüyor ki, Anayasa, bir tüzüğün yürürlüğe konulabilmesi için takip edilecek usulü ve hazırlama, inceleme ve yürürlüğe koyma işlemlerini yapacak olan organları tâyin ve tasrih etmiştir. Bu usule göre Bakanlar Kurulu tüzük tasarısının hazırlanması ve Danıştay incelemesine kadar olan safhada tamamen serbest bırakılmış, ancak Danıştay'ın incelemesi sunulduktan sonra tüzük tasarısını geri olmak tasarrufu hariç, başka bir tasarrufta bulunmak yetkisi bulunmamaktadır. 1924 Anayasası tüzüklerin kanuna mugayereti iİddia edildikte bunun hal mercii Türkiye Büyük Millet Meclisi olduğunu zikretmek suretiyle tüzüklere bir nevi teşrii tasarruf mahiyetini verdiği halde, yeni Anayasa'mız tanzimi tasarrufları tamamen yürütme organının yetkisi dahilinde bırakmış, ancak tüzük taşanlarının Danıştay'ca incelenmesini şart koşmuştur. Bu sistem ve hükümler Anayasa'nın dayandığı kuvvetler ayrılığı prensibine ve Anayasa organlarının Anayasa içindeki yerleri ile Anayasayla verilmiş olan görevlerine uygun düşmektedir. Danıştay, Anayasa'sının 140. maddesine göre bir yüksek idare mahkemesi olduğu gibi, aynı zamanda Bakanlar Kurulunca gönderilen kanun tasarıları hakkında düşüncesini bildirmek, tüzük tasarılarını, imtiyaz şartlaşma ve sözleşmelerini incelemekle görevli bir organdır. İdarî kaza rejimini kabul eden Kara Avrupası memleketlerinde Danıştay'lar aynı görevlerle teçhiz kılınmış ve yürütme organının (Anayasalarındaki farklılıklar hariç olmak üzere) düzenleyici tasarruflardan olan tüzük tanzim ve yayınlama yetkisi danıştayların incelenmesine tabi tutulmak suretiyle takyit edilmiştir. Bu takyidatın şümulü doktrinde de münakaşa edilmiş, nazarı olarak Bakanlar Kurulunun Danıştay'ın incelemesine tabi tutulan bir tüzüğün ya aynen veya Bakanlar Kurulundan ilk sevkedildiği şekilde yayınlanabileceği ,ancak Bakanlar Kurulunun bu iki metin dışında üçüncü bir metni yayınlayamıyacağı kabul edilmiştir. İdare hukuku Profesörü Turan Güneş 1965 yılında çıkarmış bulunduğu (Türk Pozitif Hukukunda Yürütme Organının Düzenleyici İşlemleri) adlı eserinin 174 180 inci sayfalarında bu hususu izah ederek, yeni Anayasa'nın tüzüklerle ilgili maddesinin Komisyonca hazırlanan tasarısında Danıştay'ın mütalâasının alınacağı belirtilmiştir. Fakat Rıza Göksu'nun izahatından sonra Komisyon mütalâa almayı "incelemeden geçirilmek" üzere değiştirmiştir. Anayasa'nın 140. maddesinde Danıştay'ın kanun tasarıları üzerinde düşüncesini bildireceği yazıldığı halde, tüzükler için inceleme deyimi kullanılmıştır. Bu kanun hakkında Bakanlar Kurulunun;Esas No:1967/19 Karar No:1969/6 6 Danıştay'dan bu kanunun gerekliliği ve gereksizliği gibi siyasi bir konuyu sorması düşünülemiyeceğinden, elbet kanun taşanları maddeleştirilmiş olarak Danıştay'a havale olunacaktır. O halde tüzüklerin incelenmesi deyiminin kullanılmış olması acaba işlemi istişarî olmaktan çıkarmıyor mu' Danıştay kanun taşanlarını da madde madde inceleyecektir. Fakat bu incelemenin sonucu aynı değildir. Kanun tasarıları için Bakanlar Kurulu Danıştay'ca yapılan değiştirmeleri nazara almağa mecbur değildir. İsterse kendi eski metnini de, Danıştay'ın metnini de bir tarafa bırakarak yeni bir madde hazırlayabilir. Oysa tüzüklerde durum böyle değildir. Bakanlar Kurulu ya kendi tasarısındaki metni; ya da Danıştay'ın değiştirisini kabul zorundadır. Ancak uygun düşünce kuralı kabul edilecek olursa o takdirde Danıştay'ın incelemesinden geçirme bir şekil şartı olmaktan çıkarak bir yetki ortaklığı haline gelir. Tüzüğün, Bakanlar Kurulu ile Danıştay'ın ortaklaşa yaptıkları bir işlem olarak tanımlamak gerekeceğini belirtmiştir. Anayasa'nın 107. maddesi bu görüşü teyit ettiği gibi Prof. Ragıp Sarıca "tüzüklerin Danıştay'dan geçmesi bu işlemin mevcudiyetiyle ilgili bir meseledir. Danıştay'dan geçmeyen bir tüzük yoklukla malûldür" demektedir. Halbuki 832 sayılı Sayıştay Kanununun 105. maddesi "Bakanlıklar ve Sayıştay'ın denetimine giren diğer idare ve kurumlarca malî konularda düzenlenecek yönetmeliklerle tüzükler Sayıştay'ın istişarî mütalâası alındıktan sonra yürürlüğe konulabilir" hükmü ile yukarıdaki esaslara aykırı olarak Danıştay'ın incelenmesinden geçen bir tüzüğün yayınlanabilmesi için, Sayıştay'ın mütalâasının alınmasını şart koşmak suretiyle hem yürütme organının ve hem de Danıştay'ın yetkilerini tahdit etmiş, Danıştay'ın incelenmesinden geçmeyen bir tüzük veya bir hükmünün yayınlanması mümkün olmadığına göre fiilen tüzüklerin yayınlanmasını önleyici bir hükmü ihtiva etmektedir. 2 Böyle bir hükmün Anayasa'nın yapısı ve 127. maddesi karşısında Sayıştay Kanununda yer almasına da hukuken imkân bulunmamaktadır. Zira Sayıştay mezkûr madde hükmüne göre Anayasa'nın yürütme bölümü kısmında yer almakta beraber. Parlamento namına Devlet mallarını denetleyen ayrıca sorumluların hesaplarını inceleyen ve sarf evrakını vize eden bu görevleri ifa için kanunla verilecek yetkileri haiz olabilen nevi şahsına münhasır bir müessesedir. Gerek 1924 ve gerekse 1961 Anayasalarına göre Sayıştay mahiyeti itibariyle icraî ve idarî bir uzuv olmadığı gibi bir istişare uzvu da değildir. Ancak tasarrufları mahiyetlerine göre nitelendirilmektedir. Nitekim 832 sayılı kanunun yürtmeyi gösteren 108. maddesi bu kanun hükümlerini Cumhuriyet Senatosu ve Millet Meclisinin yürüteceğini zikretmiştir. Kuvvetler ayrılığı prensibini kabul etmiş olan bir Anayasa'nın, Parlamentoya bağlı bir organından yürütme organının düzenleyici tasarrufları için Anayasa'da sarih bir hüküm olmadıkça bu tasarruflarım yürürlüğe koymadan önce, mecburi olarak bir mütalâa alınmasını ve binnetice yürütme organının bu mütalâayı almadan mezkûr tasarrufu yapamıyacağını kabul edeceğinin düşünülmesine hukuken imkân görülmemektedir. Çünkü, bu durum, Anayasa içinde yer alan Anayasa organlarının ve görevlerinin birbirine karışması neticesini tevlit eder. 3 Anayasa'nın 140. maddesi, Danıştay'ın kuruluş ve görevini tâyin ederken (çözümlemek), (Düşünce bildirmek ) ve (incelemek) tabirlerini, birbirinden farklı olarak, karar vermek, istişarî mütalâada bulunmak ve tetkik etmek manalarında kullanmış bulunmaktadır. Bu tabirler ise; Türk Anayasa ve îdare Hukukunda yerleşmiş hukukî anlamları belirmiş terimler olup; karar verme ihtilâf; çözme ve halletme, düşünce bildirmek bir mesele hakkındaki Danıştay'ın görüşünün bildirilmesi; incelemek ise önüne gelen meselenin yani adı geçen maddede zikredildiği gibi tüzük tasarılarının ve imtiyaz şartlaşma ve sözleşmelerinin incelenerek nihaî şeklin verilmesi manasını tazammun etmektedir. Bir tüzük tasarısınınEsas No:1967/19 Karar No:1969/6 7 incelenme suretiyle nihaî Danıştay'da verildikten sonra yürürlüğe konulabilmesi için bu tasarının Sayıştay'ın mütalâasına sunulmasının Anayasa'ya aykırılığı aşikârdır. Yukarıda açıklanan sebeplerle Sayıştay Kanununun 105. maddesi de Anayasa'nın 107., 127. ve 140. maddelerine aykırıdır. IV Sonuç : Yukarıda belirtilen gerekçeler karşısında, Sayıştay Kanununun 45. maddesinin son fıkrası ile 105. maddesinin, Anayasa'ya aykırı nitelikte olmaları dolayısiyle iptaline karar verilmesini ve lüzumu halinde açıklamalarımızın dinlenilmesini saygı ile arz ve talep ederim 23/5/1967)."
2,978
Esas Sayı: 1990/30 Karar Sayısı: 1990/31 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ: İzmir 4. Sulh Hukuk Mahkemesi'nin aykırılık savını dayandırdığı Anayasa'nın 10. maddesini açıkça belirtip 49. maddesine içerik olarak değindiği başvuru kararının gerekçe bölümü aynen şöyledir: "Davacı halk türküleri sanatçısı olup, kocasının izniyle turistik yerlerde çalışmaktadır. Koca bunu istismar ettiği için davacı boşanma davası açınca, koca davacının çalışmasına izin vermemiştir. Bu nedenle davacı mahkememize müracaat edip çalışmak için hakimliğimizin iznini istemiş ve bu arada bununla ilgili Medeni Kanunun 159. maddesinin, Anayasa'nın 10. maddesine aykırı olduğu iddiasını ileri sürmüş, bu iddia mahkememizce ciddi görülmüştür. Anayasa'nın 10. maddesi "Herkes, dil, din, cinsiyet ... ayrımı gözetmeksizin kanun önünde eşittir" demektedir. Olayımızda da görüleceği üzere, davacı kadın olduğu için eşitlik ilkesi onun aleyhine bozulmuş, kocaya erkek olduğu için üstünlük tanınmış, kadının çalışması Medeni Kanunun 159. maddesi gereğince kocanın iznine bağlanmıştır. Bu durum, Anayasa'nın yukarıda belirtilen 10. maddesindeki eşitlik ilkesine uymamaktadır. Eğer herkes cinsiyet farkı gözetilmeksizin, kanun önünde eşitse, koca herhangi birinden izin almadan çalışabildiği halde bu hak kadına niçin tanınmamaktadır ' 21. Yüzyıla girdiğimiz, herşeyin dev adımlarla ilerlediği şu dünyamızda, kadınların çalışmasına daha fazla gerek duyulduğu kuşkusuzdur. Çalışma hayatında kadınlar daha fazla emek sarfetmekte her alanda ön plânda yer almaktadır. Modern çalışma hayatında erkeğin ekonomiye katkısı neyse, kadının da aynıdır. Bazı alanlarda daha fazladır bile. Böyle bir çalışma hayatının hüküm sürdüğü devrimizde, kadının sırf cinsiyetinden dolayı, çalışma özgürlüğünün kısıtlanması, Medeni Kanunun 159. maddesi gereğince çalışması kocanın iznine bağlanmasının eşitlik ilkesine ne kadar aykırı olduğu meydandadır. Bu maddenin Medeni Kanunun hükümleri içinde kalması, bugünkü modern hayatımızda bir talihsizliktir. Bu nedenle bu maddenin Anayasa'ya aykırı olduğu görüşündeyiz. NETİCE: Yukarıda arz ve izah edilen nedenlerden dolayı MK. nün 159 uncu maddesinin, Anayasa'nın 10, 49 ve 50 nci maddesine aykırı olduğu iddiası ciddi görüldüğünden, konunun Anayasa Mahkemesi'ne götürülmesine Anayasa Mahkemesinden karar gelinceye kadar davanın bekletilmesine dair 29/5/1990 tarihinde davacı vekilinin yüzüne karşı davalının yokluğunda alenen okunup usulen tefhim kılındı"".
310
Esas Sayısı: 1991/38 Karar Sayısı: 1991/38 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ İtiraz yoluna başvuran Mahkeme'nin bu konudaki görüşünü açıklayan kararı şöyledir: "Sanığa uygulanması, ihtimali olan V.U.K.nun 360. maddesinin, Anayasa'nın "Başlangıç kısmı 8. paragrafı ile 2. ve 10. maddelerine" aykırı olduğu aşağıdaki gerekçelerle anlaşılmaktadır. 3506 sayılı Yasa ile değişik 647 sayılı Yasa'nın 4. maddesi gereğince; Kısa süreli Hürriyeti bağlayıcı cezaların suç tarihi dikkate alındığında herbir gün karşılığı olarak kabahatlerde 3000, cürümlerde ise 5000 lira hesabıyla paraya çevrilmesi esası ve bu hükmün bütün kısa süreli hürriyeti bağlayıcı cezalara uygulanabileceği kuralı getirilmiştir. Ancak; 213 sayılı V.U.K.nun 358. maddesinde belirlenen vergi kaçakçılığına teşebbüs suçu için öngörülen cezai yaptırımı düzenleyen, yine 360. maddesindeki hapis cezasının alt sınırı 1 ay olmasına rağmen bu hapis cezasının paraya çevrilmesinde 3505 sayılı Yasa'nın 9. maddesi ile eklenen fıkra gereğince; her bir gün için sanayi sektörü için belirlenen yürürlükteki asgari ücretin 1 aylık tutarının yarısının esas alınacağı hükmü getirilmiştir. Görüleceği üzere; V.U.K.nun 360. maddesinde belirtilen 1 aylık hapis cezası kısa süreli hürriyeti bağlayıcı cezadır. Vergi kaçakçılığına teşebbüs suçu için sanığa alt sınır gözetilerek 1 ay hapis cezası verilmiş olsa ve bu cezanın kısa süreli hürriyeti bağlayıcı ceza olması sebebiyle paraya çevrilmesi halinde normal prosedür olan V.U.K.nun 360. maddesi hükmü uygulandığından 1990 yılı için; 1990 yılı ilk dönemde asgari ücret aylık 225.000. TL. olduğundan; 30 gün x 112.500 TL = 3.375.000 TL. ağır para cezasına hükmedilmesi gerekeceği. Oysa; 1 aylık hapis cezasının paraya çevrilmesinde 647 sayılı Yasa'nın 4. maddesi gereği uygulandığında, 30 gün x 5000 TL.= 150.000 TL. ağır para cezasına hükmedilmesi gerekecektir. V.U.K.nun 360. maddesi uygulaması ile 647 sayılı Yasa'nın 4. maddesi uygulaması arasındaki fark pek fahiş olarak 3.225.000. TL. olmaktadır. Yasaların toplumda herkese eşit ve aynı şekilde uygulanacağı hukukun tartışılmaz temel prensiplerindendir. Oysa olayımızda V.U.K.nun 360. maddesi uygulanması halinde; Ticaretle uğraşan veya uğraşmayan kişi ayrımı yapılmış olmaktadır. Bir yerde tacir olan sanıklara daha ağır ceza verilmesi yoluna gidilmektedir. Bu durum ise; 1982 Anayasası'nın "Başlangıç" kısmının sekizinci paragrafında yer alan "Temel hak ve hürriyetlerden her Türk vatandaşının eşitlik ve sosyal adalet ilkeleri gereğince faydalanma hak ve yetkisine doğuştan sahip olduğu" prensibi; yine 1982 Anayasasının 2. maddesinde sözü edilen "Türkiye Cumhuriyeti'nin sosyal bir hukuk devleti olduğu" ibaresi ve yine 1982 Anayasası'nın 10. maddesinde sözü edilen "Kanun önünde eşitlik" ilkesi gereği "Herkesin dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefiEsas Sayısı: 1991/38 Karar Sayısı: 1991/38 2 inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olacağı" şeklindeki Anayasal kurallara V.U.K.nun 360. maddesinin aykırı olduğu sonucuna varılmıştır." denilerek maddenin iptaline karar verilmesi istenilmiştir."
411
Esas Sayısı: 1985/32 Karar Sayısı : 1986/9 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ : İtiraz yoluna başvuran Ankara Birinci İcra Ceza Hâkimliği 2004 sayılı İcra ve İflâs Kanunu'na 6.6.1985 günlü, 3222 sayılı Kanunla eklenen ve bu Kanun uyarınca hükmolunan cezaların tecil edilemeyeceğini, hürriyeti bağlayıcı cezaların 647 sayılı Cezaların İnfazı Hakkında Kanunun 4. maddesinde yazılı para cezasına ve tedbirlere çevrilemeyeceğini, failleri hakkında Türk Ceza Kanununun 119. maddesi hükmünün uygulanmayacağını içeren 352 a. maddesinin Anayasaya aykırı olduğuna ilişkin başvurusunu özetle aşağıdaki hususlara dayandırmaktadır. 3222 sayılı Kanunla değiştirilen hükümlerin yürürlüğüne ilişkin aynı Kanunun Geçici Maddesinin (k) bendi uyarınca suçun oluşma tarihine göre İcra ve İflâs Kanununun ek 352 a. maddesinin, suçun sabit olması halinde uygulanması gerekmektedir. Oysa, gerek Türk Ceza Kanununda; gerekse özel ceza kanunlarında belirlenen ve 647 sayılı Yasanın öngördüğü cezaların ertelenmesini ve hapis cezası yerine başka tür tedbirlerin uygulanmasını ya da paraya .çevrilmesini içeren hükümler mevcuttur. Nitekim, ırz ve namusa sataşmayı kapsayân suçlar ile vücut bütünlüğüne ya da mala karşı yönetilen suçlarda bile cezaların ertelenmesi veya para cezasına çevrilmesi veya 647 sayılı Yasada öngörülen diğer tedbirlerden birine hükmedilmesi mümkün bulunmaktadır. İcra ve İflâs Kanununda belirlenen suçlar ise biçimseldir ve yukarıda sözü edilen suçlar derecesinde vahim de değildir. Bu durumda, İcra ve İflâs Kanununa eklenmiş bulunan 352 a. maddesi, alacaklı zümreye veyâ sınıfa imtiyaz tanıdığı ceza adaleti yönünden de sanık durumunda bulunan bazı kimselerin cezalarının ertelenememesi, paraya çevrilememesi veya 647 sayılı Yasadaki diğer hükümlerden yararlandırılmaması nedeni ile vatandaşlar arasında farklı ceza uygulamasına yol açtığı için, Anayasanın 10. maddesindeki "Kanun önünde eşitlik", 11. maddesindeki "Anayasanın bağlayıcılığı ve üstünlüğü" ve 13. maddesindeki "Temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması" hükümleri karşısında Anayasaya aykırıdır ve iptali gerekir."
269
Esas Sayısı : 2010/9 Karar Sayısı : 2011/109 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'Davacılar tarafından davalı Kemalpaşa Organize Sanayi Bölgesi aleyhine Mahkememizin 2010/1 Esas sayılı dosyası ile davalı tarafından Kemalpaşa İcra Müdürlüğü'nün 2009/3899 Esas sayılı takip dosyası ile aleyhlerine 'Yönetim aidatı ve gecikme cezalarına ilişkin 15.01.2009 tarih ve 2009/01 sayılı müteşebbis heyeti kararına' istinaden 7.076,31TL asıl alacak ile 1.602,89 TL gecikme cezası olmak üzere toplam 8.679,20 TL alacağın faiz ve masrafları ile birlikte tahsili talebine ilişkin İlamlı Takibin iptali talebi ile açılan 11.01.2010 tarihli davada 4562 Sayılı Organize Sanayi Bölgeleri Kanununun 16. maddesinin ikinci fıkrasının Anayasanın 9. ve 37. maddelerine aykırı olduğu iddiasında bulundukları anlaşılmıştır. 4562 Sayılı Organize Sanayi Bölgeleri Kanunun Yönetim Aidatları başlıklı 16. maddesinin ikinci fıkrası ile; 'Müteşebbis heyetin yönetim aidatı ile ilgili kararları ilam hükmünde olup, ilamların icrasına ilişkin yolla takip edilirler.' hükmü öngörülmüştür. Anayasa'nın 9. maddesi 'Yargı yetkisi Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır.' hükmünü amir olup ayrıca yine Anayasanın 37/2. maddesi de 'Bir kimseyi kanunen tabi olduğu mahkemeden başka bir merci önüne çıkarma sonucunu doğuran yargı yetkisine sahip olağanüstü merciler kurulamaz.' hükmünü amirdir. Yapılan yasal düzenleme ile 4562 Sayılı Organize Sanayi Bölgeleri Kanununun 16. maddesinin 2. fıkrasında müteşebbis heyetin yönetim aidatı ile ilgili kararlarının ilam hükmünde olduğu öngörülerek ilamların icrasına ilişkin yolla takip edilirler hükmüne yer verilmiş olduğundan bu hükümle yargı yetkisi, mahkeme sıfatı olmayan bir heyete devredilmiş olup bu hususun Anayasa'nın 9. ve 37. maddelerine açıkça aykırılık teşkil ettiği kanaatine varılmıştır. Zira 4562 Sayılı Kanun'un 16/2 maddesinde yer alan müteşebbis heyetin kararlarına ilam niteliği verilmekle yargı yetkisi bağımsız mahkeme olmayan bir heyete devredilmekte bu da kanuni hakim güvencesi ilkesini düzenleyen Anayasa'nın 37. maddesine açıkça aykırılık teşkil etmektedir. Kaldı ki İİK.nun 38. maddesi ile de ilam mahiyetini haiz belgeler sınırlı olarak sayılmış olup özel kanunlarla yapılacak düzenlemeler saklı tutulmamıştır. Bu şekilde özel kanunlarla yapılan yasal düzenlemeler ile heyetlerin kararlarına ilam hükmü verilmesi hukukun temel ilkelerine ve Anayasa'nın 9. ve 37. maddelerine aykırılık teşkil etmektedir. Bu düzenleme ile yargı yetkisi bağımsız mahkemeden alınıp bir heyete verilmekte ve kararları ilam hükmünde olmaktadır ki bunun sakıncaları da fazladır. Zira heyetin bağımsız mahkeme gibi tarafsız ve objektif şekilde karar alması mümkün görülmemekte ve bu yargı yetkisinin 4562 Sayılı Kanunu 16/2 f ile müteşebbis heyete devri; yargı yetkisine sahip olağanüstü bir merciinin oluşturulmasına sebep olmaktadır ki, bu durum yukarıda da izah edildiği gibi Anayasanın Genel Esaslar Bölümü'nde düzenlenen 9. maddesine ve Temel Haklar ve Ödevler Bölümü'nde düzenlenen 37. maddesine de aykırılık teşkil ettiği kanaatine varılmıştır. Açıklanan sebeplerle davacıların Anayasa'ya aykırılık iddiası Mahkememizce de ciddi bulunmakla ve resende 4562 Sayılı Organize Sanayi Bölgeleri Kanunun 16. maddesinin 2. fıkrasının Anayasa'nın 9 ve 37. maddelerine aykırı olduğu kanaatine varılmakla Yüksek Mahkemenizce gerekli incelemenin yapılarak, 4562 Sayılı Kanun'un l6. maddesinin 2. fıkrasının Anayasa'nın 9 ve 37. maddelerine aykırı olduğunun tespiti ile iptaline karar verilmesi arz ve talep olunur.'"
469
Esas Sayısı : 2015/63 Karar Sayısı : 2015/106 1 "... Davacı şirket tarafından defter ve belgeler ile aylık ücret bordrolarının kanuna uygun düzenlenmediğinden bahisle 5510 sayılı Kanunun 102/l e 4ve 5. maddelerine istinaden şirket adına kesilen toplam 3.064,50 TL idari para cezasının iptali istemiyle Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığına karşı açılan işbu davada uygulanacak olan ve kanun yolunun belirlenmesine dayanak teşkil eden 2577 sayılı İdarî Yargılama Usûlü Kanunun geçici 8. maddesinin 1. fıkrasının 2. cümlesinde yer alan kararın verildiği tarihte yürürlükte bulunan ibaresinin, Anayasaya uygun olup olmadığı yönünden gerekli inceleme yapılarak işin gereği düşünüldü: 2577 sayılı İdarî Yargılama Usûlü Kanunun geçici 8. maddesi, idari yargıda mahkemeler tarafından verilen kararlara karşı, yürürlükten kaldırılan itiraz kanun yolu, doğrudan temyiz yolu ile yürürlükte bulunan istinaf kanun yolu ve istinaf incelemesi üzerine verilen kararlara karşı başvurulan temyiz kanun yollarının zaman bakımından hangisinin uygulanacağına ilişkin hükümler içerdiği. Kanun hükmünün bu davada uygulanacak olması ve bu davada kanun yolunun belirlenmesine dayanak teşkil etmesi nedeniyle 2577 sayılı İdari Yargılama Usûlü Kanunun geçici 8. maddesinin 1. fıkrasının 2. cümlesinde yer alan kararın verildiği tarihte yürürlükte bulunan ibaresinin, bakılan davada uygulanacak kural olduğunda duraksama bulunmamaktadır. I 2577 sayılı İdarî Yargılama Usûlü Kanunun başvuru konusu kuralının Anayasaya aykırılığı sorunu: Anayasanın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçman, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık, yasaların üstünde yasa koyucunun da uyması gereken Anayasa ve temel hukuk ilkeleri bulunduğunun bilincinde olan devlettir. Hukuk devleti ilkesinin gerçekleştirilmesinin unsurlarından biri ‘belirlilik ilkesidir. Bu ilkeye göre, yasal düzenlemelerin kişilerin, idarenin hem de mahkemeler yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır, uygulanabilir ve nesnel olması gerekir. Belirlilik ilkesi, hukuksal güvenlikle bağlantılı olup birey, yasadan, belirli bir kesinlik içinde, mahkeme kararlarına karşı hangi kanun yoluna gidebileceğini bilmelidir. Yine belirlilik ilkesi gereğince mahkemeler de, verdiği nihai kararına karşı hangi kanun yoluna başvurulması gerektiğini ya da verilen kararın kesin olup olmadığını öngörebilmeli ve bu hususu karara yazabilmelidir. Ancak bu durumda kişiler hak arama hürriyetinden en iyi şekilde yararlanır. Hukuk güvenliği, normların öngörülebilir ve açık olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar. Bu bağlamda, 28.06.2014 tarihinde Resmî Gazetede yayımlanan ve aynı tarihte yürürlüğe giren 6545 Sayılı Kanunla hem 2576 sayılı Bölge İdare Mahkemeleri, İdare Mahkemeleri ve Vergi Mahkemelerinin Kuruluşu ve Görevleri Hakkında Kanunda hem de İYUKnda değişiklikler yapılmıştır.Esas Sayısı : 2015/63 Karar Sayısı : 2015/106 2 2576 sayılı Kanunla yapılan değişikliklerde bölge idare mahkemelerine istinaf başvurularını inceleyip karara bağlama görevi verilmiş, Adalet Bakanlığı tarafından kanunda öngörülen yeni teşkilat yapısına uygun bölge idare mahkemeleri kurulacağı, bölge idare mahkemelerinin kuruluşları, yargı çevreleri ve tüm yurtta göreve başlayacakları tarihin Resmî Gazetede ilân edileceği, mevcut bölge idare mahkemelerinin ise, yeni kurulan bölge idare mahkemelerinin göreve başlayacağı tarihe kadar faaliyetine devam edeceği hükme bağlanmış ve bu hükümlerin yayımı tarihinde yürürlüğe gireceği öngörülmüştür. 28.06.2014 tarihinde Resmî Gazetede yayımlanan ve bu tarihte yürürlüğe giren 6545 sayılı Kanuna göre mevcut bölge idare mahkemeleri, yeni kurulan bölge idare mahkemelerinin göreve başlayacağı tarihe kadar faaliyetine devam edecektir. 2576 sayılı Kanunun 8. maddesinde yer alan itiraz kanun yolu yürürlükten kaldırılmıştır. Aynı kanunla istinaf kanun yoluna ilişkin hükümler getirilmiş ve mevcut bölge idare mahkemelerinin görevinin istinaf başvurularını incelemek olduğu öngörülmüştür. Yine 6545 sayılı Kanunla İYUKnda yapılan değişikliklerle, itiraz kanun yolu kaldırılmış, ivedi yargılama hariç olmak üzere, ilk derece vergi ve idare mahkemeleri tarafından verilen kararlara karşı istinaf kanun yolu öngörülmüştür. Temyiz ise, bölge idare mahkemelerinin vermiş olduğu ve kanunda sayılan bazı kararlara karşı gidilebilen bir kanun yolu olarak hukuk düzeninde yerini almıştır. 6545 sayılı Kanun yayımlandığı tarihte (28.06.2014) yürürlüğe girdiğinden istinaf kanun yoluna ilişkin hükümler de yürürlüğe girmiş ve İYUKna işlenmiştir. Bu değişiklikle ivedi yargılama dışında konusu 5000,00 TLyi aşan tüm mahkeme kararlarının istinaf kanun yoluna tâbi olduğu öngörülmüştür. Kanunların yürürlüğe girmesi ile kanunların uygulanmaya konulması birbirlerinden farklı kavramlardır. Kural olarak, yasa yürürlüğe girmekle uygulanmaya da başlar. Fakat bu ana kuralın istisnaları da hukukumuzda mevcuttur. Meselâ 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu ya da 2935 sayılı Olağanüstü Hal Kanunu gibi bazı kanunlar yürürlükte bulunmalarına rağmen her zaman uygulanmazlar. Bu kanunlar, sıkıyönetim ve olağanüstü halin ilan edilmesiyle birlikte uygulamaya konulur ve sıkıyönetim ve olağanüstü halin kalkmasıyla birlikte uygulamadan kalkarlar, ancak yine de yürürlükte kalırlar. Benzer durum Millî Korunma Kanunu hakkında da geçerli olup, bu kanun hükümleri Bakanlar Kurulu tarafından uygulamaya konulur veya uygulamadan kaldırılır. ( GÜNDAY, Metin: İdare Hukuku, 10. Baskı, (XXXİV+652 sayfa), İmaj Yayım evi, s. 94.) Son zamanlarda yapılan bazı kanun hükümleri Resmî Gazetede yayımlanıp yürürlüğe girmesine rağmen, belli bölümlerinin uygulanması geçici hükümlerle ertelenebilmekte, ötelenebilmektedir. Örneğin Ceza Muhakemeleri Kanunu ve Hukuk Muhakemeleri Kanununda yer alan kanun yoluna ilişkin hükümler, bu kanunlarla birlikte yürürlüğe girmesine rağmen uygulaması hukuken mümkün olamamıştır. Çünkü bölge adliye mahkemelerine atama yapılıp faaliyete geçirilmemiş olduğundan, mecburiyetten dolayı getirilen bu yeni hukukî kurumlar uygulama alanı bulamamıştır. Geçici maddelerle yürürlükten kaldırılan kanun yollarının uygulanmasına devam edilmektedir. 2577 sayılı kanunda düzenlenerek 28.06.2014 tarihinde yürürlüğe giren yeni kanun yollarına ilişkin hükümlerin zaman bakımından uygulanmasına ilişkin olarak da İYUKna eklenen geçici 8. maddesinin 1. fıkrasında, İvedi yargılama usulü hariç olmak üzere bu Kanunla idarî yargıda kanun yollarına ilişkin getirilen hükümler, 2576Esas Sayısı : 2015/63 Karar Sayısı : 2015/106 3 sayılı Kanunun, bu Kanunla değişik 3 üncü maddesine göre kurulan bölge idare mahkemelerinin tüm yurtta göreve başlayacakları tarihten sonra verilen kararlar hakkında uygulanır. Bu tarihten önce verilmiş kararlar hakkında, kararın verildiği tarihte yürürlükte bulunan kanun yollarına ilişkin hükümler uygulanır hükmüne yer verilmiştir. İYUKnun geçici 8. maddesine ilişkin 6545 sayılı Kanun tasarısının gerekçesinde, geçici maddeyle idare ve vergi mahkemelerinin verdikleri nihai kararlar hakkında uygulanacak kanun yolu hükümlerinin belirlenmesinde, 2576 sayılı Kanunun, bu kanunla değişik 3. maddesine göre, yeni kurulan bölge idare mahkemelerinin, Resmi Gazetede yayımlanacak göreve başlama tarihi esas alınmaktadır. Buna göre, idare ve vergi mahkemelerinin kararları Resmî Gazetede ilân tarihinden önce verilmiş ise bu kanunun yürürlüğe girmesinden önce uygulanan kanun yoluna ilişkin hükümler uygulanacaktır. Şayet idare ve vergi mahkemesinin kararları Resmî Gazetede ilân tarihinden sonra verilmiş ise bu kanunla getirilen kanun yoluna ilişkin hükümler uygulanacaktır. Bir başka ifadeyle, Resmî Gazetede ilân tarihinden önce idare ve vergi mahkemelerince verilip henüz haklarında kamın yollarına müracaat edilmemiş kararlar hakkında bu kanunun yürürlüğe girmesinden önce uygulanan kanun yollarına ilişkin hükümler uygulanacaktır. Resmî Gazetede ilân tarihinden önce idare ve vergi mahkemelerince verilip ilân tarihinden önce ya da sonra kanun yollarına müracaat edilen ve bozulmak suretiyle idare ve vergi mahkemelerine gönderilen dosyalar hakkında da ilk kararın verildiği tarihte uygulanan kanım yoluna ilişkin hükümler uygulanacaktır şeklinde açıklamalar yapılmıştır İYUKnun geçici 8. maddesiyle ilgili olarak tasarı gerekçesinin anlaşılır bir şekilde ele alındığı görülmektedir. Gerekçede İYUKnun geçici 8. maddesiyle amacın, yeni kurulan bölge idare mahkemelerinin göreve başlama tarihinden önce verilen kararlar hakkında 6545 sayılı Kanunun yürürlüğe girmesinden önce uygulanan kanun yollarına ilişkin hükümlerin uygulanmasını sağlamaktır. Ancak tasarıda amaç ve gerekçe bu olmakla birlikte, İYUKnun geçici 8. madde hükmünün yazılış biçimi, lafzı ve madde metni bu amacı gerçekleştirmekten çok uzaktır. Kanun gerekçesinde yeni kurulan bölge idare mahkemelerin göreve başlaması tarihinden önce ve sonra olmak üzere iki dönem varmış gibi açıklamalar yapılmıştır. Ancak İYUKnun geçici 8. madde hükmünde ise kanun koyucu tarafından yeni getirilen kanun yollan hükümlerinin uygulanmasında 3 dönem ortaya çıkmıştır. Birinci dönem, 6545 sayılı Kanunun yayım tarihi olan 28.06.2014 tarihinden önce kararların verildiği dönemdir. İkinci dönem, 28.06.2014 tarihinden yeni kurulan bölge idare mahkemelerinin göreve başlayacağı muhtemel tarih arasındaki dönemdir. Üçüncü dönem ise, yeni kurulan bölge idare mahkemelerinin göreve başlama tarihinden sonraki dönemdir. Kanun koyucunun kanun yapma dönemindeki amacı 2. Dönemde (içinde bulunduğumuz dönem) verilen kararlar hakkında da, kararın verildiği tarihte yürürlükte bulunmayan itiraz, temyiz ve karar düzeltme kanun yollarını uygulanmasıdır. Ancak 2. dönem, gerekçeden bağımsız olarak ele alınacak şekilde geçici maddede düzenlenmiştir. Çünkü İYUK nun geçici 8. maddesinde, 2. dönemde verilen kararlar hakkında kararın verildiği tarihte yürürlükte bulunan istinaf kanun yollarının uygulanacağı hükmüne yer verilmiştir.Esas Sayısı : 2015/63 Karar Sayısı : 2015/106 4 İstinaf kanun yoluna ilişkin hükümlerin yürürlükte olduğu 2. dönemde, yürürlükten kaldırılan kanun yollarına ilişkin hükümlerin uygulanacağına ilişkin açık bir kanun hükmü olmadan, yürürlükten kaldırılan kanun yollarına ilişkin hükümlerin uygulanması, kanunla verilmeyen bir yetkinin kullanılması anlamına gelir. İş bu uyuşmazlık açısından bakıldığında, 6545 sayılı Kanunun yayımlandığı 28.06.2014 tarihinde istinaf kanun yoluna ilişkin hükümler yürürlüğe girmiştir. İtiraz kanun yolu yürürlükten kaldırılmıştır. 2577 sayılı İdarî Yargılama Usûlü Kanunun yürürlükte bulunan 45. maddesinde, konusu beş bin Türk lirasını geçmeyen vergi davaları, tam yargı davaları ve idari işlemlere karşı açılan iptal davaları hakkında idare ve vergi mahkemelerince verilen kararlar kesin olup, bunlara karşı istinaf yoluna başvurulamaz. düzenlemesi yer almıştır. Dava konusu para cezası tutarı beş bin Türk lirasını geçmediğinden bakılan davada verilecek nihai kararda, yürürlükte bulunan istinaf başlıklı İYUK 45. maddesi gereği kararın kesin olarak mı verildiği belirtilecek, yoksa yürürlükten kaldırılan itiraz kanun yolu açık olmak üzere mi karar verileceği hususunda belirlilik ve açıklık bulunmamaktadır. Uygulamada gerek Danıştay, bölge idare mahkemeleri ve ilk derece mahkemeleri itiraz ve doğrudan temyize ilişkin kanun yollarının yürürlükte olduğu veya uygulanması gerektiği görüşüyle eski kanun yollarını uygulamaya devam etmektedir. Dayanağı olarak da, İYUK na eklenen geçici 8. maddesinin 1. fıkrasının 1. cümlesi , İvedi yargılama usulü hariç olmak üzere bu Kanunla idarî yargıda kanun yollarına ilişkin getirilen hükümler, 2576 sayılı Kanunun, bu Kanunla değişik 3 üncü maddesine göre kurulan bölge idare mahkemelerinin tüm yurtta göreve başlayacakları tarihten sonra verilen kararlar hakkında uygulanır hükmü belirtilmektedir. Bu fıkranın 1. cümle hükmünde açık olarak yeni kurulan bölge idare mahkemelerinin tüm yurtta göreve başlayacakları tarihten sonra verilen kararlar hakkında yeni getirilen kanun yollarına ilişkin hükümlerin uygulanacağı belirtilmiştir. Ancak bu cümle hükmü tek başına, yeni getirilen kanun yollarının uygulama alanının ve zamanının belirlenmesinde yeterli kapsam ve açıklıkta değildir. Çünkü, yeni kurulan bölge idare mahkemelerinin tüm yurtta göreve başlayacakları tarihten önce verilen kararlar da mevcuttur. Bu kararların bir kısmı 28.06.2014 tarihinden önce itiraz, temyiz ve karar düzeltme kanun yollarının yürürlükte bulunduğu döneme ilişkindir. Diğer bir kısmı ise, 28.06.2014 tarihinden başlayarak yeni kurulan bölge idare mahkemelerinin tüm yurtta göreve başlayacağı tarihe kadar olan dönemde kararların verildiği ve aynı zamanda istinaf kanun yoluna ilişkin hükümlerin de yürürlükte bulunduğu içinde bulunduğumuz döneme ilişkindir. Acaba belirtilen bu iki dönemde hangi kanun yolu hükümleri uygulanacaktır. İYUK nun geçici 8. maddesinin 1. fıkrasının 1. cümlesinde yer alan hükme dayanılarak, istinaf kanun yoluna ilişkin hükümlerin yürürlükte olduğu 28.06.2014 tarihi ile yeni kurulan bölge idare mahkemelerinin tüm yurtta göreve başlayacakları tarihe kadar olan dönemde, yürürlükte bulunmayan itiraz, temyiz ve karar düzeltme kanun yollarına ilişkin hükümlerin uygulanmasının hukuka uygun olup olmadığının tartışılması gerekmektedir. İYUKnun geçici 8. maddesinin 1. fıkrasının 2. cümlesinde bu konuda açık uygulama kuralı getirilmiştir. İYUKnun geçici 8. maddesinin 1. fıkrasının 2. cümlesinde, ‘‘Bu tarihten (yeni kurulan bölge idare mahkemelerinin tüm yurtta göreve başlayacaklarıEsas Sayısı : 2015/63 Karar Sayısı : 2015/106 5 tarihtir) önce verilmiş kararlar hakkında, kararın verildiği tarihte yürürlükte bulunan kanun yollarına ilişkin hükümlerin uygulanacağı hükmüne yer verilmiştir. İYUKnun geçici 8. maddesinin 1. fıkrasının 1. cümlesi, doğrudan 3. döneme ilişkindir ve tüm dönemleri kapsayıcı açık uygulama hükmü getirmemiştir. 2. dönemde ilk derece mahkemeleri tarafından verilen kararlara ilişkin olarak Danıştay ve bölge idare mahkemelerinin yürürlükten kaldırılan itiraz, temyiz ve karar düzeltmeye ilişkin hükümleri uygulaması, İYUKnun geçici 8. maddesinin 1. fıkrasının 2. cümlesine açık aykırılık oluşturmaktadır. Bu durum adil yargılanma hakkını da etkilemektedir. Öte yandan bu durum yasada öngörülen kanun yollarında inceleme yapılmaması nedeniyle menfaati olumsuz etkilenen ilgililerin, bireysel hak ihlali kapsamında Anayasa Mahkemesine başvurması için yeterli bir sebep oluşturabilir. Anayasanın 40. Maddesinde; Devlet, işlemlerinde, ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmek zorunda olduğu hükmüne yer verilmiştir. İYUK nun geçici 8. maddesinin 1. fıkrasının 1. cümlesi ile 2. cümlesi birbiriyle çelişir gibi görünmekle birlikte, uygulamada Danıştay, bölge idare mahkemeleri ve ilk derece mahkemeleri fıkranın 1. cümlesini dayanak alarak eski kanun yollarını uygulamaya devam ettiğinden ve fıkranın 2.cümlesinde ise gerekçesinden bağımsız olarak yürürlükte bulunan yeni kanun yollarının uygulanmasına ilişkin amir hükme yer verildiğinden, İYUKnun geçici 8. maddesi hükmü kanun yollarının zaman bakımından uygulanması açısından belirlilik ve hukuki güvenlik ilkesini ihlal edici nitelikte olması nedeniyle Anayasanın 2.maddesinde yer alan insan haklarına saygıyı önceleyen hukuk devleti ilkesine aykırı olduğu değerlendirilmiştir. Tasarı gerekçesinden farklı düzenlemeye yer verilmesinden dolayı belirsizliğe yol açması nedeniyle 2577 sayılı İdarî Yargılama Usûlü Kanunun geçici 8. maddesinin 1. fıkrasının 2. cümlesinde yer alan kararın verildiği tarihte yürürlükte bulunan ibaresinin iptali istenilmektedir. II Sonuç ve İstem: Açıklanan nedenlerle; bir davaya bakmakta olan mahkemenin, o davada uygulanacak yasa kuralının Anayasaya aykırı olduğu yolundaki görüşünü açıklayan kararı ile Anayasa Mahkemesine başvurulması gerektiğini düzenleyen Anayasanın 152. maddesi ile 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 40. Maddesi uyarınca ve yukarıda açıklanan gerekçelerle, 2577 sayılı İdarî Yargılama Usûlü Kanunun geçici 8. maddesinin 1. fıkrasının 2. cümlesinde yer alan kararın verildiği tarihte yürürlükte bulunan ibaresi, Anayasanın 2. maddesine aykırı olduğu görüldüğünden anılan ibarenin iptali istemiyle itirazen Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, dosyada bulunan belgelerin onaylı bir örneğinin Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine, 18/06/2015 tarihinde karar verildi."
2,117
Esas Sayısı : 1988/55 Karar Sayısı : 1988/49 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ: Ayrı bir gerekçeli başvuru kararı göndermeyen yerel mahkemenin, Anayasa Mahkemesi'ne başvurmaya ilişkin ara kararı aynen şöyledir: "... Davacının 3395 sayılı Kanunun geçici 5. maddesi gereğince borçlandırılarak üst dereceden yaşlılık aylığı bağlanmasını istediği, bu maddenin belli bir dereceye yükselen sigortalılara ayrıcalık tanıdığı ve bu niteliği ile Anayasa'nın 2. maddesindeki sosyal hukuk devleti, 10/2. maddesindeki eşitlik, 55. maddesindeki ücrette adalet ilkelerine aykırı olduğu, Anayasanın 152. maddesine göre bu konuda Anayasa Mahkemesince bir karar verilinceye kadar davanın geri bırakılmasına, dosyanın tasdikli sureti veya fotokopisinin Anayasa Mahkemesine gönderilmesine, suret veya fotokopi masrafı ile posta masraflarının davacıca karşılanmasına, dosya Anayasa Mahkemesine gidişinden itibaren 5 ay içinde Anayasa Mahkemesince karar verilmediği takdirde davanın yürürlükteki kanunlara göre (Madde 152/3.e) ele alınıp yürütülmesine, davacı vekili ile davalılar vekillerinin yüzlerine karşı verilen karar açıkça okunup anlatıldı"."
140
Esas Sayısı : 2010/49 Karar Sayısı : 2010/87 1 "... I İPTAL VE YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMİNİN GEREKÇESİ Dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir: 'I.A. 7.5.2010 Tarihli ve 5982 Sayılı Kanun'un Tümünü İlgilendiren Anayasaya Aykırılık Gerekçeleri I.A.1. Teklifin Getiriliş Biçimi Bakımından 7.5.2010 Tarihli ve 5982 Sayılı Kanun'un Anayasaya Aykırılık Gerekçeleri Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 175 inci maddesinde 'Anayasanın değiştirilmesi Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının en az üçte biri tarafından yazıyla teklif edilebilir' Anayasanın değiştirilmesi hakkındaki tekliflerin görüşülmesi ve kabulü, bu maddedeki kayıtlar dışında, kanunların görüşülmesi ve kabulü hakkındaki hükümlere tabidir' hükmü yer almaktadır. Bu hükümden hemen anlaşılabileceği gibi, teklif bakımından, Anayasa değişikliğine yönelik kanunlar ile diğer kanunlar arasında iki önemli fark bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, Anayasa değişikliğine ilişkin olmayan kanun teklifleri tek bir milletvekili tarafından yapılabilirken, Anayasa değişikliğine yönelik kanun teklifleri için TBMM üye tamsayısının en az üçte birinin imzasının gerekmesidir. İkinci fark ise, Bakanlar Kurulunun sıradan kanunlar için tasarı ile değişiklik önermesi mümkün iken, Anayasa değişikliklerinin yalnız milletvekillerince teklif edilebilmesidir. 'Tasarı' ve 'teklif' arasındaki görünürdeki temel ayrım, sunulan metni imzalayanların kişisel ve kurumsal farklılığı olmakla birlikte, gerçekteki temel ayrım, 'imza iradesi'dir. Bu iradenin gerekli incelemeyi, araştırmayı ve usulü yansıtması gerekir. Anayasanın 175 inci maddesiyle getirilen teklif kuralı, aynı zamanda 'tasarı' yasağını içermektedir. Bu yasak, Anayasanın Anayasa değişikliklerinin bakan ya da başbakanların değil, tamamıyla milletvekillerinin iradesinin ürünü olmasını istemesinden kökenlenmektedir. Bir metnin teklif niteliğini taşıyabilmesi, tasarı ya da bir parti metni olmamasına; o metnin tümüyle milletvekili iradesine dayanmasına bağlıdır. Oysa 7.5.2010 tarih ve 5982 sayılı Kanunun teklif olarak sunulmadan önce geçirdiği süreç, bu Anayasa değişikliğinin tümüyle milletvekili iradesine dayalı bir öneri niteliğini taşımadığını; Başbakanın başkanlığında bir tasarı gibi hazırlandığını; daha sonra hazırlanan metne sadece Adalet ve Kalkınma Partisi TBMM Grubundaki milletvekillerinin imzalarının alınması yoluyla bir teklif görünümü kazandırılarak, Anayasaya uygunluğun sağlanmaya çalışıldığını göstermektedir. Ancak bu durum, Anayasa değişikliği teklifinin, teklif görünümü verilmiş bir kanun tasarısı olduğu gerçeğini değiştirmeye yetmemektedir. Kaldı ki bizzat Başbakan bile, bu Anayasa değişikliği teklifinden çoğu kez 'tasarı' olarak söz etmek suretiyle durumu açıkça ifade etmiş; durum, kamuoyunca da böyle algılanmıştır.Esas Sayısı : 2010/49 Karar Sayısı : 2010/87 2 Dahası, oylama sürecinde Adalet ve Kalkınma Partisinin üç kez grup toplantısı yapması; Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın 'ya tarih yazarsınız ya tarih bizi siler' açıklaması da, değişiklik önerisinin bizzat Başbakanca sahiplenildiğini ortaya koymaktadır. Böyle bir durumun Anayasanın 175 inci maddesinin birinci fıkrasına aykırı düştüğü açıktır. Öte yandan, Anayasa değişikliğinin bir tasarı niteliğini taşımasına rağmen, teklif görünümü verilmeye çalışılarak önerilmesi, kamunun hukuka güven duygusunu da sarsmıştır. Bu da hukuk devleti ile bağdaşmaz. Çünkü Anayasa Mahkemesinin de belirttiği gibi, 'hukuk devleti, bireylerin tüm işlem ve eylemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerektirir' (Bkz. AYMK. 2.7.2009 günlü E.2005/66, K.2009/102). 'Vatandaşların Devlete karşı güven duyabilmeleri, maddi ve manevi varlıklarını korkusuzca geliştirebilmeleri hukuk güvenliğinin sağlandığı bir sistem içinde olanaklıdır' (Bkz. AYMK. 28.9.1995 günlü E.1995/24, K.1995/52). Bu durum, 5982 sayılı Kanunun, bir tasarı niteliği taşımasına rağmen teklif görünümü verilerek önerilmesinin, Anayasanın 2 nci maddesinde belirtilen ve hukuk güvenliği temel unsuru olan 'hukuk' devleti ilkesine de aykırı olduğunu ortaya koymaktadır. 5982 sayılı Kanun bir Anayasa değişikliği gerçekleştirdiği için bu aykırılık, Anayasanın 2 nci maddesindeki hukuk devleti ilkesinin Anayasanın 4 üncü maddesindeki değiştirilmezlik ilkesine aykırı olarak değiştirildiği anlamına gelmektedir. Bu da yasakoyucuya yetki tanınmamış bir husustur ve Anayasanın 2 nci ve 4 üncü maddelerine aykırıdır. Bu açıklamalardan hareketle, 7.5.2010 tarihli ve 5982 sayılı Kanunun daha teklif edilirken, Anayasaya aykırı düştüğü ve bu aykırılığın 5982 sayılı Kanunun tüm hükümlerini ilgilendirdiğini göstermektedir. Anayasanın 148 inci maddesinde, Anayasa Mahkemesine Anayasa değişikliklerini şekil açısından denetleme yetkisi verilmiş ve bu şekil denetiminin teklif ve oylama çoğunluğuna ve ivedilikle görüşülemeyeceği şartına uyulup uyulmadığı hususları ile sınırlı olduğu belirtilmiştir. Yukarıda belirtilen hususlar 'teklif' unsuru ile ilgili olduğundan Anayasa Mahkemesinin denetim alanı içinde kalacağı kuşkusuzdur. Bu nedenle Anayasa Mahkemesinin 7.5.2010 tarihli ve 5982 sayılı Kanunu, tüm hükümleri bakımından şekil açısından denetleyerek Anayasanın 175 inci maddesine aykırı biçimde, teklif görünümü verilmeye çalışılmış bir tasarı olarak önerildiği gerekçesiyle iptal etmesi gerekmektedir. Aynı zamanda yukarıda açıklandığı gibi yapılan bu Anayasa değişikliği önerisi, bir tasarı niteliği taşıması bakımından, yukarıda açıklandığı gibi hukuk güvenliği temel unsurlarından birisi olan ve Anayasamızın 2 inci maddesinde açıklanmış bulunan hukuk devleti ilkesini değiştirici niteliği nedeniyle Anayasanın 2 nci ve 4 üncü maddesine de aykırı düşmüştür. Bu da bir başka iptal nedenidir. I.A.2. Anayasa Komisyonundaki Görüşme Biçimi Bakımından 7.5.2010 Tarihli ve 5982 Sayılı Kanun'un Anayasaya Aykırılık Gerekçeleri 7.5.2010 tarihli ve 5982 sayılı Kanunun Anayasa Komisyonunda görüşülmesi aşamasında da, Anayasaya aykırı uygulamaların yapıldığı görülmektedir.Esas Sayısı : 2010/49 Karar Sayısı : 2010/87 3 Adalet ve Kalkınma Partisi Grup Başkanvekilleri Yozgat Milletvekili Bekir Bozdağ ve Samsun Milletvekili Suat Kılıç ile 214 Milletvekili 'Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Teklifi'ni TBMM Başkanlığı'na sunmuşlar ve 2/650 E. sayılı bu teklif, TBMM Başkanlığınca Anayasa Komisyonuna havale edilmiştir. Anayasa Komisyonu Başkanı bu teklifi görüşmek üzere Anayasa Komisyonunu 07.04.2010 Çarşamba günü 10:30 da toplantıya davet etmiş ve bunu TBMM'ndeki siyasi parti grup başkanlıklarına yazı ile bildirmiştir. Ancak daha sonra, söz konusu teklifteki milletvekili imzalarının 'stok imza' olarak adlandırılan, milletvekillerinden hangi konuda kullanılacağı belirtilmeden önceden alınan imzalar olduğu; bu nedenle de aralarında TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin'in de imzası bulunduğu ortaya çıkmıştır. Ancak TBMM Başkanlığına verilen kanun teklifindeki imzaların bulunduğu çizelge Anayasa Komisyonuna gelme aşamasında değiştirilmiş, ikinci stok imza teklif metnine eklenerek Anayasa Komisyonuna sunulmuştur. Bu gelişmelerden sonra 61 Milletvekili 2/650 E. Sayılı kanun teklifinden imzalarını geri çekmişlerdir. Bunun üzerine Anayasa Komisyonu Başkanı, 2/650 E. sayılı Teklifi, Anayasa Komisyonunda görüşmeye açmadan, resen ve imza sayısının Anayasanın 175 inci maddesinde öngörülen yetersayının altına düştüğü gerekçesi ile TBMM Başkanlığı'na geri göndermiş ve 2/650 E. sayılı teklifin görüşüleceği 07.04.2010 tarihli toplantıyı iptal etmiştir. Bu arada Adalet ve Kalkınma Partisi Grup Başkanı İstanbul Milletvekili Recep Tayyip ERDOĞAN VE 264 milletvekili, '07.11.1982 Tarihli ve 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Teklifi'ni TBMM Başkanlığına sunmuşlar ve 2/656 E. sayılı bu teklif Anayasa Komisyonuna havale edilmiş; Anayasa Komisyonu Başkanı bu teklifi görüşmek üzere Anayasa Komisyonunu 8 Nisan 2010 tarihinde toplantıya davet etmiştir. 2/656 E. sayılı kanun teklifi, Anayasa Komisyonunda görüşülerek kabul edilmiş; TBMM'de de kabulünden sonra 7.5.2010 tarihli ve 5982 sayılı Kanun olarak, Resmi Gazete'de halkoyuna sunulmak üzere yayımlanmıştır. Bu süreçte göze çarpan Anayasaya aykırı uygulamaları şu şekilde özetlemek mümkündür: · Bir Anayasa değişikliği teklifi Anayasa Komisyonunun gündemine alındıktan ve hatta toplantı tarihi belirlendikten ve toplantı daveti yapıldıktan sonra bu teklifteki kimi imzalar geri çekilmiş ve kalan imzalar Anayasanın öngördüğü kabul yetersayısının altına düşmüşse; bu durumda Komisyonun TBMM İçtüzüğünün 26 ncı maddesi uyarınca gündemine sahip çıkması ve önergenin akıbeti hakkında karara varması gerekir. (Bkz.Dr. Erdal Onar, '1982 Anayasasında Anayasayı Değiştirme Sorunu; Ankara 1993, sa.1, dipnot 28) Böyle bir durumda Anayasa Komisyonu Başkanının yapılacak işlemi belirlemek için Komisyonda müzakere açmak yerine, Anayasa değişikliği teklifini, teklifteki imzaların kimilerinin geriye alınması nedeniyle, Anayasanın öngördüğü teklif yetersayısının altına düştüğü gerekçesiyle res'en TBMM Başkanlığına geri göndermesi kabul edilemez ve Anayasa Komisyonunun gündemine sahip olmasını, TBMM İçtüzüğünün 26 ncı maddesine aykırı olarak engelleyen bir durumdur. · Belli sayıda imza ile yapılabilecek olan Anayasa değişikliği teklifleri, kollektif bir iradenin kullanımı sonucunda yapılan ortak irade beyanları niteliğini taşıdıkları için, bu tekliflerin geri alınması da, ancak aynı toplu irade tarafından yapılabilir; yani yukarıdaki koşullar doğrultusunda yapılmış bir anayasa değişikliği teklifinin geri alınmış olması sonucu, ancak teklifi yapanların tümünün imzalarını geri çekmeleri halinde doğar.Esas Sayısı : 2010/49 Karar Sayısı : 2010/87 4 Nitekim, Anayasa Mahkemesi de 25.7.2005 günlü, E.2004/2 (Siyasi Parti İhtar), K.2005/4 sayılı kararında bu hususu vurgulamıştır. Bu nedenle 2/650 E. sayılı kanun teklifini imzalayanlardan sadece altmış bir kişinin imzasını geri çekmesi, bu teklifin geri alınmış olduğu sonucunun doğması için yeterli değildir. Bu bakımdan 2/650 E. sayılı kanun teklifinin söz konusu 61 kişi imzasını çekse bile, Anayasanın öngördüğü teklif yetersayısına uyularak TBMM Başkanlığına yapılmış ve Anayasa Komisyonunun gündemine girmiş geçerli bir teklif olma niteliğini koruduğunun kabul edilmesi gerekir. Bu durumda da, Anayasa Komisyonunun bu geçerliliğini koruyan teklifi, TBMM İçtüzüğünün 35 inci maddesinin verdiği yetki çerçevesinde, yakından ilgili olduğu 2/656 E. sayılı teklifle birleştirerek görüşme imkanının doğacağı açıktır. Ancak Anayasa Komisyonu Başkanının, 2/650 E. sayılı kanun teklifini, teklifteki imza sayısının Anayasanın 175 inci maddesinde öngörülen yetersayının altına düştüğü gerekçesiyle resen TBMM Başkanlığına iade etmesi, hem Anayasa Komisyonu Başkanı için bir yetki aşımı olmuş; hem de Anayasa Komisyonunu, gündemine hakim olarak TBMM İçtüzüğünün 26 ncı maddesi uyarınca 2/650 E. sayılı kanun teklifinin geçerliliğini müzakere ve karara bağlamak ve 2/656 E. sayılı kanun teklifi ile TBMM İçtüzüğünün 35 inci maddesi uyarınca birleştirerek görüşmek imkanından mahrum bırakmıştır. Bunun, milletvekillerinin Anayasanın 87 nci maddesinde TBMM'ne verdiği kanun koymak yetkisini, Anayasanın 95 inci maddesinin birinci fıkrası gereğince TBMM'nin yaptığı TBMM İçtüzüğünün 26 ncı ve 35 inci maddeleri doğrultusunda kullanmasını engelleyen bir durum olduğu ve Anayasanın 87 nci maddesine aykırı düştüğü ortadadır. Öte yandan, Komisyon Başkanının görevleri İçtüzükte sayılmıştır. Gündeme alınan bir tasarı ya da teklif hakkında karar verme yetkisi Başkanın değil, usulüne uygun olarak toplanan Komisyonundur. Başkan, Komisyona ait yetkiyi kullanmıştır. İçtüzük değişikliği niteliğindeki bu işlem, Komisyona ait karar yetkisinin, hukuka aykırı olarak Komisyon Başkanı tarafından kullanılması nedeniyle Anayasanın 2 nci maddesindeki hukuk devleti ilkesine aykırıdır. Söz konusu 5982 sayılı Kanun bir Anayasa değişikliği yaptığı için bu aykırılık, 5982 sayılı Kanunun Anayasanın 2 nci maddesinde belirtilen hukuk devleti niteliğini değiştirdiği anlamına gelmektedir ki, bu da Anayasanın 4 üncü maddesindeki değişmezlik ilkesine aykırıdır. Yukarıda da belirtildiği gibi Anayasamız, 148 inci maddesinde Anayasa Mahkemesine Anayasa değişikliği yapan kanunları şekil açısından denetleme yetkisini vermiş; şekil denetimini de teklif ve oylama çoğunluğu ve ivedilikle görüşülemeyeceği şartına uyulup uyulmadığı hususları ile sınırlandırılmıştır. Yukarıda belirtilen durum 'teklif' aşaması ile ilgili ve söz konusu Kanunun tüm maddelerini ilgilendiren bir şekil aykırılığıdır ve Anayasa Mahkemesinin denetim alanına gireceği açıktır. Bu nedenle Anayasa Mahkemesinin, 7.5.2010 tarihli ve 5982 sayılı Kanunun tüm maddelerini, yukarıda açıklanan gerekçelerle Anayasanın 2 nci, 4 üncü, 87 nci ve 95 inci maddelerine aykırı olduğu için iptal etmesi gerekmektedir.Esas Sayısı : 2010/49 Karar Sayısı : 2010/87 5 I.A.3. Türkiye Büyük Millet Meclisinde Oylanma Biçimi Bakımından 7.5.2010 Tarihli ve 5982 Sayılı Kanun'un Anayasaya Aykırılık Gerekçeleri Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 175 inci maddesinde Anayasanın değiştirilmesi hakkında kanun tekliflerinin kabulünde gizli oy esası getirilmiştir. Ancak 7.5.2010 tarihli ve 5982 sayılı Kanunun, TBMM'deki görüşmelerinde 1 ve 2 nci tur oylamalarında oy gizliliğine uyulmamış olduğu görülmektedir. Oy gizliliğinin ihlal edildiği; oy gizliliğinin sağlanması için önlem alınması gerektiği muhalefet partilerinin milletvekilleri ve Grup Başkanvekillerince sıklıkla dile getirilmesine, bu konuda tartışmalar yapılmış olmasına rağmen TBMM Başkanlığınca herhangi bir önlem alınmamıştır. Ekte sunulan belge ve bilgilerden, kimi milletvekillerinin diğerlerinin oy pulunu gördüğü, oy zarfını denetlediği, oy kabinine birlikte girdiği, bu görüntülerin özellikle 5982 sayılı kanunun çerçeve 8 inci maddesinin düşmesinden sonra yeni numarası ile çerçeve 16 ncı ve devamı ile çerçeve 22 inci maddelerinde ihlallerin doruk noktasına ulaştığı, sonuç olarak oylamalarda gizlilik ilkesinin ihlal edildiği açık olarak görülmektedir. Böyle bir durum, Anayasanın 175 inci maddesine açıkça aykırıdır ve bu aykırılık, söz konusu Kanunun 1 inci tur oylamalarında sözkonusu olsa bile, Kanunun tümünü geçersiz kılacak niteliktedir. Çünkü Kanunun 2 nci tur oylamaları ve tümü hakkındaki oylama 1 inci tur oylamaların hazırladığı zemin üzerinde yapılmaktadır. Anayasamızın 148 inci maddesinde, Anayasa Mahkemesinin Anayasa değişikliği yapan Kanunları ancak şekil açısından denetleyebileceği bildirilmiş ve bu denetim teklif ve oylama çoğunluğuna ve ivedilikle görüşülemeyeceği şartına uyulup uyulmadığı hususları ile sınırlandırılmıştır. Bir oylamanın öngörülen çoğunlukta yapılıp yapılmadığı ancak geçerli oylar bakımından belirlenebilecek bir husustur. Bu nedenle oylama çoğunluğuna uyulup uyulmadığının anlaşılabilmesi için önce kullanılan oyların ne kadarının geçerli olduğu ortaya konulmalıdır. Oy gizliliğinin ihlal edilmiş olması ise, oyun geçerliliğini ortadan kaldıran bir durumdur. Bu nedenle, Anayasanın 148 inci maddesinin Anayasa Mahkemesine verdiği oylama çoğunluğuna uyulup uyulmadığını denetleme yetkisinin evleviyetle oylamanın geçerli olup olmadığı hususunu da içerdiği kabul edilmelidir. Duruma bu açıdan bakılınca, olayda Anayasa Mahkemesinin oylamanın geçerliliğini de denetlemesi ve oy gizliliğinin Anayasanın 175 inci maddesine aykırı olarak bozulduğu gerekçesiyle 7.5.2010 tarihli ve 5982 sayılı Kanunun tümünü iptal etmesi gerektiği görülmektedir. I.A.4. İvedilikle Görüşülmeme Şartı Bakımından 7.5.2010 Tarihli ve 5982 Sayılı Kanun'un Anayasaya Aykırılık Gerekçeleri 1982 tarihli Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 175 inci maddesinin 1987 tarih ve 3361 sayılı Kanunla değiştirilmeden önceki şeklinde 'Anayasanın değiştirilmesi hakkındaki teklifler ivedilikle görüşülemez' denirken; maddede, anılan Kanunla yapılan değişiklikten sonra, buEsas Sayısı : 2010/49 Karar Sayısı : 2010/87 6 ifade 'Anayasanın değiştirilmesi hakkındaki teklifler Genel Kurulda iki defa görüşülür' şekline dönüştürülmüştür. Bu nedenle Anayasanın 148 inci maddesinin ikinci fıkrasında yer alan 'ivedilikle görüşülemeyeceği şartına uyulup uyulmadığı' ibaresinin, 'Anayasa değişikliği teklifinin TBMM Genel Kurulunda iki kere görüşülüp görüşülmediği' olarak anlaşılması gerekmektedir. (Bkz. Erdal Onar, '1982 Anayasasında Anayasayı Değiştirme Sorunu', Ankara 1999, s. 153; Ergun Özbudun, 'Türk Anayasa Hukuku', Gözden Geçirilmiş 6. baskı, Ankara 2000, s. 151; Erdoğan Teziç, 'Anayasa Hukuku', 13. bası, İstanbul 2009, s. 171) 7.5.2010 tarihli ve 5982 sayılı Kanunun ise TBMM Genel Kurulunda Anayasanın öngördüğü biçimde iki defa görüşülmediği görülmektedir. Çünkü Anayasanın 175 inci maddesinde, Anayasanın değiştirilmesi hakkındaki tekliflerin görüşülmesi ve kabulü, bu maddedeki kayıtlar dışında, kanunların görüşülmesi ve kabulü hakkındaki hükümlere tabi kılınmıştır. Kanunların TBMM Genel Kurulunda nasıl görüşüleceği, TBMM İçtüzüğünün 81 inci maddesinde belirtilmiştir. 7.5.2010 tarihli ve 5982 sayılı Kanunun TBMM Genel Kurulundaki birinci görüşmesinde, İçtüzüğün 81 inci maddesi hükmü doğrultusunda uygulama yapıldığı görülmektedir; ancak ikinci görüşmede, İçtüzüğün 81 inci maddesinde kanunlar için öngördüğü usulün dışına çıkılmış ve sadece maddeler üzerinde verilmiş değişiklik önergeleri görüşülmüş; siyasi parti gruplarına, maddeler üzerinde söz verilmemiştir. Böyle bir yöntemle yapılan ikinci görüşmenin Anayasanın 175 inci maddesinde belirtilen anlamda bir ikinci görüşme sayılamayacağı ortadadır. Çünkü Anayasanın 175 inci maddesinin birinci fıkrası uyarınca iki defa yapılacak görüşmenin, her ikisinin de, kanunların görüşülmesinde uygulanan ve TBMM İçtüzüğünün 81 inci maddesinde belirtilen usul doğrultusunda gerçekleştirilmesi; bu bağlamda ikinci görüşmede de tüm maddeler üzerinde siyasi parti gruplarına söz verilmesi gerekmektedir. Bu şekilde yapılmayan bir ikinci görüşmenin, Anayasanın 175 inci maddesinin birinci ve ikinci fıkralarına aykırı düşeceği ve bu aykırılığın, 7.5.2010 tarihli ve 5982 sayılı Kanunun tüm maddelerini ilgilendireceği açıktır. Ancak burada 7.5.2010 tarihli ve 5982 sayılı Kanunun yasalaşma sürecinde TBMM'de yapılan ikinci görüşmede uygulanan yöntemin TBMM İçtüzüğünün 93 üncü maddesinin üçüncü fıkrasına dayandırıldığının belirtilmesi gerekir. Ne var ki, ikinci görüşmenin İçtüzüğün 93 üncü maddesinin üçüncü fıkrasına uygun bir yöntemle yapılmış olması, bu görüşmenin Anayasaya da uygun bir nitelik kazanmasını sağlamamaktadır. Çünkü TBMM İçtüzüğünün 93 üncü maddesinin üçüncü fıkrasında getirilen görüşme yöntemi, Anayasanın 175 inci maddesinin birinci ve ikinci fıkralarına aykırıdır. Bu nedenle Anayasa Mahkemesinin Anayasanın 148 inci maddesinin kendisine verdiği şekil açısından denetim yetkisi kapsamında, ikinci görüşmesi Anayasanın 175 inci maddesinin birinci ve ikinci fıkralarına uygun olarak yapılmadığı için Anayasanın 175 inci maddesine yukarıdaki gerekçelerle aykırı düşen 7.5.2010 tarihli ve 5982 sayılı Kanunun tüm maddelerini denetlemesi ve iptal etmesi gerekmektedir. I.A.5. Amacı Bakımından 7.5.2010 Tarihli ve 5982 Sayılı Kanun'un Anayasaya Aykırılık Gerekçeleri 1982 tarihli Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, yürürlüğe girdiği günden bu yana, çeşitli açılardan eleştirilerin hedefi olmuş; kimi hükümlerinde bu eleştiriler doğrultusunda önemli değişiklikler yapılmıştır.Esas Sayısı : 2010/49 Karar Sayısı : 2010/87 7 Bugün toplumumuz yeni bir Anayasa değişikliği ile karşı karşıyadır. 7.5.2010 tarihli ve 5982 sayılı Kanunla gerçekleştirilen bu Anayasa değişikliğinin, özellikle bu değişiklik paketini hazırlayan ve yasalaşmasını sağlayan iktidar partisi ve ona yakın çevrelerce, 'toplumun beklentileri doğrultusunda yapılan bir reform' olarak nitelendirildiği görülmektedir. Ancak dikkatli bir inceleme, bu değişikliğin asla toplumun beklentileri doğrultusunda gerçekleştirilmiş bir reform olmadığını ortaya koymaktadır. Çünkü bu Anayasa değişikliği, Adalet ve Kalkınma Partisi tarafından, sivil toplum örgütlerinin, ilgili meslek kuruluşlarının, üniversitelerin, konuyla ilgili bilim insanlarının ve siyasi partilerin katkısı alınmadan, görüş ve önerileri de gözardı edilerek ve bir uzlaşma arayışına girilmeksizin hazırlanmıştır. Hatta bu süreçte anayasal kurumların da görüşü alınmamıştır. Bu durum, AB Komisyonunca hazırlanan 3. İstişari Ziyaret Raporunda da 'yasa yapma sürecinde Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun görüşlerinin alınabilmesine imkan tanıyacak resmi görüşme mekanizmasının bulunmadığını öğrenmekten şaşırdık', 'Yüksek Kurul ile Parlamento üyeleri arasında adaletin yönetimi ile ilgili yasal reformların tartışılacağı resmi toplantılar yapılmasını teklif ediyoruz' ifadeleriyle belirtilmiştir. Bu görünüm, bu değişikliğin bir dayatmaya, bir parti metnine dönüşmesine neden olmuş; toplumdan ve siyasi partilerden dayatılan metne sadece destek istenmiştir. Halbuki Anayasa değişikliklerinde temel unsurlar 'katılım, müzakere ve uzlaşma'dır. Anayasamızın 175 inci maddesinde Anayasa değişikliklerinin teklif ve kabul aşamalarında nitelikli çoğunluk aranmasının amacı da aslında bu hususların yaşama geçirilmesidir. Bu Anayasa değişikliğinde, toplumun üzerinde anlaştığı çözümlerin aksi yönde çözümlere yer verilmesi de belirtilmesi gereken bir husustur. Söz konusu Anayasa değişikliğinin, çağdaş demokratik toplumun gereklerine, Avrupa Birliği çerçevesinde ortaya konulmuş önerilere, değerlendirme ve ilkelere uygun bir nitelik taşımadığı da görülmektedir. Toplumumuzda ve Avrupa Birliğinde, yargı alanında devletin yapılanması bakımından üzerinde anlaşılarak ve vurgulanarak yıllardır yapılması beklenenler; yargının tam anlamıyla tarafsızlığının ve bağımsızlığının sağlanması, bir bağlamda Cumhurbaşkanına Anayasa Mahkemesinin ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun üye seçiminde rol tanınmaması, Adalet Bakanı ve Müsteşarına Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunda yer verilmemesi, yargıç ve savcıları denetleyecek müfettişlerin Hakimler ve Savcılar Yüksek Kuruluna bağlanması, denetimde Adalet Bakanına ve adalet müfettişlerine rol verilmemesi, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu sekreteryasının Kurula bağlanması, hakim adaylarının seçiminde Adalet Bakanına rol tanınmaması, hakimlerin idari yönden Adalet Bakanlığına bağlılıklarının kaldırılması, Anayasa Mahkemesinin yasama ve yürütmeden bağımsız ve daha hızlı çalışmasını sağlayacak bir oluşuma kavuşturulması olarak sıralanabilir. Bu istemlerin yalnız toplumumuzdan gelmediğini; özellikle Avrupa Birliği bünyesinde de aynı doğrultularda genel veya Türkiye'ye yönelik önerilerin yapıldığını belirtmekte yarar vardır. Örneğin yargı bağımsızlığı konusunda Avrupa standartını oluşturacak temel ilkeleri belirleyen Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi'nin (R[94]12) kararında; 'Hakimlerin seçimi ve kariyerleri konusunda karar veren merci, hükümet ve idareden bağımsız olmalıdır. Bu merciin bağımsızlığını teminat altına almak için getirilecek kurallarla, merciin üyeleri yargı tarafındanEsas Sayısı : 2010/49 Karar Sayısı : 2010/87 8 seçilmeli ve bu merci kendi usul kurallarını kendisi vaz'etmelidir.' ilkesi ortaya konulmuştur. (Bkz. Fazıl Sağlam, 'AKP'nin Anayasa Değişikliği'ne Bakı'dan naklen, Cumhuriyet Gazetesi, 3 Nisan 2010) Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesinin 13 Ekim 1994 tarihli 518 inci toplantısında kabul edilmiş olan bu kararda, yargı ile ilgili olarak benimsenen bu temel ilkenin dışındaki, değişik ülkelerde görülen ve bir kısmı gelenekten kaynaklanan farklı atama usullerinin ancak uygulamada bağımsızlığı sağlayan hukuki ya da fiili güvencelerin varlığı halinde geçerli sayılabileceği ifade edilmiştir. Hemen belirtelim ki, Avrupa Yargıçları Danışma Konseyi (CCJE)'nin Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesine sunduğu 10 (2007) No'lu görüşte de, hakimlerin seçimleri ve kariyerleri hakkında karar verecek Kurulun yalnız yargıçlardan oluşması ve bu yargıçların kendi emsallerince seçilmesi, birinci tercih olarak sunulmuştur. CCJE'nin, Kurulun yalnız yargıç üyelerden oluşmadığı durumlarda ise, yargıç olmayan üyelerin yürütme tarafından seçilmemesini önerdiği görülmektedir. (Bkz. Fazıl Sağlam, 'AKP'nin Anayasa Değişikliği'ne Bakış', Cumhuriyet Gazetesi, 13 Nisan 2010, ayrıca Bkz. 'Avrupa Yargıçları İstişare Konseyi (CCJE)'nin Toplum Hizmetine Adanmış Yargı Yüksek Kurulları Hakkında Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesinin Dikkatine sunduğu 10 (2007) No'lu Görüş, III.A madde 16 ve 17, III.C.2 nci madde 32) AB Komisyonu uzmanları tarafından Türk yargı düzeniyle ilgili olarak hazırlanan İstişari Ziyaret Raporlarında da benzer yaklaşımların öne çıktığı görülmektedir. Örneğin (28 Eylül 2003 ' 10 Ekim 2003) tarihli 1. İstişari Ziyaret Raporunda öncelikli öneri; Cumhurbaşkanının, Avrupa Konseyi'nin Hakimlerin Bağımsızlığına İlişkin Tavsiyelerinin I (2) (c) ilkesi uyarınca Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyeliklerine atama yetkisinin kaldırılması ve söz konusu yetkinin hakim ve savcıların bizzat kendilerine verilmesidir. Aynı Raporda öneriler arasında, yukarıda belirtilen Avrupa Konseyi tavsiyelerinin I (2) (c) ilkesine göre, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 159 uncu maddesinin, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulundan Adalet Bakanı ve Adalet Bakanlığı Müsteşarının çıkarılacak şekilde yeniden düzenlenmesi; hakim adaylarının seçilmesi usulünde Adalet Bakanının yetkisinin kaldırılması; Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 144 üncü maddesinin, yeniden düzenlenerek adalet müfettişlerinin Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun denetimi altında çalışacak şekilde yeniden atanması; yargı mensupları hakkında inceleme ve soruşturma iznini vermek veya talep etmek yetkisinin Yüksek Kurula bırakılması da tavsiye edilmiştir. (Bkz. 'İstişari Ziyaret Raporu (28 Eylül ' 10 Ekim 2003), IX. Sonuçların ve Tavsiyelerin Özeti', bu rapor dilekçenin ekinde Ek. 9 olarak sunulmuştur. Avrupa Birliği Komisyonu tarafından hazırlattırılan (11 ' 19 Temmuz 2004) tarihli 2. İstişari Ziyaret Raporunda da; Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 159 uncu maddesinin Adalet Bakanı ve Müsteşarının Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulundan çıkarılmasını sağlayacak şekilde yeniden düzenlenmesi ve Cumhurbaşkanının Hakimler ve Savcılar Yüksek Kuruluna üye seçme yetkisinin kaldırılması; Kurula kendisine ait sekreterya bağlanması; hakim adaylarının seçiminde Adalet Bakanına değil Kurula yetki tanınması; adalet müfettişlerinin Kurula bağlanması gibi önerilerin yinelendiği ve bunlara uyulmadığı hususunun vurgulandığı görülmektedir. (Bkz. 'İstişari Ziyaret Raporu (11 ' 19 Temmuz 2004)', Avrupa Birliği tarafından hazırlattırılan 13 ' 22 Haziran 2005 tarihli İstişari Ziyaret Raporunda da aynı hususlar üzerinde durulmaktadır. (Bkz. İstişari Ziyaret Raporu (13 Haziran ' 22 Haziran 2005), Tavsiyelerin Özeti, madde 1, 4, 5, 7, 9.)Esas Sayısı : 2010/49 Karar Sayısı : 2010/87 9 Aynı yaklaşım daha genel ifadelerle, Avrupa Birliğinin Türkiye ile ilgili İlerleme Raporlarında da kendisini göstermektedir. Örneğin 2006 yılı İlerleme Raporunda (Bölüm 2.1'de 'Yargı Sistemi' alt başlığı altında) '' Adalet Bakanı ve Müsteşarı da Kurulun oy hakkında sahip yedi üyeliğinden ikisini oluşturmaktadır' Bu yapı ' yürütmenin Türkiye'deki hakimlerin mesleki ilerlemelerine yönelik alınacak kararları etkileme potansiyeli yaratır' değerlendirmesi yapılmıştır. (Bkz. Fazıl Sağlam, 'AKP'nin Anayasa Değişikliğine Bakış', Cumhuriyet Gazetesi, 13 Nisan 2010) Bu açıklamalar, 7.5.2010 tarihli ve 5982 sayılı Kanunun Genel Gerekçesinde ve Madde Gerekçelerinde, her ne kadar Avrupa Birliği gereklerine uyum amacı öne sürülse de, getirilen düzenlemelerin böyle bir uyumu sağlamayı hedeflemediğini kanıtlamaktadır. Çünkü yapılan bu yeni düzenlemede de Adalet Bakanına ve Müsteşarına Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunda yer verilmiştir; Adalet Bakanı Kurulun Başkanıdır; Kurul üyeliklerinin seçiminde Cumhurbaşkanının hakim veya savcı kökenli olmayan kimseler arasından da Kurula üye seçmesine olanak tanınmıştır. Savcı ve yargıçlar hakkındaki inceleme ve soruşturmaları Kurula bağlı müfettişlerin yapacağı esası kabul edilmekle birlikte getirilen geçici maddelerle, ilgili kanunlarda gerekli düzenlemeler yapılıp kurul müfettişleri atanıncaya kadar adalet müfettişlerinin aynı zamanda Kurul müfettişi olarak görev yapacakları hükme bağlanmış ve ne zamana kadar tamamlanması gerektiği bildirilmemiş olan ilgili kanunlardaki düzenlemeler yapılmadığı sürece, eski düzenin sürdürülmesi sağlanmıştır. Kısaca, 7.5.2010 tarihli ve 5982 sayılı Kanunla, hakim ve savcıların kariyerleri ve mesleki ilerlemeleri konusunda karar yetkisine sahip olan Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun yürütmeye bağımlı karakteri değiştirilmemiş; aksine bu Kurul, yürütmenin etki ve baskılarına daha açık bir hale getirilmiştir. 7.5.2010 tarihli ve 5982 sayılı Kanunun, Anayasa Mahkemesini yeniden yapılandıran hükümleri de Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunu yapılandıran hükümlerden farklı nitelikte değildir. Çünkü bu hükümler de, bir yandan Anayasa Mahkemesinin yetkilerinin kullanılmasını güçleştirirken; (örneğin parti kapatma ve Anayasa değişikliklerini iptal kararı verme yetkisini, karar yetersayısını yükseltmek yoluyla nerede ise kullanılamaz hale getirirken) diğer yandan da, üyelerinin seçiminde eskiden Cumhurbaşkanına verilen yetkileri, yargı bağımsızlığı konusundaki tüm Avrupa Birliği tavsiye ve kararlarını gözardı ederek korumuş, hatta artırmış; ayrıca TBMM'ye de Anayasa Mahkemesine üç üye seçmek yetkisi tanıyarak, Mahkemeyi yasamaya da bağımlı hale getirmiştir. TBMM'deki çoğunluk ile Cumhurbaşkanının aynı siyasal parti kökenli olduğu durumlarda bu bağımlılığın, iktidar partisine bağımlılığa dönüşeceği ortadadır. Halbuki yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı, bir hukuk devletinin olmazsa olmaz koşuludur. Çağdaş çok partili parlamenter rejimlerde, iktidar partisi kanalıyla yasama ' yürütme arasında yaratılan fiili bütünleşmenin yasama ' yürütme arasındaki denetim araçlarını işlemez hale getirmesi nedeniyle ortaya çıkacak denetim boşluğu karşısında, siyasi iktidarın hukuki sınırları içinde kalmasını sağlayacak tek güç, yargıdır. Yargının yargı organlarının üyelerinin seçiminde yasama veya yürütmeye tanınan yetkiler nedeniyle tarafsızlığını ve bağımsızlığını, yitirip, yandaş yargıya dönüşmesi; yasama ' yürütme arasındaki fiili bütünleşmeye yargının da katılması sonucunu doğuracaktır. Böylesi bir bütünleşmenin ise, demokrasinin bir totaliter rejime dönüşmesi tehlikesine yol açacağı kuşkusuzdur.Esas Sayısı : 2010/49 Karar Sayısı : 2010/87 10 Anayasa değişikliği kapsamında ortaya konulan bu düzenlemeler birlikte değerlendirildiğinde ortaya çıkan tablonun, demokratik hukuk devleti anlayışı, Cumhuriyetimizin temel değerleri ve Avrupa ortak demokratik standartları açısından kabul edilebilir bir yanı yoktur. Çünkü değindiğimiz düzenlemelere göre; yargı, yürütme ve yasamanın güdümüne girecek ve yandaşlaşacak; Anayasanın 68 inci maddesinin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı fiillerin işlendiği bir odak haline gelen partilerin bile kapatılması ve Anayasaya aykırı Anayasa değişikliklerinin iptali hemen hemen imkânsızlaşacaktır. Bu tablo karşısında, akla gelecek ilk soru, böyle sonuçlar yaratacak bir Anayasa değişikliğinin hangi amaçla yapıldığıdır. Bu soruya, söz konusu Anayasa değişikliğinde yer alan bu düzenlemelerin, kamu yararı amacıyla yapıldığı yanıtını vermek olanaksızdır. Çünkü bu düzenlemelerde, Avrupa Birliğinin, ilgili kurum ve kuruluşların, bilim insanlarının ve siyasi partilerin üzerinde anlaşmış olduğu hemen hemen hiçbir çözüm yer almadığı gibi; toplumumuzda oluşmuş hiçbir ortak beklenti de karşılanmamıştır; hatta bunlara aykırı yönlere yönelinmiştir. Bu durum, söz konusu Anayasa değişikliğinin kamu yararına değil, birtakım öznel amaçlara yönelik olarak gerçekleştirildiğini ortaya koymaktadır. Bu öznel amacın ne olduğu sorusunun yanıtı ise kuşkusuz, bugünün koşullarında yasama ' yürütme ve yargı, daha açık ifade etmek gerekirse, Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı ile yargı arasındaki ilişkide saklıdır. Adalet ve Kalkınma Partisinin ve Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının yargı ile, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ve Anayasa Mahkemesi ile sorunu vardır. Çünkü, Adalet ve Kalkınma Partisinin kapatılması için dava açan, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısıdır. Bu davada Adalet ve Kalkınma Partisinin demokratik ve laik Cumhuriyet karşıtı fillerin işlendiği bir odak olduğunu karara bağlayan ve Adalet ve Kalkınma Partisi çoğunluğunun TBMM'de çıkardığı birtakım Anayasaya aykırı yasaları iptal eden de, Anayasa Mahkemesidir. İdari ve adli yargı organlarının kararları, artık Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının öznel beklentilerini karşılamaktan uzaklaşmış; Adalet ve Kalkınma Partisi ve bu partinin milletvekili, bakan ve yandaşlarından oluşan blok ile yargı arasında bir gerginlik ve çekişme başlamıştır. Örneğin, Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı Cihaner olay
4,050
Esas Sayısı : 1991/13 Karar Sayısı : 1992/10 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ İtiraz yoluna başvuran Mahkeme'nin gerekçesinde aynen şöyle denilmektedir: "Dosya içeriğine göre sanık İFŞ.'in Emekli Sandığı iştirakçisi iken, daha sonra emekliye ayrılarak 44 791 157 sicil numaralı dosyasından emekli maaşı almakta olduğu, Ancak, sanık İFŞ. hiç evlenmemiş olup, emekli sandığından emekli maaşı alan babası NŞ'in ölümünden ötürü vaki müracaatı üzerine kendisine 02.791.41. sicil numaralı dosyadan yetim aylığı bağlanarak 1.7.1987 31.1.1989 tarihleri arasında Emekli Sandığı'ndan toplam 1.821.731. TL yetim aylığı aldığı, Ne varki, daha sonra 5434 sayılı Emekli Sandığı Yasası'na göre hem emekli maaşı ve hem de yetim aylığının birlikte ödenemeyeceğinden bahisle sanığa bağlanan yetim aylığı kesilerek yapılan ödemelerin mevcut emekli maaşından mahsup edildiği gibi, ayrıca sanığın yetim aylığı bağlanmasına yönelik vaki müracaatı nedeniyle hakkında resmi evrakta sahtecilik suçundan amme davası açıldığı, Sanık İFŞ. ile ilgili olayın izah tarzının bu olduğu, Öte yandan aldırılıp dosyasına ibraz edilen Emekli Sandığı Genel Müdürlüğü'nün 22.9.1989 tarih ve TAH.1/44.791.157 sayılı Yasa içeriğine göre Emekli Sandığı'ndan emekli aylığı almakta iken vefat eden iştirakçilerin hiç evlenmemiş kız çocuklarının Sosyal Sigortalar Kurumuna veya Bağ Kur'a tabi olarak çalışmakta olsalar veya bu kurumlardan emekli aylığı almakta olsalar bile kendilerine yetim aylığının bağlandığını açık ve kesin bir şekilde bildirildiği, Hal bu olunca, sanık İFŞ.'in Sosyal Sigortalar Kurumu veya Bağ Kur çalışan veya emeklisi olmaksızın fakat Emekli Sandığı'na tabi iştirakçi olup hiç evlenmemiş olması nedeniyle Emekli Sandığı'ndan emekli maaşı almakta olan babasının ölümünden ötürü kendisine yetim aylığı bağlanmaması keyfiyeti Anayasa'nın eşitlik ilkesine ters düşmektedir. Başka bir deyimle anılan şekil ve biçimdeki Emekli Sandığı iştirakçileri bağlı bulundukları kendi sosyal kurumlarınca maddî müeyyide altında tutulmalarına karşın, başka kurumlara bağlı iştirakçilere yetim aylığının bağlanması keyfiyeti hak, adalet ve nasafet kaidelerine göre telafisi mümkün olmayan bir uygulama olup, Emekli Sandığı'nın bu farklı uygulaması her halûkarda Anayasa'nın eşitlik ilkesiyle bağdaşmamaktadır. Bu nedenle sanık İFŞ. hakkında resmî evrakta sahtecilik suçundan kamu davası açılmasına konu ve ayrıca sanığın emekli maaşı almış olmasından ötürü Emekli Sandığı iştirakçisi babası NŞin ölümü nedeniyle yetim aylığı almasına mani 5434 sayılı Emekli Sandığı Yasası'nın 99/1 ve ilgili diğer maddeleri yukarıda izah edildiği üzere Anayasa'nın eşitlik ilkesiyle bağdaşmayan farklı uygulamalara yer vermiş olmakla bahsi geçen 5434 sayılı Yasa'nın 99/1. madde ve fıkrasının Anayasa Mahkemesi'nce iptalinin şart ve lazım olduğu ve bu hususta Mahkeme kurulunda vicdani kanaat hasıl olduğu....""
376
Esas Sayısı: 1987/36 Karar Sayısı: 1988/56 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ : Yerel Mahkemenin 22.9.1987 günlü ilk başvuru kararının gerekçe bölümünde, yargılama sırasında 233 sayılı KHK'nin bütünüyle Anayasa'nın ruhuna ve 128. maddesinin birinci ve ikinci fıkralarına aykırı olduğundan iptali gerektiği kanısına varıldığı, bu hususta davacı vekilinin istemlerinin de ciddi sayılarak Anayasa Mahkemesi'ne gitmek zorunda kalındığı, Anayasa'nın128. maddesinde geçen "...diğer kamu görevlileri..." nin KHK'de çalışanlar olarak değerlendirildiği belirtildikten sonra aynen şunlara yer verilmiştir : "Bu kararnamede önce çıkan 60 Sayılı Kanun Hükmündeki Kararnamenin sözleşmeli personel çalıştırma başlıklı 43. maddesinde teşekkül ve bağlı ortaklıkların genel müdürleri, yardımcıları, müessese ve işletme müdürlerinin sözleşmeli olarak çalıştırılabileceği belirtilmiştir. Bu sözleşmeden anlaşılacağı gibi, ancak unvan, görev niteliği belirlenmiş yerlerde sözleşmeli personel çalıştırılabileceği kabul edilmiştir. Demek ki 60 Sayılı Kanun Hükmündeki Kararname bir sınırlama getirdiği halde 233 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname bir sınırlama getirmemiştir. Bu sebeple kararnamenin kapsamındaki işyerlerinde çalıştırılacak her kişi sözleşmeli personel olarak çalıştırılabilir. Memurların ve diğer kamu görevlilerinin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük işleri kanunla düzenlenir. Bu Anayasa maddesine rağmen kanun hükmünde kararname ile yapılması Anayasa'nın 128/2. maddesine aykırı olmaktadır. Keza Anayasa'nın 152. maddesine aykırıdır. Bu madde "herkes (dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep vs.) sebeplerle aykırılık gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Zira idare istediği personeli sözleşmeli yapar, istediğini yapmaz, bu davada olduğu gibi, garson, temizlik işçisi, hamalı sözleşmeli personel yapar, hatta bir kısmını yapar, diğerini yapmaz. Bu sebeple aynı işi gören iki personelin aldığı ücrette farklı olur. Bu da eşit işe eşit ücret kavramına ters düşer. Sözleşmeli personel çalıştırmak işçilerin sendikal faaliyetlerini de önler. Sözleşmesi fesh edileceği veya yenilenmeyeceği korkusuna kapılan işçiler sendikal faaliyetlerde bulunamaz. Anayasa'nın kendine tanıdığı bu hakları kullanamaz. Danıştay Başkanı, Danıştay'ın kuruluş yıldönümü nedeni ile 11.5.1987 tarihinde yaptığı konuşma ile bu konu üzerine eğilmiştir. Konuşmanın metni şöyledir : "Hukuken idare ile sözleşmeli personel arasında akdedilen mukavele bir idari mukaveledir ve idare hukuku kurallarına tâbidir. Hiçbir şekilde özel hukuk kuralları bunlar hakkında uygulanmaz. Bir idari mukavelenin müddeti sonunda dahi iptal edilebilmesi veya yenilenmemesi için idari hukukun aradığı bir takım şartlar vardır. Bunlar da görevin sürekli olmaması, kadroların kaldırılmış olması veya sözleşmeli personelin görevini yapmadığı veyaEsas Sayısı: 1987/36 Karar Sayısı: 1988/56 2 yapmadığının teyit edilmiş bulunmasıdır. Bunun haricinde, bu ilkelerden hiçbirinin öne sürülmeden mukavelenin iptal edilmesi veya yenilenmemesi hukuken mümkün değildir." Keza dosyada mevcut bilirkişi raporu ile Anayasa'ya aykırılık iddiası ileri sürülmüş, Bu raporlar, beyanlar, dosya kapsamındaki belgeler ile 233 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin tamamının Anayasa'nın ilgili maddesine ve ruhuna aykırı olduğu kanısına varılmış olmakla; HÜKÜM : 233 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin Anayasa'nın 128 152. maddeleri ile ruhuna aykırı olması nedeniyle iptaline karar verilmesi itirazen arz olunur." Anayasa Mahkemesi'nin, KHK'nin hangi hükümlerinin davada uygulanacak hüküm niteliğinde olduğunun belirtilmesi için dosyanın geri çevrilmesine ikinci kez karar vermesinden sonra itiraz yoluna başvuran mahkemenin "Ek Karar"mm ilgili bölümü aynen şudur : "233 sayılı kararnameden evvel 11.4.1983 tarihinde yürürlüğe konulan 60 sayılı kararnamenin de 43. maddesinde sözleşmeli personel çalıştırma hususu hükme bağlanmış, ancak hangi unvandaki kişilerin bu kararnamenin kapsamına gireceği belirtilmiştir. Buna göre, genel müdür, genel müdür yardımcıları ve bunun gibi bulunmasında güçlük çekilen özelliği bulunan üst düzey yöneticiler kapsamda olduğu diğer çalışanların kararname kapsamı dışında olduğu belirtilmesine rağmen 233 sayılı Kanun Hükmündeki Kararnamenin 43. maddesindeki "diğer kamu görevlileri" tabiri ile bağdaşacak tahditler kaldırılmış genel olarak herkesi kapsayacak şekilde tahditsiz bir düzenleme yapılmıştır. Bu düzenlemenin bilerek yapılan bir düzenleme olduğu açıktır. Nitekim dosyada mevcut 14.5.1985 tarihli ve 18.6.1985 tarihli Başbakanlık Personel ve Prensipler Müdürlüğünden sadır genelgelerden de görüleceği gibi, bu gibi teşekküllere alınacak unvanı ve görevi ne olursa ölsün tüm personelin 233 sayılı Kararname kapsamında çalıştırılacağı belirtilmiştir. Hüküm : 233 Sayılı Kararnamenin 43. maddesi Anayasa'nın 128 ve 152. maddelerine aykırı olması sebebiyle iptaline karar verilmesi arz olunur. 16.12.1987""
614
Esas Sayısı : 1995/25 Karar Sayısı : 1996/5 1 "... II İPTAL İSTEMİNİN GEREKÇESİ İtiraz yoluna başvuran Mahkeme'nin gerekçesi aynen şöyledir: "Yargıtay Kanunu'nun 45. maddesinin yukarıda yazılı fıkrası Anayasamızın 6, 7, 9 ve 138. maddelerine aykırıdır. Çünkü: İçtihadı Birleştirme kararları, belli bir hukuki olaya uygulanacak hukuk kuralının hangi hukuk kuralı olduğunu, bunun hangi anlamda ve nasıl uygulanacağını göstermekle kalmamakta; Yargıtay'ın kendi kararlarına göre aynı zamanda sonuç itibariyle yeni bir yasa çıkarılması anlamına gelmektedir. Bu ise yasama yetkisinin yargı organınca kullanılması sonucunu doğurduğundan; Anayasa'nın 6 ve 7. maddelerine aykırıdır. Öte yandan, Mahkemelerin, içtihadı birleştirme kararları ile bağlı olması demek; benzer bir hukuki sorunda hangi hukuk kuralının nasıl uygulanacağı konusunda Yargıtay'dan farklı düşünüyor olsalar bile salt bu madde nedeniyle Yargıtay gibi düşünmeye mecbur edilmeleri demektir. Bu durumda da Yargıç'ın yargılama yaparken ve hüküm verirken hiç bir etki ve kaygı altında kalmaması demek olan yargı bağımsızlığına ve bunu düzenleyen yukarıdaki Anayasa maddelerine aykırıdır. Prof. E. Yurtcan, Prof. Ö. Tosun gibi bazı bilim adamları da söz konusu düzenlemenin Anayasa'ya aykırı olduğu görüşündedirler. CMUK'nun 61. maddesinde yer alan (dini) sözcüğü de Anayasa'ya aykırıdır. Şöyle ki: Laik bir devlet her türlü dini inanca veya inançsızlığa eşit mesafede durmak zorundadır. Devlet işleyişinde dini kavram ve kuralları esas alamaz. Öte yandan kimse dini inancını açıklamaya zorlanamaz. Oysa söz konusu maddede düzenlenen ve tanığa ilk kez sorulacak olan şeyler ve alınan cevaplar, tanığın anlatımının Mahkeme tarafından değerlendirilmesinde rol oynayacaktır. Yani tanığın dini, inancı ya da inançsızlığı, farklı muameleye tabi olacaktır. Yine tanığın bu tür sorulara cevap vermek zorunda olduğunu ve dolayısıyla dinini de açıklamak durumunda kaldığını gözönüne alırsak yukarıda yazılı Anayasa kuralına açık bir aykırılık oluşturduğu sonucuna varırız. CMUK'nun değişik 104. maddesinde yeralan (suçun toplumda infial uyandırması) sözcükleri de Anayasa'ya aykırıdır. Tutuklama, bir ceza yargılaması önlemi olup, ancak belli amaçlarla ve nedenlerle başvurulacaktır. Tutuklamanın amaçları:Esas Sayısı : 1995/25 Karar Sayısı : 1996/5 2 1) Sanığın yargılama sırasında el altında bulunmasını sağlamak, 2) Ceza yargılaması organlarını yargılama konusu olayı ve buna ilişkin olguları sağlıklı biçimde saptamalarını sağlamak, yine maddi gerçeği bulmaya çalışmak, 3) Kararların uygulanabilmesini sağlamaktır. Anayasa'nın 19. maddesinde ve yasada sayılan diğer nedenler de bu amaçlara yöneliktir. Her ne kadar Anayasamız (veya bunlar gibi tutuklamayı zorunlu kılan ve kanunda gösterilen diğer hallerde) demekte ise de; amacı açık biçimde göstermiş ve sınırlamıştır. Yani ancak kişi, delilleri karartmasını veya kaçmasını önlemek amacıyla ve yasada gösterilen bir nedenle tutuklanabilecektir. Anayasa koyucunun niyeti budur. Konu öğretide bu şekilde anlaşılmaktadır. Oysa söz konusu madde ile kişi, kaçmayacak olsa ve kanıtları karartma olasılığı da bulunmasa bile suç eğer toplumda infial uyandırıyor ise tutuklanabilecektir. Öte yandan bu maddenin uygulanması, suçun işlendiği yerin kültürel ve sosyal durumuna göre de farklılıklar yaratabilecektir. Sadece altı aya kadar özgürlüğü bağlayıcı cezayı gerektiren suçlarda tutuklamada aranacak bir neden olarak öngörülen toplumda infial uyandırma hali, uygulamada diğer suçlar için de bir tutuklama gerekçesi olarak kabul edilmektedir. Ceza yargılaması önlemlerinin amacı toplum duygularının herhangi bir şekilde tatmini değildir. Amacı yukarıda da açıklandığı gibi maddi gerçeğin ortaya çıkmasını ve verilen kararın uygulanabilmesini sağlamaktır. Oysa toplumda infial uyandırma gerekçesi ile tutuklamada böyle bir amacın varlığından sözetmek olanaksızdır. Tüm bu nedenlerle maddede yer alan suçun toplumda infial uyandırması sözcükleri de Anayasa'ya aykırı olup iptalleri gerekir. Gerekçede gösterilen nedenler ve Yüksek Mahkemece doğrudan gözetilecek sair nedenlerle sözkonusu maddelerde yer alan sözcüklerin Anayasa'ya aykırı olduklarının saptanarak, iptal edilmelerinin sağlanması için Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına karar verildi.""
547
Esas Sayısı : 2012/116 Karar Sayısı : 2013/32 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'Davacı ADALET BAKANLIĞI tarafından, M.O'un Baro Levhasına yazılmasına dair Baro Yönetim Kurulu kararının onaylanmasına ilişkin Türkiye Barolar Birliği Yönetim Kurulu kararında ısrar edilmesine ilişkin 3.2.2012 tarih ve 31785 2 sayılı işlemin; ilgilinin 'Yasadışı silahlı terör örgütü üyesi olmak' suçundan dolayı mahkum olması sebebiyle durumunun 1136 sayılı Kanunun 5/1 c maddesi kapsamında (avukatlık mesleğine yaraşmayacak tutum ve davranışları çevresince bilinmiş olmak) değerlendirilmesi gerektiği, eylemin niteliği dikkate alındığında hukukun üstünlüğü ve insan haklarını korumakla görevli avukatlık mesleğinin ilke ve amaçlarıyla bağdaşmadığı, daha önceden ilgili hakkında baroya yazılmama yönünde alınmış bir karar bulunduğu, hukuki durumda bir değişiklik olmadığı, işlemin hukuka aykırı olduğu ileri sürülerek iptali istemiyle BARO BAŞKANLIĞI ve TÜRKİYE BAROLAR BİRLİĞİ'ne karşı açılan davada işin gereği görüşüldü. Anayasa'nın 152. maddesinde, 'Bir davaya bakmakta olan mahkeme, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır. Mahkeme, Anayasaya aykırılık iddiasını ciddi görmezse bu iddia temyiz merciince esas hükümle birlikte karara bağlanır. Anayasa Mahkemesi, işin kendisine gelişinden başlamak üzere beş ay içinde kararını verir ve açıklar. Bu süre içinde karar verilmezse mahkeme davayı yürürlükteki kanun hükümlerine göre sonuçlandırır. Ancak, Anayasa Mahkemesinin kararı, esas hakkındaki karar kesinleşinceye kadar gelirse, mahkeme buna uymak zorundadır...' kuralı yer almaktadır. Öte yandan, Anayasa'nın 5. maddesinde, 'Devletin temel amaç ve görevleri, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.' 13. maddesinde, 'Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve laik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz'. 48. maddesinde, 'Herkes, dilediği alanda çalışma ve sözleşme hürriyetlerine sahiptir...' düzenlemesi bulunmaktadır. 1136 sayılı Avukatlık Kanunu'nun 5. maddesinde, 'Aşağıda yazılı durumlardan birinin varlığı halinde, avukatlık mesleğine kabul istemi reddolunur: a) (Değişik bend: 02/05/2001 4667/5. md.; Değişik bent: 23/01/2008 5728 S.K./326.mad) Türk Ceza Kanununun 53 üncü maddesinde belirtilen süreler geçmiş olsa bile; kasten işlenen bir suçtan dolayı iki yıldan fazla süreyle hapis cezasına ya da Devletin güvenliğine karşı suçlar, Anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçlar, (İptal ibare:Esas Sayısı : 2012/116 Karar Sayısı : 2013/32 2 Anayasa Mah.nin 25/02/2010 tarihli ve E. 2008/17, K. 2010/44 sayılı Kararı ile.) zimmet, irtikâp, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, güveni kötüye kullanma, hileli iflas, ihaleye fesat karıştırma, edimin ifasına fesat karıştırma, suçtan kaynaklanan malvarlığı değerlerini aklama veya kaçakçılık suçlarından mahkûm olmak, b) (Değişik bent: 22/01/1986 3256/2 md.) Kesinleşmiş bir disiplin kararı sonucunda hakim, memur veya avukat olma niteliğini kaybetmiş olmak, c) Avukatlık mesleğine yaraşmayacak tutum ve davranışları çevresince bilinmiş olmak,...'hükmü yer almış, 8. maddesinde ise, 'Baro Yönetim Kurulu, avukatlığa kabul istemini reddettiği veya kovuşturma sonuna kadar beklenmesine karar verdiği takdirde bunun gerekçesini kararında gösterir. Gerekçeli karar adaya tebliğ olunur. Aday, bu karara karşı, tebliğ tarihinden itibaren onbeş gün içinde, kararı veren baro vasıtasiyle Türkiye Barolar Birliğine itiraz edebilir. Baro tarafından adaya, itiraz tarihini tesbit eden bir belge verilir. Bu belge hiçbir vergi, harç ve resme tabi değildir. Türkiye Barolar Birliği, itiraz üzerine dosya üzerinde gerekli incelemeleri yaptıktan sonra, itirazı kabul veya reddeder. Türkiye Barolar Birliği itiraz tarihinden itibaren bir ay içinde bir karar vermezse, itiraz reddedilmiş sayılır. (Değişik fıkra: 02/05/2001 4667/7.md.) Baro yönetim kurullarının adayın levhaya yazılması hakkındaki kararları, karar tarihinden itibaren onbeş gün içinde Türkiye Barolar Birliğine gönderilir. Türkiye Barolar Birliği kararın kendisine ulaştığı tarihten itibaren bir ay içinde uygun bulma veya bulmama kararını ve itirazın kabul veya reddi hakkındaki kararlarını onaylamak üzere karar tarihinden itibaren bir ay içinde Adalet Bakanlığına gönderir. Bu kararlar Adalet Bakanlığına ulaştığı tarihten itibaren iki ay içinde Bakanlıkça karar verilmediği veya karar onaylandığı takdirde kesinleşir. Ancak Adalet Bakanlığı uygun bulmadığı kararları bir daha görüşülmek üzere, gösterdiği gerekçesiyle birlikte Türkiye Barolar Birliğine geri gönderir. Geri gönderilen bu kararlar, Türkiye Barolar Birliği Yönetim Kurulunca üçte iki çoğunlukla aynen kabul edildiği takdirde onaylanmış, aksi halde onaylanmamış sayılır; sonuç Türkiye Barolar Birliği tarafından Adalet Bakanlığına bildirilir. Baro yönetim kurulunun, avukatlığı kabul isteminin reddi veya kovuşturma sonuna kadar beklenmesi hakkındaki kararları, süresi içinde itiraz edilmediği takdirde kesinleşir. (Değişik fıkra: 02/05/2001 4667/7. md.) Adalet Bakanlığının dördüncü fıkra uyarınca verdiği kararlara karşı, Türkiye Barolar Birliği, aday ve ilgili baro; Adalet Bakanlığının uygun bulmayıp bir daha görüşülmek üzere geri göndermesi üzerine Türkiye Barolar Birliğince verilen kararlara karşı ise, Adalet Bakanlığı, aday ve ilgili baro idari yargı merciine başvurabilir. Barolar, kesinleşen kararları derhal yerine getirmeye mecburdurlar.' düzenlemesine yer verilmiştir. Dava dosyasının incelenmesinden, davacının İstanbul 3 Nolu Devlet Güvenlik Mahkemesi'nin 24.07.2000 tarih ve 2000/154 sayılı kararıyla yasadışı silahlı çetenin sair efradı olmak suçundan dolayı 12 yıl 6 ay hapis cezası ile cezalandırıldığı, İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesi'nin 22.09.2006 tarih ve 2000/154 sayılı kararıyla cezanın uyarlama yapılmak suretiyle 6 yıl 3 ay hapis cezasına indirilmesine karar verildiği, bu arada davacının 2002Esas Sayısı : 2012/116 Karar Sayısı : 2013/32 3 yılında cezasının infaz edildiği, ardından Hukuk Fakültesini tamamladıktan sonra 1 yıllık avukatlık stajını 2005 2006 yıllarında yapan davacının baro levhasına yazılma isteminin Baro Yönetim Kurulu'nun 22.03.2007 tarih ve 12/117 sayılı kararı ile reddedildiği, yapılan itirazın 1136 sayılı Avukatlık Kanunu'nun 5/1 c maddesi uyarınca Türkiye Barolar Birliği Yönetim Kurulu'nun 25.05.2007 tarihli kararıyla reddedildiği ve Adalet Bakanlığı'nın 11.07.2011 tarih ve 14777 sayılı kararıyla işlemin onayına karar verildiği, söz konusu işlemlerin iptali istemiyle açılan davanın Ankara 9. İdare Mahkemesi'nin 24.04.2009 tarih ve 2009/9214 sayılı kararıyla reddedildiği, davanın Danıştay'da temyiz aşamasında bulunduğu, davacının memnu haklarının iadesi istemiyle yaptığı başvuru üzerine İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesi'nin 27.05.2011 tarih ve 2011/616 değişik iş sayılı kararı ile memnu haklarının iadesi konusunda karar verilmesine yer olmadığına karar verildiği ve bunun üzerine davacının yaptığı başvuru üzerine başka bir il Barosu'na 28.12.2011 tarih ve 2011/63 sayılı Yönetim Kurulu kararı ile kaydedildiği, kararın Türkiye Barolar Birliği Yönetim Kurulu'nun 09.01.2012 tarih ve 31481 191 sayılı kararı ile uygun bulunduğu, ancak Adalet Bakanlığı Hukuk İşleri Genel Müdürlüğü'nün 24.01.2012 tarih ve 1115/2003 sayılı kararı ile davacının mahkumiyetine konu fiilinin 1136 sayılı Avukatlık Kanunu'nun 5/1 c maddesinde yer bulan avukatlık mesleğine yaraşmayacak tutum ve davranışları çevresince bilinmiş olmak kapsamında olduğu gerekçesiyle Türkiye Barolar Birliği Yönetim Kurulu kararının uygun bulunmadığı ve bir daha görüşülmek üzere Türkiye Barolar Birliği'ne geri gönderildiği, bu kez Türkiye Barolar Birliği Yönetim Kurulu'nun 03.02.2012 tarih ve 31785 2 sayılı kararı ile davacının baro levhasına yazılması talebinin kabulüne ilişkin önceki kararda ısrar edildiği, bakılan davanın da söz konusu işlemin iptali istemiyle açıldığı anlaşılmaktadır. Anayasanın 13. maddesine göre temel hak ve özgürlükler ancak, Anayasanın özüne ve ruhuna uygun olarak, Yasa ile sınırlanabilir. Anayasanın temel insan hak ve hürriyetlerinden olan çalışma hürriyetinin, Yasa ile sınırlanması sırasında da, kamusal gereklilikler ile temel insan hak ve özgürlükleri yönünden 'ölçülülük' ve 'belirlilik' ilkesi gözetilerek düzenleme yapılması esastır. Yukarıda anılan 1136 sayılı Avukatlık Kanunu'nun 5/1 c maddesinde avukatlık mesleğine yaraşmayacak tutum ve davranışlarının çevresince bilinmiş olması avukatlık mesleğine kabule engel haller arasında sayılmıştır. Bu durumda, Anayasada yer bulan çalışma hürriyetinin yukarıda anılan Kanun hükmü ile sınırlandığı ve söz konusu hükmün avukatlık mesleğine yaraşmayacak tutum ve davranışların hangi fiilleri kapsayıp hangilerini kapsamadığı noktasında belirlilik ölçütüne aykırı nitelikte olduğu, bunun yanında bir temel hak ve özgürlüğü kısıtlayan bu belirsiz düzenlemenin ayrıca çevresince biliniyor olma gibi bir başka muallak ve yoruma oldukça açık bir şekilde düzenlenmesiyle diğer bir sınırlama yoluna gidildiği anlaşılmakta olup 1136 sayılı Avukatlık Kanunu'nun 5/1 c maddesinde yer alan hükmün Anayasa'nın 5., 13. ve 48. maddelerine aykırı olduğu sonucuna varılmıştır. Açıklanan nedenlerle, 1136 sayılı Avukatlık Kanunu'nun 5/1 c maddesinde yer alan, avukatlık mesleğine yaraşmayacak tutum ve davranışları çevresince bilinmiş olmak hükmünün Anayasa'nın 5., 13. ve 48. maddelerine aykırı olduğundan bahisle iptali istemiyle Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına, dava dosyasının esastan görüşülmesinin Anayasa Mahkemesi'nce bu konuda bir karar verilinceye kadar bekletilmesine 07.09.2012 tarihinde oyçokluğuyla karar verildi.'"
1,312
Esas Sayısı: 1989/4 Karar Sayısı: 1989/23 1 "... I İPTAL İSTEMİNİN GEREKÇESİ: 19.1.1989 günlü dava dilekçesinde "Konunun Analizi ve İptal Gerekçeleri" başlığı altında yer alan gerekçe özetle şöyledir: Anayasa'nın 128. maddesinin açık hükmüne karşın iktidar, yıllardan beri, memurların ve diğer kamu görevlilerinin niteliklerini, atanmalarını, görev ve yetkilerini, hak ve yükümlülüklerini, aylık ve ödenekleriyle diğer özlük işlerini yasayla değil, kanun hükmünde kararnamelerle düzenlenmektedir. İptalini istediğimiz bu yeni Kanun Hükmünde Kararname, 233 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin, İktisadî devlet teşekkülleriyle kamu iktisadî kuruluşları ve bunların müesseselerine, bağlı ortaklıkları ve iştiraklerine atanacak genel müdürlerin niteliklerine ilişkin "Teşebbüs Genel Müdürü" başlıklı 12. maddesini değiştirerek genel müdür olmak için yeni koşullar getirmektedir. Kamu iktisadî teşebbüsleri ve diğer kamu tüzelkişilerinin genel müdürlerinin, kamu hizmetinin gerektirdiği aslî ve sürekli görevleri yürüten bir "memur" ya da "diğer kamu görevlisi" olduğu kuşku götürmez bir gerçektir. 233 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin ilk biçimi gibi yeni biçimi de bir memurun ya da kamu görevlisinin niteliklerini saptamaktadır. 18.6.1984'den bu yana yürürlükte olan 233 sayılı Kanun Hükmünde Kararname, 17.6.1982 günlü, 2680 sayılı Yetki Kanunu'na dayanılarak çıkarılmıştır. 347 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ise 12.3.1986 günlü, 3268 sayılı; 9.4.1987 günlü, 3347 sayılı ve 12.10.1988 günlü, 3479 sayılı Yetki Yasalarına dayanılarak çıkarılmıştır. Açıkça görülmektedir ki iktidar, belli konularda düzenleme yetkisini TBMM'nden alarak Bakanlar Kurulu'nun elinde tutmaktadır. Oysa, kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi ancak belli zaman dilimleri içerisinde kullanılması öngörülen istisnaî bir yetkidir. İktidar, şimdi olduğu gibi, kanunla düzenlenmesi gereken bir konuyu kanun hükmünde kararname ile düzenleyerek yetki gasbında bulunmakta, bu yetkiyi Bakanlar Kurulu'nun elinde tutarak dilediği zaman, dilediği biçimde değişiklikler ve yeni düzenlemeler yoluyla kanun hükmünde kararname çıkarmak yetkisini kötüye kullanmaktadır. İktidar, istisnaî bir yetkiyi uygulamada genel ve ana kural biçimine dönüştürerek yasama ve yürütme yetkilerini adeta yürütmede birleştirmektedir. Ayrıca, aşağıda daha geniş biçimde belirtileceği üzere, 12. maddede yapılan değişiklik, hukuk devleti ilkesiyle hukukun ana ilkelerine, özellikle Anayasa'nın 128. maddesinin belirlediği "genel idare esasları"na, "memur" ve "kamu görevlisi" kavramlarına tümüyle aykırı bir düzenlemedir. İktidar, muhalefetin direnmesiyle karşılaşmak istemeyerek, TBMM. nde bu aykırılıkları tartışmaktan kaçındığı için kanun hükmünde kararname türünü yeğlemiştir. 1 Anayasa'nın 128. maddesine aykırılık: a) Bu maddeye göre, devlet, kamu iktisadî teşebbüsleri ve diğer kamu tüzelkişilerinin asıl görev ve işlevleri kamu hizmetine ilişkin olup, bu kuruluşlar kamu hizmetlerini "genel idare esaslarına göre yürütmekle yükümlü" kılınmışlardır. Kamu hizmetleri, memurlar ve diğer kamu görevlileri eliyle yürütülecek aslî ve sürekli görevleri içermektedir. Kamu hizmetinin amacı, kamunun çıkarını korumak, yararını sağlamaktır. Bireysel çalışmaların amacı ise özde kişisel yarardır. Kamu yararı ve kamu hizmetleri kollektif gereksinimleri karşılar. Kamu yararı, bu niteliğiyle bireysel yarardan ayrı ve ondan üstündür. Bu nedenle, kamu hizmetlerini düzenleyenEsas Sayısı: 1989/4 Karar Sayısı: 1989/23 2 kurallar, bireysel ilişkileri düzenleyen kurallardan anlam ve nitelik yönünden farklı kurallardır. Anayasa'nın 128. maddesi, nitelikleri bakımından özellik taşıyan bu kamu hizmetlerinin "genel idare esaslarına göre yürütüleceğini" öngörmüştür. Anayasa, "genel idare esasları"nın neler olduğunu ayrıca belirlememiş, Türk idare hukukuna yollamada bulunmuştur. İdare, Türk hukuk mevzuatında, herşeyden önce, kamu kudretini kullanan bir varlıktır. İdare, hukukî ve teknik bir nitelik taşıyarak, devletin kendine özgü amacına ulaşmak yolunda yaptığı çalışmaların tümüdür. İdare hukuku, idareye uygulanan özelliği ve özerkliği bulunan bir hukuktur. Bu özerklik, diğer hukuk kurallarına bağlı olmaması ile kendini gösterir. İdarenin yürütmekle yükümlü olduğu kamu hizmetleri memurlar ve diğer kamu görevlileri eliyle görülmekte, memurlarla diğer kamu görevlilerinin hizmet koşulları, nitelikleri, atanma ve yetiştirilmeleri, ilerleme ve yükselmeleri, ödev, hak, yükümlülük ve sorumlulukları, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük işleri tümüyle idare hukukunun düzenleme alanına girmektedir. İdare hukukunda memur ve kamu görevlileri yönünden "liyakat ilkesi" ile "kariyer ilkesi" iki temel ilkedir. Liyakat ilkesine göre uzmanlaşma asıldır. Çünkü liyakat, hizmetin en iyi biçimde görülmesini sağlayan niteliklerin tümünü içerir. Bu ilke, kamu hizmetlerinde ve kamu kuruluşlarında göreve alınacak personelin atanmasından, görevden çıkarmaya değin tüm hizmet ve koşullarda ehliyetli esas alır. Ayrıcalığa ve keyfî takdire yer vermeyen bu ilke, hukuk devleti ilkesinin, siyasal ve sosyal haklar düzeninin bir sonucudur. Kariyer ilkesi ise, görevlinin deneyim ve beceri kazanarak ilerlemesi olup, bir anlamda uzmanlaşma, bir anlamda da birbirine bağlı iş ve hizmetler serisidir. Kamu personelinin, belirli statülerde sınıflandırılmış uzmanlık grupları durumunda sürekli çalışarak ve yetişerek, idari hiyerarşide yükselme koşuluyla kamu hizmetlerini görmesidir. Hizmet süresi ve liyakata yer veren kariyer sisteminde, sınıflar içerisinde dereceler, . kademeler ve hiyerarşi bağı zorunlu olup ilerleme ve yükselme koşut bir ücret uygulaması yapılır. Anayasa'nın 128. maddesinin gerekçesi de bu doğrultudadır. Görülmektedir ki, kamu görevlisinin statüsü, kamu hizmetinin amacına uygun olarak idare hukuku ilkeleri çerçevesinde düzenlenen bir statüdür. Kamu görevlisi, idare hukukunun öngördüğü, idare hukuku ölçütlerine uygun olarak kamu hizmetini yürütebilecek yeterliğe ve niteliğe sahip olmak zorundadır. Yükselmesi de, idare hukukunca geçerli deneyimi kazanmasına bağlıdır. İptali istenilen 12. madde ise, özel sektörde geçen her iki hizmet yılım kamuda geçen bir hizmet yılı olarak saydığı gibi, kamuda hiç görev yapmamış ama özel sektörde onbeş yıl çalışmış olan kimsenin genel müdür olarak atanmasına olanak vermektedir. Böylece, kamu hizmetine, idareye tamamen yabancı birisinin, kamu hizmeti üreten bir kuruluşun aslî ve sürekli bir görev niteliğindeki genel müdürlüğüne atanması sağlanmaktadır. Ayrıca ve belki daha önemlisi, belli bir süre mutlaka özel sektörde çalışma koşulunu getirerek kamuda yeteneğini ve liyakatini kanıtlamış kamu görevlisinin genel müdür olmasını engellemektedir. Kamu hukuku özel hukuk ayrımını ciddiye almayan bu düzenleme, kamuyu, kamu hizmeti gören idareyi âdeta özelleştirme düzenlemesidir. İdare hukuku esaslarıyla kamu görevlisi anlayışına tamamen terstir. Maddenin üçüncü bendindeki koşul, ikinci bentteki gereklerle tam bir çelişki oluşturmaktadır. Kamu hizmetine yabancı olan kişinin, kamu hizmeti açısından yetenek, bilgi ve deneyiminin yok sayıldığını kabul etmek gerekir. Bu durum karşısında maddenin üçüncü bendi, ikinci bendin aykırılığını bu örtmeye yönelik bir düzenleme olup başka bir geçerliliği yoktur. Maddenin ikinci bendi Anayasa'nın 128. maddesine aykırıdır. İptali gerekir. b) Yasayla düzenlenmesi gereken hususları içermesi nedeniyle de 347 sayılı Kanun Hükmünde Kararname hükümleri Anayasa'nın 128. maddesine aykırıdır, iptali gerekir.Esas Sayısı: 1989/4 Karar Sayısı: 1989/23 3 2 Anayasa'nın 10. Maddesine Aykırılık: 347 sayılı Kanun Hükmünde Kararname, kamuda hizmeti bulunmayan bir kimsenin genel müdür olarak atanması olanağını getirirken mutlaka kamuda ve özel sektörde çalışma koşulunu arayarak yetenek ve liyakatini kanıtlamış kamu görevlisine özel sektörde çalışmadığı için genel müdür olma hakkını vermemektedir. Bu durum, kanun önünde eşitlik ilkesine açıkça aykırıdır. 347 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin, Anayasa'nın 10. maddesine aykırı olan 1. maddesinin iptali gerekir. 3 Anayasa'nın 12. ve 13. Maddelerine Aykırılık: Kamuda çalışarak yeteneğini ve liyakatim kanıtlamış bulunan bir kamu görevlisinin genel müdür olmasını engellemek demokratik toplum düzeninin gereklerine uymayan bir sınırlama olduğu gibi bu sınırlama Anayasa'da öngörülen herhangi bir sınırlama amacıyla da bağdaşmamaktadır. Kararname'nin 1. maddesi Anayasa'nın 12. ve 13. maddelerine de aykırı olduğundan iptali gerekir. 4 Anayasa'nın 2. Maddesine Aykırılık: Anayasa'nın bu maddesine göre, devletin, değiştirilmesi dahi teklif edilemeyecek temel niteliklerinin başında, hukuk devleti niteliği gelmektedir. Hukuk devleti çatısı altında her şeyin hukuka uygun olarak yürütülmesi gerekir. Anayasa'nın 128., 10., 12. ve 13. maddelerine aykırılık nedenleri bölümlerinde açıklandığı gibi 347 sayılı Kanun Hükmünde Kararname her yönüyle hukuka aykırıdır. Özellikle çıkarılışı ve içeriği Anayasa'nın 2. maddesine aykırı olduğundan iptali gerekir. 5 Anayasa'nın 7. Maddesine Aykırılık: Anayasa'nın 123. ve 128. maddelerinin bir yasa konusu olmasını zorunlu kıldığı hususlarda düzenleme yapma yetkisi ancak TBMM'nindir. Kararname, bu yetkinin devredilemeyeceğini öngören Anayasa'nın 7. maddesine aykırıdır. İptali gerekir. 6 Anayasa'nın 91. Maddesine Aykırılık: Kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisinin istisnaî bir yetki olmasına karşın, iptali istenilen Kararname, Anayasa'nın 91. maddesinin ayrık hükümlerini genel hüküm niteliğine dönüştüren davranışların bir parçasıdır ve 91. maddenin verdiği yetkiyi kötüye kullanmanın bir ürünüdür. Bu nedenle Anayasa'nın 91. maddesine de aykırıdır, iptali gerekir. 7 Anayasa'nın 123. Maddesine Aykırılık: Anayasa'nın 128. maddesine aykırılık bölümünde ayrıntısıyla açıklandığı gibi, 347 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin getirdiği hükümler, idarenin, idare hukukunun ve kamu hizmeti anlayışının oluşturduğu bütünlüğe tümüyle aykırı olup bu bütünlüğü zedeleyecek niteliktedir. İdarenin yasayla düzenleneceğini öngören Anayasa'nın 123. maddesine de aykırı olan Kararname iptal edilmelidir."
1,251
Esas Sayısı : 2008/102 Karar Sayısı : 2010/14 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'Bilindiği gibi gerçek kişilerin kişiliği ve bununla medeni haklardan istifade ehliyeti ölümle sona erer. Bu nedenle ölmüş olan kişinin taraf ehliyeti yoktur.(MK 28/1. md.) İstisnalar dışında yalnız öleni ilgilendiren yani mirasçılara geçmeyen haklara ilişkin davalarda tarafın ölümü ile dava konusuz kalır. Bu davalarda ölenin mirasçılarına karşı veya (mirasçıları tarafından) davaya devam edilmesine hukuken imkan yoktur. Bu istisnalardan biri MK 181/2. maddesinde düzenlenmiştir. Eski Medeni Kanunumuzda (md.146/2) Boşanan karı koca birbirinin kanuni mirasçısı olamaz ve evlenme mukavelesi ile veya boşanmadan önce yapılmış ölüme bağlı bir tasarruf ile temin olunan menfaatlerini zayi eder hükmü yer almakta idi. Hükümet gerekçesinde de belirtildiği gibi yeni Medeni Kanun 181. maddesi önceki metnin birinci fıkrasını almış olmakla birlikte ölüme bağlı tasarruflar açısından daha farklı bir ifadeye yer vermiştir. Aslında yenilik MK 181. maddenin ikinci fıkrasında olup 181/2. madde ile boşanma davası devam ederken davacı eşin ölümü halinde, davalının buna rağmen mirasçı olabilmesi belli koşullar altında engellenebilmektedir. Buna göre ölen davacının mirasçılarından herhangi birisinin davayı devam ettirmesi ve davalının kusurlu olduğunun sabit olması halinde, davalı eş birinci fıkra hükmünde olduğu gibi davacıya mirasçı olamayacaktır. Davacı eşin ölümü halinde evlilik kendiliğinden son bulur. Bu nedenle davacının ölümüne rağmen mirasçılarından birisinin devam ettirdiği bu dava eşlerin boşanmasına yönelik olmayacak boşanmada sadece davalının kusurlu olup olmadığı karara bağlanacaktır. Davacının mirasçılarına bu hak tanınmamış olunsa idi özellikle zina, hayata kast, pek kötü davranış, haysiyetsiz yaşam sürme sebeplerinden biriyle açılan boşanma davasında, davacının ölümü halinde bu eylemlerde bulunan kusurlu davalı eşin buna rağmen mirasçı olabilmesi konusunda haksız ve adaletsiz sonuçların doğması gündeme gelebilecekti. İşte haksız durumlardan önlenmesi amacıyla maddenin (itirazımıza konu) MK 181/2. maddesi ihdas edilmiştir. Bu madde ile kısaca kusurlu eşin mirastan faydalanmasının önüne geçilmek istenmiştir. Madde metninden ve hükümet gerekçesinden de anlaşılacağı üzere boşanma davasında sadece davacının ölümü halinde vesadece davacının mirasçılarınaMK 181/2. maddesi uyarınca kusur tespiti için davayı takip hakkı tanınmıştır. Davalının ölümü halinde davalının mirasçılarına bu hak tanınmamıştır. Davalının mirasçılarına bu hakkın tanınmamış olması nedeniyle madde metninin Anayasanın eşitlik konusunu düzenleyen l0.maddesi ile hak arama hürriyetini düzenleyen 36.maddesine aykırı olduğu kanaatine varılmıştır. Zira davacının mirasçılarına tanınan bir hakkındavalının mirasçılarına tanınmamışolması eşitlik ilkesine aykırı olduğu gibi hak arama hürriyetinin de kısıtlanması hatta bütünüyle engellenmesi anlamına gelir. Nitekim kanun koyucu benzer nitelikte bir düzenleme olan Türk Medeni Kanunu 159.maddesinde bu hakkı her iki taraf mirasçılarına da tanımıştır. Butlan davasında tanınan bu hakkın boşanma davası için tanınmaması hak arama hürriyetinin kısıtlanması anlamına gelir. Kanun koyucu belki Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu'nun (HUMK) ilgili usul hükümlerini nazara alarak ve usul bütünlüğünü bozmamak için davalı mirasçılarına davayıEsas Sayısı : 2008/102 Karar Sayısı : 2010/14 2 takip hakkı tanımamış olabilir. Bu akla gelen başlıca usul kuralları davanın müracaata bırakılması ve feragat halidir. HUMK 409. maddesinde davacı davaya gelmediğinde veya gelip te davaya devam etmek istemediğinde dosya işlemden kaldırılacaktır. İleride davanın açılmamış sayılmasına karar verildiğinde ise davalı (mirasçıları) yönünden zaten MK 181/2. maddesinin zaten gündeme gelmesi mümkün değildir. HUMK 91.vd maddelerinde düzenlenen feragat ise tıpkı HUMK 409. maddesi davayı sona erdiren bir usul işlemidir. Bu sebeple davacı taraf davasından feragat ettiğinde başkaca herhangi bir hususun araştırılmasına gerek kalmaksızın davanın reddine karar vermek gerekir. Yani feragat için davalının bunu kabul etmesine gerek olmaksızın dava reddedilir. Çünkü feragat kabule bağlı değildir. İşte bir boşanma davasında davasını açıp tek taraflı olarak davadan feragat ederek davayı redle sonuçlandırabilme yetkisi sadece davacıya tanındığı için ve bu usul kuralını da nazara alarak kanun koyucu MK 181/2.maddesinde sadece davacı mirasçılarına davayı takip edebilme hakkı tanımış olabilir. Başka bir ifade ile boşanma davası devam ederken davalının ölümü halinde kusurun tespiti için davalı mirasçılarına da davaya devam edebilme hakkı tanınmış olsa idi davacı davadan feragat ettiğinde dava zaten o anda redle sonuçlanabilecek ve dolayısıyla davalı mirasçılarının davaya devam hakkı davacı tarafından engellenebilecekti. Kanun koyucu böyle bir mülahaza ile davalı mirasçılarına davaya devam edebilme hakkı tanımamış olabilir. Ancak böyle olması örneğin zina, hayata kast, pek kötü davranış, haysiyetsiz yaşam sürme vs gibi bütünüyle davacının kusurlu olduğu hallerde davalı murisleri aleyhine çok ağır ve adaletsiz bir sonuç doğurur. Bu eşitsizliğin önüne geçilebilmesi için davacının feragati halinde bile davalı mirasçılarına davayı takip hakkı tanıyan bir hüküm tıpkı MK 159.maddede olduğu gibi yasa metnine konularak bu haksızlığın önüne geçilebilirdi. MK 510/II. maddesi uyarınca (eğer davacının kusurlu olduğu düşüncesini taşıyor ise) davalının belirtilen düşüncelerle boşanma davasının devamı sırasında sadece davacının ölümü halinde ve sadece davacı mirasçılarına davaya devam ederek davalının kusurunu ispatlayabilme halini düzenleyen, bu hakkı davalının ölümü halinde davalı mirasçılarına tanımayan MK 181/2. maddesi Anayasamızın 10 ve 36.maddelerine aykırı olduğu kanaatine varılmış, yüksek mahkemeye bu hususta itiraz davası açılmasına, 2949 Sayılı Yasanın 28. maddesi uyarınca başvurunun eldeki boşanma davası için bekletici mesele yapılmasına karar verme zarureti doğmuştur. Somutdavayı davacı kadın açmış, ancak daha sonra müracaata bırakmış, davasını takip etmemiştir. Ne varki yargılama aşamasında bu defadavalı koca davayı takip etmiş boşanma iradesini açıklamış, ancakdavacıya yenileme talebinin tebligatı yapılamadığı için dava sürüncemede kalmış ve bu süreçte davalı koca vefat etmiştir. Başka bir anlatımla davalı yargılama sırasında boşanma iradesini açıklamıştır. Esasen davacı kadın nafaka da istemediği için yargılama aşamasında boşanmanın koşulları da oluşmuştur. Ne var ki MK l81/2. maddesindeki hak sadece davacı mirasçılarına tanındığından eldeki somut davada(sağlığında boşanma iradesini açıklamış olmasına rağmen davalı kocanın)mirasçılarına davaya devam hakkı tanınmamış olmasının eşitlik ve hak arama hürriyetinin çok ciddi bir biçimde ihlali sonucunu doğurduğu kanaatine varılmıştır. SONUÇ VE İSTEM:Esas Sayısı : 2008/102 Karar Sayısı : 2010/14 3 Yukarıda arz ve izah edilen nedenlerle 4721 Sayılı Türk Medeni Kanunu 181/2. maddesinde yer alan 'Boşanma davası devam ederken, ölendavacınınmirasçılarından birisinin davaya devam etmesi vedavalınınkusurunun ispatlanması halinde de yukarıdaki fıkra hükmü uygulanır' şeklindeki fıkra metninde yer alan ''davacının' ve ''davalının' kelimelerinin Anayasamızın 10 ve 36. maddelerine aykırı olduğu mahkememizce düşünülmekte olup bu sebeple İPTALİNE karar verilmesi hususunda takdir ve gereği saygıyla arz olunur.'"
953
Esas Sayısı : 2013/46 Karar Sayısı : 2013/140 1 "... I İPTAL ve YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMİNİN GEREKÇESİ Dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir: 1) 6413 Sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri Disiplin Kanununun13 üncü Maddesinin Altıncı Fıkrasında Yer Alan ...ile 21 inci madde gereğince...İbaresinin Anayasaya Aykırılığı Türk Silahlı Kuvvetleri Disiplin Kanununun 13 üncü maddesi ile, Silahlı Kuvvetlerden ayırma cezasına ilişkin, usul ve esaslar belirlenmiştir. Kamu hizmetlerinin sağlıklı bir şekilde yürütülmesi için araç olan idarenin bu hizmeti iyi yürütmesi için gerekli tedbirleri alma yetkisi ile donatılmasının zorunlu olduğu kuşkusuzdur. Bu nedenle idarenin kamu hizmetini yürütecek olan ajanlarını statüye alırken bir takım özelliklere sahip olmasını araması ne kadar doğal ise, statüye aldıktan sonra ajanlarını verimli şekilde kullanması, hizmeti aksatacak, kamu hizmetinin yürütülmesine zarar veren ajanlarını bünye dışına çıkarması da o kadar doğaldır. Silahlı Kuvvetlerden ayırma cezası, personelin tabi olduğu mevzuat hükümlerine göre, Türk Silahlı Kuvvetlerden ilişiğin kesilmesi veya sözleşmenin feshedilmesidir. Silahlı Kuvvetlerden ayırma disiplin cezasını gerektiren disiplinsizlikler 20 nci maddede sayılmak suretiyle belirtilmiştir. Bununla birlikte 21 inci madde uyarınca da hesaplanacak disiplin puanına ulaşan personelin, disiplinsizliği alışkanlık haline getirdiği kabul edilir ve personel hakkında savunması dahi alınmadan Silahlı Kuvvetlerden ayırma cezası verilebilecektir. Türk Silahlı Kuvvetleri Disiplin Kanunun 13 üncü maddesinin altıncı fıkrasında, hakkında ayırma dosyası düzenlenecek personelin savunma hakkını nasıl kullanacağı düzenlenmiştir. Buna göre, hakkında disiplin amirleri tarafından işlem başlatılan personelin savunmasının işlemi başlatan disiplin amiri tarafından alınması öngörülmüştür. Diğer durumlarda (ayırma dosyasının yüksek disiplin kurulları tarafından resen veya Genel Kurmay Başkanlığınca gönderilmesi üzerine gündeme alınması yüksek disiplin kurulunca ayırma dosyası görüşülecek personelin bağlı olduğu komutanlıklar vasıtasıyla savunmanın alınması öngörülmüştür. Bu şekilde yazılı savunmanın alınmasının yanında, kararın doğru ve hakkaniyetli verilmesi için gerek görülmesi durumunda ayırma dosyası görüşülecek personel, sözlü ifade vermek üzere kurul toplantısına çağırılabilecektir. Bunun yanında, hakkında ayırma kararı verilecek personelin firar veya izin tecavüzünde bulunması veya benzeri olan savunma almayı imkansız hale getiren durumların bulunması hali ile kanunun 21 inci maddesi gereği belli bir disiplin puanına veya disiplin cezası miktarına ulaşma sonucunda verilecek ayırma cezalarında savunma alınmayacağı özel olarak belirtilmiştir. Firar veya izin tecavüzünde bulunması veya benzeri olan savunma almayı imkansız hale getiren durumların bulunması halinde kişilerin savunmasının alınması pek tabi mümkün değildir. Firar veya izin tecavüzünde bulunası veya benzeri durumlarda personelin savunmasının alınmasını imkansız kılabilecek hallerde esas olan kişilerin zaten yokluğudur. Halbuki 21 inci madde gereğince, personelin belirli bir ceza puanını doldurmuş olması nedeniyle savunmaları alınmadan otomatikman ordudan ihraç edilmesinin önünün açılması durumu farklı olup açıkça hak ihlali yaratır. Üstelik bu ibare yasanın insan hakları ihlallerini ortadan kaldırma amacı ile de açıkça çelişmektedir. Oysa ki AİHS'nin 6 ncı maddesinde tanımlanan adil yargılanma hakkına atfedilen kavramlar, yasal, bağımsız ve tarafsız bir mahkemede yargılanma, makul sürede yargılanma, açık (aleni) yargılama, vicdanilik, masumiyet karinesi, silahların eşitliği ilkesi, sanık hakları şeklinde özetlenebilir. MevzuatEsas Sayısı : 2013/46 Karar Sayısı : 2013/140 2 hükümlerinin yorumlanmasında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarının yön göstericisinden faydalanılması gerektiği izahtan vareste olmakla birlikte, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının doğrudan iç mevzuat hükümlerini ortadan kaldırma yeteneğinin bulunmadığı, Anayasanın 90/5 inci maddesinin bu yönde bir yorumda bulunulmasına elverişli olmadığı hususunda duraksama bulunmamalıdır. Bu nedenle askeri personele sırf belirli bir ceza puanını doldurmuş olması nedeniyle kendini savunma imkanı dahi tanımadan hakkında ceza veya hak kaybına uğrayacağı bir müeyyidenin uygulanacak olması adli yargılanma hakkının ihlali olup AİHM nezdinde ülkemizin bir kez daha prestij kaybına uğramasına neden olacaktır. Anayasanın 129/2 nci maddesindeki ....memurlara... savunma hakkı tanınmadıkça disiplin cezası verilmez. kuralı, askeri disiplin suçlarında da geçerlidir. Suç işlendiği iddia edilen kimseye ceza verilmeden önce savunmasının alınması en doğal haklarından biridir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin dayanmış olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6/1 inci maddesinde belirtilen adli yargılanma hakkı, Anayasanın 36 ncı maddesinde doğrudan düzenlenmiş bu itibarla, Anayasanın Hak arama hürriyeti başlıklı 36 ncı maddesinde, herkesin gerekli araç ve yollardan yararlanarak yargı organları önünde davacı ya da davalı olarak sav ve savunma hakkı bulunduğu belirtilmektedir. Maddeyle güvence altına alınan adil yargılanma hakkı, kendisi bir temel hak niteliği taşımasının ötesinde, savunma hakkı gibi diğer temel hak ve özgürlüklerden gereken şekilde yararlanılmasını ve bunların korunmasını sağlayan en etkili güvencelerden birisidir. Bu nedenle hangi durum ve zamanda olursa olsun savunma almadan veya sanığa kendini savunma imkanı verilmeden ceza verilmesi hukuka açıkça aykırılık teşkil eder. Bu itibarla disiplin amirlerinin suç gözlerinin önünde işlense bile, failin kendini savunmasına izin verilmelidir. Savunma imkanı verilmeden, disiplin cezası verilmesi halinde verilen ceza, itiraz yolu ile kaldırılır ve iptal davasına konu olabilir. Nitekim Askeri Yüksek İdare Mahkemesi de, savunma alınmadan ceza verilmesi halini ‘yok hükmünde' saymaktadır. Açıklanan bu nedenlerle, 13 üncü maddesinin altıncı fıkrasında yer alan ...ile 21 inci madde gereğince... ibaresi Anayasanın 36 ncı maddesinin birinci ve 129 uncu maddesinin ikinci fıkralarına aykırı olduklarından iptal edilmelidir. 2) 6413 Sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri Disiplin Kanununun 20 nci Maddesinin Birinci Fıkrasının (c) Bendinde Yer Alan ağır suç veya disiplinsizlik teşkil eden fiiller İbaresinin Anayasaya Aykırılığı Türk Silahlı Kuvvetlerinden ayırma nedenleri arasında sayılan 20 nci maddesinin birinci fıkrasının (c) bendinde yer alan Hizmete Engel Davranışlarda bulunmak disiplinsizliği Devletin ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin itibarına zarar verecek nitelikte tutum ve davranışlarda veya ağır suç veya disiplinsizlik teşkil eden fiillerde bulunmak şeklinde tanımlanmıştır. Bu tanımda yer alan ağır suç veya disiplinsizlik teşkil eden fiiller ibaresinin ne olduğu belirsizdir. Yasa koyucunun esas görevi bu suçların ve disiplinsizlik hallerinin ne veya neler olduğunu açıkça, tek tek göstermek ve saymaktır. İptali istenen yasa hükmünün uygulanması halinde, tutum ve davranışların Devletin ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin itibarına zarar vermesi yeterli olup, personelin statüsüne son verilmesini gerektiren davranış biçiminin aynı zamanda bir suça sebebiyet vermesi zorunlu olmayacaktır. Keyfi uygulamalara sebebiyet verecek nitelikteki bu düzenleme aynı zamanda isteyenin istediği davranışı ağır suç veya disiplinsizlik teşkil eden fiil şeklinde nitelendirmesine neden olabilecektir.Esas Sayısı : 2013/46 Karar Sayısı : 2013/140 3 Anayasanın 2 nci maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir. Anayasanın 2 nci maddesinde yer alan hukuk devletinin temel ilkelerinden birisi de belirlilik' tir. Bu ilkeye göre, yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olması gerekir. Belirlilik ilkesi, bireylerin hukuksal güvenliğinin sağlanması bakımından da önem arz etmektedir. Bu ilkeye göre, yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olması, ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesi de gereklidir. Belirlilik ilkesi, hukuksal güvenlikle bağlantılı olup birey hangi somut eylem ve olguya hangi hukuksal yaptırımın veya sonucun bağlandığını, bunların idareye hangi müdahale yetkisini doğurduğunu bilmelidir. Birey ancak bu durumda kendisine düşen yükümlülükleri öngörebilir ve davranışlarını belirler. Hukuk güvenliği, normların öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar. Anayasanın 38 inci maddesinin ilk fıkrasında da, Kimse, ... kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz denilerek suçun yasallığı, üçüncü fıkrasında da ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak kanunla konulur denilerek, cezanın yasallığı ilkesi getirilmiştir. Anayasada öngörülen suçta ve cezada yasallık ilkesi, insan hak ve özgürlüklerini esas alan bir anlayışın öne çıktığı günümüzde, ceza hukukunun da temel ilkelerinden birini oluşturmaktadır. Anayasanın 38 inci maddesine paralel olarak Türk Ceza Kanunu'nun 2 nci maddesinde yer alan suçta ve cezada kanunilik ilkesi uyarınca, hangi eylemlerin yasaklandığı ve bu yasak eylemlere verilecek cezaların hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde yasada gösterilmesi, kuralın açık, anlaşılır ve sınırlarının belli olması gerekmektedir. Kişilerin yasak eylemleri önceden bilmeleri düşüncesine dayanan bu ilkeyle temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması amaçlanmaktadır. Anayasanın 38 inci maddesinde idari ve adli cezalar arasında bir ayrım yapılmadığından disiplin cezaları da bu maddede öngörülen ilkelere tâbidir. Henüz sosyal devletin gereklerini tam olarak yerine getirmemiş olan ülkemizde, askeri disiplin yaptırımlarının amacının Türk Silahlı Kuvvetlerde mutlak disiplinin tesisi olduğunu ortaya koyarak, aslında hukuka aykırı disiplin işlemlerinin yasalarla meşrulaştırılması Devlete duyulan saygınlığın ve güvenin zedelenmesi suretiyle yeniden hak ihlallerine yol açacak durumların gelişeceğini göz ardı etmek doğru değildir. Türk Silahlı Kuvvetleri Disiplin Mevzuatında Silahlı Kuvvetlerden Ayırma Cezası Gerektiren Disiplinsizlik Hali içinde yer alan, ve Disiplin Kurullarına geniş ölçüde takdir yetkisi tanıyan hizmete engel davranışlarda bulunmak disiplinsizliği, hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmayan bir disiplinsizlik hali olarak düzenlendiği açıktır. Askeri Disiplin hukukunda keyfi uygulamaların önünü açabilecek ve kıyas ilkesini getirecek bu hüküm adeta idareyi hukuka aykırı davranmaya teşvik etmektedir. Hizmete Engel Davranışlarda bulunmak disiplinsizliği Devletin ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin itibarına zarar verecek nitelikte tutum ve davranışlarda veya ağır suç veya disiplinsizlik teşkil eden fiillerde bulunmak tanımında yer alan ağır suç veya disiplinsizlik teşkil eden fiiller ibaresinin belirsizliği ve keyfi uygulamalara neden olacak biçimdeEsas Sayısı : 2013/46 Karar Sayısı : 2013/140 4 düzenlenmiş bulunması nedeniyle, Anayasanın 2 nci maddesine ve 38 inci maddesinin birinci ve üçüncü fıkralarına aykırı olduğu için iptal edilmelidir. IV. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ Arz ve izah olunan nedenlerle, söz konusu kural hakkında yürürlüğünün durdurulması da istenerek iptal davası açılmıştır. 31.01.2013 tarihli ve 6413 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri Disiplin Kanunun iptali istenen maddelerinin uygulanması halinde, Anayasaya, kanunlara ve Uluslararası sözleşmelere ve Anayasa Mahkemesinin kararlarına aykırı olarak geriye dönüşü imkansız biçimde ve giderilmesi olanaksız hukuki zarar ve durumlara yol açacağı açıktır. Açıklanan nedenlerle, iptali istenen kuralın yürürlüğünün durdurulması istenilmektedir"
1,518
Esas Sayısı : 2021/57 Karar Sayısı : 2022/49 1 ... Davacı vekili dava dilekçesinde özetle; müvekkilinin, Kırıkhan Belediyesinde 2006 yılı Ocak ayından itibaren hizmet akdinin emeklilik nedeniyle sona erdiğini, 2019 yılı Ağustos ayına kadar aralıksız bir şekilde hizmet akdinin çalındığını, müvekkilinin çalışmış olduğu süre zarfında fazla mesai yapmış olmasına rağmen davalılar tarafından fazla mesai ücretleri ödendiğini, müvekkilinin mesaisinin saat 13:00da başlayıp gece 24.00a kadar sürdüğünü, hafta tatilini iki haftada bir olacak şekilde kullandığını, çalışmış olduğu dönemlere ait ücretlerin davalılar tarafından ödenmediğini, yıllık izinlerinin 2006 yılından 2013 yılına kadar hiç yıllık izin kullanmadığını, yıllık izin ücretinin iş akdinin feshinden itibaren de davalılarca ödenmediği, müvekkilinin davalı belediyeye ait çöp hizmetlerinde kadrolu işçilerle aynı ve yan yana çalıştığını, işçilerin kullandığı araç ve ekipmanların da davalı Belediyeye ait olduğunu, taşeronlar değişse de müvekkilinin belediyenin organize ettiği ve yönettiği işlerde çalıştırıldığını, eşit işe eşit ücret ilkesi gereğince işverenin ücret farkı alacağının ödenmesini talep ettiğini, Arabuluculuk Merkezine 2020/170982 sayılı dosya ile başvuruda bulunduklarını, başvurunun Anlaşmama ile sonuçlandığını, tüm bu nedenlerle fazlaya ilişkin haklarının saklı kalması suretiyle; kısmi dava yoluyla 100,00 TL kıdem tazminatı, 100,00 TL yıllık izin alacağı, 100,00 TL ücret farkı alacağı, belirsiz alacak davası yoluyla 100,00 TL UBGT alacağı, 100,00 TL fazla mesai alacağı, 100,00 TL hafta tatili alacağı, olmak üzere toplam 600,00 TLnin, kıdem tazminatının fesih tarihinden itibaren işleyecek en yüksek mevduat faiziyle, ücret farkı, fazla mesai ve UBGT alacakları için dava tarihinden itibaren işleyecek en yüksek mevduat faizi, yıllık izin alacağı için dava tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte tahsiline karar verilmesini, yargılama giderleri vekalet ücretinin davalıya tarafa yükletilmesini talep ve dava etmiştir. Davalı Kırıkhan ... Ltd. Şti. Vekili cevap dilekçesinde özetle; dava dilekçesini kabul etmediklerini, açılan dava yönünden öncelikle husumet, hak düşürücü süre ve zamanaşımı itirazında bulunduklarını, davacının kurumdan emekli olarak tüm hak ve alacaklarını almak suretiyle ayrıldığını, yıllık izinlerini kullandığını, UGBT ve hafta tatil ücreti, fazla mesai ücreti ve fazla çalışmasının mevcut olmadığını, davacının kurumda hiçbir hak ve alacağının kalmadığını, davacının ihale kapsamında işe başlamasının ve devamında belirli süreli sözleşmesini imzalamak suretiyle yapacağı iş ve alacağı ücreti kabul ettiğini, daha sonra muvazaa olduğu iddiasının kabul edilemeyeceğini, tüm bu nedenlerle davanın usulden reddine karar verilmesini, mahkemenin aksi kanaatte olması halinde ise esastan reddine karar verilmesini, yargılama giderleri ve vekalet ücretinin davacı taraf üzerinde bırakılmasını talep etmiştir. Davalı Kırıkhan Belediyesi vekili cevap dilekçesinde özetle; açılan davayı kabul etmediklerini, davacının taleplerinin zamanaşımına uğradığını, davacının taşeron işçi olarak çalıştığını, taşeron işçilerle kadrolu işçilerin aynı haklara sahip olmadığını, belediyelere kamu personeli ve işçi alımı için Kamu personeli Seçme Sınavı şartının bulunduğunu, belediye şirketlerinin bu yükümlülüğe tabi olmadığını, davacının işçilik alacaklarının tamamını aldığını, davaya husumet yönünden itiraz ettiklerini, davacının iş akdinin emekli olarak sona erdiğini, kıdem tazminatı ve izin ücretinin tamamını aldığından kıdem tazminatı talebinin reddinin gerektiğini, davacının haftalık 45 saat çalışma yaptığını, tüm çalışma dönemi boyunca yaptığı çalışma ve fazla çalışmalarının bedelini imzalı bordro ve hesap pusulası ile aldığını, davacının yıllık izinlerini kullandığını, yıllık izin alacağının bulunmadığını, müvekkili bulunduğu belediyenin davacının bütün haklarını tam ve eksiksiz karşıladığı için ücret farkı alacağının da söz konusu olmadığını, davacının resmi tatillerde ve hafta tatillerinde genel olarakEsas Sayısı : 2021/57 Karar Sayısı : 2022/49 2 çalışmadığını, çalıştığı zamanlarda da bütün hak ve alacaklarının kendisine ödendiğini, tüm bu nedenlerle davanın reddine karar verilmesini, yargılama giderleri ve vekalet ücretinin davacı tarafa yükletilmesini talep etmiştir. Dava işçi alacağı istemine ilişkindir. 4857 sayılı İş Yasasının 2. maddesinin sekizinci fıkrasında, yasaya veya yasanın verdiği yetkiye dayanılarak kurulan kamu kurum ve kuruluşları ile bunların doğrudan veya dolaylı olarak sermayesinin en az yüzde ellisine sahip oldukları ortaklıklarda, 4734 sayılı Kamu İhale Yasası veya diğer yasa hükümleri çerçevesinde, hizmet alımı amacıyla yapılan sözleşmeler gereğince yüklenici aracılığıyla çalıştırılanların, bu kurumlara ait kadro ve pozisyonlara atanmaya ve toplu iş sözleşmesi, personel kanunları veya ilgili diğer mevzuat hükümlerine göre belirlenen her türlü malî haklar ile sosyal yardımlardan yararlanmaya hak kazanamayacakları hükmü yer almaktadır. Aynı maddenin dokuzuncu fıkrasında ise sekizinci fıkrada belirtilen yükleniciler dışında kalan işverenler tarafından çalıştırılanlar ile bu işyerlerinin tâbi oldukları ihale mevzuatı çerçevesinde kendi nam ve hesabına sözleşme yaparak üstlendiği ihale konusu işte doğrudan kendileri çalışanların da sekizinci fıkra hükümlerine tabi olacağı ifade edilmektedir. Dosya içerisindeki bilgi ve belgelere göre, davacı işçi Kırıkhan Belediyesinin sürekli işlerinde kadrolu işçilerle yan yana çalışmaktadır. İşçi istihdam eden özel şirketler ve kişiler ile kamu kurum ve kuruluşları arasında, 4857 sayılı Yasaya sonradan eklenen 2/8 ve 2/9 maddeleri ile eşitsizlik oluşturulmuştur. Gerçek kişi ve özel hukuk tüzel kişileri, işletmenin ve işin gereği ile teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren işler dışında asıl işi bölerek alt işverenlere veremezken kamu kurum ve kuruluşları açısından bu kural devre dışı bırakılmış, kamu özel teşebbüsler arasında eşitsizlik yaratılmıştır. Davalı Belediyede çöp toplama kamu hizmetinde kadrolu belediye işçisi ile aynı işi yaparak çöp toplama hizmetinde çalışan, emir ve talimatı belediye fen işlerinde görevli amirden alan, kadrolu işçilerle emir aldığı yer ve yaptığı iş yönünden aynı statüde olan ancak maaş ve özlük hakları konusunda benzer haklardan yararlanamayan davacının eşit işe eşit ücret ilkesi çerçevesinde yasanın ve anayasanın koruma alanı dışına itildiği açıktır. Anayasal eşitlik ilkesine ve çalışanlar arasındaki yasal eşitlik ilkesine aykırı düzenlemeler içeren 5538 sayılı Yasanın 18. maddesi ile 4857 sayılı Yasaya eklenen 2/8 ve 2/9. maddelerinin Anayasanın Başlangıçı ile 10., 49. ve 55. maddelerine aykırılık içermesi nedeniyle iptali gerekmekte olup belirtilen normların anayasaya aykırılık içerip içermediğinin denetlenmesi elzemdir. Anılan gerekçelerle Anayasa Mahkemesine başvuru yapmak gerekmiştir. KARAR / Gerekçesi izah edildiği üzere; 5538 sayılı Yasanın 18. maddesiyle 4857 sayılı Yasaya eklenen 2/8 ve 2/9. maddelerinin Anayasanın Başlangıçı ile 10., 49. ve 55. maddelerine aykırı olduğu kanaatine varıldığından denetiminin yapılıp iptali amacıyla Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, Başvurunun işbu ara kararla yapılmasına, Başvuru süresinden itibaren 6 ay süre ile başvuruya konu normların uygulanmasının bekletici mesele yapılmasına, Dosyanın dizi pusulası hazırlanarak ve aslı gibidir yapılarak Anayasa Mahkemesine gönderilmesine,Esas Sayısı : 2021/57 Karar Sayısı : 2022/49 3 İşbu ara kararın ve başvuru sonucu gelecek kararın taraf vekillerine tebliğine, Dair, tarafların yokluğunda, dosya üzerinde yapılan inceleme neticesinde karar verildi.
972
Esas Sayısı : 1993/46 Karar Sayısı : 1993/48 1 I İPTAL İSTEMİNİN GEREKÇESİ : 12.11.1993 günlü dava dilekçesinin gerekçe bölümünde aynen şöyle denilmektedir. "Tüm demokratik ülkelerde olduğu gibi ülkemizde de gerek 1961 Anayasasında gerekse 1982 Anayasasında kuvvetler ayrılığı ilkesi benimsenmiştir. Buna göre yasama, yürütme ve yargı organlarının görev ve yetkileri ayrı ayrı belirlenmiş; Anayasanın 7. maddesi "yasama yetkisinin Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisine ait olduğunu, bu yetkinin devredilemeyeceğini, 8. maddesi, yürütme yetkisinin Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu eliyle Anayasaya ve Kanunlara uygun olarak kullanılacağını, 9. maddesi, yargı yetkisinin Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılacağını emretmiştir. Ayrıca Anayasamızın 87. maddesinde Türkiye Büyük Millet Meclisinin Kanun yapmak, değiştirmek ve kanun kaldırmakla görevlendirildiği ifade edilmiştir. Yine Anayasanın "Başlangıç" kısmının altıncı fıkrasında, "Kuvvetler ayrımının, Devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, belli Devlet yetkilerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medeni bir iş bölümü ve işbirliği olduğu, üstünlüğün ancak Anayasa ve Kanunlarda bulunduğu" belirtilmiştir. Parlamenter demokratik rejimin temeli olan parlamentolar, iktidarı ve muhalefetiyle milletin temsilcilerinden oluşan Anayasal bir organdır. Bu nedenle tüm toplumu ilgilendiren, fertleri bağlayan, uyulması zorunlu objektif kurallardan oluşan kalıcı yasaların yapılması, ancak Mecliste toplumsal uzlaşma zemini yaratılarak mümkün olabilmektedir. Devletin temel yapısını bu esaslara dayandıran Anayasamız; rejime işlerlik kazandırmak açısından bu konuda bazı istisnai kurallara da cevaz vermiştir. Anayasanın 91. maddesi; "Türkiye Büyük Millet Meclisi, Bakanlar Kuruluna Kanun Hükmünde Kararname çıkarma yetkisi verebilir. Ancak sıkıyönetim ve olağanüstü haller saklı kalmak üzere, Anayasanın 2. kısmının 1. ve 2. bölümlerinde yer alan temel haklar, kişi hakları ve ödevleri ile 4. bölümünde yer alan siyasi haklar ve ödevlerin Kanun Hükmünde Kararnamelerle düzenlenemeyeceği" esasını getirerek bu konuda Türkiye Büyük Millet Meclisinin Kanun Hükmünde Kararname çıkarma yetkisi vermeyeceği belirlenmiştir. Belirtilen konular dışında, verilecek yetki yasasında çıkarılacak Kanun Hükmünde Kararnamenin amacının, kapsamının, ilkelerinin, kullanma süresinin ve süresi içerisinde birden fazla kararname çıkarılıp çıkarılmayacağının gösterilmesi kuralı öngörülmüştür. Kanun Hükmünde Kararname çıkarma yetkisinin; acil hallerde beklemeye tahammülü olmayan zorunlu durumlara münhasıran kullanılacağı, olağan bir yol olmadığı, Anayasanın 91. maddesinin sekizinci fıkrasındaki "Yetki Kanunları ve bunlara dayanan Kanun Hükmünde Kararnameler, Türkiye Büyük Millet Meclisi Komisyonları ve Genel Kurulunda öncelikle ve ivedilikle görüşülür." hükmünde ifadesini bulmaktadır.Esas Sayısı : 1993/46 Karar Sayısı : 1993/48 2 Kanun yapma yetkisi yalnız Türkiye Büyük Millet Meclisinin olunca ve özellikle bu husus yasada belirtilmiş ise artık Kanun Hükmünde Kararname çok zorunlu haller dışında 91. madde imkan vermiş olsa bile düşünülmemelidir. Yasamayı yürütmenin egemenliğine bağlayan yöntemin hukukun üstünlüğü ilkesi ile bağdaşamayacağı gözetilmelidir. Anavatan Partisi olarak çağdaş bir uygulama olan Kanun Hükmünde Kararname çıkartılması yetkisine karşı değiliz. Hatta Hukuk kuralları içerisinde olmak şartıyla bunun gerekli ve zorunlu olduğuna da inanmaktayız. Ancak Yüce Mahkemenizin de pek çok kararında belirttiği gibi bu yetki parlamentoyu dışlayan, açık bir yetki devri şeklinde olmamalıdır. Yasaların çıkarılmasında, üstün olan Anayasaya uygunluğa gerekli özen gösterilmez ve buna uyulmaz; keza Anayasaya aykırılığı Anayasa Mahkemesi kararlarıyla ortaya konulmuş yasalar veya bu yasalara dayanılarak çıkarılmış Kanun Hükmünde Kararnameler Anayasa Mahkemesi kararlarına rağmen yürürlüğe konulursa Hukuk devletinden söz etmek mümkün olamaz. İptali istemi ile Yüce Mahkemenize başvuruda bulunduğumuz söz konusu Kanun Hükmünde Kararname Yüce Mahkeme tarafından "Esas 1993/26, Karar 1993/28" sayılı ve 16.9.1993 tarihli karar ile iptal edilen 3911 Sayılı "Memurlar ve Diğer Kamu Görevlileri Hakkındaki Bazı Kanunlar ile Teşkilat Kanunlarında Değişiklik Yapılmasına Dair Yetki Kanunu"na dayanılarak çıkarılmış Kanun Hükmünde Kararnameler dizisinden bir tanesidir. Yüce Mahkemenin 8.10.1993 tarihli Resmi Gazetede yayınlanan 3911 Sayılı Yetki Kanununa ilişkin iptal gerekçesinde de açıkça ifade edildiği gibi yasal dayanaktan yoksun olarak çıkarılmış bulunan bu Kanun Hükmünde Kararname ile Yasama Organının yetki ve görev alanına girilmekte, Bakanlar Kuruluna mahiyeti belirsiz geniş yetkiler verilerek Meclis devre dışı bırakılmıştır. Hükümet yetkililerinin çeşitli açıklamalarından da anlaşılacağı gibi bu Kanun Hükmündeki Kararnameler Anayasada ifade edilen, belirli bir zorunluluk veya ivedilik gereği olarak çıkarılmamıştır. Meclisi çalıştıramayan Koalisyon ortakları tek çözümü Meclisi devre dışı bırakarak her vesile ile eleştirdikleri Kanun Hükmünde Kararname çıkarma yoluna başvurmakta bulmuşlardır. Nitekim 27.6.1993 tarih ve 3911 Sayılı Yetki Yasasına dayanılarak kısa süre içerisinde 36 adet Kanun Hükmünde Kararname yürürlüğe konulmuştur. Bu Kanun Hükmünde Kararnamelerin bir kısmı ise Yetki Yasasının iptal edildiğinin açıklandığı gün Resmi Gazetenin Mükerrer sayısında yayımlanmıştır. Hükümetin bu hukuk tanımaz tutumunu Anayasanın 91. maddesinde ifade edilen "Yetki Kanunları ve bu Kanunlara dayanan Kanun Hükmünde Kararnameler Türkiye Büyük Millet Meclisi Komisyonları ve Genel kurulunda öncelikle ve ivedilikle görüşülür" hükmü ile bağdaştırmak imkansızdır. Bir hukuk devletinde; Kanunkoyucunun ve Hükümetin ilk işi Anayasayı üstün tutmak ve Anayasadaki prensiplerle bağdaşmayan hükümleri ihtiva eden Kanunların ve Kararnamelerin iptal davası ve kararını beklemeden tadil ve ilgası cihetine gitmek olmalıdır. Oysa hükümet Anayasa Mahkemesi kararının açıklandığı günden bugüne kadar hiçbir çözüm yolu ortaya koymadığı gibi memleketi hukuki kaosun içine sürükleyecek beyanatlarla vakit geçirmektedir.Esas Sayısı : 1993/46 Karar Sayısı : 1993/48 3 Bu durum karşısında Grubumuz daha önce yaptığı başvurulara dayanılarak iptal edilen 8 Kanun Hükmünde Kararnameye ilave olarak iptal edilen 3911 Sayılı Yetki Kanununa dayanılarak çıkarılmış olan ve dava açma süresi henüz dolmamış bulunan diğer Kanun Hükmünde Kararnamelerinde Anayasaya aykırı olduğu gerekçesiyle iptal edilmesi gerektiğini düşünerek Yüce Mahkemenize başvurmaya karar vermiştir. Anayasanın 2., 7., 87., 91. ve 153. Maddelerine Aykırılık Gerekçeleri : Anayasanın 2. maddesine aykırılık : Bilindiği üzere Anayasanın 2. maddesi, Devletin bir hukuk devleti olduğunu belirlemektedir. Hukuk devletinde her türlü eylem ve işlemin hukuka uygun olması esas prensiptir. Yukarıda genel gerekçelerimizde de izah edildiği üzere bu Kanun Hükmünde Kararname iptal edilen bir Yetki Yasasına dayanılarak çıkarılmış, daha doğrusu hukuki dayanağını kaybetmiş, hukukun üstünlüğü ve hukuk devleti ilkesini zedeleyici unsurlar içermektedir. Bu nedenle iptal edilmesi gerekmektedir. Anayasanın 7. maddesine aykırılık : Yine genel gerekçelerde ifade ettiğimiz gibi bu Kanun Hükmünde Kararname Bakanlar kuruluna çok geniş alanlarda mahiyeti önceden kestirilemeyen zorunlu hallerin dışında bir çok yasada değişiklik ve düzenleme yapma yetkisi veren ve iptal edilen bir yasaya dayanılarak çıkarılmıştır. Bu özelliği ile bu Kanun Hükmünde Kararname de diğerleri gibi Meclisi devre dışı bırakan yetki devri mahiyetinde unsurları taşıyan bir Kararnamedir. Bu itibarla Anayasanın 7. maddesindeki yetkinin devredilemeyeceği hükmüne aykırıdır, iptal edilmesi gerekmektedir. Anayasanın 87. maddesine aykırılık : Anayasanın 87. maddesi "Kanun koymak, değiştirmek ve kaldırmak" yetkisini Türkiye Büyük Millet Meclisine vermiştir. Hükümet çıkardığı bu Kanun Hükmünde Kararnamelerle bir yıl süre ile Meclisi devre dışı bırakarak yasama yetkisini yürütmeye bırakmayı hedeflemiştir. Herhangi bir yetki devri ise Anayasanın bu maddesine aykırılık teşkil edeceğinden iptali gerekmektedir. Anayasanın 91. maddesine aykırılık: Anayasanın 91. maddesinin 8. ve 9. fıkraları: "Kararnameler, Resmî Gazetede yayınlandıkları gün Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulur. Yetki Kanunları ve bunlara dayanan Kanun Hükmünde Kararnameler Türkiye Büyük Millet Meclisi Komisyonları ve Genel Kurulunda öncelikle ve ivedilikle görüşülür." Hükümlerini amirdir. Anayasanın bu açık hükmü ortada iken Hükümet ivedi ve zorunlu bir durum olmadığı halde pek çok konuyu Kanun Hükmünde Kararname yolu ile düzenleyerek yürürlüğe koymuştur. Hatta bazı Kanun Hükmünde Kararnameler Meclis gündeminde yer aldığı halde görüşülemediği için Kanun Hükmünde Kararname olarak yeniden düzenlenip Meclise sevkedilmiştir. Bu durum da göstermektedir ki Anayasanın 91. maddesinin ruhuna aykırı olarak bir çok konuda Kanun Hükmünde Kararname Hükümet tarafından Meclise rağmen düzenlenip yürürlüğe konulmuştur. Hukuki dayanaktan yoksun olan bu Kanun Hükmünde Kararnamenin iptal edilmesi gerekmektedir.Esas Sayısı : 1993/46 Karar Sayısı : 1993/48 4 Anayasanın 153. Maddesine Aykırılık : Anayasanın 153. maddesinin 6. fıkrası "Anayasa Mahkemesi kararları Resmi Gazetede hemen yayınlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar." hükmünü amirdir. Kanunkoyucu yasal düzenlemelerinde hukuk ve Anayasanın üstün kurallarına bağlıdır. Buna göre Anayasaya aykırı bulunan hukuk kurallarının yeniden yasalaştırılmaması gerektiği Yüce Mahkemenin bir çok kararında defalarca açıklanmıştır. Hal böyle olduğu halde; Hükümet; Anayasa Mahkemesinin Esas 1991/27, Karar : 1991/50 sayılı kararları ile iptal edilen 3755 sayılı Yetki Yasasının iptal kararında ileri sürülen gerekçeleri hiçe sayarak aynı mahiyette, ancak daha geniş kapsamlı hükümler ihtiva eden 3911 sayılı Yetki Kanununu çıkarmıştır. Anayasanın 153. maddesinin sarih hükmüne rağmen tanzim edilen 3911 sayılı bu Yetki Kanunu da Yüce Mahkeme tarafından 16.9.1993 tarihinde iptal edilmiştir. Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığı hükmü karşısında iptal edileceği açıkça belli olan bu yetki kanununa dayanılarak yürürlüğe konulan söz konusu Kanun Hükmünde kararnamelerin hukuki dayanaktan yoksun olacağı bilinen bir gerçektir. Anayasanın lafsına ve ruhuna aykırı olarak çıkarılmış bulunan bu Kanun Hükmünde kararnamenin de diğerleri gibi iptal edilmesi gerektiği inancı ile Yüce Mahkemeye başvurmuş bulunmaktayız."
1,319
Esas Sayısı : 2017/106 Karar Sayısı : 2017/132 1 Dosya incelemesinde; katılan sanık nın çocuğunu hasta olması sebebiyle Saray Nöbetçi Sağlık Merkezine getirdiği, burada çıkan tartışmada katılan sanık ın katılan sanık hemşire a hitaben sen benim çocuğuma bakmak zorundasın, cahilsiniz, okumuşsunuz, ama hiçbir şey öğrenmemişsiniz, çocuğuma bakmazsanız bakmayın lan, ben seni artık biliyorum, Kaymakama şikayet edeceğim, sonuna kadar gideceğim, görürsün sen dediği ve elindeki telefonla katılan sanığın üzerine yürüdüğü ancak orada bulunanların engellemesiyle basit yaralama fiilinin teşebbüs aşamasında kaldığı görülmektedir. Daha sonrasında bu hareketlere karşılık olarak katılan sanık ın katılan sanık ya hitaben vahşi hayvanlar gibisiniz dediği anlaşılmıştır. Dosyaya göre 5237 sayılı TCKnın 129/2 maddesinin Bu suçun (hakaret) kasten yaralama fiiline tepki olarak işlenmesi halinde, kişiye ceza verilmez. hükmü olayda uygulandığında; katılan sanık a ceza verilmemesi hususu gündeme gelebilmektedir. Ancak; kanun koyucu burada kasten yaralama filinin bizzat gerçekleşmesi veya teşebbüs aşamasında kalması ayrımını yapmamıştır. Dolayısıyla; Bu olaydaki gibi teşebbüste kalan kasten yaralama fiili ile bilfiil gerçekleşen kasten yaralamalara karşı yapılan hakaretlere ceza verilmemesi gerektiği sonucuna ulaşılmaktadır. Bu durum; Anayasanın 10. maddesinde bahsi geçen eşitlik ilkesine aykırılık doğurmaktadır. Çünkü; fiili Kasten yaralama ile teşebbüste kalan kasten yaralamanın harekete maruz kalan kişi üzerinde doğurduğu infial ve refleks bir değildir. Kasten yaralamada müşteki üzerinde bilfiil cürüm gerçekleşmiş olup, vücut üzerinde etki doğuran harekete karşı tepki olarak verilen hakaret refleksi ortaya çıkmaktadır. Ancak: kasten yaralamaya teşebbüste ise müşteki vücut bütünlüğü üzerinde bilfiil gerçekleşen bir olay yoktur. Yani; kasten yaralama ile kasten yaralamaya teşebbüsün müşteki vücut ve ruh bütünlüğü üzerinde gerçekleştirdiği infialin farklı olmasına karşın her iki fiille ilgili yapılmış hakarete, ayrım yapılmaksızın ceza verilmemesi sonucu Anayasanın eşitlik ve hakkaniyet ilkelerine aykırı olduğu kanısına varılmakla; bu Anayasa aykırılığın mahkememizde ciddi nitelikte olduğu değerlendirilerek; konuya ilişkin Anayasa Mahkemesine başvurma kanaati hasıl olmuştur. SONUÇ VE İSTEM: T.C. Anayasasının 152/1. maddesinin verdiği yetkiye dayanılarak Mahkememizce 5237 sayılı TCKnın 129/2. maddesinin Anayasaya aykırılığı ciddi görülmesi durumunun sayın Başkanlığınızca incelenmesi arz olunur.
312
Esas Sayısı : 2009/25 Karar Sayısı : 2009/57 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'Kamu davası TCK.nın 301. madde hükümlerinin uygulanmasına ilişkindir. TCK 301. maddesinde Türk Milletini, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Devletin kurum ve organlarını alenen aşağılayan kişi hakkında ceza verilmesi gerektiği düzenlenmiştir. TCK 301/2. maddesinde Devletin askeri ve emniyet teşkilatını alenen aşağılayanların cezalandırılacağı öngörülmüştür. TCK 301/4. maddesinde bu suçtan dolayı kovuşturma yapılması Adalet Bakanı'nın iznine bağlıdır. TCK 301/4. maddesi hükmünün Anayasamızın 2., 8. ve 9. maddeleri ile Anayasa'nın Başlangıç kısmının beşinci paragrafı hükümlerine aykırılığı düşünülmüştür. Anayasa'nın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti'nin Atatürk Milliyetçiğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir. Anayasa'nın 8. maddesinde, yürütme yetkisinin Bakanlar Kurulu'na ait olduğu belirtilmiştir. Adalet Bakanı da siyasi partiye bağlı olup Bakanlar Kurulu'nun bir üyesidir. Anayasa'nın 9. maddesinde, yargı yetkisinin Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılacağı belirtilmiştir. Anayasamızın Başlangıç kısmının beşinci paragrafında hiçbir faaliyetin Türk Milli menfaatlerinin, Türklüğün tarihi ve manevi değerlerinin Atatürk Milliyetçiliği ilke ve inkılapları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceği belirtilmiştir. Anayasa'nın 176/1. maddesine göre Anayasa'nın dayandığı temel görüş ve ilkeleri belirten Başlangıç kısmı Anayasa metnine dahildir. Türk Ceza Yasası'nın 301/4. maddesine göre TCK 301. madde kapsamında kalan bir suçu işleyen kişi hakkında Adalet Bakanı'nın izin vermemesi halinde hiçbir şekilde soruşturma yapılmayacaktır. Adalet Bakanı'na yürütmenin bir üyesi olarak yargı yetkisi tanınmıştır. Bu sonuç da hukuk devleti ilkesi, kuvvetler ayrılığı, yargı bağımsızlığı ve kişilerin hak ve özgürlüklerinin teminatlarından olan yargı güvencesine (yargıya müdahale edilmemesi) açıkça aykırıdır. Yürütmenin yargı üzerinde her türlü etkisinin bertaraf edilmesi, yargılamanın tarafsız yürütülmesi ilkesinin gereğidir. Herhangi bir kamu görevlisine karşı görevi nedeniyle vaki olan hakaret fiillerine doğrudan doğruya C.Savcısına soruşturma yetkisi veren Türk Ceza Yasası, aynı fiilin aynı saikle aynı kamu görevlisinin içinde bulunduğu mesleki camiaya karşı işlenmesi halinde aynı C.Savcısına doğrudan soruşturma yetkisinin verilmemesi yasa içi bir çelişkidir.Esas Sayısı : 2009/25 Karar Sayısı : 2009/57 2 Adalet Bakanı'nın TCK 301/4. maddesine göre yargılama izni verdiği bir kişi hakkında C.Savcısının ceza davası açmamayı tercih etmesi, aynı C.Savcısı hakkında özlük işlerini düzenleyen Adalet Bakanlığı teşkilatı ile Adalet Bakanlığı'na doğrudan bağlı olan teftiş kurulunu karşısına alması gerekir. Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan bugüne kadar hukuki ve fiziki alt yapısına karşı siyasi partilerden de gelen hukuk dışı yönelimler ortaya çıkmıştır. Ayrılıkçı, yıkıcı ve bölücü yönelimleri nedeniyle bir siyasi partinin Anayasa Mahkemesi'nce kapatılması, aynı parti üyesi Adalet Bakanı'nın kendi partisi mensuplarını koruyup kollamasının engellenmesi hukukun objektifliği ilkesinin bir gereğidir. Adalet Bakanı'nın uygulamalarına karşı idari yargıda dava açma olanağı var ise de; bu prosedür suç işleyenler bakımından zamanaşımı süresinin işlemesi ve bakan izni olmadan delil toplama yetkisi olmayan C.Savcısının uygulamada çok uzun zaman alan idari yargı yolunu denemesi hukuk açısından pratik bir yarar sağlamayacağı da açıkça ortadadır. Bu itibarla, TCK 301/4. maddesi hükmünün Anayasa'ya aykırılığı nedeniyle iptal edilmesi gerekir. KARAR: Açıklanan nedenlerle, TCK 301/4. maddesi hükmünün yukarda belirtildiği şekilde Anayasamızın Başlangıç kısmının beşinci paragrafına, Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti ilkesine, 8. maddesinde belirtilen yürütme yetkisinin Bakanlar Kurulu'na ait olmasına, Anayasa'nın 9. maddesinde belirtilen yargı yetkisinin bağımsız mahkemelerce kullanılabileceği ilkesine aykırı bulunduğundan, gereğinin takdiri için derdest dava dosyasının onaylı örneği ile birlikte Anayasa'nın 152/1. maddesine göre Anayasa Mahkemesi'ne gönderilmesine, Anayasa'nın 152/3. maddesine göre dava sonucunun beklenilmesine karar verildi.'"
521
Esas Sayısı:1979/33 Karar Sayısı:1979/42 1 "... II. İTİRAZIN GEREKÇESİ : Başvuran Mahkemenin gerekçesi özetle şöyledir : Anayasa'ya aykırılığı ileri sürülen Türk Ceza Yasasının 141 inci maddesinin birinci fıkrası hükmü, düşünce ve kanıların açıklanmasını ve bilimin yayımını yasaklamakla Anayasa'nın 20. ve 21. maddelerine; İnsan hakları, sosyal hukuk devleti, egemenliğin ulusa ait olduğu ilkelerine ters düşmekle Anayasanın 2. ve 4. maddelerine; eşitlik ilkesini zedelemekle Anayasa'nın 12. maddesine; suçluluğu doğuran eylemin özünün ne olduğunu belirtmemekle Anayasa'nın 33. maddesine aykırı görülmüş ve bu nedenle iddianın ciddi olduğu kanısına varılmıştır."
85
Esas Sayısı : 2016/42 Karar Sayısı : 2016/40 1 Mahkememizin 2013/108 Esas, 2013/154 Karar sayılı dava dosyasında sanık nin 23/08/2008 tarihinde Diyarbakırda gözaltına altına alındığı, 27/08/2008 tarihinde tutuklandığı, 20/09/2013 tarihli celsede, Mahkememizin 29/11/2013 tarihli kararı ile diğer sanıklar hakkında hüküm kurulduğu, başvurucu Bünyamin Sürme hakkında ise CMK M. 10/1 uyarınca tefrik kararı verildiği ve tutukluluk halinin devamına hükmedildiği, başvurucu Bünyamin Sürme mahkememiz tarafından yargılamasının devam ettiği, yargılama sonucunda başvurucu hakkında "devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozmak; patlayıcıyı ülke içinde muhafaza edip, bulundurmak ve nakletmek; kamu görevi nedeniyle, tasarlayarak, bomba kullanmak suretiyle kasten öldürmeye teşebbüs (24 kez) suçlarından mahkumiyet kararı verildiği ve kararın Yargıtay 9. Ceza Dairesinin 2014/3695 Esas, 2014/6179 Karar sayılı ilamı ile onanarak kesinleştiği anlaşılmakla, Hükümlü adına yine aynı Av. tarafından 01/02/2015 tarihinde verilen cezanın yeniden uyarlanmasını istediği, Ayrıca Mahkememizin cezanın uyarlanması hakkında mevcut yasal düzenlemeleri engel görmesi durumunda hak ihlaline neden olan 5275 sayılı Kanun madde 25, madde 107, madde 108 ve geçici madde 2 ile 5237 sayılı Kanun madde 47nin AİHM içtihadı doğrultusunda Anayasaya aykırılığının tespiti ve bu maddelerin iptaline karar verilmesi için dosyanın Anayasa Mahkemesine gönderilmesini istediği, Hükümlünün koşullu salıverilmesine olanak verecek şekilde uyarlama talebinde bulunulmuş ise de bağlı bulunduğu infaz hükümlerinde lehe bir değişiklik bulunmadığından cezanın yeniden uyarlanma talebin reddine, Anayasaya aykırılık yönünden evrakın Anayasa Mahkemesine gönderilmesine aynı yollu mütalaa gibi karar vermek gerekmiştir. HÜKÜM: Gerekçesi yukarıdaki gibidir. 1 Mahkememizin 2013/108 Esas, 2013/154 Karar sayılı 29/11/2013 tarihli kararı 15/05/2014 tarihinde Onanarak kesinleşmiş bulunan dosyası üzerinden hükümlü müdafii Av. tarafından 01/02/2015 havale tarihli olarak vaki VERİLEN CEZANIN YENİDEN UYARLANMASI İSTEMLERİNİN, KABULE DEĞER OLMADIĞINDAN REDDİNE, 2 Bu doğrultuda cezanın yeniden uyarlanması talepleri açısından kabule değer görülmemekle CMKnın 312/1 maddesi uyarınca infazın geri bırakılmasına ya da durdurulmasına MAHAL BULUNMADIĞINA, 3 Anayasaya aykırılık yönünden evrakın Anayasa Mahkemesine gönderilmesine 4 Kararın 5271 S.K.nun 318/3 maddesi uyarınca duruşmasız olarak verildiğinin ve 5271 S.K. 319/3 maddesi uyarınca, 5271 S.K.nun 268/1 3 c bendi uyarınca itirazın tebliğden itibaren 7 gün içerisinde(tebliğ günü sayılmaksızın) bir dilekçe vermek ya da bu yollu işleme esas tutanağa bağlanmak üzere İzmir 11.Ağır Ceza Mahkemesince inceleme yapılmak üzere İTİRAZ yolunun açık olduğunun açık olduğunun belirtilmesine, 5 Kararın bir suretinin istemciye tebliğine,Esas Sayısı : 2016/42 Karar Sayısı : 2016/40 2 Dair, evrak üzerinden yapılan inceleme sonucu, C.Savcısı ( 34644) un yazılı mütalaasına uygun yasa yolları yukarıda belirtilen hal ve şartlarda açık olmak üzere oybirliğiyle karar verildi.
390
Esas Sayısı : 2011/19 Karar Sayısı : 2012/21 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: '22.6.1965 tarihli ve 633 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığının Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanunun 5338 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığının Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un 1. maddesiyle eklenen geçici 11. maddesinde, imam hatip kadrolarına vekaleten atananlardan bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihte görevli olanlar veya askerlik hizmeti nedeniyle söz konusu görevden ayrılmış olanlar Devlet Personel Başkanlığınca açılan kamu personeli seçme sınavlarının herhangi birinden, Diyanet İşleri Başkanlığınca belirlenecek yeterli puanı almış olmaları koşuluyla aynı göreve aday imam hatip olarak atanmış sayılacağı, bu kişilerden asaleti tasdik edilenlerin vekil imam hatiplikte geçen hizmet süreleri, kazanılmış hak aylıklarında değerlendirileceği hüküm altına alınmıştır. Olay: Dava dosyasının incelenmesinden; Trabzon ili, Araklı ilçesi, Konakönü Mahallesi Camii, imam hatibi olarak görev yapmakta olan davacı tarafından; 21.10.1992 ile 14.02.1994 tarihleri arasında vekil imam hatiplik görevinde bulunduğu, 15.02.1994 tarihinde imam hatip olarak açıktan atandığı, 23.11.2004 tarihinden itibaren Araklı Konakönü Camii imam hatibi olarak görev yaptığı, 08.03.2010 tarihinde 03.05.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5338 sayılı Kanun'un 1. maddesi uyarınca 21.10.1992 ile 14.02.1994 tarihleri arasında vekil imam hatip olarak görev yaptığı hizmet süresinin kazanılmış hak aylığında değerlendirilmesi istemiyle idareye başvuru yaptığı, anılan başvuruya davalı idarece 03.05.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5338 sayılı Kanun'un 1. maddesi uyarınca sadece 03.05.2005 tarihinde vekil imam hatip olarak görev yapanlar için geçmişteki vekil imam hatiplik hizmet sürelerinin mükteseplerinde değerlendirileceği, dolayısıyla davacının o tarihte vekil imam hatip olmadığından geçmişteki vekil imam hatiplikte geçen hizmet sürelerinin müktesebinde değerlendirilemeyeceğinden bahisle reddedilmesi üzerine bakılmakta olan davanın açıldığı anlaşılmaktadır. Benzer konu ile ilgili; Samsun İdare Mahkemesi 07.06.2007 gün ve E.2006/3538; K.2007/819 sayılı kararı ile 5338 sayılı Yasa ile getirilen haktan, daha önce vekil imam hatip olarak görev yapanların yararlanamayacağına yönelik kısıtlayıcı bir hükme açıkça yer verilmediğinden 5338 sayılı Yasa ile getirilen 633 sayılı Yasa'nın geçici 11. maddesinin yürürlüğe girdiği tarihte imam hatip kadrolarına vekaleten atananların sadece bu Kanunla getirilen haklardan yararlanmasının Anayasada ifadesini bulan eşitlik ilkesi ile hak ve nesafet kurallarına aykırılık teşkil edeceği hususları dikkate alınarak davacının 26.10.1993 ile 02.01.1996 tarihleri arasındaki vekil imam hatiplikte geçen hizmet sürelerinin kazanılmış hak aylıklarında değerlendirilmesine karar verildiği, bu kararın temyiz incelemesi sonucunda, Danıştay 5. Dairesi'nin E.2008/515; K.2010/5434 sayılı kararı ile anılan maddede, vekil imam hatiplikte geçirilen hizmet sürelerinin kazanılmış hak aylığında değerlendirilmesi için imam hatip kadrolarına vekaleten atananlardan bu maddenin yürürlüğe girdiği 03.05.2005 tarihinde görevde bulunanların veya askerlik hizmeti nedeniyle söz konusu görevden ayrılmış olmalarının ön şart olarak sayılması nedeniyle bu tarihte vekil imam hatip kadrosunda olmayan veya askerlik hizmeti nedeniyle görevinden ayrılmış durumda bulunmayan davacının 26.10.1993 ile 02.01.1996 tarihleri arasındaki vekil imam hatiplikte geçen hizmet sürelerinin kazanılmış hak aylığında değerlendirilemeyeceği gerekçesiyle yerel mahkeme kararı bozulmuştur.Esas Sayısı : 2011/19 Karar Sayısı : 2012/21 2 Anayasa'nın 10. Maddesine Aykırılık Sebepleri: Anayasanın 10. maddesinde; herkesin, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğu vurgulanmış ve Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorunda oldukları hüküm altına alınmıştır. Eşitlik ilkesi ile birbirleriyle aynı durumda olanlara aynı kuralların uygulanmasının sağlanması amaçlanmıştır. Bu itibarla aynı hukuksal durumda olanlar için yapılan farklı düzenlemeler Anayasa'nın eşitlik ilkesine aykırılık oluşturmaktadır. Olayda; 03.05.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5338 sayılı Kanun'un 1. maddesi ile 03.05.2005 tarihinde, vekil imam hatip olarak görev yapanlar ile askerlik hizmeti nedeniyle söz konusu görevinden ayrılmış olanların açılan kamu personeli seçme sınavlarının herhangi birinden, Diyanet İşleri Başkanlığınca belirlenecek yeterli puanı almış olmaları koşuluyla aynı göreve aday imam hatip olarak atanmış sayılacağı ve asaleti tasdik edilenlerin vekil imam hatiplikte geçen hizmet süreleri, kazanılmış hak aylıklarında değerlendirileceğinin hüküm altına alınmasına rağmen Kanun'un yürürlüğe girdiği 03.05.2005 tarihinden önce vekil imam hatip olarak görev yapıpta bu tarihten evvel atananların bu kapsamın dışında tutulduğu, dolayısıyla 22.6.1965 tarihli ve 633 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığının Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanunun 5338 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığının Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un 1. maddesiyle eklenen geçici 11. maddesinin 'Bu kişilerden asaleti tasdik edilenlerin vekil imam hatiplikte geçen hizmet süreleri, kazanılmış hak aylıklarında değerlendirilir' tümcesinin Anayasa'nın 10. maddesinde hüküm altına alınan eşitlik ilkesine aykırı olduğu kanısına varılmıştır. 3.5.2005 tarihinde yürürlüğe giren ve iptali istenilen yasa kuralının, bu tarihte vekil imam hatip olarak görev yapanlar ile askerlik hizmeti nedeniyle söz konusu görevinden ayrılmış olup asaleti tasdik edilenlerin vekil imam hatiplikte geçen hizmet sürelerinin, kazanılmış hak aylıklarında değerlendirilmesine rağmen; bu tarihten evvel vekil imam hatip olarak görev yapıpta bu tarihten evvel kamu personeli seçme sınavına göre aldığı puan neticesinde ÖSYM kurumunca imam hatip veya herhangi bir kadroya atanan veya KPSS'den önce açıktan atanan kişilerin vekil imam hatip olarak yapmış oldukları hizmet sürelerinin kazanılmış hak aylıklarında değerlendirilmemesinin Anayasa'nın 10. maddesine açıkça aykırılık teşkil etmektedir. Bir tarafta, vekil imam hatip olarak görev yaparken 03.05.2005 tarihinde yürürlüğe giren Kanunla beraber sadece herhangi bir KPSS'den geçerli puan almak şartıyla bu kişilere hem kadro hakkı verilip hem de bu kişilerin geçmişte yapmış oldukları vekil imam hatiplik görevindeki hizmet sürelerinin kazanılmış hak aylıklarında değerlendirmesine rağmen diğer tarafta geçmişte vekil imam hatip olarak görev yapmış ve 03.05.2005 tarihinden evvel bir ayrıcalık tanınmadan memur olarak atanmış kişilerin bu haktan yararlandırılmamasının Anayasa'nın eşitlik ilkesine aykırı olduğu düşünülmüştür. Açıklanan nedenlerle; 5338 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığının Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un 1. maddesiyle eklenen geçici 11. maddesinde yer alan 'Bu kişilerden asaleti tasdik edilenlerin vekil imam hatiplikte geçen hizmet süreleri, kazanılmış hak aylıklarında değerlendirilir'tümcesinin bu davada uygulanacak hüküm olduğu ve Anayasa'nın 10. maddesine aykırı olduğu kanaatine ulaşıldığından bu hükmün iptali istemiyle Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına, dava dosyasının tüm belgeleriyle birlikte onaylı suretinin dosya oluşturularak karar aslı ile birlikte Anayasa Mahkemesi'ne gönderilmesine, iş bu karar aslı ile dosya suretinin Anayasa Mahkemesi'ne tebliğinden itibarenEsas Sayısı : 2011/19 Karar Sayısı : 2012/21 3 5 ay süre ile beklenmesine, 5 aylık süre içerisinde karar gelmez ise davanın yürürlükteki mevzuat uyarınca çözümlenmesine, 09.12.2010 tarihinde oybirliği ile karar verildi.'"
962
Esas Sayısı : 2017/134 Karar Sayısı : 2017/169 1 6831 sayılı Orman Kanununun Ek 9. maddesine 6292 sayılı Kanun ile eklenen 4. fıkrasında Yukarıdaki fıkrada belirtilen bina ve tesislerin, yükseköğretim kurumlarınca veya Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu Genel Müdürlüğünce özel ve hükmi şahsiyeti haiz amme müesseselerine ait ormanlarda yapılmak istenmesi hâlinde Orman ve Su İşleri Bakanlığınca izin verilebilir. Bu takdirde kullanım bedeli, süresi, yapılan bina ve tesislerin devri gibi hususlar genel hükümlere uygun olarak taraflarca tespit edilir. İzin verilen alanda yapılacak yol ve açık olarak düzenlenen; otopark, garaj, havuz, spor alanları ve benzeri tesisler ile enerji nakil hattı, su isale hattı, haberleşme, doğalgaz hattı, kanalizasyon gibi her türlü altyapı tesisleri ve yine bu Kanunun 17 nci maddesine göre genel kamu hizmetlerine yönelik verilen izinler hariç olmak üzere, binaların taban alanları toplamı, izne konu orman sayılan alanın yüzde onbeşini geçemez. hükmü yer almaktadır. Ek 9. maddenin 4. fıkrasında yer verilen bu düzenlemenin aşağıda belirtilen gerekçelerle 17.11.1982 tarih ve 2709 sayılı Kanun nolu Anayasanın Ormanların korunması ve geliştirilmesi başlıklı 169. maddesinde yer verilen Devlet, ormanların korunması ve sahalarının genişletilmesi için gerekli kanunları koyar ve tedbirleri alır. Yanan ormanların yerinde yeni orman yetiştirilir, bu yerlerde başka çeşit tarım ve hayvancılık yapılamaz. Bütün ormanların gözetimi Devlete aittir. Devlet ormanlarının mülkiyeti devrolunamaz, Devlet ormanları kanuna göre, Devletçe yönetilir ve işletilir. Bu ormanlar zamanaşımı ile mülk edinilemez ve kamu yararı dışında irtifak hakkına konu olamaz. Ormanlara zarar verebilecek hiçbir faaliyet ve eyleme müsaade edilemez. Ormanların tahrip edilmesine yol açan siyasi propaganda yapılamaz; münhasıran orman suçları için genel ve özel af çıkarılamaz. Ormanları yakmak, ormanı yok etmek veya daraltmak amacıyla işlenen suçlar genel ve özel af kapsamına alınamaz. Orman olarak muhafazasında bilim ve fen bakımından hiçbir yarar görülmeyen, aksine tarım alanlarına dönüştürülmesinde kesin yarar olduğu tespit edilen yerler ile 31/12/1981 tarihinden önce bilim ve fen bakımından orman niteliğini tam olarak kaybetmiş olan tarla, bağ, meyvelik, zeytinlik gibi çeşitli tarım alanlarında veya hayvancılıkta kullanılmasında yarar olduğu tespit edilen araziler, şehir, kasaba ve köy yapılarının toplu olarak bulunduğu yerler dışında, orman sınırlarında daraltma yapılamaz. hükmüne aykırı olduğu kanaatine varılmıştır. 6831 sayılı Orman Kanununun 4. maddesinde ormanlar mülkiyet bakımından devlet ormanları, hükmi şahsiyeti haiz amme müesseselerine ait ormanlar ve hususi ormanlar olmak üzere üçe ayrılmıştır. 6831 sayılı Kanunun 52. maddesinde (Değişik : 22/5/1987 3373/11 md.) Ekim ve dikim suretiyle meydana getirilen hususi ormanlar hariç, hususi ormanlar 500 hektardan küçük parçalar teşkil edecek şekilde parçalanıp başkalarına temlik ve mirasçılar arasında ifrazen taksim edilemez. Ancak, şehir, kasaba ve köy yapılarının toplu olarak bulunduğu yerlerdeki hususi orman alanlarında bu Kanunun 17 nci maddesine göre izin almak ve yatay alanın yüzde altısınıEsas Sayısı : 2017/134 Karar Sayısı : 2017/169 2 (% 6) geçmemek üzere imar planlamasına uygun inşaat yapılabilir. İnşaatların yapılmasında orman alanlarının tabii vasıflarının korunmasına özen gösterilir. Hususi ormanlar orman idaresince mahalli tapu idaresine bildirilir. düzenlemesine yer verilmektedir. 6831 sayılı Orman Kanununun Ek 9. maddesine 6292 sayılı Kanunun 13. maddesi ile eklenen 3. ve 4. fıkraları sırasıyla aşağıdaki gibidir. Ek Madde9 (Ek: 31/7/2008 5801/2 md.) (Ek fıkra: 19/4/2012 6292/13 md.) Gerçek veya özel hukuk tüzel kişileri ya da vakıflar tarafından kurulan yükseköğretim kurumlan hariç olmak üzere; yükseköğretim kurumlarına eğitim ve araştırma maksatlı tesisler yapılması için bu Kanunun 17 nci maddesinin üçüncü fıkrası esaslarına göre orman sayılan alanlardan bedelli izin verilebilir. Ayrıca, izin verilen bu alan içinde izin sahibi yükseköğretim kurumuna veya Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu Genel Müdürlüğüne yurt yapılması maksadıyla bedelli izin verilebilir. (Ek cümle: 26/2/2014 6527/3 md.) Verilen bu izinlerden ağaçlandırma ve arazi izin bedeli dışında herhangi bir bedel alınmaz. (Ek fıkra: 19/4/2012 6292/13 md.) Yukarıdaki fıkrada belirtilen bina ve tesislerin, yükseköğretim kurumlarınca veya Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu Genel Müdürlüğünce özel ve hükmi şahsiyeti haiz amme müesseselerine ait ormanlarda yapılmak istenmesi hâlinde Orman ve Su İşleri Bakanlığınca izin verilebilir. Bu takdirde kullanım bedeli, süresi, yapılan bina ve tesislerin devri gibi hususlar genel hükümlere uygun olarak taraflarca tespit edilir. İzin verilen alanda yapılacak yol ve açık olarak düzenlenen; otopark, garaj, havuz, spor alanları ve benzeri tesisler iie enerji nakil hattı.su isale hattı, haberleşme, doğalgaz hattı, kanalizasyon gibi her türlü altyapı tesisleri ve yine bu Kanunun 17 nci maddesine göre genel kamu hizmetlerine yönelik verilen izinler hariç olmak üzere, binaların taban alanları toplamı, izne konu orman sayılan alanın yüzde onbeşini geçemez. 6831 sayılı Orman Kanununun ek 9. maddesinin 3. fıkrasında, yükseköğretim kurumlarına eğitim ve araştırma maksatlı yapılacak tesisler için Kanunun 17. maddesinin 3. fıkrasında belirtilen zaruret hali ve kamu yararı gözetilmek suretiyle izin verilebileceği düzenlemesinin yanı sıra, izin verilen bu alan içerisinde kamu yaran ve zaruret hali bulunup bulunmadığına bakılmaksızın izin verilen yükseköğretim kurumunca veya Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumuna yurt yapılması maksadıyla bedelli izin verileceği hüküm altına alınmıştır. 6831 sayılı Orman Kanununun ek 9. maddesinin 4. fıkrasında ise, ilgili maddenin 3. fıkrasında belirtilen bina ve tesislerin, yükseköğretim kurumlarınca veya Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu Genel Müdürlüğünce özel ve hükmi şahsiyeti haiz amme müesseselerine ait ormanlarda yapılmak istenmesi hâlinde Orman ve Su İşleri Bakanlığınca izin verilebileceği, izin verilen alanda yapılacak yol ve açık olarak düzenlenen; otopark, garaj, havuz, spor alanları ve benzeri tesisler ile enerji nakil hattı, su isale hattı, haberleşme, doğalgaz hattı, kanalizasyon gibi her türlü altyapı tesisleri ve yine bu Kanunun 17 nci maddesine göre genel kamu hizmetlerine yönelik verilen izinler hariç olmak üzere, binaların taban alanları toplamının, izne konu orman sayılan alanın yüzdeEsas Sayısı : 2017/134 Karar Sayısı : 2017/169 3 Anayasanın 169. maddesinde ormanların ülke yönünden taşıdığı büyük önem gözetilerek, korunmaları ve geliştirilmeleri konusunda ayrıntılı düzenlemelere yer verilmiştir. Bu özel ve ayrıntılı düzenlemenin ülkemizde orman örtüsünün sürekli yok edilmesi gerçeğinden kaynaklandığı kuşkusuzdur. Anayasanın 169. maddesinden gerekçesinde de belirtildiği gibi maddenin birinci fıkrası doğal kaynaklarımızın en önemlilerinden biri olan ormanların korunması ve sahaların genişletilmesi için Devlete gereken tedbirleri alıp kanun koymayı ve bütün ormanların gözetimi ödevini getirmektedir. (ANYM., 13.09.2000 tarih ve E:2000/21, K:2000/16 sayılı karan) Her olayda, ormanlık alanda verilen izne konu edilen kamu yararı ile ormanın muhafazasındaki kamu yararının karşılaştırılmasının yapılması zorunluluğu Anayasanın 169. maddesinin 3. fıkrasında yer alan Ormanlara zarar verebilecek hiçbir faaliyet ve eyleme müsaade edilemez. hükmünden kaynaklanmaktadır. Anayasa Mahkemesinin 22.11.2007 tarih ve E:2004/67, K:2007/83 tarihli kararında 6831 sayılı Kanunun 17. maddesinde belirtilen zaruret hali, talep edilen faaliyetin orman ekosistemi dışında gerçekleştirilmesi imkanı bulunmaması durumu olarak anlaşılması gerektiği vurgulanmaktadır. 6831 sayılı Orman Kanununun ek 9. maddesinin 3. ve 4. fıkralarının birlikte değerlendirilmesinden; yükseköğretim kurumlarına eğitim ve araştırma maksatlı tesisler yapılması için verilecek izinlerde Kanunun 17. maddesinde yer alan zorunluluk hali ve kamu yararı şartlarının arandığı görülmekte iken, her bir olayda tek başına değerlendirilmesi gereken zaruret halinin yani yurt yapımının orman ekosistemi dışında gerçekleştirilebilmesi imkanı bulunmadığının, yükseköğretim kurumları öğrencilerin konaklama ihtiyaçlarının karşılanması için alternatif bir çözüm yolu bulunmadığının doğrudan kabul edilmesi suretiyle izin verilen bu orman alanı içerisinde yükseköğretim kurumuna veya Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu Genel Müdürlüğüne yurt yapımı için izin verilmesinin Anayasanın 169. maddesi ile devlete yüklenen ormanların korunması görevine aykırı olduğu sonucuna varılmıştır. Öte yandan, bahsi geçen bina ve tesislerin yapımı için özel ve hükmi şahsiyeti haiz amme müesseselerine ait orman alanlarında izin verilmesi halinde, izin verilen alanda yapılacak yol ve açık olarak düzenlenen; otopark, garaj, havuz, spor alanları ve benzeri tesisler ile enerji nakil hattı, su isale hattı, haberleşme, doğalgaz hattı, kanalizasyon gibi her türlü altyapı tesisleri ve yine bu Kanunun 17 nci maddesine göre genel kamu hizmetlerine yönelik verilen izinler hariç olmak üzere, binaların taban alanları toplamının, izne konu orman sayılan alanın yüzde onbeşini geçemeyeceğine ilişkin düzenlemede de; ve benzeri tesisler ile her türlü alt yapı tesisleri denilmek suretiyle belirsiz ifadelere yer verilmesi, idareye geniş takdir yetkisi vermekte, ucu açık ifadeler ile tanımlanmış tesislerin yapılmasında kamu yararı olup olmadığı konusunda idareye geniş takdir yetkisi verilmekle birlikte, iptali istenilen düzenleme ile özel ve hükmi şahsiyeti haiz amme müesseselerine ait ormanlarda yapılacak tesislerin izin alanın %15ini geçmeyeceği hüküm altına alınmışsa da madde metninde sayılan istisnalar izin verilen alanın tamamında inşaai faaliyette bulunulabileceği sonucunu doğurduğundan hususi ormanların korunması amacı tamamen ortadan kalkmaktadır. Anayasanın 169. maddesinin 1. fıkrasında, devlete hali hazırda mevcut bulunan orman alanlarını koruma görevi yüklendiği gibi, orman alanlarının genişletilmesi İçin gerekli kanunları koymak ve tedbirleri almak da devletin görevleri arasında sayılmaktadır.Esas Sayısı : 2017/134 Karar Sayısı : 2017/169 4 Hususi ormanların ekim ve dikim suretiyle de meydana getirilebileceği ve özel kişilere ve kamu tüzel kişilerine ait ormanlık alanların, devlete ait ormanlara oranının yaklaşık % 1 olduğu hususları da dikkate alındığında; devletin özel ve tüzel kişileri bu konuda teşvik edici, özendirici düzenlemeler yaparak ekim ve dikim suretiyle hususi ormanların meydana getirilebilmesini dolayısıyla da orman sahalarının genişletilmesini sağlayabileceği açıktır. Ancak, Kanunun 52. maddesi ile hususi orman sahiplerine Kanunun 17. maddesine göre izin alınması şartı ile tanınan %6lık inşaat yapma hakkının kullanılması, Kanunun iptali istenen ek 9. maddesinin 4. fıkrası ile izin verilen alanın tamamında inşaai faaliyette bulunulabileceği sonucunun ortaya çıkması sebebiyle neredeyse imkansız hale gelmiştir. Bu durumda, devletin özendirici ve teşvik edici düzenlemeler yapmak suretiyle hususi orman sahalarının genişletilmesini sağlaması gerekmekte iken, iptali istenilen yasa hükmü ekim ve dikim suretiyle hususi orman meydana getirmek isteyecek özel ve tüzel kişiler açısından caydırıcı bir düzenleme olarak karşımıza çıkmakta olup, iptali istenen yasa hükmünün bu yönüyle de Anayasanın 169. maddesine aykırı bulunduğu sonucuna varılmaktadır. Yukarıda açıklanan neden ve gerekçelerle; 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 28. maddesinin 2. fıkrası gereğince, 26/04/2012 tarih ve 28275 sayılı Resmî Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 6292 sayılı Orman Köylülerinin Kalkınmalarının Desteklenmesi ve Hazine Adına Orman Sınırları Dışına Çıkarılan Yerlerin Değerlendirilmesi ile Hâzineye Ait Tarım Arazilerinin Satışı Hakkında Kanunun 13. maddesi ile 6831 sayılı Orman Kanununun Ek 9. maddesine eklenen dördüncü fıkrasının Anayasanın 169. maddesine aykırı olduğu kanısına ulaşılması nedeniyle Anayasa Mahkemesine başvurulmasına; dosyada bulunan belgelerin onaylı birer örneğinin Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine, kararın bir örneğinin taraflara tebliğine, 11/11/2016 gününde oyçokluğuyla karar verildi.
1,600
Esas Sayısı: 1985/25 Karar Sayısı: 1986/8 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ : İtiraz yoluna başvuran Cizre Asliye Ceza Mahkemesinin Anayasa'ya aykırılık gerekçesi aynen şöyledir : "G.D./ 1 2478 sayılı Yasa ile 6136 sayılı Kanunun 12/4. maddesine getirilen değişiklik ile tabancaların vahametinin saptanmasında mermi yatağı dahil 10 adetten fazla mermi alma kapasitesinin kıstas olarak kabul edildiği izahtan varestedir, ancak bu durumun Anayasa' ya aykırı olup olmadığı tartışılmalıdır, zira silahların vahamet durumunun saptanmasında sayısal kıstas getirilmesi sakıncalı olabilir, teknolojinin hızla ilerlemesi neticesinde sayısal kıstasın yetersiz hale gelmesi imkân dahilindedir. Ayrıca 6136 sayılı Yasanın 13/1. maddesinde 10 adet mermi kapasiteli bir tabanca taşıyan sanığa verilecek cezanın asgari haddi 1 yıl olarak gösterildiği halde aynı Yasanın 13/2. maddesinde 11 adet mermi kapasiteli 1 tabancayı taşıyan sanığa verilecek cezanın asgari haddi 5 yıl olarak gösterilmiştir. Bu durumda 11 adet mermi taşıyan tabancanın sahibi sanık 1 fazla mermi uğruna 4 yıl fazla ceza yemesi gerekmektedir. Bu durumun C.U.K. ilkelerine ve dolayısıyle Anayasa ilkelerine uygun olup olmadığının tartışılması yerinde görüldüğünden Anayasa'nın 152/1. maddine göre dosyanın onaylı bir örneğinin çıkartılarak 1 müzekkere ekinde C. Savcılığı marifetiyle Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine. ...karar verildi.""
184
Esas Sayısı : 2003/29 Karar Sayısı : 2006/24 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 1 Usûle dair talebimiz; 1982 tarihli Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 152. maddesinde Bir davaya bakmakta olan mahkeme, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasa'ya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, Anayasa Mahkemesi'nin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır... hükmü yer almakta olup; benzer şekilde 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 28. maddesinde Bir davaya bakmakta olan mahkeme; 1. O dava sebebiyle uygulanacak bir kanunun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasa'ya aykırı görürse bu yoldaki gerekçeli kararı; ... şeklindeki bir düzenlemeye yer verilmiştir. Bu sebeple; her ne kadar işbu başvuruya konu iptali istenen hüküm teknik anlamda bir davada uygulanacak madde olmasa da; işin mahiyeti gereği hukuki bir talep karşısında hukuki bir kararda uygulanacak olan bir yasa maddesidir. İşin niteliği dikkate alındığında böylesi talepler böylesi bir hukuki işleme (Değişik iş esas kaydına) konu olabilecektir. Bu bakımdan; talebi olumlu ya da olumsuz şekilde sonuçlandırmanın mahkememize ait bir görev oluşu, böylesi taleplerin hukuken bu şekilde ele alınmasının zorunlu oluşu, Anayasa'ya aykırı olduğuna inanılan bir yasa maddesini bir hakimin bu teknik ayrıntı nedeniyle uygulamak zorunda bırakılamayacağı gibi hususlar nazara alınarak; iş bu başvurunun geniş anlamda yorumlanabilecek bir dava gibi yorumlanarak talebin esastan değerlendirilmesi Yüksek Mahkemenizden arz ve talep olunur. Ayrıca; bir hukuk kuralı olan Usûl kaideleri esas kaidelere mukaddemdir ilkesi, gözardı edilemeyecek kadar önemli bir düstur ise de, bir işin esasına halel gelmeyecek şartlarda bu ilke uygulama alanı bulabilecektir. Yoksa, hiç bir zaman Esasın usûle feda edilemeyeceğide yine bir başka hukuk kuralıdır. Burada usûl kaidesi teknik anlamda kullanılan davadır, esas kaide ise bir hakimin ortada teknik anlamda bir dava olmadığı için Anayasa'ya aykırı olduğuna inandığı bir yasa maddesini yıllarca uygulamak zorunda bırakılamayacağıdır. 2 Esas bakımından gerekçelerimiz; Hukukumuzda; arama konusu, başlangıçtan beri hem yasa boyutunda, hem kazai içtihatlarda hem de ilmi içtihatlarda iki türlü ele alınmıştır. Bunlardan birincisi; kendisini 4.4.1929 tarih ve 1412 sayılı Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu madde 94 ve devamında gösteren Bir suç işlendikten sonra ya da bir suç işlendiği şüphesi ortaya çıktıktan sonra yapılan adli mahiyetteki arama, ikincisi ise; kendisini 4.7.1934 tarih ve 2559 sayılı Polis Vazife ve Selâhiyet Kanununda gösteren Suç işlenmeden önceki düzenleyici caydırıcı önleyici idari mahiyetteki aramadır. Adli mahiyetteki aramada; bir suç işlemek veya buna iştirak veyahut yataklık etmek şüphesi altında bulunan kimsenin evi ile ona ait sair mahallerde arama yapılabileceği gibi gerek üzeri ve gerek eşyası dahi aranabilir. Bu arama şüphe altında bulunan kimsenin yakalanması maksadı ile yapılabileceği gibi sübut delillerinin meydana çıkarılması umulan hallerde dahi yapılabilir. (CMUK madde 94) CMUK.nun 94. maddesinde yazılı kimselerden başkalarınınEsas Sayısı : 2003/29 Karar Sayısı : 2006/24 2 gerek üzerlerinde ve gerek evi ile sair mahallerde arama, ancak sanığın yakalanması veya suçun izlerinin takibi veya muayyen bazı eşyanın zabtı maksadiyle yapılabilir. Bu hallerde aramanın yapılması, aranılan şahsın veya takip edilen izlerin yahut zaptedilecek eşyanın aranılacak şahıs veya mahallerde bulunduğunu istidlâl ettirebilecek vakıaların vücuduna bağlıdır. (CMUK. madde 95.) Aramaya karar vermek yetkisi hakimindir. Ancak tehirinde mazarrat umulan hallerde Cumhuriyet Savcıları ve savcıların muavini sıfatı ile emirlerini icraya memur olan zabıta memurları (polis jandarma görevlileri) arama yapabilirler. (CMUK. madde 97/1) Adli mahiyetteki arama kararını, hazırlık soruşturmasında Sulh Ceza Hakimi, son soruşturma aşamasında davayı gören mahkeme hakimi verir. Bu husus hem doktrin, hem yargısal içtihatlarda hem de uygulamada böyle kabul edilmiştir. İdari mahiyetteki aramada; 2559 sayılı Polis Vazife ve Selahiyet Kanununun 4771 sayılı Kanunla değişik 9. maddesinde Polis; Milli güvenlik ve kamu düzeninin, genel sağlık ve genel ahlakın veya başkalarının hak ve hürriyetlerinin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi, taşınması veya bulundurulması yasak olan her türlü silah, patlayıcı madde veya eşyanın tespiti amacıyla usûlüne göre verilmiş hakim kararı veya bu sebeplere bağlı olarak gecikmesinde sakınca bulunan hallerde mahallin en büyük mülki amirinin vereceği yazılı emirle; kanunda tek tek sayılan yerlerde suçun önlenmesi amacıyla kişilerin üstlerini, araçlarını, özel kâğıtlarını ve eşyasını arar, suç unsurlarına el koyar ve evrakı ile birlikte Cumhuriyet Savcılığına tevdii eder. Ceza Muhakemeleri Kanunu ile diğer kanunlara göre suç iz, eser, emare veya delillerinin tespiti veya faillerinin yakalanması amacıyla polis tarafından yapılacak aramalar içinde usûlüne göre verilmiş hakim kararı veya bu sebeplere bağlı olarak gecikmesinde sakınca bulunan hallerde diğer kanunlarda yetkili kılınmış merciin yazılı emri bulunmalıdır... hükmü yer almıştır. Oysaki; 4771 sayılı Kanunla yapılan değişiklikten önceki aynı Kanunun 9. maddesinde ... Polis, kamu düzenini ve Anayasal hak ve özgürlükleri korumak bakımından zorunlu ve gecikmesinde sakınca bulunan hallerde il sınırları içinde valinin, ilçe sınırları içinde kaymakamın somut olay ve gereksinimler için her seferinde yeniden vereceği emirle kanunda tek tek sayılan yerlerde suç konusu olabilecek alet ve eşyanın bulundurulup bulundurulmadığını saptamak ve eylemlerle ilgili kişileri ele geçirmek amacıyla kişilerin üstlerini, araçlarını ve eşyasını arar, suç unsuru gördüklerinde el koyar, evrakıyla birlikte adalete teslim eder... hükmü yer almıştı. İdari aramayla ilgili olarak öncelikle belirtelim ki; bu arama asayişi, kamu düzenini sağlamak, suç işlenmesini engellemek amacıyla kolluk görevlileri tarafından yapılan önleme aramasıdır. Önleme araması idari bir işlem olduğundan zabıtaya arama emri verme yetkisi (önceki madde metninde anlaşılacağı üzere) mülki amirlere verilmiştir. (Seydi Kaymaz, Uygulamada ve Tesride Ceza Mahkemesinde Hukuka Aykırı Deliller, Seçkin Yayınevi, Ankara, 1. Bası, 1997, sayfa 137) Kaynağını Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu'ndan alır. Buradaki esas nokta; bir suçun işlenmesi üzerine yargılama önlemi olarak arama el koyma uygulaması anlamını taşımaz ve bu sebeple hakim izni aranmaz. Buradaki amaç suçun işlenmesinin önlenmesidir. Bu bakımdan idari aramalarda idari yapılanma çerçevesinde bir yetki sözkonusudur. (Prof. Dr. Erdener Yurtcan, Ceza Yargılaması Hukuku, Alfa Basım Dağıtım, 5. bası, İstanbul 1994, sayfa 357) idari aramanın doktrinde ve idari uygulamadaki adı arama tarama ya da uygulama diye geçmekte olup; idari aramadaki idari işlem olgusu, idari yetkiye dayalı tasarruf olgusu, Türk hukukunda doktrinde ve mahkeme içtihatlari ile uygulamalarında yıllardan beridir kabul görmüş ve görmektedir. 1961 Anayasası'nın 15/2. maddesinde ve 1982 Anayasası'nın hem ilk düzenlenen hem de 4709 sayılı Kanunla yapılan değişiklikten sonraki 20/2. maddesinde yer alan arama konusu; ceza yargılamasını amacına ulaştırmak için suç şüphesi altındaki kişilerin, suçEsas Sayısı : 2003/29 Karar Sayısı : 2006/24 3 delillerinin ve müsadereye tabi eşyanın ele geçirilmesi amacıyla konutta, başka kapalı yerlerde ve kişilerin üstlerinde yapılan aramadır. Anayasa'da yer alan kanunla yetkili kılınan merciiden kasıt Cumhuriyet Savcısı ve emri altında adli tahkikat yapmaya vazifeli olan kolluk kuvvetleridir. Kısaca; Anayasa'mızın 20/2. maddesinde düzenlenen arama; suç işledikten sonra suçun ortaya çıkartılması ve aydınlatılması, suç delillerinin elde edilmesi, devam eden suçun inlenmesi ya da bastırılması amacına matuf olan adli mahiyetteki aramadır. Bu husus hem doktrinde, hem kazai içtihatlarda, hem de mahkeme ve idare uygulamalarında ittifaken böyle kabul edildiği içindir ki; hakim kararıyla arama konusu 1961 Anayasası'ndan beridir. Anayasal metin olarak mevcut olmasına rağmen Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu'nda düzenlenen idari aramalarda hakim kararı aranmamıştır. Bu konuda hukuka aykırılık ileri sürülmemiştir. Anayasa maddesi olarak düzenlenen adli aramaya ilişkin ayrıntılı düzenleme ise Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'nun 94 ve devamı maddesinde yer almaktadır. 2559 sayılı Polis Vazife Selahiyet Kanunu'nun 4771 sayılı Kanunla değişik 9. maddesinin hangi sebeple Anayasa'ya aykırı olduğuna gelince; yukarıdaki açıklamalarımızdan da anlaşılacağı üzere iki tür arama vardır. Bunlardan birincisi, kaynağını Anayasamızın 20/2 maddesinde ve Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu 94 ve devamı maddelerinde alan; bir suç işlendikten sonra ya da suç işleneceği şüphesi ortaya çıktıktan sonra yapılan adli arama, ikincisi ise; suç işlenmeden önce ya da suç işleneceğine dair bir şüphe mevcut olmadığı halde sırf düzenleyici caydırıcı ve önleyici şekilde yapılan idarî aramadır. Adlî aramalarda arama kararı verme yetkisi olağan hallerde hakime (Hazırlık soruşturmasında Sulh Ceza Hâkimi son soruşturmada davayı gören mahkeme hâkimi) tanınmış, gecikmesinde sakınca bulunan hallerde ise kanunla yetkili kılınan merciilere (yani C. Savcısı ve emrinde görev yapan kolluk kuvvetlerine) tanınmıştır. Adli aramada bir hâkimin karar ya da tahkikat sürecine katılması pek tabiidir. İdarî aramalarda arama kararı verme yetkisi, 2559 sayılı Kanun'un son değişiklikten önceki 9. maddesinde il sınırları içinde valiye, ilçe sınırları içinde kaymakama tanınmışken aynı Kanun'un 4771 sayılı Kanunla değişik 9. maddesi birinci fıkrası hükmüne göre olağan hallerde hakime, gecikmesinde sakınca bulunan hallerde o yerdeki mülki amire tanınmıştır. Yukarıda da izah olunduğu üzere; her yönüyle idarî bir tasarruf olan ve ancak idari makamların yetkisinde bulunan idari aramalarda hakim kararı aranması; 1982 tarihli Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın Başlangıç bölümünde yer alan ve Anayasa maddesi sayılan ...Kuvvetler ayrımının, Devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, belli devlet yetkilerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medeni bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda olduğu... şeklindeki ilgili fıkrasına, Anayasamızın 6. maddesinde yer alan ...Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasa'dan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz... şeklindeki madde hükmüne, Anayasamızın 8. maddesinde yer alan ...yürütme yetkisi ve görevi Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından, Anayasa ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir... şeklindeki madde hükmüne, Anayasamızın yargı yetkisine vurgu yapan 9. maddesine, Anayasamızın özel hayatın gizliliği konusunu düzenleyen 20. maddesine, Anayasamızın 125/5. maddesinde yer alan ...Yargı yetkisi, idarî eylem ve işlemlerin hukuka uygunluğunun denetimi ile sınırlıdır. Yürütme görevinin kanunlarda gösterilen şekil ve esaslara uygun olarak yerine getirilmesini kısıtlayacak, idari eylem ve işlem niteliğinde veya takdir yetkisini kaldıracak şekilde yargı kararı verilemez... şeklindeki madde hükmüne aykırıdır. İdari mahiyetteki aramaların etkin ve süratli bir şekilde uygulanması, idari aramanın düzenleyici caydırıcı ve önleyici özelliğine katkıda bulunacak, suçun işlenmesine zemin oluşturabilecek unsurları ortadan kaldıracak ve bu suretle de ya hiç suç işlenmeyecek ya da asgari düzeye indirilebilecektir. Bu durum yargının işini kolaylaştıracaktır. Bu sebepledir ki, idari aramalarda karar alma sürecini kısaltmak, karar silsilesindeki prosedürü azaltmak hemEsas Sayısı : 2003/29 Karar Sayısı : 2006/24 4 uygulamaya, hem amaca hem de mevzuata uygun düşecektir. Her yönüyle idari bir tasarruf olan idari aramalarda mülki amirlerin yetkili kılınması Anayasamızda vurgulanan Kuvvetler ayrımına, yasama yürütme yargı arasındaki yetki ve görev paylaşımına uygun düşecektir. İş bu olayda olduğu gibi idari bir işlemde yargısal bir gücün araya girmesi kuvvetler ayrımını zedeleyecek, adeta yetki karışması (veya gasbı) şekline dönüşecektir. Şayet amaç hak ve hürriyetlerini korumak ise; bu, idari bir karara hakimi katarak temin edilemeyecektir. Önemli olan insan hak ve hürriyetlerini güvenceye alan uygulamalara öncelik vermektir. Aşağıda da açıklandığı üzere; Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu'nun değişik 9. maddesi ile önce insan hak ve hürriyetleri daraltılmış, sonra da bu daraltmayı görünüşte hafifletmek için idari karar sürecine hakimi katarak zevahir kurtarılmaya çalışılmıştır. Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu'nun 9. maddesinde yapılan ve idari bir karara hakimi katan son değişiklik aynı zamanda 1982 tarihli Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın genel karakteristiğine de aykırıdır. Bu Anayasa, yapıcı anlamda eleştirilmekle birlikte; hali hazırda yürürlükte olan bir Anayasa'dır. 1982 tarihli Anayasa'nın temel karakteristiği; yasama ve yargı karşısında (özellikle de yargı karşısında) yürütme kuvvetinin güçlendirilmesidir. 1961 Anayasası'nda yürütme gücü sadece bir görev iken 1982 Anayasası'yla hem görev hem de yetki olarak tanımlanmıştır. Nitekim; 1982 Anayasası'nın 8. maddesine ilişkin gerekçede ... modern hayatta yürütme kuvveti devletin beyni, hareket gücünün kaynakladığı motordur. Bundan dolayıdır ki, 1961 ilâ 1980 arasındaki devrede karar almak kudretinden yoksun hükümetler görülmüştür... Bu nedenle, yürütme, 1961 Anayasası'nda olduğu gibi bir görev olmaktan çıkartılmış, yürütme gerekli yetkilere sahip ve kanunların kendisine verdiği görevleri yerine getiren bir kuvvet olarak düzenlenmiştir. denilmiştir. 1982 Anayasası'na ilişkin Danışma Meclisi Başkanlığı'na sunulan Anayasa Komisyonu raporunda da; ...1961 Anayasasının uygulanmaya başlanmasından sonra Anayasanın yetkili kıldığı organların ve özellikle yargı denetimi ile yükümlü organların zaman zaman politik eğilimlere kendilerini kaptırdıkları gözlenmiştir. şeklindeki ifadelere yer verilmiştir. Bir Anayasa'yı beğenmemek ayrı, beğenmediği halde uygulamak ayrı konulardır. Beğenilmeyen hükümler değiştirilir, şayet bir Anayasa'nın genel mantığı takdir görmüyorsa bu halde Kurucu Meclis yeni bir mantıktan hareketle yeni bir Anayasa yapar. 1982 Anayasası'nın genel mantığı bu olduğu halde, Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu'nda yer alan arama idari tasarrufa istinad eden bir arama olduğu halde, 2559 sayılı Kanun'un 4771 sayılı Kanun'la değişik 9. maddesinin birinci fıkrasında yer alan ...Usulüne göre verilmiş hakim kararı... şeklindeki hüküm Anayasamıza aykırıdır. İnsan Hak ve Hürriyetleri bu düzenlemede olduğu gibi her idari tasarrufa bir hakim kararı şartı getirilmekle korunamayacaktır. Yetki karışıklığının (veya gasbının) yanı sıra; somut bir olayın çözümünde yer alması gereken hakimlerin hem iş yükü çoğaltılmakta hem de idari makamlar ve yargı merciileri arasında hangi hallerin gecikmesinde sakınca olduğu hangi hallerin gecikmesinde sakınca bulunmadığı gibi ihtilaflara sebebiyet verilmektedir. Yürütmenin; geleneksel ve aktüel olmak üzere iki tür işlevi vardır. Geleneksel işlevlerinin başında da kanunların uygulanmasını temin görevi gelir. Kanunların uygulanabilmesi, kamu düzeninin korunmasına bağlıdır. Zira; kamu düzeni korunmadığı, kargaşa içindeki bir ortamda, kanunların uygulanması mümkün değildir. Bu bakımdan kamu düzeninin korunması yürütmenin görevlerindendir. Bunun için de düzenleyici kolluk (zabıta, polis) işlemleri yürütme tarafından yapılır. Kamu düzeni korunurken önemli olan konu hürriyetlere saygılı olmaktır. (Prof. Dr. Erdoğan TEZİÇ, Anayasa Hukuku, Beta Basım Yayım, İstanbul, 1991, Sayfa 358)Esas Sayısı : 2003/29 Karar Sayısı : 2006/24 5 2559 sayılı Kanun'un 4771 sayılı Kanun'la değişik 9. maddesinin insan hak ve hürriyetlerini neden kısıtladığına gelince; bu madde değişmeden önceki madde metninde polis, kamu düzenini ve Anayasal hak ve özgürlükleri korumak bakımından zorunlu ve gecikmesinde sakınca bulunan hallerde, il sınırları içinde valinin, ilçe sınırları içinde kaymakamın, somut olay ve gereksinimler için her seferinde yeniden vereceği emirle... arama yapılabileceği hükmü vardır. Önceki metinde olağan hallerde idari arama yapılamıyor, sadece zorunlu ve gecikmesinde sakınca bulunan hallerde somut olay ve gereksinimler için idari arama yapılabiliyordu. 2559 sayılı Kanun'un 4771 sayılı Kanun'la değişik 9. maddesinin birinci fıkrasında ise; olağan hallerde de idari arama yapılmasına izin verilerek insan hak ve hürriyetleri bahsinde bir gedik açılmış, araya hakim kararı sıkıştırılarak aykırı durum hafifletilmeye çalışılmıştır. Önceki kanunla Somut olay ve gereksinim esası benimsenmişken yeni kanunda böylesi bir şart aranmayarak arama işi takdire daha da açık bırakılmıştır. Önceki metnin ikinci fıkrasının (E) bendinde kesin belirtilerin elde edilmesi halinde umumi ya da umuma açık yerlerde veya öğrenci yurtlarında veya ... idari mahiyette arama yapılabileceği belirtildiği halde yeni madde metninde; kesin belirtilerin elde edilmesi kriterine yer verilmemiştir. Bu açıklamalardan da anlaşılacağı gibi; Avrupa Birliğine girme yolunda İnsan Hak ve Hürriyetleri bahsinde birey lehine düzenlemeler yapıldığı ileri sürülerek İnsan Hak ve Hürriyetleri daha da sınırlandırılmıştır. Şâyianın başka gerçeğin başka olduğu bu nev'i düzenlemeler tam bir Feliks Culpa (yani mes'ut cürüm veya alkışlanan hata)dır. III NETİCE İ TALEP Yukarıda arz ve izah olunan gerekçeler doğrultusunda 2559 sayılı Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu'nun 4771 sayılı Kanunla değişik 9. maddesinin birinci fıkrasında yer alan ...usûlüne göre verilmiş hakim kararı... hükmünün 1982 tarihli Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın başlangıç bölümünde yer alan ve Kuvvetler Ayrımını vurgulayan ilgili fıkrasına, 6. maddede yer alan ve Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet Yetkisi kullanamaz. hükmüne, Anayasa'nın 8., 9., 20. ve 125/5 maddelerine, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin 12. maddesine aykırı olduğu kanaatiyle belirtilen hükmün iptaline karar verilmesi saygılarımla arz ve talep olunur."
2,366
Esas Sayısı : 2008/41 Karar Sayısı : 2010/52 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'Muteriz vekili, dilekçesinde müvekkiline ait işyerinde çalışan Menderes Koç isimli işçinin yakalandığı meslek hastalığının iki gün içerisinde kuruma bildirilmeme gerekçesi ile müvekkili şirkete 4857 sayılı Yasanın 77. maddesi uyarınca 844 YTL idari para cezası tahakkuk ettirildiğini, işçinin hastalığının henüz meslek hastalığı olarak tespit edilmediğini beyanla, cezanın iptaline karar verilmesini talep etmiştir. Mahkememiz iptali talep edilen ve idare tarafından tahakkuk ettirilen idari para cezası nedeniyle dayanılan yasa kuralı yönünden, uygulanması muhtemel kuralın Anayasa'ya aykırı olduğu kanısına vardığından, uyuşmazlık hakkında bir karar vermeden önce dayanılan kuralın iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulması gerektiği kanaatine varmıştır. A ) MAHKEMEMİZİN YETKİSİ Anayasanın 152. ve 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 28. maddesine göre, 'Bir davaya bakmakta olan mahkeme, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır. Mahkeme, Anayasaya aykırılık iddiasını ciddi görmezse bu iddia temyiz merciince esas hükümle birlikte karara bağlanır. Anayasa Mahkemesi, işin kendisine gelişinden başlamak üzere beş ay içinde kararını verir ve açıklar. Bu süre içinde karar verilmezse mahkeme davayı yürürlükteki kanun hükümlerine göre sonuçlandırır. Ancak, Anayasa Mahkemesinin kararı, esas hakkındaki karar kesinleşinceye kadar gelirse, mahkeme buna uymak zorundadır. B ) YASA METİNLERİ 1 İPTALİ İSTENEN YASA MADDESİ 08.02.2008 tarihinde Resmi Gazetede yayınlanan, Temel Ceza Kanunlarına Uyum Amacıyla Çeşitli Kanunlarda ve Diğer Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair 5728 sayılı Kanunun 578. maddesinin (öö) fıkrasının Anayasa'ya aykırı olduğu hususunda mahkememizde ciddi bir kanaat oluştuğundan, anılan yasa hükmünün aykırı olduğu, aşağıda belirtilen Anayasa kuralları karşısında değerlendirilerek iptali istemidir. 5728 sayılı Yasanın 578. maddesinin (öö) fıkrası ile 4857 sayılı Yasanın 108/2. maddesi iptal edildiği için, 4857 sayılı Yasa uyarınca idare tarafından verilen idari para cezalarının iptalinde Sulh Ceza Mahkemesi olarak mahkememiz yetkili kılınmıştır. Dolayısıyla anılan kuralın somut olayda uygulanması söz konusu olduğundan, dayanılan yasa kuralının Anayasaya aykırı olduğu yönünde mahkememizin yetkisi bulunduğu düşülmüş ve mahkemenize başvurulmuştur. Zira uygulanacak yasa kuralı, bakılmakta olan davayıEsas Sayısı : 2008/41 Karar Sayısı : 2010/52 2 yürütmeye, uyuşmazlığı çözmeye, davayı sona erdirmeye ve kararın dayanağını oluşturmaya yarayacak göreve, dolayısıyla da yargı yoluna ilişkin kuraldır. 2 ) DAYANILAN ANAYASA KURALLARI İptali istenilen 5728 sayılı Yasanın 578. maddesinin (öö) fıkrası Anayasanın başlangıç, 2., 141 ., 142., 153. ve 155. maddelerine aykırıdır: a ) Kuralın Anayasanın başlangıç kısmı ile 2. maddesine aykırı olduğu yönündeki gerekçeler: Anayasa'nın başlangıç bölümünün üçüncü paragrafında, 'Millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu ve bunu millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi veya kuruluşun, bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı' kuralına yer verilmiş, Cumhuriyetin niteliklerinin belirlendiği 2. maddesinde de, Türkiye Cumhuriyeti'nin insan haklarına saygılı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik, sosyal bir hukuk devleti olduğu vurgulanmıştır. Hukuk devleti, insan haklarına saygılı ve bu hakları koruyucu adaletli bir hukuk düzeni kuran ve bunu sürdürmekle kendini yükümlü sayan, bütün işlem ve eylemleri yargı denetimine bağlı olan devlettir. Hukuk devleti ilkesi, devletin tüm organlarının üstünde hukukun mutlak egemenliğinin bulunmasını, yasa koyucunun da her zaman Anayasa ve hukukun üstün kuralları ile kendisini bağlı saymasını gerektirir. Hukuk devletinin bir ilkesi de yargılamanın adil olmasıdır. Bu prensip, yargılamanın doğal ve asli yerinde yapılmasını gerekli kılmaktadır. İtiraz konusu kuralın, adli ve idari yargı ayrımına yer veren ve idari işlemlerin kural olarak idari yargı yerlerinde çözümlenmesi ilkesini benimsemiş olan Anayasanın başlangıç ve 2. maddesine aykırı görülmüştür. b ) Kuralın Anayasanın 141. maddesine aykırı olduğu yönündekigerekçeler: Davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılması, yargının görevidir. Anayasa Mahkemesinin kararları ışığı altında uyuşmazlıkta ceza yaptırımından çok, idari işlem niteliği ağır bastığından uyuşmazlıkların idari yargı yerlerince çözümlenmesi gerekmektedir. Mahkeme kararı doğrultusunda uyuşmazlıkların çözümü için 4857 sayılı Yasanın 108/2. maddesinde görevli mahkeme olarak idare mahkemesi benimsenmiş iken ve yasa kuralının temelinde mahkeme kararının gerekçesi bulunduğu halde, uyuşmazlıkları tekrar adli yargı yerlerinin önüne getirmek, emek ve zaman kaybına neden olmaktadır. İdari yargı yerlerine de adli yargı yerleri gibi rahat bir şekilde ulaşıldığı gözetildiğinde, yasa kuralının Anayasanın anılan kuralına aykırı olduğu açıktır. c ) Kuralın Anayasanın 142. maddesine aykırı olduğu yönündekigerekçeler: Anayasa Mahkemesi'nin daha önceki kimi kararlarında da belirtildiği üzere, tarihsel gelişime paralel olarak Anayasa'da adlî ve idari yargı ayrımına gidilmiş ve idari uyuşmazlıkların çözümünde idare ve vergi mahkemeleriyle Danıştay yetkili kılınmıştır. Bu nedenle, kural olarak idare hukuku alanına giren konularda idarî yargı, özel hukuk alanına giren konularda adlî yargı görevli olacaktır. Bu durumda idarî yargının görev alanına giren birEsas Sayısı : 2008/41 Karar Sayısı : 2010/52 3 uyuşmazlığın çözümünde adlî yargının görevlendirilmesi konusunda yasakoyucunun mutlak bir takdir hakkının bulunduğunu söylemek mümkün değildir. İdarî yargının denetimine bağlı olması gereken idarî bir uyuşmazlığın çözümü, haklı neden ve kamu yararının bulunması halinde yasakoyucu tarafından adlî yargıya bırakılabilir. Somut olayda mahkeme kararında belirtilen ve ancak çok sınırlı hallerde uygulama alanı bulan kamu yararına rastlanılmadığı gibi işin adli yargı yerinde çözümünü gerektiren ve onun denetimine tabi tutan bir zorunluluğa da rastlanılmamıştır. Bu nedenle yasa kuralının Anayasanın 142. maddesine aykırı olduğu düşünülmüştür. e) Kuralın Anayasanın 153. maddesine aykırı olduğu yönündekigerekçeler: Anayasa'nın 153. maddesinin son fıkrasında, Anayasa Mahkemesi kararlarının yasama, yürütme ve yargı organları ile yönetim makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlayacağı öngörülmüştür. Bu kural gereğince, yasama organı yapacağı düzenlemelerle daha önce aynı konuda verilen Anayasa Mahkemesi kararlarını göz önünde bulundurmak, bu kararları etkisiz kılacak biçimde yasa çıkarmamak, Anayasa'ya aykırı bulunarak iptal edilen kuralları tekrar yasalaştıramamak yükümlülüğündedir. Hukuk devletinde, devletin bütün eylem ve işlemlerinin hukuk kurallarına bağlı olduğu bir sistem anlaşılır. Hiç kuşkusuz yasama yetkisi Türkiye Büyük Millet Meclisinindir ve bu yetki devredilemez. Meclis bu yetkisini Türk Milletinden alır ve bu yetkiyi millet adına kullanır. Meclisin milletten aldığı yetki çerçevesinde çıkardığı kanunların Anayasaya uygunluk denetimini ise, Türk Milleti adına hüküm vermeye yetkili Anayasa Mahkemesi tarafından yapılır. Anayasa Mahkemesi Türk Milleti adına karar verir iken, devredilmez yasama yetkisine dokunmaksızın, yasaların Anayasaya uygunluğunu denetleyerek, meclise hukuk devleti yolunda ilerlemede ışık tutar. Meclis yasama yetkisini kullanırken o konuda aynı ya da benzer nitelikteki Anayasa Mahkemesi kararlarını da göz önünde tutmak zorundadır. Hiç kuşkusuz mahkeme kararlarının da zaman içerisinde değişmesi mümkündür, dolayısıyla mahkemenin daha önceden verdiği bir iptal kararının aksine benzer nitelikteki bir yasal düzenlemenin, aradan kabul edilebilecek bir süre geçtikten sonra, yasallaşması mümkündür. Yasa koyucunun faaliyetlerinde kendisini her zaman Anayasaya ve hukukun üstün kuralları ile bağlı tutması gerekir. Çünkü; yasanın da üstünde yasa koyucunun bozamayacağı temel hukuk ilkeleri ve Anayasa vardır. Hukukun ana ilkellerine dayanmayan, devletin amacı ve varlığı nedeniyle bağdaşmayan ve sadece belli bir anda ortaya çıkarılan yasalar kamu vicdanına olumsuz tepkiler yaratır. Böyle bir tasarrufu hukuk devletini tasarrufu niteliğinde saymak imkansızdır. Yasama organının Anayasa Mahkemesi kararlarını dikkatlice incelemesi ve eğer mahkeme tarafından bir iptal kararı verilmişse bunun gerekçesindeki hususları dikkate alarak yeni kanun hükmünü bu bağlamda hazırlaması gerekmektedir. Yüksek Mahkemenin kararlarında vurguladığı gibi, '... Bu bağlılık Anayasa Mahkemesi'nin Anayasaya aykırı bularak iptal ettiği bir konuda aynı içerik ve nitelikte yeni bir yasa çıkarılmamasını da gerekli kılar. Anayasanın bu hükmü gereğince, yasama organı Anayasa Mahkemesi'nin Anayasaya aykırı bularak iptal ettiği bir kuralın aynını ya da değişik ifadelerle benzerini yasalaştırmaması gerekir. Yasama organı, Anayasa Mahkemesi'nin iptal kanarından sonra aynı konuda bir yasa yaparken Anayasa Mahkemesi kararı gerekçesinde gösterilin iptal nedenlerini dikkate almalıdır.' Bu bağlamda, Anayasa Mahkemesinin iptal kararından önce 1475 sayılı Yasanın idari para cezalarında yetkili mahkemenin seyrini inceleyecek olursak; 1475 sayılı eski İş Kanunu döneminde idari para cezalarının itiraz merci yetkili Sulh Ceza Mahkemeleri iken, Anayasa Mahkemesinin 15.05.1997 gün 1996/72 E., 1997/51 K.Esas Sayısı : 2008/41 Karar Sayısı : 2010/52 4 sayılı kararı ile İmar Kanunu'nun 42. maddesi, 08.10.2002 tarihli E:2001/225, K:2002/88 kararı ile 506 sayılı Kanunun 140. maddesi, 17.02.2004 tarihli E:2003/72 ve K:2004/24 sayılı kararı ile de 3308 sayılı Mesleki Eğitim Kanunu'nun 41 inci maddesinin 'Verilen para cezalarına karşı yetkili Sulh Ceza Mahkemesinde' itiraz edilebileceği cümlelerini iptal kararı vermesi üzerine, yasalardaki idari para cezasını düzenleyen maddelerin Anayasa Mahkemesinin iptal kararı doğrultusunda, yukarıda belirtilen Anayasa Mahkemesinin yorumlarını da esas alarak yeniden düzenlemeler yapıldı. 22.05.2003 gün ve 4857 sayılı Yasanın 108/2. maddesi ile idari para cezalarına karşı, idari yargı yerlerine başvuru olanağı getirildi. Ancak 5326 sayılı Kabahatler Kanununun yürürlüğe girmesi ile birlikte, idari yargı yerlerince, yargı yolu bakımından görevsizlik kararları verilerek uyuşmazlıklar tekrar Sulh Ceza Mahkemesi önüne getirildi. Nihayet 5326 sayılı Yasanın 3. ve 28/7. maddesinde yapılan değişiklikler sonucu, uyuşmazlık tekrar idari yargı yerlerine geçmesine karşın aradan iki yıl geçmeden bu defa 5728 sayılı Yasanın 578. maddesinin (öö) fıkrası ile 4857 sayılı Yasanın 108/2. maddesi iptal edilerek uyuşmazlık tekrar Sulh Ceza Mahkemesinin önüne getirildi. Anayasa Mahkemesinin 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu'nun 140. maddesindeki, 'Kurumca itirazı reddedilenler, kararın kendilerine tebliğ tarihinden itibaren 7 gün içinde yetkili sulh ceza mahkemesine başvurabilirler' cümlesini iptal etmesinin gerekçesinde; 'idarenin hizmetleri gereği gibi ve ivedilikle görebilmesi için, yaptırım uygulama yetkilerine gereksinimi olduğu, idarenin bu yetkilerle kamu düzeni ve kamu güvenliğini, kamu sağlığını, ulusal servetleri zamanında ve gereği gibi koruyabileceği, bu nedenlerle idareye geniş ve çeşitli yaptırımlar uygulama yetkisinin tanındığı, idari cezalarında idari yaptırımların en önemlilerinden birisi olduğu, idari cezalar arasında yer alan para cezalarını diğer cezalardan ayıran en belirgin niteliğin onların idari makamlar tarafından kamu gücü kullanılarak verilmesi olduğu, tarihsel gelişimine paralel olarak Anayasa'da adli ve idari yargı ayrımına gidildiği, Anayasanın 125 inci maddesi birinci fıkrasında 'idarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır' denilirken, 140, 142, 155 inci maddeleriyle de idari adli yargı ayrımının kurumsallaştırıldığı, kural olarak idarenin kamu gücü kullandığı ve kamu hukuku alanına giren işlem ve eylemlerinin idari yargı, özel hukuk alanına giren işlemlerinin de adli yargının denetimine tabi olduğu, itiraz başvurusuna konu olan idari para cezasının, kamu gücünün kullanılması ile ilgili ve Yasada belirtilen kurallara uymayanlara idari bir yaptırım uygulanması niteliğinde olduğundan, çıkacak uyuşmazlıkların çözümünde de idari yargının yetkili kılınması gerektiği, bu nedenle de itiraz konusu kural Anayasa'nın 2., 125. ve 155 inci maddelerine aykırı olduğundan iptalinin gerektiğine hükmolunmuştur' denilerek, söz konusu kural nedeniyle verilen idari para cezalarına karşı idari yargı yoluna başvurulması gerektiği belirtilmiş, yasama organı bu gereği, 4857 sayılı Yasanın 108/2. maddesi ile yerine getirmesine rağmen daha sonra bu kuraldan ayrılarak yargı yolunu adli yargının aleyhine ve idari yargının lehine olacak şekilde değiştirmiştir. Görüldüğü üzere aynı olmamakla birlikte benzer nitelikteki bir olayda Meclis Anayasa Mahkemesinin daha önceden verdiği kararların aksine bir düzenlemeye gitmiştir. Oysa Meclis, Anayasa Mahkemesinin yukarıda sözü edilen üç yasaya ilişkin iptal gerekçelerini esas alarak 4857 sayılı Yasanın 108/2. maddesini düzenlemesine rağmen kamu yararı zorunluluk ve yargı yolu bütünlüğü gerekleri bulunmadığı halde, adli yargının iş yükünü idari yargı lehine olacak şekilde artırmıştır. 5326 sayılı Yasanın 28/7. maddesi hariç bu yasadan kaynaklanan uyuşmazlıkların da adli yargının görev kapsamında bulunduğu da gözetildiğinde düzenlemenin adli yargı yönünden önemi daha bariz bir şekilde kendisini göstermektedir.Esas Sayısı : 2008/41 Karar Sayısı : 2010/52 5 c) Kuralın Anayasanın 155. maddesine aykırı olduğu yönündekigerekçeler: İdarî para cezaları, idari yaptırımların en önemlilerindendir. Bu cezaları diğer cezalardan ayıran en belirgin özellik, onların idari makamlar tarafından kamu gücü kullanılarak verilmesidir. İdari yaptırım kararları cezalandırmaktan çok, idari işlem niteliği ağır basan kararlardır. İdare hukuku esaslarına göre tesis edilen bir idari işlemin, sadece para cezası yaptırımı içermesine bakılarak denetiminin idari yargı alanından çıkarılarak adli yargıya bırakılması olanaklı değildir. Anayasanın 155. maddesinin birinci fıkrasında 'Danıştay, idari mahkemelerce verilen kanunun başka bir idari yargı merciine bırakmadığı karar ve hükümlerin son inceleme merciidir. Kanunla gösterilen belli davalara da ilk ve son derece mahkemesi olarak bakar' denilerek idari adli yargı ayrılığı tüm kurum ve kurallarıyla devletin hukuk düzeni içindeki yerini almıştır. Buna göre, kural olarak, idarenin kamu hukuku alanına giren, kamu gücü kullanarak idari usullerle tesis ettiği işlem ve eylemlerinin idari yargı, özel hukuk alanına giren işlemlerinin de adlı yargı denetimine bağlı tutulması gerektiği gözetildiğinde, yasa kuralının Anayasanın anılan kuralına aykırı olduğu açıktır. C ) SONUÇ VE İSTEM Yukarıda açıklanan nedenlerle, 5728 sayılı Yasanın 578. maddesinin (öö) fıkrası Anayasanın yukarıda dayanılan kurallarına aykırı olduğu kanaatine varıldığı, başvuruda mahkememizin uygulanacak kural nedeniyle yetkili olduğu anlaşıldığından, söz konusu kuralın iptali için dosyanın onaylı bir örneği ile birlikteANAYASA MAHKEMESİNE BAŞVURULMASINA, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davanın geri bırakılmasına, Anayasa Mahkemesi işin kendisine gelmesinden itibaren beş ay içinde karar vermez ise uyuşmazlığın yürürlükteki kanunlar çerçevesinde çözümlenmesine, dosya üzerinde yapılan inceleme sonunda karar verildi.'"
1,994
Esas Sayısı : 1997/30 Karar Sayısı : 1997/46 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararında özetle şöyle denilmiştir : Anayasa Mahkemesi; 4107 sayılı Yasa'nın 1. maddesiyle 406 sayılı Yasa'ya eklenen Ek Madde 17'nin iptali istemiyle açılan davada değer tesbiti metotları ile ihale usullerinin belirlendiği 4046 sayılı Yasa'nın 18. maddesinin (B) ve (C) bentlerinin Anayasa'ya aykırılığını saptamıştır. Kararda da belirtildiği gibi özelleştirmeyi yapacak birimler, her türlü etkiden uzak gerçek değerin bulunmasını sağlayacak çalışmalar yapabilmek için gerekli ek yapıya kavuşturulmalıdır. 18. maddedeki "Değer Tespit Komisyonları" ile "İhale Komisyonları"nın oluşum biçimiyle görev ve yetkilerinin yasama organınca belirlenmesi gerekir. Değer tespiti ile ihale usullerinin Özelleştirme İdaresi Kurulu Başkanlığı'nca saptanarak sonuçlandırılmasına olanak tanıyan dava konusu kurallar yasama yetkisinin devri niteliğinde olması nedeniyle Anayasa'nın 7. maddesine, Anayasa Mahkemesi'nce önceleri verilen iptal kararına aykırı olması nedeniyle de Anayasa'nın 153. maddesine de aykırılık oluşturmaktadır. İptalleriyle dava sonuna kadar yürürlüğün durdurulmasına karar verilmesi gerekir."
145
Esas Sayısı : 2006/23 Karar Sayısı : 2010/27 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'Mahkememizde görülmekte olan bu davada uygulanacak kural olan idari yargı yerlerinde dava açma süresini düzenleyen kurallar arasında yer alan 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 7/1. maddesindeki 'vergi mahkemelerinde otuz gündür' şeklindeki hükmün Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 2, 5, 10, 36 ve 25. maddelerine aykırılığı yolunda kanaat oluştuğundan Anayasanın 152. maddesi uyarınca itiraz yoluyla iptali ve yürürlüğünün durdurulması istemiyle Anayasa Mahkemesine başvurulması gerekmiştir. I İTİRAZA KONU DÜZENLEME ANAYASANIN 2. MADDESİNE AYKIRILIK TEŞKİL ETMEKTEDİR: Anayasanın 2. maddesi 'Türkiye Cumhuriyeti, toplumunun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir...' hükmünü amirdir. Anayasa Mahkemesinin çeşitli kararlarında hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, hukuk güvenliğini gerçekleştiren, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, yargı denetimine açık, yasaların üstünde Anayasanın ve yasa koyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkelerinin bulunduğunun bilincinde olan devlet olarak tanımlanmıştır. İtiraz konusu kural Anayasa'nın 2. maddesine aykırılık oluşturmaktadır. Şöyle ki; hukuk devletinin unsurları arasında sayılan eylem ve işlemlerinin hukuka uygunluğunun denetiminin en etkin yolu yargı denetimidir. Devletin eylem ve işlemlerinin hukuka uygunluğunun yargı yoluyla denetimi önündeki en büyük engellerden biri ise aşırı kısıtlanmış dava açma süresidir. İdari yargı düzeninde yargılama usullerini düzenleyen 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununda dava açma süresi kamu düzeninden sayılmış, süre denetimine ilk inceleme konuları arasında yer verilerek, davanın taraflarının iddia ve kabullerine bakılmaksızın resen incelenmesi zorunlu kılınmıştır. İdarenin yüklendiği kamu görevlerini yerine getirebilmesi için karar alıp uygulaması, işlem yapması, eylemde bulunması ve sahip olduğu kamu gücünü kullanabilmesiyle işlevini sürdürmektedir. İdari işlem etkilerinin sürdürülebilmesi ve bozulup ortadan kaldırılması tehdidinden uzak tutulması olarak tanımlanan idari istikrar ilkesinin gereği olarak yönetilenlere idarenin güvenirliliği ve sürekliliği kanısının verilmesi, idarenin kararlarının geçerliliğini koruduğu ve sık sık bozulup ortadan kaldırılamayacağı güveninin uyandırılması gerekmekte ve bunun sağlanabilmesi için iptal davası açabilme hakkının yasalarla belirli sürelerle sınırlandırılmasına olanak bulunmaktaysa da bu sürenin idari dava açma yoluyla hak arama özgürlüğünü ortadan kaldıracak şekilde makul olmayan ölçülerde kısıtlanması hukuk devletinden uzaklaşmayı beraberinde getirir.Esas Sayısı : 2006/23 Karar Sayısı : 2010/27 2 II İTİRAZA KONU DÜZENLEME ANAYASANIN 5. MADDESİNE AYKIRILIK TEŞKİL ETMEKTEDİR: Anayasa'nın 5. maddesi 'Devletin temel amaç ve görevleri, Türk Milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak suretle sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktadır.' hükmünü amirdir. Anayasayla Devlete kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan engellerin kaldırılması yolunda görevler verilmiştir. Kişinin hakkında tesis edilen idari işlemlere karşı dava hakkını sınırlayan dava açma süresinin makul olmayan sürelerle sınırlanmış olması kişinin genelde temel hak ve hürriyetlerinde özelde hak arama özgürlüğünde hukuk devleti ve adalet ilkeleri ile bağdaşmayacak anlamda bir hukuksal sınırlama olup, hiç şüphesiz bu sınırlamanın kaldırılması veya makul bir düzeye getirilmesi devletin Anayasasının 5. maddesi ile getirilen görevlerindendir. İdari yargıda dava açılması belirli bir hazırlık sürecini gerektirmektedir. 2577 sayılı Kanunda dava dilekçesinde bulunması gerekli hususlar belirlenmiş hatta bazı zaman idarenin elinde bulunan ve vatandaşça edinilmesi zaman ve emek harcanmasını gerektiren bilgi ve belgelerin dava dilekçesine eklenmesi zorunlu kılınmıştır. Diğer taraftan özellikle vergi davalarının çoğu zaman teknik konuları içermesi nedeniyle bir hazırlık safhasını ve konuda uzmanların (serbest muhasebeci, mali müşavir veya yeminli mali müşavir gibi) yardımını gerektirmektedir. Uygulamada dava açma süresini geçirmemek için acelece açılan davalarda birtakım yanlışlıklar yapıldığı, dilekçe eklerinin eksik konulduğu, bu eksik ve yanlışlıkların çoğu zaman dilekçenin reddi kararlarına sebebiyet verdiği, bunun ise Anayasanın 141. maddesinde vücud bulan 'Davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılması, yargının görevidir.' hükmüne aykırılık teşkil edecek şekilde davaların uzamasına ve yargılama masraflarının artmasına neden olduğu, hatta yapılan bu hata ve yanlışlıkların davanın konusunun ve dava gerekçelerinin tam olarak ortaya konulamaması nedeniyle kararlardaki hukuki isabet derecelerini etkilediği görülmektedir. Her ne kadar, Anayasada bu hakların kullanılmasını engellemeyecek makul sürenin ne olduğu belirtilmemekteyse de, ülkenin içinde bulunduğu durum, idarenin yapısı ve işleyişi ve gerek Anayasa Mahkemesine gerekse diğer idari yargı mercilerine başvuruda tanınan süreler dikkate alınarak makul süre ölçütünün yasaların Anayasaya uygunluğunu denetlemekle görevli ve yetkili Anayasa Mahkemesince konulabileceği açıktır. III İTİRAZA KONU DÜZENLEME ANAYASANIN 10. MADDESİNE AYKIRILIK TEŞKİL ETMEKTEDİR: Anayasanın 10. maddesi 'Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür.Esas Sayısı : 2006/23 Karar Sayısı : 2010/27 3 Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.' hükmünü amirdir. 2577 sayılı Kanunun 2. maddesinde idari dava türleri iptal ve tam yargı davaları olarak gösterilmiştir. Her ne kadar doktrinde vergi davaları iptal ve tam yargı davaları arasında kendine özgü bir tür olarak gösterilse de pozitif hukuk açısından iptal davası niteliğine uygun olarak sınıflandırılabilecek dava türüdür. 2577 sayılı Kanunun 7/1. maddesinde, aynı yargı düzeninde yer alan, gördükleri davaların nitelikleri itibariyle (iptal ve tam yargı davaları) aynı dava türlerine bakan Danıştay, idare ve vergi mahkemeleri arasında dava açma süresi açısından vergi mahkemesinde idari dava açanlar açısından eşitlik ilkesine aykırılık oluşturacak şekilde sınırlayıcı bir düzenleme getirilmektedir. IV İTİRAZA KONU DÜZENLEME ANAYASANIN 36. MADDESİNE AYKIRILIK TEŞKİL ETMEKTEDİR: Anayasanın 36. maddesi 'Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılama hakkına sahiptir. Hiçbir mahkeme, görev ve yetkisi içindeki davaya bakmaktan kaçınamaz.' hükmünü amirdir. Anayasanın bu maddesiyle herkesin meşru vasıta ve yollardan yararlanarak davacı veya davalı olarak yargı mercileri önüne gelebilmesine, iddia ve savunmalarını yazılı veya sözlü olarak yargı mercileri önünde dile getirebilmesine olanak sağlanmış ve adil yargılanma hakkı güvence altına alınmıştır. Yargılama ve bu yargılamayı yapan mahkemeler ne kadar adil ve bağımsız olurlarsa olsunlar adil yargılama ve yargılanmadan bahsedebilmek için öncelikle kişinin meşru vasıta ve yolları kullanarak yargı mercileri önüne gelebilmesi gerekmektedir. Kişinin yargı mercileri önüne gelebilmesini engelleyen unsurlardan olan dava açma süresinin makul olmayan kısıtlamalara tabi tutulması adil yargılanma hakkının kullanılmasını engelleyecektir. Daha önce de değinildiği gibi vergi mahkemelerinde dava açılmasının İdari Yargılama Usulü Kanunu ile belirli usul ve kurallara bağlanması ve kişinin iddiasına ve savunmasına ilişkin hususları yargı mercileri önüne getirebilmesi için gerekli hazırlığı yapılabilmesi, gerek hukuki yardımdan gerekse teknik yardımdan yararlanabilmesi için zamana ihtiyacı olduğu ve bu zamanın makul bir süre olması gerektiği kuşkusuzdur. V İTİRAZA KONU DÜZENLEME ANAYASANIN 125. MADDESİNE AYKIRILIK TEŞKİL ETMEKTEDİR Anayasanın 125. maddesi 'idarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır' hükmünü amirdir. Hak arama özgürlüğünün idari yargı açısından en önemli dayanağını hukuk devleti anlayışının zorunlu bir unsuru olarak 'idarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yoluEsas Sayısı : 2006/23 Karar Sayısı : 2010/27 4 açıktır' ilkesi oluşturmaktadır. Bu ilke idarenin hukuka uygunluğunun en etkin denetim biçiminin ancak yargısal denetim ile sağlanabileceği düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Anayasa ile yargısal denetim unsuruna çeşitli sınırlamalar getirilmekteyse de yargı denetiminin gerçekten etkili ve verimli olabilmesi için, yürütme organının bütün işlemlerini kapsaması ve yargı yolunun açıklığının görünüşte değil gerçekte açık olması gerekmektedir. Yasayla vergi, resim, harç ve benzeri mali yükümler ve bunların zam ve cezalarına karşı açılan davalara bakmakla özel görevli ve yetkili vergi mahkemeleri kurulmuşsa da, görev ayrımının çoğu zaman yeterli hukuk bilgisine sahip olmayan vatandaşlarca tam olarak bilinememesi hatta yargı yerlerince dahi (örneğin toplu konut fonundan dolayı ortaya çıkan uyuşmazlığı çözümleyecek idari yargı yerinin idare mahkemesi mi' yoksa vergi mahkemesi mi' olması gerektiğine ilişkin Danıştay İçtihatları Birleştirme Kurulunun 22.05.2003 tarih ve E:2003/l, K:2003/l sayılı kararında olduğu gibi) kolayca ortaya konulmasının zor olması ve vatandaşlar arasında idari yargı yerleri olarak ismi nedeniyle idare mahkemelerinin tanınması ve bilinmesi nedeniyle vergi mahkemelerinde açılması gerekli olan davalar dava açma süresinin altmış gün olduğu zannedilerek idare mahkemelerinde açılmakta bu halde idare mahkemelerinden görev ret kararı ile gelen davalarda vergi mahkemelerinde otuz günlük dava açma süresi geçirildiğinden bahisle süre ret kararları verilmesine (örneğin benzer bir olayda vergi mahkemesinde açılması gerekirken idare mahkemesinde açılan davada Ordu İdare Mahkemesinin görev ret kararı ile Ordu Vergi Mahkemesine gelen davada bu Mahkemenin 12.06.2000 tarih ve E:2000/165, K:2000/133 sayılı kararıyla davanın süreden reddine karar verilmiş ve bu karar Danıştay 7. Dairesinin 14.11.2002 gün ve E:2000/3122, K:2002/3578 sayılı kararıyla onanarak kesinleşmiştir.) sebebiyet vermekte bu ise telafi edilmesi mümkün olmayan hak kayıplarına yol açmakta, yargı yolu açıklığı ilkesi önünde engel oluşturmaktadır. VI YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI TALEBİ: Anayasanın 152. maddesi 'Bir davaya bakmakta olan mahkeme, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır. ' Anayasa Mahkemesi, işin kendisine gelişinden başlamak üzere beş ay içerisinde kararını verir ve açıklar. Bu süre içerisinde karar verilmezse mahkeme davayı yürürlükteki kanun hükümlerine göre sonuçlandırır. Ancak, Anayasa Mahkemesinin kararı, esas hakkındaki karar kesinleşinceye kadar gelirse, mahkeme buna uymak zorundadır...' hükmünü amirdir. Anayasanın 153. maddesi ise 'Anayasa Mahkemesi kararları kesindir. İptal kararları gerekçesi yazılmadan açıklanamaz. ' Kanun, kanun hükmünde kararname veya Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğü ya da bunların hükümleri, iptal kararlarının Resmi Gazetede yayımlandığı tarihte yürürlükten kalkar' 'Esas Sayısı : 2006/23 Karar Sayısı : 2010/27 5 İptal kararları geriye yürümez. '' hükmünü amirdir. Anayasanın bu hükümlerine göre mahkemeler itiraz yoluyla Anayasa Mahkemesine başvurduklarında davanın görüm ve çözümünü Anayasa Mahkemesinin gerekçeli kararının Resmi Gazetede yayımlanmasına kadar bekletmekte, ancak bu bekleme süresi her halükârda beş ayı geçememektedir. Ancak, Anayasa Mahkemesinin iş yoğunluğu nedeniyle başvurular beş ay içerisinde sonuçlandırılamamakta hatta çeşitli davalarda 4 5 yıla kadar uzayabilmektedir. Bu da (idari yargıda süre ret kararlarının ilk inceleme konuları arasında yer alması nedeniyle kısa süre içerisinde karar verildiği ve gerek itiraz merci bölge idare mahkemelerinde gerekse temyiz mercî Danıştayda kısa süre içerisinde karar verilerek kesinleştiği dikkate alındığında) gerek üzerinden Anayasa Mahkemesine başvurulan davanın gerekse benzer durumdaki davaların belki de Anayasaya aykırı olan mevcut yasal düzenlemeye göre çözümlenmesine sebebiyet vermektedir ki, bu hukuk devletine yakışan bir olgu değildir. Bu nedenlerle, itiraza konu yasal düzenlemenin Anayasaya aykırılığı ve gerek görülmekte olan davası üzerinden Anayasa Mahkemesine başvurulan davacıyı gerekçe benzer durumda olan diğer kişileri telafisi güç veya imkansız zararlara uğratacağı yolunda ciddi kanaat oluştuğundan itirazda yürürlüğün durdurulması isteminde bulunulması gerekmiştir. SONUÇ:Yukarı da açıklanan nedenlerle, Mahkememizde görülmekte olan davada uygulanacak kural olan idari yargı yerlerinde dava açma süresini düzenleyen kurallar arasında yer alan 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 7/1. maddesindeki 'vergi mahkemelerinde otuz gündür' şeklindeki hükmün 2709 Sayılı Kanun Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 2, 5, 10, 36 ve 125. maddelerine aykırılığından bahisle Anayasanın 152. maddesi uyarınca itiraz yoluyla iptali ve yürürlüğünün durdurulması istemiyle Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, bu davanın görüm ve çözümünün Anayasa Mahkemesinin başvuru hakkındaki kararına kadar bekletilmesine, bekleme süresinin her halükarda başvuru kararının Anayasa Mahkemesi kayıtlarına girdiği tarihten itibaren beş ayı geçmemesine 27.12.2005 tarihinde oybirliği ile karar verildi.'"
1,796
Esas Sayısı : 2005/116 Karar Sayısı : 2009/27 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: "Her ne kadar sanık hakkında iddianameyle 5237 Sayılı Türk Ceza Yasası'nın 53. maddesinin uygulanması sehven istenmemişse de; maddenin açık hükmünden kasıtlı bir suçtan dolayı hapis cezasına mahkumiyetin yasal sonucu olarak maddenin 1. fıkrasında 5 bent halinde sayılan haklardan sanığın yoksun bırakılacağı belirtilmiştir. İddianamede sanık hakkında uygulanması istenen tüm sevk maddelerinin de kasıtlı suçlara ait ve hapis cezası sonucunu doğuran maddeler olduğu, bu itibarla sevk maddeleri uyarınca sanığın cezalandırılması yoluna gidildiğinde, 5237 Sayılı Türk Ceza Yasası'nın 53. maddesinin uygulanmasında zorunluluk bulunduğu, sanık hakkında verilen sonuç cezanın ertelenmesine karar verilmesi halinde de (sanığın geçmiş sabıkasına esas hapis cezasının 3 ay olduğu ve ertelemeye ilişkin 5237 Sayılı Türk Ceza Yasası'nın 51/1 a maddesi uyarınca da ertelemeye engel teşkil etmediği anlaşıldığından); iptali istenen 5237 Sayılı Türk Ceza Yasası'nın 53. maddesinin 3. fıkrasının son cümlesinin de sanık hakkında uygulanması ihtimalinin bulunduğu anlaşılmıştır. Nitekim bu nedenle de 20.09.2005 tarihli 3 nolu duruşma ara kararında da bu maddeden ötürü sanığa Anayasa Mahkemesi'nin kararından sonra ek savunma hakkı tanınması hususunun düşünülmesine karar verilmiştir. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nce 26.09.2004 tarihinde kabul edilip 12 Ekim 2004 tarih ve 25611 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan ve 01.06.2005 tarihinde yürürlüğü giren 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu'nun 53. maddesi ve gerekçesi aşağıdaki gibidir. 'İşlediği suç dolayısıyla toplumda kişiye karşı duyulan güven sarsılmaktadır. Bu nedenle, suçlu kişi özellikle güven ilişkisinin varlığını gerekli kılan belli hakları kullanmaktan yoksun bırakılmaktadır. Madde metninde, işlediği suç dolayısıyla kişinin hangi hakları kullanmaktan yoksun bırakılacağı belirlenmiştir. Ancak bu hak yoksunluğu süresiz değildir. Cezalandırılmakla güdülen asıl amaç, işlediği suçtan dolayı kişinin etkin pişmanlık duymasını sağlayıp tekrar topluma kazandırılması olduğuna göre, suça bağlı hak yoksunluklarının da belli bir süreyle sınırlandırılması gerekmiştir. Bu nedenle, madde metninde söz konusu hak yoksunluklarının mahkûm olunan cezanın infazı tamamlanıncaya kadar devam etmesi öngörülmüştür. Böylece, kişi mahkûm olduğu cezanın infazının gereklerine uygun davranarak bunun tamamlanmasıyla kendisinin tekrar güven duyulan bir kişi olduğu konusunda topluma da bir mesaj vermektedir. Bu bakımdan hak yoksunluklarının en geç cezanın infazının tamamlanması aşamasına kadar devam etmesi, suç ve ceza politikasıyla güdülen amaçlara daha uygun düşmektedir. Bu sistemde süresiz bir hak yoksunluğu söz konusu olmadığı için, yasaklanmış hakların geri verilmesinden artık söz edilemeyecektir. Maddenin üçüncü fıkrasında mahkûm olduğu hapis cezası ertelenen veya koşullu salıverilen hükümlünün kendi altsoyu üzerindeki velayet, vesayet ve kayyımlık yetkilerini kullanabileceği belirtilmiştir. Ayrıca, dördüncü fıkrada, kısa süreli hapis cezası ertelenmiş veya fiili işlediği sırada onsekiz yaşını doldurmamış olan kişiler hakkında mahkûm oldukları cezaya bağlı herhangi bir hak yoksunluğunun doğmadığı hüküm altına alınmıştır.Esas Sayısı : 2005/116 Karar Sayısı : 2009/27 2 Maddenin beşinci fıkrasında, belli bir hak ve yetkinin kötüye kullanılması suretiyle işlenen kasıtlı suçlar dolayısıyla mahkûmiyet hâlinde, mahkûm olunan cezanın infazından sonra da etkili olmak üzere bu hak ve yetkinin kullanılmasının yasaklanmasına ayrıca hükmedilmesi öngörülmüştür. Bu durumda mahkemenin belli bir hak ve yetkiyle ilgili olarak vereceği yasaklama kararı bir güvenlik tedbiri niteliği taşımaktadır. Altıncı fıkrada, belli bir meslek veya sanatın ya da trafik düzeninin gerektirdiği dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla işlenen taksirli suçtan mahkûmiyet hâlinde, yine güvenlik tedbiri olarak, belli bir süre için bu meslek veya sanatın icrasının yasaklanmasına ya da sürücü belgesinin geri alınmasına karar verilebileceği öngörülmüştür. 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu'nun 53. maddesinin 1. fıkrasında işlemiş olduğu bir suçtan dolayı hapis cezasına mahkum olan bir kimsenin fıkrada bentler halinde belirtilen bir kısım medeni hakları kullanmaktan mahrum bırakılacağı düzenlenmiştir. Bu maddenin (a) ve (e) bentlerinde kişinin çalışma yaşamı ile ilgili olan kısıtlamalar açıklanmıştır.' Buna göre düzenlemenin (a) bendine göre; "Sürekli, süreli veya. geçici bir kamu görevinin üstlenilmesinden.; bu kapsamda, Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeliğinden veya. Devlet, il, belediye, köy veya bunların denetim ve gözetimi altında bulunan kurum ve kuruluşlarca verilen, atamaya veya seçime tâbi bütün memuriyet ve hizmetlerde istihdam edilmekten" (e) bendinde ise; "Bir kamu kurumunun veya kamu kuruma niteliğindeki meslek kuruluşunun iznine tâbi bir meslek veya sanatı, kendi sorumluluğu altında serbest meslek erbabı veya tacir olarak icra etmekten" kişinin yoksun bırakılacağı düzenlenmiştir. (a) bendine göre hak yoksunluğuna cezasına tabi olacak bir sanığın bir devlet memuru veya kamu görevlisi olması halinde maddenin 2. fıkrasında da belirtildiği gibi mahkûm olduğu hapis cezasının infazı tamamlanıncaya kadar bu görevini devam ettiremeyeceği kısacası geçimi sağlamak için işine devam edemeyeceği açıkça anlaşılmaktadır. Yine aynı fıkranın (e) bendine göre de bir avukat, eczacı veya bir doktorun benzer şekilde geçimi sağlamak için işine devam edemeyeceği anlaşılmaktadır. Bu her iki düzenlemeden, işledikleri suç nedeniyle yasa karşısında aynı hukuki konumda bulunan, toplumun değişik sosyal sınıf ve konumlarına ait kişilerin iş yaşamları ile ilgili çeşitli yoksunluklara tabi kılınacakları yönünde bir düzenleme olduğu anlaşılmaktadır. Ancak aynı maddenin 3. fıkrasının 2. cümlesinde mahkûm olduğu hapis cezası ertelenen hükümlü hakkında birinci fıkranın (e) bendinde söz konusu edilen hak yoksunluğunun uygulanmamasına karar verilebilir, hükmüne yer verilmiştir. Mevcut bu hüküm karşısında 5237 Sayılı Türk Ceza Kanunu'nun 51. maddesi hükümleri uyarınca cezası ertelenen bir kimse hakkında bir kamu kurumunun veya kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşunun iznine tâbi bir meslek veya sanatı, kendi sorumluluğuEsas Sayısı : 2005/116 Karar Sayısı : 2009/27 3 altında serbest meslek erbabı veya tacir olarak icra etmekten yoksun bırakılmayabilecekleri hüküm altına alınmış ancak aynı fıkranın (a) bendi için benzer bir düzenleme getirilmemiştir. Bu düzenlemeye göre örneğin; aynı suçu işleyen birisi hazine vekili olarak çalışan diğeri serbest avukatlık yapan iki avukat hakkında 5 ay hapis cezası mahkumiyeti verilip de, bu cezalar 5237 Sayılı Türk Ceza Kanunu'nun 51. maddesi hükümleri uyarınca ertelendiğinde ve her iki sanık hakkında da 53. maddenin 3. fıkrasının 2. cümlesi uyarınca 53. maddenin 1. fıkrasının (e) bendinin uygulanmamasına karar verildiğinde; serbest çalışan avukatın mesleki faaliyetlerine devam edip, geçimini sağlayabileceği ancak devlet memuru olan hazine vekili avukatın ceza süresi boyunca işine devam edemeyeceği, bu süre zarfında maaş ve diğer özlük haklarından mahrum kalacağı, 657 Sayılı Yasa'da düzenlenen engelleyici hükümler uyarınca da bu süre zarfında serbest olarak avukatlık mesleğini de icra edemeyeceği dolayısıyla geçimini sağlamada bir müşkülata düşeceği açıktır. Aynı mesleğe mensup, aynı suçu işlemiş ve aynı cezalara mahkum olmuş bu iki sanıktan serbest olarak çalışan avukatın iş yaşamında hiçbir değişiklik olamaz iken kamusal görev icra eden ve bu bağlamda serbest çalışan emsallerine göre sınırlı mali ve özlük haklara sahip olan hazine vekiline geçimini sağlama ve çalışma imkanı verilmemiştir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın Çalışma Ve Sözleşme Hürriyeti başlıklı 48. maddesini 1. fıkrası "Herkes, dilediği alanda çalışma ve sözleşme hürriyetlerine sahiptir. Özel teşebbüsler kurmak serbesttir." Hükmünü içermektedir. Yine Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın Temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması başlıklı 13. maddesi Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ölçülülük ilkesine aykırı olamaz. Hükmünü içermektedir. Anayasamızın yukarıda belirtilen çalışma özürlüğü yine Anayasamızın 13. maddesinde belirlenen şart ve gereklere uygun olarak 5237 Sayılı Türk Ceza Kanunu'nun 53. maddesi ile kısıtlanmıştır. Söz konusu bu kısıtlamanın bu bağlamda Anayasaya aykırılığından söz edilemez ise de; aynı maddenin 3. fıkrasının 2. cümlesiyle benzer durumda bulunan kişiler arasında bir eşitsizlik yaratılmış olmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın Kanun önünde eşitlik başlıklı 10. maddesi Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.Esas Sayısı : 2005/116 Karar Sayısı : 2009/27 4 Demektedir. Yukarıda belirtilen olay ve gerekçelerden 5237 Sayılı Türk Ceza Kanunu'nun 53. maddesinin 3. fıkrasının 2. cümlesi ile kamusal alanda görev yapan yurttaşların, bu maddenin uygulanması sırasında diğer yurttaşlardan daha zor bir durumda kalacak bir sınırlamaya maruz bırakılmışlardır. Anayasa Mahkemesi'nin yerleşmiş kararlarına, göre, yasa önünde eşitlik, herkesin her yönden aynı kurallara bağlı olacağı anlamına gelmez. Eşitlik ilkesi; birbiriyle aynı durumda olanlara ayrı kuralların uygulanmasını veya uygulanan aynı kurallar sonucu farklı sonuçlar yaratılmasını yasaklar. Kişisel nitelikleri ve durumları özdeş olanlar arasında, yasalara konulan kurallarla değişik uygulama yapılması Anayasanın amaçladığı hukuksal eşitlik ilkesine açık aykırılık oluşturmaktadır. Zaten Anayasa eylemli değil, hukuksal eşitliği tanımlamaktadır. Yoksa, bazı yurttaşların haklı bir nedene dayanarak değişik kurallara bağlı tutulmaları eşitlik ilkesine aykırılık oluşturmaz. Eşitlik ilkesinin Anayasamızın özüne ve ruhuna hakim olan ilkelerden bulunduğu kuşkusuzdur. Bu bağlamda 5237 Sayılı Türk Ceza Kanunu'nun 53. maddesinin 8. fıkrasının 2. cümlesinin Temel hakların sınırlanmasının Anayasanın özüne ve ruhuna (ve o arada eşitliğe) aykırı olamayacağını belirten 13. maddesine ve yine kişilerin yasalar karşısında eşit olduklarını belirten 10. maddesine aykırı olduğu görüş ve kanısına varılmakla Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 152. maddesinin 1. fıkrası uyarınca, mahkememizce Anayasamızın 10. ve 13. maddesine aykırı olduğu düşünülen 5237 Sayılı Türk Ceza Kanunu'nun 53. maddesinin 3. fıkrasının 2. cümlesi hakkında Anayasa Mahkemesi Başkanlığı tarafından karar verilmesi talebiyle aşağıdaki şekilde hüküm kurulmuştur. HÜKÜM : Ayrıntısı ve yasal gerekçesi yukarıda açıklandığı üzere; 1. 5237 Sayılı Türk Ceza Kanunu'nun 53. maddesinin 3. fıkrasının 2. cümlesinin Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 10. ve 13. maddelerine aykırı olduğuna ve Anayasa Mahkemesi Başkanlığı'nın bu konuda vereceği karara kadar davanın geri bırakılmasına 2. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 152. maddesinin 1. fıkrası ve 2949 Sayılı Yasanın 28. maddesi uyarınca, mahkememizce Anayasamızın 10. ve 13. maddesine aykırı olduğu düşünülen 5237 Sayılı Türk Ceza Kanunu'nun 53. maddesinin 3. fıkrasının 2. cümlesi hakkında, Anayasa Mahkemesi Başkanlığı tarafından, iptal yönünde karar verilmesi istemiyle, gerekçeli kararımızla birlikte dosyanın onaylı bir suretinin T.C. Anayasa Mahkemesi Başkanlığı'na gönderilmesine...karar verildi""
1,525
Esas Sayısı : 1986/8 Karar Sayısı : 1986/17 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ : İtiraz yoluna başvuran Mahkemenin, davacı tarafından ileri sürülen Anayasaya aykırılık itirazını ciddi bulduğuna ilişkin 1985/1623 sayılı kararının gerekçesi aynen şöyledir: "... olayda uygulanacak 3151 sayılı Kanun'un Anayasa'nın "HERKES DİL, IRK, RENK, CİNSİYET, SİYASİ DÜŞÜNCE, FELSEFİ İNANÇ, DİN, MEZHEP vb. sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. "HİÇBİR KİŞİYE, AİLEYE, ZÜMREYE VEYA SINIFA İMTİYAZ TANINAMAZ. DEVLET ORGANLARI VE İDARE MAKAMLARI BÜTÜN İŞLEMLERİNDE KANUN ÖNÜNDE EŞİTLİK İLKESİNE UYGUN OLARAK HAREKET ETMEK ZORUNDADIR" diyen 10. maddesine aykırı olduğu, zira taşınmazın kiraya verilmesinde mülk sahibi özel şahısla mülk sahibi Belediye arasında fark olmaması zira kira tespit, artırma, tahliye veya taşınmaza zarar verilmesi durumlarında Belediye'nin de hakiki şahıs gibi hareket edebileceği aksi takdirde mülk sahipleri arasında ayrıcalık doğacağı açıktır. Böylece Belediyelerin kiraya verdikleri gayrimenkuller kamu malı hüviyetinde değildir. Kamu yararı dışında özel hukuk hükümleri tatbik edileceği hakiki ve hükmi şahıslar arasında bir fark yoktur. T.B.M.M. Başkanlığına 6570 sayılı Kanun'a ek geçici madde eklenmesine dair kanun teklifinin genel gerekçe kısmında; "...Belediyeler ve Özel İdareler'e ait gayrimenkullerin kira bedelleri emsallerine göre günümüz rayiçlerinin çok altında olup işletme ve amortisman masraflarını dahi karşılayamaz durumda sembolik bedellerle kirada bulunmaktadır. Yargı yoluna başvurmak suretiyle vaki kira parasını artırım talepleri Yargıtay özel dairesince benimsenen artırımda esas alınacak endeks uygulaması ilkesi uyarınca da emsal gayrimenkullerin rayici bedeller seviyesinde karara bağlanamamaktadır" demektedir. Bu gerekçeye göre, a) Birinci cümlede kira bedellerinin emsallerine göre rayiç altında olduğunu belirtmekte, bunun çözümünün yargı yoluna gidilerek kira tespit davası olduğunu hemen ikinci cümlede açıklamaktadır,öyleyse bu gerekçe yeterli değildir. b) İkinci cümlede yargı yoluna gitmenin kiraları istenen seviyeye çıkarmadığı ve bedelleri tatmin etmediğini vurgulamakta,dolayısiyle belediye, özel idare vs. kurumları koruyan kira bedellerinin artırımında tatminkâr olacak bir yol açılması amaçlanmaktadır. Kiraların düşüklüğü sebebiyle Belediye, Özel İdare ve tüm kurumlar gibi kirada evi olan hakiki şahıslarda mağdur durumda oldukları, enflasyon hızı dikkate alındığında açıkça ortadadır. Ancak bunların içinde sadece Belediye, Özel İdare vs. kurumları çekip almak, belli imkanlar sağlamak, aynı durumda olan mülk sahibi vatandaşı o mağduriyete bırakmak Anayasa'mızın kanun önünde eşitlik ilkesini zedeleyen açık örnektir.Esas Sayısı : 1986/8 Karar Sayısı : 1986/17 2 Bunlara karşılık Türkiye şartlarında artış hızı dikkate alınarak kirada bir evi olan şahıs bu evini 10 sene önce kiraya vermişse bu şahsa aynı hak verilerek kira mukavelesini feshetme hakkı verilmezken Belediyelere bunun verilmesi kanun önünde eşitlik ilkesine ters düştüğü açıkça ortadadır. SONUÇ : Anayasa'nın 152. maddesinin verdiği yetkiye istinaden 6570 sayılı Kanun'un ek geçici madde eklenmesine dair 3151 sayılı Kanun'un Anayasa'nın 10 uncu maddesine aykırı olması nedeniyle İPTALİNE karar verilmesi itirazen arz olunur.""
419
Esas Sayısı : 2017/173 Karar Sayısı : 2017/159 1 Mahkememizin E:2016/1316 sayılı dosyası üzerinden yürütülen davada, davacı şirketler tarafından oluşturulan ortak girişimin yüklenicisi olduğu, 2016 yılında Ücretsiz Ders Kitabı Temini ve Dağıtımı Projesi İşine ait ihale kararı ve sözleşmeye ilişkin olarak 29.06.2016 ve 11.07.2016 tarihlerinde tahsil edilen toplam 449.998,21 TL damga vergisinin, yüklenilen işin döviz kazandırıcı faaliyet kapsamında damga vergisinden istisna edildiği ileri sürülerek iadesi istemiyle açılan davada, uygulanması gereken 488 sayılı Damga Vergisi Kanunu'nun Ek 2. maddesinin değiştirilmesine dair 6728 sayılı Kanun'un yürürlük maddesi olan 76. maddesinin (c) ve (g) bendi hükümlerinin her ikisi bir arada değerlendirildiğinde, aleyhe olan kanun hükmünün geriye yürür şekilde uygulanmasının kabul edilmesi nedeniyle (c) bendi hükmünün Anayasaya aykırı olduğu kanaatine varılmıştır. Dava konusu uygulamanın dayanağı olan 488 sayılı Damga Vergisi Kanunu'nun olay tarihinde yürürlükte olan Ek 2. maddesi, 6728 sayılı Kanun ile değiştirilmiş son hâli ve itiraz konusu 6728 sayılı Kanun'un 76. maddesine aşağıda yer verilmiştir. 488 sayılı Damga Vergisi Kanunu: Ek Madde 2 – (Ek: 25/12/2003 5035/28md.) (Olay tarihinde yürürlükte olan şekli) Döviz kazandırıcı faaliyetlere ilişkin işlemlerle ilgili olarak düzenlenen kâğıtlar damga vergisinden müstesnadır. Döviz kazandırıcı faaliyetlerin kısmen veya tamamen gerçekleştirilmemesi halinde, gerçekleşmeyen kısma ait alınmayan damga vergisi, mükelleflerden, 213 sayılı Vergi Usul Kanunu hükümlerine göre ceza ve gecikme faizi ile birlikte geri alınır. Yukarıda belirtilen hususlarda damga vergisi istisnası uygulamak suretiyle işlem yapan kuruluşlar, istisnaya konu işlemin mahiyeti ile alınmayan vergi tutarını, işlemin yapıldığı tarihi takip eden otuz gün içinde ilgililerin gelir veya kurumlar vergisi bakımından bağlı bulunduğu vergi dairesine bildirmeye mecburdurlar. Döviz kazandırıcı faaliyetin gerçekleşmediğinin tespit edildiği tarihi takip eden otuz gün içinde, bu durumu vergi dairesine bildirmeyen kuruluşlar damga vergisi, ceza ve gecikme faizinin ödenmesinden ilgililerle birlikte müteselsilen sorumludurlar. Bu maddenin uygulanması bakımından döviz kazandırıcı faaliyetlerin neler olduğu ve bu maddenin uygulanmasına ilişkin usul ve esaslar Maliye Bakanlığı ile Dış Ticaret Müsteşarlığı tarafından birlikte tespit edilir. 488 sayılı Damga Vergisi Kanunu: (Halen yürürlükte olan şekli) Ek Madde 2 – (Ek: 25/12/2003 5035/28 md.; Değişik: 15/7/2016 6728/27 md.) 1. İhracat ve ihracata ilişkin olduğunun tevsiki kaydıyla aşağıda sayılan işlemler nedeniyle düzenlenen kâğıtlar (gümrük idarelerine verilen beyannameler dâhil) damga vergisinden müstesnadır. a) İhracat karşılığı yapılacak ödemeler (ihracatın finansmanında kullanıldığının tevsiki kaydıyla prefinansman, Destekleme ve Fiyat İstikrar Fonu çerçevesinde yapılan ödemelereEsas Sayısı : 2017/173 Karar Sayısı : 2017/159 2 ilişkin taahhütnameler ile temliknameler ve Sosyal Güvenlik Kurumu prim borçları ile genel bütçeli idarelere olan borçların mahsubu dâhil). b) İhracattan doğan alacağın ihracatçı tarafından temliki. c) İhracat bağlantıları için düzenlenecek anlaşmalar. ç) Transit ticarete konu malın satın alınması ve satılması. d) Tedarik edildikleri şekliyle ihraç edilmek üzere mal alımı. e) 27/10/1999 tarihli ve 4458 sayılı Gümrük Kanununun 131 inci maddesine istinaden ithalat vergilerinden tam muafiyet suretiyle geçici ithalat rejimine tabi ambalaj malzemesi ithali ile kati ihraç edilen mallara ait ambalaj malzemesinin geçici ihracı ve ithali. f) Dahilde işleme izni kapsamında iznin geçerli olduğu süre içerisinde yapılan ithalat. g) Dahilde İşleme İzin Belgesi kapsamında belgenin geçerli olduğu süre içerisinde yapılan ithalat veya yurt içi alımlar. ğ) Gerçekleştirilen mamul ürün ihracatı karşılığı olarak bu ürünlerin üretiminde kullanılan girdilerin Toprak Mahsulleri Ofisinden veya Şeker Kurumunca tespit edilen şeker fabrikalarından alımı. 2. Vergi, Resim, Harç İstisnası Belgesine bağlanan aşağıda sayılan diğer döviz kazandırıcı faaliyetlere ilişkin işlemler nedeniyle, belgenin geçerlilik süresi içerisinde belgede yer alan tutarla sınırlı olmak kaydıyla, düzenlenen kâğıtlar damga vergisinden müstesnadır. a) Kalkınma Bakanlığınca yayımlanan cari yıl yatırım programında yer alan yatırımlardan ve Millî Savunma Bakanlığı, Jandarma Genel Komutanlığı ve Sahil Güvenlik Komutanlığının bu programda yer almayan kamu yatırımlarından uluslararası ihaleye çıkarılanların ihalesini kazanan veya yabancı para ile finanse edilenlerin yapımını üstlenen ana yüklenici firmaların (alt yükleniciler hariç); i) Tam mükellef olması hâlinde, uluslararası ihalelerde tamamı üzerinden, yabancı para ile finanse edilenlerde ise yabancı paraya isabet eden oranda yapacakları teslim, hizmet ve faaliyetler ile tam mükellef imalatçı firmaların, bahse konu işte kullanılmak üzere bu işin yapımını yüklenen firmaya üreterek yapacakları mal ve malzeme ile hizmet satış ve teslimleri, ii) Dar mükellef olması hâlinde, söz konusu firmanın bu işte kullanacağı mal ve malzemeyi üreten tam mükellef imalatçı firmaların (işi taahhüt eden firmalar dâhil) yapacakları satış ve teslimleri, iii) Tam ve dar mükellef firmaların ortaklığı hâlinde, tam mükellef firmaya kendi faaliyeti oranında, diğer firmaya ise (ii) alt bendi çerçevesinde tam mükellef firmaların üreterek yapacakları satış ve teslimleri, iv) Yukarıda belirtilen (i), (ii) ve (iii) alt bentleri çerçevesinde proje sahibi kamu kurumları ile bu projeleri üstlenen firmalara proje süresince yapılacak teknik müşavirlik, mühendislik ve benzeri hizmet satışları.Esas Sayısı : 2017/173 Karar Sayısı : 2017/159 3 b) i) Savunma Sanayii Müsteşarlığınca onaylanan savunma, güvenlik veya istihbarat alanları ile ilişkili projeleri üstlenmiş tam mükellef imalatçı firmalar ile savunma, güvenlik veya istihbarat alanlarında yapılacak araştırma ve geliştirme projelerini üstlenen tam mükellef imalatçı firmaların yapacakları satış ve teslimler ile bu satış ve teslimler sonrası doğan bakım ve onarım hizmetleri, ii) Savunma Sanayii Müsteşarlığınca savunma, güvenlik veya istihbarat alanları açısından önem arz ettiği belirtilen savunma, güvenlik ve istihbarata yönelik her türlü platform, sistem, yazılım, araç ve gereçlerini üreten tam mükellef imalatçı firmalar ile savunma, güvenlik veya istihbarat alanlarında yapılacak araştırma ve geliştirme projelerini üstlenen tam mükellef imalatçı firmaların ülkenin savunma, güvenlik veya istihbaratı ile ilgili kamu kurum ve kuruluşlarına yapacakları satış ve teslimler ile bu satış ve teslimler sonrası doğan bakım ve onarım hizmetleri, iii) Bu bendin (i) ve (ii) alt bentlerinde belirtilen firmalara, tam mükellef imalatçı firmaların üreterek yapacakları satış ve teslimleri, iv) Bu bendin (i) ve (ii) alt bentlerinde belirtilen işleri yüklenen firmanın dar mükellef firma olması hâlinde, tam mükellef imalatçı firmaların bu firmaya üreterek yapacakları satış ve teslimleri. c) Tam mükellef imalatçı firmaların, Ekonomi Bakanlığınca belirlenen yatırım malları listesinde belirtilen malları üreterek yapacakları satış ve teslimleri. ç) Tam mükellef imalatçı firmaların, Yatırım Teşvik Belgesi kapsamında monte edilmemiş haldeki aksam ve parçaları ithal edebilecek firmalara, ithal edebilecekleri bu aksam ve parçaları üreterek yapacakları satış ve teslimleri. d) Yap İşlet Modeli çerçevesinde yapılacak yatırım projelerini üstlenen tam mükellef firmaların yapacakları hizmet ve faaliyetleri. e) Kamu kurum ve kuruluşları tarafından uluslararası ihaleye çıkarılmış yurt içi veya yurt dışı () (1) taşıma işlerini yüklenen tam mükellef firmaların bu faaliyetleri.(1) f) Uluslararası yük ve yolcu taşımacılığından döviz olarak kazanılan bedellerin yurda getirilmesi kaydıyla kara, deniz veya hava ulaştırma hizmet ve faaliyetleri.(2) g) Yurt dışına yönelik olarak gerçekleştirilecek müteahhitlik, müşavirlik, yazılım ve mühendislik hizmetleri. ğ) Yabancı uyruklulara (diplomatik temsilcilikler ve mensupları dâhil), turistlere veya yurt dışında çalışan Türk vatandaşlarına ülkemizde bulundukları sürede, döviz karşılığı verilecek sağlık hizmetleri. h) Turizm müesseseleri ile seyahat acentelerinin yurt içindeki ve yurt dışındaki turizm faaliyetleri sırasında yaptıkları döviz karşılığı hizmet satışları. ı) Bedelleri döviz olarak alınmak kaydıyla yurt dışında yerleşik firmalar adına gerçekleştirilen bakım ve onarım hizmetiyle, dış sefere çıkan Türk ve yabancı bayraklı gemi,Esas Sayısı : 2017/173 Karar Sayısı : 2017/159 4 uçak veya tırların bakımı ve onarımı, yenileme ve dönüşüm ile bakım, onarım, yenileme ve dönüşüm kapsamında gerçekleştirilen mal (yakıt ve madeni yağlar hariç) ve hizmet satışları. i) Tam mükellef firmalarca, ihraç ürünlerimizin pazarlanması amacıyla yurt dışında mağaza açılması veya işletilmesi. j) Kamu kurum ve kuruluşlarınca uluslararası ihaleye çıkarılan maden havzalarından rödövans karşılığında maden çıkarımı ve işletmesiyle ilgili üretim faaliyetleri. k) Yurt içinde yerleşik haber ajanslarınca, yurt dışındaki yayın organlarına görüntülü veya görüntüsüz haber satışları. l) Kamu kurum ve kuruluşlarınca uluslararası ihaleye çıkarılan ve Ekonomi Bakanlığı tarafından belirlenen yatırım malları, sınai mamuller ve yazılım hizmetlerine yönelik ihaleleri kazanan tam mükellef imalatçı firmaların üreterek yapacakları satış ve teslimleri. m) İkili veya çok taraflı uluslararası anlaşma hükümlerine göre yurt içinde bulunan yabancı kuruluşların yurt dışından getirme imkanına sahip bulundukları sınai mamulleri teslim eden tam mükellef imalatçı firmalar ile uluslararası kuruluşlar, yabancı ülke temsilcilikleri ve kuruluşlarına ait tesislerin yapımını ve onarımını üstlenen tam mükellef müteahhit firmaların faaliyet ve teslimleri. n) İkili veya çok taraflı uluslararası anlaşmalar kapsamında Türkiyede gerçekleştirilen projeleri üstlenen kurum, kuruluş veya şirketler (bunlar tarafından yurt içinde projenin yürütülmesi amacıyla kurulan veya ortaklık gerçekleştirilen şirketler dâhil) tarafından proje kapsamında verilen yapım ve teslim işlerini yüklenen firmaların (alt yükleniciler hariç); (3) ––––––––––––––––– (1) 18/1/2017 tarihli ve 6770 sayılı Kanunun 2 nci maddesiyle bu bentte yer alan münhasıran yük ibaresi madde metninden çıkarılmıştır. (2) 18/1/2017 tarihli ve 6770 sayılı Kanunun 2 nci maddesiyle bu bentte yer alan yük taşımacılığından döviz olarak kazanılan navlun bedellerinin ibaresi yük ve yolcu taşımacılığından döviz olarak kazanılan bedellerin şeklinde değiştirilmiştir. (3) 15/7/2016 tarihli ve 6728 sayılı Kanunun 76 ncı maddesiyle, bu bendin hükümlerinin 6728 sayılı Kanunun yayımı tarihi olan 9/8/2016dan sonra yapılan proje ve işlere uygulanmak üzere yayımı tarihinde yürürlüğe gireceği hüküm altına alınmıştır. i) Tam mükellef olması halinde, bunların yapacakları teslim ve hizmetleri ile tam mükellef imalatçı firmaların bu firmalara üreterek yapacakları satış ve teslimleri, ii) Tam ve dar mükellef firmaların ortaklığı şeklinde olması hâlinde, tam mükellef firmanın ortaklığı oranında gerçekleştireceği teslim ve hizmetleri ile tam mükellef imalatçı firmaların bu firmalara üreterek yapacakları satış ve teslimleri. o) Kamu özel iş birliği kapsamında tesis yapımı ve yenilenmesi işlerini üstlenen tam mükellef firmaların yapacakları hizmet ve faaliyetleri. (1)Esas Sayısı : 2017/173 Karar Sayısı : 2017/159 5 3. Vergi, Resim, Harç İstisnası Belgesi almak amacıyla proje formu ekinde verilecek taahhütnameler ile bu maddenin (2) numaralı fıkrasının (a), (b), (d), (e), (g), (j), (l) ve (o) bentlerinde sayılan işlem ve faaliyetlere ilişkin sözleşme safhasından önceki teminatlar ve ihale kararlarına belge aranmaksızın resen damga vergisi istisnası uygulanır. Belge sahibi firmaların belge konusu işe ilişkin mal, malzeme veya hizmet temin ettiği kişi ve kurumlarla yapacağı işlemler nedeniyle düzenlenen kâğıtlara damga vergisi istisnası uygulanması için, her iki işlem tarafının da o işle ilgili olarak düzenlenmiş belgeye sahip olması şarttır. 4. Bu maddenin uygulamasında; Uluslararası ihale: Kamu kurum ve kuruluşları tarafından yerli ve yabancı firmaların ayrı ayrı veya birlikte iştirakine açık olarak çıkılan ve yabancı firmalarca da teklif verilen ihaleyi, Vergi, Resim, Harç İstisnası Belgesi: Döviz kazandırıcı faaliyetleri teşvik etmek amacıyla damga vergisi istisnası uygulanabilmesi için alınması ve ibraz edilmesi gereken, vergiye tabi kâğıdın düzenlendiği tarihte geçerli Ekonomi Bakanlığınca düzenlenen belgeyi, ifade eder. Bu maddede geçen tam ve dar mükellefiyetin kapsamı Gelir Vergisi Kanununa ve Kurumlar Vergisi Kanununa göre tayin ve tespit edilir. 5. Bu maddede sayılan işlem veya faaliyetlerin kısmen veya tamamen gerçekleştirilmemesi hâlinde, gerçekleşmeyen kısma ait alınmayan damga vergisi, mükelleflerden, 213 sayılı Vergi Usul Kanunu hükümlerine göre ceza ve gecikme faizi ile birlikte geri alınır. Bu madde kapsamında, damga vergisi istisnası uygulamak suretiyle işlem yapan kuruluşlar, istisnaya konu işlemin mahiyeti ile alınmayan vergi tutarını, işlemin yapıldığı tarihi takip eden otuz gün içinde ilgililerin gelir veya kurumlar vergisi bakımından bağlı bulunduğu vergi dairesine bildirmeye mecburdurlar. Bu maddede sayılan işlem veya faaliyetlerin gerçekleşmediğinin tespit edildiği tarihi takip eden otuz gün içinde, bu durumu vergi dairesine bildirmeyen kuruluşlar damga vergisi, ceza ve gecikme faizinin ödenmesinden ilgililerle birlikte müteselsilen sorumludurlar. 6. Bu maddenin uygulanması bakımından; birinci ve ikinci fıkralarda yer alan döviz kazandırıcı faaliyetlere ilave olarak döviz kazandırıcı diğer faaliyetleri, belge kapsamında istisna uygulanacak işlem ve faaliyetlerin aşamaları ile diğer usul ve esasları belirlemeye Maliye Bakanlığı ile Ekonomi Bakanlığı birlikte yetkilidir. ––––––––––––––––– (1) 15/7/2016 tarihli ve 6728 sayılı Kanunun 76 ncı maddesiyle, bu bendin hükümlerinin 6728 sayılı Kanunun yayımı tarihi olan 9/8/2016dan sonra yapılan proje ve işlere uygulanmak üzere yayımı tarihinde yürürlüğe gireceği hüküm altına alınmıştır.Esas Sayısı : 2017/173 Karar Sayısı : 2017/159 6 6728 sayılı Yatırım Ortamının İyileştirilmesi Amacıyla Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun MADDE 76 Bu Kanunun; a) 12 nci maddesi yayımını izleyen ayın başında, b) 13 üncü, 39 uncu ve 40 ıncı maddeleri 1/1/2017 tarihinde, c) 27 nci maddesiyle 488 sayılı Kanunun değiştirilen ek 2 nci maddesinin (2) numaralı fıkrasının (n) ve (o) bendi hükümleri, bu Kanunun yayımı tarihinden sonra yapılan proje ve işlere uygulanmak üzere yayımı tarihinde, ç) 35 inci maddesiyle 492 sayılı Kanunun değiştirilen ek 1 inci maddesinin (2) numaralı fıkrasının (n) ve (o) bendi hükümleri, bu Kanunun yayımı tarihinden sonra yapılan proje ve işlere uygulanmak üzere yayımı tarihinde, d) 43 üncü maddesinin birinci fıkrasının (ç) bendiyle yapılan düzenlemenin birinci paragrafı ile 56 ncı maddesinin birinci fıkrasının (b) bendinin birinci alt bendi 2/8/2013 tarihinden itibaren yapılan işlemlere uygulanmak üzere yayımı tarihinde, e) 51 inci maddesiyle 5510 sayılı Kanunun 102 nci maddesine eklenen (n) bendi 1/1/2018 tarihinde, f) 62 nci maddesi 31/12/2017 tarihinde, g) Diğer hükümleri yayımı tarihinde yürürlüğe girer. Dava konusu uyuşmazlığa ilişkin mevzuatın tarihsel gelişimine aşağıda kısaca yer verilmiştir. Buna göre: Yatırımlarda ve döviz kazandırıcı faaliyetlerde damga vergisi ve harç istisnası uygulaması mevzuatımıza 10.12.1988 tarihli ve 3505 sayılı Kanun'un Geçici 2. maddesi ile girmiştir. Bu düzenlemeye göre; ihracat veya döviz kazandırma taahhüdünde bulunulan ve yatırım teşvik belgesine bağlanmış yatırımlar için alınan yatırım kredileri ile bu belge kapsamındaki şirket kuruluşu ve sermaye artırımı, gayrimenkullerin ve irtifak haklarının aynî sermaye olarak konulması halinde bunların şirket adına tapuya tescili işlemleri ve bu işlemlerle ilgili olarak düzenlenen kâğıtlar, 31.12.2003 tarihine kadar, 488 sayılı Damga Vergisi Kanunu'na göre damga vergisinden ve 492 sayılı Harçlar Kanunu'na göre harçlardan istisna edilmiştir. 3505 sayılı Kanun'la öngörülen istisna için yasa koyucu; ilki, yatırımın teşvik belgesine bağlanması; ikincisi ise, döviz kazandırma taahhüdünde bulunulmuş olması şeklinde iki koşul aramıştır. Söz konusu uygulama 31.12.2003 tarihi ile sınırlandırılmış ise de, 5035 sayılı Kanunla 488 sayılı Kanun'a eklenen Ek 2. madde ve 492 sayılı Kanun'a eklenen Ek 1. maddeyle, 3505 sayılı Kanun'un Geçici 2. maddesinde öngörülen istisna uygulamasının devamı öngörülmüş ve bu husus 5035 sayılı Kanun'un ilgili maddelerinin gerekçesinde açıkça ifade edilmiştir. 488 sayılı Kanun'un Ek 2. maddesinde, 15.07.2016 tarih ve 6728 sayılı Kanun'la yapılan değişiklik öncesindeki şeklinde, döviz kazandırıcı faaliyetlere ilişkin işlemlerle ilgili olarak düzenlenen kâğıtların damga vergisinden müstesna olduğu belirtildikten sonra, dövizEsas Sayısı : 2017/173 Karar Sayısı : 2017/159 7 kazandırıcı faaliyetlerin neler olduğunun ve uygulamaya ilişkin usul ve esasların Maliye Bakanlığı ile Dış Ticaret Müsteşarlığı tarafından birlikte tespit edileceği hükme bağlanmıştır. Maddenin verdiği yetkiye dayanılarak, 27.02.2004 tarih ve 25386 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan 1 seri nolu Döviz Kazandırıcı Faaliyetlerde Damga Vergisi ve Harç İstisnası Uygulaması Hakkında Tebliğ'in 3.2. Diğer Döviz Kazandırıcı Faaliyetler başlıklı bölümünün 3.2.1. maddesinde, yatırım programında yer alan kamu yatırımlarından uluslararası ihaleye çıkarılanların (yatırım programında yerli ve yabancı firmaların ayrı ayrı veya birlikte iştirakine açık olmak üzere) ihalesini kazanan veya yabancı para ile finanse edilenlerin yapımını üstlenen firmaların faaliyetleri döviz kazandırıcı faaliyetler arasında sayılırken, anılan maddede 05.12.2008 tarihli 27075 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan 4 seri nolu Döviz Kazandırıcı Faaliyetlerde Damga Vergisi ve Harç İstisnası Uygulaması Hakkında Tebliğ (Seri No:1)de Değişiklik Yapılmasına Dair Tebliğ'le yapılan değişiklikle; Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı'nca yayımlanan cari yıl yatırım programında yer alan kamu yatırımlarından uluslararası ihaleye çıkarılanların (Yerli ve yabancı firmaların ayrı ayrı veya birlikte iştirakine açık olmak üzere) ihalesini kazanan veya yabancı para ile finanse edilenlerin yapımını üstlenen firmaların faaliyetleri döviz kazandırıcı faaliyet sayılmış ve son olarak da, 21.03.2012 tarih ve 28240 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan Döviz Kazandırıcı Faaliyetlerde Damga Vergisi ve Harç İstisnası Uygulaması Hakkında Tebliğ (Seri No:1)de Değişiklik Yapılmasına Dair Tebliğ'le, Kalkınma Bakanlığı'nca yayımlanan cari yıl yatırım programında yer alan yatırımlardan ve Milli Savunma Bakanlığı, Jandarma Genel Komutanlığı ve Sahil Güvenlik Komutanlığının bu programda yer almayan kamu yatırımlarından uluslararası ihaleye çıkarılanların (yerli ve yabancı firmaların ayrı ayrı veya birlikte iştirakine açık olmak üzere) ihalesini kazanan veya yabancı para ile finanse edilenlerin yapımını üstlenen firmaların faaliyetleri döviz kazandırıcı faaliyet olarak kabul edilmiştir. 1 Seri Nolu Tebliğ'in 4. Uygulamaya İlişkin Esaslar başlıklı bölümünün 4.1. maddesinde ise, Tebliğin 3.2. maddesinde belirtilen diğer döviz kazandırıcı faaliyetler ile 3.1.8. maddesinde belirtilen faaliyetler için uygulanacak damga vergisi ve harç istisnasının; ilgili kuruluşlarca, bu konuda düzenlenmiş bulunan Vergi, Resim, Harç İstisnası Belgesi veya Dahilde İşleme İzin Belgesinin ibrazı üzerine, maddede açıklanan usul ve esaslar çerçevesinde başka bir belge aranmaksızın resen uygulanacağı belirtilmiş olup, böylece tebliğ hükümleriyle, damga vergisi istisnasından yararlanmak için ilgili faaliyetin döviz kazandırıcı faaliyet olması ve vergi resim harç istisnası belgesi veya dahilde işleme izin belgesinin ibrazı şartları öngörülmüştür. Damga vergisinden muafiyet için gerekli olduğu iddia edilen her iki şart; 1 Seri No.lu Döviz Kazandırıcı Faaliyetlerde Damga Vergisi Ve Harç İstisnası Uygulaması Hakkında Tebliğ ve bu Tebliğin değiştirilmesine ilişkin 4 ve 5 Seri No.lu Döviz Kazandırıcı Faaliyetlerde Damga Vergisi Ve Harç İstisnası Uygulaması Hakkında Tebliğler ile getirilmiştir. Ancak, bu genel tebliğlerin dayanağı ve damga vergisi istisnasının düzenlendiği 488 sayılı Kanun'un Ek 2. maddesinin 6728 sayılı Kanun değişikliği öncesindeki şeklinde, uluslararası ihaleleri kazanan yerli firmaların damga vergisi istisnası kapsamında olmaları yönünden bu şartların varlığı aranmamaktadır. Bu şekilde, söz konusu bu tebliğler ile kanunla verilen düzenleme yetkisi aşılmış olup, yasal düzenlemenin kapsamı daraltılmıştır. Kanuni düzenleme kapsamının bir genel tebliğ ile daraltılması ise kanunilik ilkesi ve normlar hiyerarşisine açıkça aykırıdır. Nitekim Danıştay'ın müstakar içtihatları ile de vurgulandığı üzere, söz konusu tebliğ hükmü dayanağı olan kanunlara ve hukuka açıkça aykırıdır. Aşağıda bir kısmı verilen Danıştay 9. Dairesinin 08.06.2015 tarih ve E:2014/ 4252, K:2015/6404 sayılı kararında da, idarenin genel tebliğe dayanarak davacı şirketi damga vergisinden muaf tutmamasının hukuka aykırı olduğu vurgulanmıştır:Esas Sayısı : 2017/173 Karar Sayısı : 2017/159 8 Oysa; 27.02.2004 tarih ve 25386 Sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan 1 seri numaralı Döviz Kazandırıcı Faaliyetlerde Damga Vergisi ve Harç İstisnası Uygulaması Hakkında Tebliğ ve 05.12.2008 tarih ve 27075 Sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 4 seri numaralı Döviz Kazandırıcı Faaliyetlerde Damga Vergisi ve Harç İstisnası Uygulaması Hakkında Tebliğ ile, yalnızca döviz kazandırıcı faaliyet türü belirlenmekle kalınmamış; ayrıca, döviz kazandırıcı faaliyetler için vergi istisnasının uygulanabilmesi için, söz konusu yatırımın, Devlet Planlama Müsteşarlığınca yayınlanan cari yıl yatırım programında yer alması gerektiği, bunun yanı sıra, ilgili kuruluşlarca, bu konuda düzenlenmiş bulunan vergi, resim ve harç istisnası belgesinin ibrazı üzerine re'sen uygulanacağı; söz konusu belgenin alınmasından önce veya belgenin geçerlilik süresinin dolmasından sonra belgeye bağlanan iş ile ilgili olarak yapılan işlemlere damga vergisi istisnası uygulanmayacağı yolunda düzenleme yapılmış olup; bu düzenleme kanunla verilen yetki aşılarak yapıldığından, hukuka aykırıdır. Bu durumda, her ne kadar Vergi Mahkemesince, ihalenin, Devlet Planlama Müsteşarlığınca yayınlanan yatırım programında yer almadığı ve vergi, resim, harç istisna belgesinin ibraz edilmediğinden bahisle, söz konusu istisnadan yararlanamayacağı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş ise de; Kanunda öngörülmeyen bir takım kayıt ve koşulların Genel Tebliğler ile getirilmesi suretiyle kanuni bir hakkın kullanılmasının engellenmesi mümkün olmadığından, uyuşmazlığın Kanun hükümleri ile Tebliğlerde belirtilen döviz kazandırıcı faaliyet türleri çerçevesinde incelenerek karar verilmesi gerekirken, yazılı gerekçeyle davanın reddine karar veren vergi mahkemesi kararında yasal isabet bulunmamaktadır. Bilahare Danıştay kararında bahsi geçen durumun ilk derece yargı mercileri tarafından benimsenmesi ve istikrarlı bir şekilde uygulanması neticesinde, kanun koyucu tarafından 488 sayılı Kanun'un Ek 2. Maddesi, 15.07.2016 tarih ve 6728 sayılı Yatırım Ortamının İyileştirilmesi Amacıyla Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un 27. maddesiyle değiştirilerek, Vergi, Resim, Harç İstisnası Belgesine bağlanan ve maddede sayılan döviz kazandırıcı faaliyetlere ilişkin işlemler nedeniyle, belgenin geçerlilik süresi içerisinde belgede yer alan tutarla sınırlı olmak kaydıyla, düzenlenen kâğıtlar damga vergisinden müstesna tutulmak suretiyle kanun hükmünün tebliğe uygun hale getirilmesi sağlanmış olup, anılan değişikliğin gerekçesinde de kanun koyucu; Damga Vergisi Kanunu'nun Ek 2. maddesinin verdiği yetkiye istinaden yayımlanan genel tebliğler çerçevesinde döviz kazandırıcı faaliyetlere ilişkin damga vergisi istisnası uygulanmakta olup, yargıya intikal eden hususlarda yargı mercilerince, döviz kazandırıcı faaliyetlerin tebliğle sınırlandırılamayacağı ve istisna uygulanması için 'Vergi, Resim, Harç İstisnası Belgesi' şartının getirilemeyeceği gerekçeleriyle, Kanun hükmünün uygulama usul ve esaslarına ilişkin genel tebliğlerdeki düzenlemelerin aksine karar verilmeye başlandığını ve bazı davalarda verilen kararların müstekar hale geldiğini; bu durumun, söz konusu istisna hükmünün kanun koyucunun amacına uygun uygulanamaması sonucunu doğurduğunu; yapılan düzenlemeyle, ihtilafların önlenmesini teminen ihracat ve diğer döviz kazandırıcı faaliyetler ile istisna uygulanmasının usul ve esaslarının kanun hükmüne alındığını belirtmiştir. Bu durumda 6728 sayılı Kanun'un 27. maddesi ile getirilen değişiklik öncesinde mahkemelerce kullanılan, kanunda öngörülmeyen bir takım kayıt ve koşulların Genel Tebliğler ile getirilmesi suretiyle kanuni bir hakkın kullanılmasının engellenmesinin mümkün olmadığı şeklindeki gerekçeye dayanılarak damga vergisinin iadesine karar verilmesinin önüne geçilmiştir.Esas Sayısı : 2017/173 Karar Sayısı : 2017/159 9 Ancak aynı kanunun yürürlük maddesi ile söz konusu değişikliğin geriye yürürlüğü olarak uygulanması kabul edilmiştir. Aşağıda açıklanacağı üzere, söz konusu kanun değişikliğinin, ilgililerin aleyhine düzenlemeler içermesi nedeniyle geriye yürür şekilde uygulanması Anayasa'ya ve hukuka aykırıdır. Nitekim kanunun yürürlük maddesi aynen şöyledir: 6728 SK (YÜRÜRLÜK MADDESİ) MADDE 76 – Bu Kanunun; .... c) 27 nci maddesiyle 488 sayılı Kanunun değiştirilen ek 2 nci maddesinin (2) numaralı fıkrasının (n) ve (o) bendi hükümleri, bu Kanunun yayımı tarihinden sonra yapılan proje ve işlere uygulanmak üzere yayımı tarihinde, .... g) Diğer hükümleri yayımı tarihinde, yürürlüğe girer. Bu maddeye göre 6728 sayılı Kanun'un 27. maddesiyle 488 sayılı Kanun'un değiştirilen ek 2. maddesinin (2) numaralı fıkrasının (n) ve (o) bendi hükümleri, bu Kanunun yayımı tarihinden sonra yapılan proje ve işlere uygulanmak üzere yayımı tarihinde, 488 sayılı Kanun'un değiştirilen ek 2. maddesinin (2) numaralı fıkrasının (n) ve (o) bendi hükümleri dışında kalan hükümleri ise yayımı tarihinde yürürlüğe girecektir. Ancak yürürlük maddesinde (n) ve (o) bendlerine ilişkin konulan bu Kanunun yayımı tarihinden sonra yapılan proje ve işlere uygulanmak üzere ifadesinin mefhumu muhalifinden, (n) ve (o) bendi dışında kalan bendlerinin bu Kanunun yayımı tarihinden önce yapılan proje ve işlere de uygulanmak üzere yayımı tarihinde yürürlüğe gireceği sonucuna varılmaktadır ki, bu durum anayasaya ve hukuka aykırıdır. Zira hukuka uygun olan durum, aleyhe düzenleme getiren bir kanun hükmünün yayımı tarihinde yürürlüğe girmesi ve yayımı tarihinden sonra yapılan iş ve işlemlere uygulanmasıdır. Ancak, aynı kanun hükmünün değişik bendleri için, bir kısmının yayımı tarihinden sonra yapılan proje ve işlere uygulanmak üzere yayımı tarihinde yürürlüğe gireceği belirtildiği halde, aleyhe düzenleme getiren diğer bendler için böyle bir ifadenin kullanılmaması halinde, buradan çıkarılması gereken sonuç, diğer bendlerin, kanunun yayımı tarihinden önce yapılan proje ve işlere de uygulanması gerektiğidir. Nitekim söz konusu kanun değişikliği Ankara Bölge İdare Mahkemesi tarafından da, belirttiğimiz şekilde geriye yürürlü olarak uygulanmış ve mahkememizde yürütülen yargılamanın konusu olan ihale, kanunun yürürlük tarihinden önce yapılmış olmasına rağmen, kanun hükmü geriye yürürlü olarak uygulanmak suretiyle mahkememizce verilen yürütmeyi durdurma kararının kaldırılmasına karar verilmiştir.Esas Sayısı : 2017/173 Karar Sayısı : 2017/159 10 Mahkememizin görüşüne göre ise, aleyhe düzenleme içeren kanunların geçmişe yürümezliği ilkesi gereği, bu değişiklik somut olaya uygulanamayacağı gibi, kanun koyucunun konuyu yasal düzenleme ile çözüme kavuşturma ihtiyacı üzerine 15.07.2016 tarihinde 488 sayılı Kanun'un Ek 2. maddesinde değişiklik yapılmış olması; döviz kazandırıcı faaliyetlerde vergi, resim harç, istisnası belgesinin ibraz edilmediğinden ve işin Kalkınma Bakanlığı'nın cari yıl yatırım programında yer almadığından bahisle tahsil edilen damga vergisinin yersiz olduğunu, işin yapıldığı tarihteki mevcut yasada dayanağı olmayan bir işlemin söz konusu olduğunu ve bu gerekçeyle mahkemelerce verilen, damga vergisinin iadesine dair kararların da isabetli olduğunu göstermektedir. Ayrıca, yapılan kanun değişikliğiyle kanun koyucu tarafından; değişiklikten önce damga vergisi istisnasının uygulanması için vergi, resim, harç istisnası belgesinin ibrazını ve ihalenin cari yıl yatırım programında yer almasını zorunlu kılan genel tebliğler ile kanunla tanınan yetkinin aşıldığı, genel tebliğlerle getirilen bu şartların hukuka açıkça aykırı olduğu zımnen kabul edildiği gibi, aynı gerekçelerle mahkemelerce verilen kararların isabetli olduğu da ortaya konulmuştur. İtiraz konusu hükmün başlıca iptal sebepleri ise şöyle sıralanabilir: A) Yürürlük maddesinin ortaya çıkardığı hukuki sonuç, devletin ekonomik hayata hukuka aykırı şekilde doğrudan müdahalesi anlamına gelmektedir: Şirketlerin, ihaleye girmesi ve ihalede teklif vermesi oldukça kapsamlı bir maliyet çalışmasıyla mümkün olabilmektedir. Bu kapsamda, arazi ve etüd çalışması, fiyat araştırması, iş kalemlerinin belirlenmesi gibi çalışmalar yapılmaktadır. Şirketler bu teknik hazırlık ve çalışmalar sonucunda tekliflerini vermektedirler. Bu maliyet hesabını yaparken de, ihaleye ilişkin idari şartnamelerde, ihalenin uluslararası ihale olduğunun ifade edilmesinden hareketle ve döviz kazandırıcı faaliyetlerin damga vergisinden müstesna olduğunu da dikkate alarak damga vergisi ödemelerini maliyet hesabına dahil etmemektedirler. Dolayısıyla 488 sayılı Kanun'un yürürlüğe girdiği 08.08.2016 tarihinden önce yapılan proje ve işlere, söz konusu kanunun değişiklik sonrası hükümlerinin uygulanması halinde, işle ilgili damga vergisi ödemeleri mali bir yük olarak yüklenici firmalar üzerinde kalacaktır. Bu durum, ticari hayata doğrudan müdahale anlamına geldiği gibi, Anayasa Mahkemesi tarafından da kabul edilen, belirlilik, öngörülebilirlik ve hukuki güvenlik ilkelerine de aykırılık teşkil etmektedir. B) Yüklenici firmalar tarafından, ihaleye ilişkin teklifler, ihale şartnamesinin ilgili hükmü gereği ihalenin uluslararası ihale olduğu ve istisna hakkı olduğu düşüncesi ile sunulmaktadır: Yüklenici firmalar ihale tekliflerini, ihale şartnamelerinde bu yolda açık hükme yer verilmesi nedeniyle, uluslararası ihale kapsamındaki işlerin damga vergisi istisnasına tâbi olduğunu ve nasıl olsa ödedikleri damga vergisini yargı yolu ile de olsa bir şekilde geri alabileceklerini düşünerek daha fazla kırım yaparak vermektedirler. Nitekim döviz kazandırıcı faaliyetlere ilişkin ihalelere ait idari şartnamelerde ihalenin yeterlik kriterlerini taşıyan yerli ve yabancı tüm isteklilere açık olduğu ifadesine yer verilmesi nedeniyle, ihale teklifi ve pazarlık aşamasında daha fazla kırım yaparak daha düşük teklif vermek zorunda kalmaktadırlar.Esas Sayısı : 2017/173 Karar Sayısı : 2017/159 11 Değişiklik öncesi uygulamada, 488 sayılı Damga Vergisi Kanunu'na aykırı olmasına rağmen ihalenin yapılmasından sonra sözleşme imzalanması için damga vergisinin ödenmesi zorunlu tutulduğundan, damga vergisini ödeyen yüklenici firmalar, bilahare ödedikleri damga vergisini yargı kararı ile geri alma yoluna gitmekteydiler. Bir önceki kısımda da belirtildiği üzere bu durum yüklenici firmalar için öngörülemeyen bir durum oluşturmakta, yasa ile tanınan hakkın yok sayılması anlamına gelmekte, bu nedenle hukuki güvenlik ve belirlilik ilkeleri ihlal etmekteydi. Aleyhe olan kanunların geçmişe yürümezliği ilkesi gereği, bu değişiklik somut olaya uygulanamayacağı gibi; yasal düzenlemenin sonradan yapılmış olması da, uyuşmazlık konusu damga vergisinin yersiz olduğunu ve o tarihteki mevcut yasada dayanağı olmayan bir işlemin söz konusu olduğunu göstermektedir. İtiraz konusu hükmün Anayasa'nın hangi maddelerine aykırı olduğuna ilişkin olarak: A) Anayasanın 2. maddesi yönünden: Anayasanın 2. maddesinde hukuk devleti ilkesi devletin temel niteliği olarak düzenlenmiş, bu ilke Anayasa Mahkemesi'nin yerleşik içtihatlarında eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, insan haklarına saygı gösteren, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı tutum ve davranışlardan kaçınan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlet olarak tarif edilmiştir. Hukuk devleti ilkesi ile bunun alt ilkelerinden olan belirlilik ve öngörülebilirlik ilkeleri uyarınca, yüklenici firmalar tarafından, kanun hükmü gereği damga vergisi istisnası kapsamına giren ve yargı kararlarıyla da bu durumun teyit edildiği bir ihalenin yapılmasından sonra, damga vergisi istisnasından yararlanılması
4,179
Esas Sayısı : 2003/66 Karar Sayısı : 2005/72 1 "... I İPTAL VE YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMLERİNİN GEREKÇESİ İptal ve yürürlüğün durdurulması istemini içeren 11.7.2003 günlü dava dilekçesinde özetle: 7. maddeyle ilgili olarak; Geçici iş ilişkisinin, işçiyi bir meta haline getirerek onun insan olma onurunu inciten bir düzenleme olduğu, işçileri işverenlere karşı korumadığı, işçilerin çalışma ve sözleşme hürriyetini kısıtladığı, örgütlenme ve grev hakkından yararlanmalarını engellemeye müsait olduğu, işçinin iznine dayalı olarak gerçekleştirilse bile emek ticaretine yol açtığı, kötüniyetli işverenlerin işçileri cezalandırmalarına imkan verdiği, her ne kadar işçinin yazılı rızasını almak bir koşul ise de, Ülkemizdeki iş bulma zorlukları göz önüne alındığında bu rızayı vermemenin neredeyse olanaksız hale geldiği, Anayasa'nın 48. maddesindeki irade özgürlüğünü ortadan kaldırıcı etki yapabileceği, Anayasa'nın 48. maddesindeki herkes dilediği alanda çalışma ve sözleşme hürriyetine sahiptir hükmüne de aykırı olduğu ve bu maddedeki çalışma ve sözleşme özgürlüğünü, Anayasa'nın 13. maddesinde yer alan ilkelerle bağdaşmayacak bir biçimde, demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı olarak ve amacı aşan ölçülerde sınırlandırdığı, işçinin sürekli olarak yer değiştirmesine imkan hazırladığı için sendika kurma hakkını olumsuz etkileyeceğinden Anayasa'nın 51. maddesine de aykırı olduğu, geçici iş ilişkisi uygulamasının yaygınlaşmasının iş piyasasında rekabete dayalı bir anlayışın egemen olmasına da aracılık edeceği, emeğin çalışma koşullarının ve yaşam standartlarının en tabanda eşitlenmesi sonucunu doğuracağı ve toplu iş sözleşmelerinde işçinin pazarlık gücünü olumsuz etkileyeceğinden Anayasa'nın 53. maddesine ve adaletli ücret ilkesinin gerçekleşmesine olanak bırakmayacağı için Anayasa'nın 55. maddesine aykırı olduğu, 4857 sayılı Yasa'nın 99. maddesine göre, grev ve lokavt sırasında geçici iş ilişkisi ile işçi çalıştırılması halinde, işveren için öngörülen yaptırımın sadece 50.000.000. TL. para cezası olduğu, 2822 sayılı Yasa'nın 39. madde hükmü saklı tutulmuş olsa da, 4857 sayılı Yasa'nın grev sırasında geçici işçi çalıştırılması halinde öngördüğü yaptırımın caydırıcılık sağlamayacak kadar düşük tutulmasının, işverenin grev sırasında geçici işçi çalıştırmak suretiyle grev hakkının kullanılmasını etkisizleştirebilmesine imkan hazırladığı, bu nedenlerle Anayasa'nın 54. maddesine de aykırı olduğu, Anayasa'nın 51., 53., 54. ve 55. maddelerindeki hakları Anayasa'nın 13. maddesindeki ilkelere aykırı biçimde sınırlandırdığı, ayrıca Anayasa'nın 2., 5. ve 11. maddelerine de aykırı olduğu, 14. maddeyle ilgili olarak; Kuralın, çağrı üzerine çalışanlar için öngörülen asgari çalışma sürelerinin karşılığı olarak ödenecek olan toplam ücretin, işçi için adil ve yeterli olmaktan uzak olduğu, uygulamada en alt sınır olarak belirlenen süre ve ücretlerin yaygınlaşması kaçınılmaz olacağından bu çalışma biçiminin, günlük ve aylık asgari ücretin de altında ücret alanlar kitlesine neden olacağı, bunun da Anayasa'nın 55. maddesindeki Devlet çalışanların yaptıkları işe uygun adaletli bir ücret elde etmeleri için gerekli tedbirleri alır ilkesine aykırı olduğu, çalışanların yaptıkları işe uygun adaletli bir ücret elde etmelerini sağlayan düzenleme olmaması nedeniyle Anayasa'nın 5. maddesine de aykırı olduğu, emeklilik için birlikte aranan, prim ödeme gün sayısı, kıdem ve yaş koşullarından prim ödeme gün sayısını tutturabilmenin fiilen imkansız olması nedeniyle Anayasa'nın 60. maddesine de aykırı olduğu, Anayasa'nın 56. maddesinde öngörülen, sağlık konusundaki sosyal yardım ve sigortalardan yararlanabilmenin de neredeyseEsas Sayısı : 2003/66 Karar Sayısı : 2005/72 2 olanaksız olduğu, Anayasa'nın 56. ve 60. maddelerdeki hakları sınırlandırma nedenleri ve sınırlandırma ölçüsü bakımından Anayasa'nın 13. maddesine aykırı olduğu, işçilerin örgütlenme ve sendikal çalışma yapma haklarından yeterince yararlanmalarına imkan tanımadığı için de Anayasa'nın 51. maddesine ve 13. maddesine aykırı olduğu, çalışanları yeterince korumadığı ve Anayasa'nın üstünlüğü ve bağlayıcılılığı ilkeleri ile bağdaşmadığı için de Anayasa'nın 2 ve 11. maddelerine aykırı olduğu, 18. maddenin birinci fıkrasıyla ilgili olarak; Kuralın, 30 işçiden az işçi çalıştırılan işyerlerinde çalışanları, iş güvencesi kapsamına almayıp haksız feshe karşı korumadığı, anayasal bir hak olan iş güvencesinin işyerlerini değil, işçileri ilgilendiren nitelikte olduğu, işyerleri açısından gözetilen eşitliğin, işçilerin haklarında işyerlerinde çalıştırılan işçi sayısına göre bir ayırım yapılması halinde eşitsizlik doğuracağı, işsizliğin büyük boyutlara ulaştığı günümüzde iş güvencesinin eşitlik temelinde yaygın olarak uygulanmamasının çalışma ilişkilerinin bütününü etkileyeceği ve çalışma barışını bozacağı, Devletimizin taraf olduğu 158 sayılı İLO Sözleşmesindeki iş güvencesi hükümlerine uygun olmadığı, işçi olmak niteliğini taşıyan ve bu açıdan durumları aynı olan kimselerin bir kısmının çalıştıkları işyerlerindeki işçi sayısı gibi bir dış durum ölçüt alınarak iş güvencesi koşulunun belirlenmesinin Anayasa'nın 10. maddesindeki kanun önünde eşitlik ilkesine aykırı olduğu, Anayasa'nın 49. maddesindeki çalışma hakkının, işçinin işine geçerli bir neden olmadan son verilememesi hakkını da içerdiği, 30'dan az işçi çalıştırılan işyerlerindeki işçilerin iş güvencesinden mahrum bırakılmasının çalışma hakkını sınırlandırdığı için Anayasa'nın 49. ve 13. maddelerine aykırı olduğu, sosyal adaletin ve toplumsal dengenin sağlanmasını imkansız hale getirdiği için Anayasa'nın 2. ve 5. maddelerine aykırı olduğu, 20. maddenin birinci fıkrasının son tümcesi ile dördüncü fıkrasıyla ilgili olarak; 20. maddenin birinci fıkrasının son tümcesinin, öngörülen tahkimle ekonomik bakımdan daha zayıf durumda bulunan işçiyi doğal yargıcı olan iş mahkemesinden yoksun bıraktığı, toplu iş sözleşmesinde uyuşmazlığın hakeme götürüleceği yolunda bir hükmün yer alması halinde, iş sözleşmesi feshedilen işçi ve işveren arasındaki feshin haklı sebebe dayanıp dayanmadığına ilişkin anlaşmazlığın çözümü için özel hakeme gidilmesini zorunlu hale getirdiği, bunun hak arama özgürlüğü ve kanuni hakim güvencesiyle bağdaşmadığı, hak arama özgürlüğünün sınırlandırılmasının demokratik toplum düzeninin gerekleri ve ölçülülük ilkesi bakımından uygun olmadığı, bu nedenlerle Anayasa'nın 2., 5., 13., 36. ve 37. maddelerine aykırı olduğu, Anayasa'ya aykırılık gerekçelerinin tümünün özel hakemin oluşum ve çalışma esaslarının düzenlendiği 20. maddenin dördüncü fıkrası için de geçerli olduğu, 21. maddenin birinci fıkrasının son tümcesi ile altıncı fıkrasıyla ilgili olarak; Dava dilekçesinde, 21. maddenin birinci fıkrasının son tümcesinin, geçerli fesih sebebi gösterilmediğine ya da gösterilen sebebin geçersiz olduğuna karar verilen işverenin, işçiyi işe başlatma yükümlülüğünden 4 ilâ 8 aylık ücret tutarında tazminat ödemek suretiyle kurtulma olanağı verdiği, böyle bir olanağın 18. maddesinde getirilen ve 21. maddenin birinci fıkrasının birinci tümcesindeki iş güvencesini etkisiz hale getirdiği ve Anayasa'nın 49. maddesindeki çalışma hakkına aykırı olduğu, tazminat sınırı belirlenmiş olmasıyla iş sözleşmesi veya toplu iş sözleşmesi ile aksine sözleşme imkanını ortadan kaldırdığından Anayasa'nın 48. ve 53. maddelerindeki sözleşme hak ve özgürlüklerini sınırlandırdığı, çalışma hakkını, sözleşme hak ve özgürlüklerini demokratik toplum düzeninin gereklerine, ölçüsüzce ve ilgili maddedeki sınırlama nedenlerine uymadan sınırlandırdığı için Anayasa'nın 13. maddesine de aykırıEsas Sayısı : 2003/66 Karar Sayısı : 2005/72 3 olduğu, güçsüzlerin güçlüler tarafından ezilmesine ve adaletsiz uygulamaların ortaya çıkmasına yol açacağından Anayasa'nın 2. ve 5. maddelerine de aykırı olduğu; 21. maddenin altıncı fıkrasının ise sözleşmeyle birinci, ikinci ve üçüncü fıkralarda yer alan hususların değiştirilmesine olanak bırakmadığından toplu iş sözleşmesi ve sözleşme özgürlüklerine ilişkin Anayasa'nın 53. ve 48. maddelerine, anılan hak ve özgürlükleri sınırlandırdığı için Anayasa'nın 13. maddesine ve bu nedenlerle Anayasa'nın 2. ve 11. maddelerine de aykırı olduğu, 41. maddenin birinci fıkrasının son tümcesi ve üçüncü fıkrasıyla ilgili olarak; 41. maddenin birinci fıkrasının son tümcesinin, angarya niteliğinde bir çalışmayı tanımladığı, denkleştirme kapsamında kalan haftalık 45 saatlik süreyi aşan çalışmalar için fazla mesai ücreti ödenmemesinin, Anayasa'nın zorla çalıştırma yasağını düzenleyen 18. maddesine aykırı olduğu, günde 11 saatlik bir çalışma temposunun Anayasa'nın 50. maddesiyle güvence altına alınan dinlenme hakkına aykırı olduğu; 41. maddenin üçüncü fıkrasının ise fazla çalışmanın niteliğinde bir değişiklik olmamasına rağmen ücrette farklılaşma yaparak, adeta sözleşmelerle belirlenecek haftalık çalışma süresinin 45 saatin altında olmamasını dayattığı, toplu pazarlık sistemine de dolaylı bir müdahale anlamı taşıdığı, bunun da sözleşme yapma özgürlüğü açısından Anayasa'nın 48. ve 53. maddelerine aykırı olduğu, iptali istenilen kuralların, dinlenme ve toplu iş sözleşmesi haklarını demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı ve ölçüsüz biçimde sınırlayıcı nitelik taşıdığından Anayasa'nın 13. maddesine aykırı olduğu, güçsüzleri güçlüler karşısında korumayacağı, sosyal adaleti ve dengeli bir gelir dağılımını ve sosyal devlet ilkesini sağlamayacağı, bu nedenlerle Anayasa'nın 2., 5. ve 11. maddelerine aykırı olduğu, 63. maddenin ikinci fıkrasıyla ilgili olarak; Kuralın, günde 11 saatlik bir çalışma biçimine olanak vererek dinlenme hakkını zedelediğinden Anayasa'nın 50. maddesine, dinlenme hakkını demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı biçimde ve ölçüsüzce sınırlandırdığı için Anayasa'nın 13. maddesine aykırı olduğu, işçilik maliyetlerini kısarak rekabet üstünlüğü sağlama çabasının sosyal devlet ilkesini zedelediği ve güçsüz durumdaki işçiyi ezdiği, bu nedenlerle Anayasa'nın 2., 5. ve 11. maddelerine de aykırı olduğu, 111. maddeyle ilgili olarak; 111. maddenin, bir kanunun uygulama alanına nelerin gireceğini göstermenin kanunla yapılması gerektiği, yürütmenin bir alanı aslî olarak düzenleme yetkisinin olmadığı, sanayi, ticaret, tarım ve orman işleri ile bu işlere ilişkin kuralda belirtilen hususları yönetmeliğe bırakmasının Anayasa'nın 6. maddesine aykırı olarak yasama yetkisinin yürütmeye devri anlamı taşıdığı ayrıca Anayasa'nın 7. ve 124. maddelerine ve Anayasa'nın Başlangıç Bölümündeki kuvvetler ayrılığına aykırı olduğu, kanunun taşıması gereken süreklilik ve belirlilik unsurlarına aykırı durumların ortaya çıkmasına yol açtığı için Anayasa'nın 2. maddesindeki hukuk devleti ilkesine, Anayasa'nın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkelerine uymadığı için de Anayasa'nın 11. maddesine aykırı olduğu, ileri sürülmüş ve iptallerine karar verilmesi istenilmiştir. 18. maddenin birinci fıkrası ve 21. maddesinin birinci fıkrasının son tümcesi ile altıncı fıkrasının yürürlüğünün durdurulmasıyla ilgili olarak ise özetle:Esas Sayısı : 2003/66 Karar Sayısı : 2005/72 4 İş sözleşmesinin feshinin ancak haklı nedene dayalı olarak yapılabilmesi ilkesinin, çalışma hakkının bugün çağdaş demokratik toplumların üzerinde anlaştığı bir parçası olduğu, 18. maddenin birinci fıkrasında bu ilkeden, en az 30 işçinin çalıştığı işyerlerinde çalışan işçilerin yararlanmasına olanak tanındığı halde, 30'dan az işçinin çalıştırıldığı işyerlerindeki işçilerin bu olanaktan yoksun bırakıldığı, bu nedenlerle kuralın, Anayasa'nın 2., 5., 10., 11., 13. ve 49. maddelerine aykırı olduğu, bu kuralın uygulanmasının pek çok işçinin iş sözleşmesinin haklı bir nedene dayanılmadan feshedilmesine yol açabileceği, Türkiye'deki işçilerin neredeyse yarısının 30'dan az işçi çalıştırılan işyerlerinde çalışıyor olmasının, bu tehlike ile başbaşa bırakılan işçi sayısını ortaya koyduğu; 4857 sayılı Yasa'nın 21. maddesinin birinci fıkrasının son cümlesinde ve altıncı fıkrasında yer alan hükümlerin, iş sözleşmesinin ancak haklı nedene dayalı olarak feshedilebileceği konusundaki iş güvencesinin etkisiz kalmasına neden olduğu ve Anayasa'nın 2., 5., 11., 13., 48., 49. ve 53. maddelerine aykırı olduğu, bu hükümlerin uygulanmasının, haksız nedene dayalı fesihlerin sayısının artmasına yol açacağı, yetersiz düzeydeki bir tazminatı ödemeyi göze alan işvereni, fesih nedeninin haksız olduğu belirlenmiş işçileri de, talepleri olsa bile tekrar işe almamaya yönelteceği ve işçilerin sözleşme ile iş güvencesini daha etkin koşullara bağlamasını engelleyeceği, ileri sürülerek söz konusu kuralların yürürlüğünün durdurulması istenilmiştir."
1,577
Esas Sayısı : 2016/49 Karar Sayısı : 2016/200 1 Asıl dava ve birleşen dava davacıların dava dilekçelerinde özetle; Tapularında kadastro çalışmaları sırasında birinci derecede arkeolojik sit alanı içerisinde kaldığı gerekçesi ile davalı hazine adına tapuya kayıt ve tescil edildiğini, taşınmazların atalarından kaldığını 30 yılı aşkın süredir kullandıklarını, Taşlıca köyünün kadastro çalışmasının çevre köylerde olduğu gibi 2004 yılından evvel yapılmış olsaydı sorunun gündeme gelmeyeceğini kadastro çalışmalarında yasanın değişmesinden kaynaklanan bu iki farklı uygulamanın anayasanın 10.maddesinde belirtilen eşitlik ilkesine aykırılık etmekte olduğunun açıkça belirtildiğini, Anayasa Mahkemesinin kanun değişikliğinden dolayı mağdur edildiklerini, 2863 sayılı Kültür Ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunun 11. maddesinin anayasanın 10. maddesinde belirtilen eşitlik ilkesine, 2. ve 5. maddelerinde belirtilen hukuk devleti ilkesine, 35.maddelerinde belirtilen mülkiyet hakkının güvencesi olma, 44. maddesinde belirtilen toprak mülkiyetinin korunması ve 90. maddenin yollaması ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin eki niteliğindeki 1 nolu protokolün 1. maddesi ile korunan mülkiyet hakkı ilkelerini kısıtladığı ve mülk sahiplerinin tasarruf haklarını ellerinden aldığı için anayasanın sayılan bu maddelerine aykırılık teşkil etmesi nedeniyle eldeki uyuşmazlıklara uygulanacak kanun maddesi olan 2863 sayılı Kültür Ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunun 11. maddesinin iptalinden sonra dava konusu taşınmazların kendi adlarına tapuya kayıt ve tescilini talep ve dava etmişlerdir. Davalı hazine vekili cevabında ve duruşmadaki beyanında, dava konusu taşınmazların birinci derecede arkeolojik sit alanı içinde kaldığı 2863 sayılı Yasanın 11. maddesi gereğince zilyetlikle edinilmesinin mümkün olmadığı ve Anayasaya aykırı olmadığını savunarak davanın reddini talep etmiştir. GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ: Eldeki davada uygulanması gereken kanun hükmü 2863 sayılı Yasanın 11. .maddesinin 1. fıkrasının ikinci cümlesidir. Bu hükmün Kadastro Kanunun 14. ve 4721 sayılı TMKnın 713. maddesi ile birlikte uygulanması gerekmektedir. Anılan maddelerde taşınmaz malların imar ihya suretiyle 20 yıldan fazla zilyet edinilmesi durumunda mülkiyetin zilyet tarafından kazanılacağına ilişkin düzenleme bulunmaktadır. Davacılar da dava konusu yaptıkları taşınmazlarda 20 yıldan fazla süredir kendilerinin ve atalarının zilyet olduklarını, taşınmazların tarım arazisi olarak kullanıldığını anılan maddelerde aranan şartların oluştuğunu ancak taşınmazların birinci derece arkeolojik sit alanı içinde bulunması nedeniyle tapusunu alamadıklarını, bu hususunda anayasaya aykırı olduğunu iddia ederek eldeki davayı açmışlardır. Gerçekten de 2863 sayılı Yasanın 11. maddesinin birinci fıkrasının ikinci cümlesindeki hüküm karşısında davacılar yıllardır malik sıfatıyla zilyet edindikleri ve atalarından beri ekip biçmek suretiyle kullandıkları taşınmazların tapusunu alamamışlardır. Bu taşınmazlara yakın çevrelerde bulunan aynı konumdaki diğer parsel sahipleri ise taşınmazların mülkiyetini kazanıp tapusunu almışlardır. Söz konusu hüküm 14/07/2004 tarih ve 5226 sayılı Kanunun 5. maddesi ile 22/05/2007 tarih ve 5663 sayılı Yasanın birinci maddesi ile yapılan düzenleme sonucu son halini almıştır. Anılan hüküm 2709 sayılı 1982 Anayasasının 10. maddesindeki eşitlik ilkesine 2. ve 5. maddelerdeki hukuk devleti ilkesine 35. maddedeki mülkiyet hakkı ilkesine 4. maddedeki toprak mülkiyeti ilkesine aykırılık teşkil etmesi nedeniyle Anayasaya aykırı olduğu kanaatine varıldığından anılan hükmün iptali için Anayasa Mahkemesine başvurmak ve eldeki uyuşmazlığın Anayasa Mahkemesinin vereceği kararın bekletici mesele yapılması gerekmiştir.Esas Sayısı : 2016/49 Karar Sayısı : 2016/200 2 HÜKÜM : Gerekçesi yukarıda açıklandığı üzere; Davacıların anayasaya aykırılık iddiası ciddi bulunmakla eldeki uyuşmazlıkta uygulanması gereken kanun maddesi olan 2863 sayılı Yasanın 11. maddesinin 1. fıkrasının 2. cümlesi Anayasaya aykırı bulunduğu düşünüldüğünden bahsedilen cümlenin iptali için Anayasa Mahkemesine gidilmesine, Dair, davacı asıllar ve davalı vekilinin yüzüne karşı karar verildi.
512
Esas Sayısı : 2014/16 Karar Sayısı : 2014/197 1 "... I İPTAL ve YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMLERİNİN GEREKÇESİ Dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir: "6504 Sayılı "Kamu İhale Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun"un 1 inci Maddesi ile Değiştirilen 04.01.2002 Tarihli ve 4734 Sayılı Kamu İhale Kanununun 22 nci Maddesinin Birinci Fıkrasının (i) Bendinin Anayasaya Aykırılığı A) İptali İstenen Düzenlemenin Anlam ve Kapsamı Türkiye'nin arada kesintiler de olsa yaklaşık 140 yıllık bir meşruti yönetim, 90 yıllık Cumhuriyet ve 68 yıllık çok partili temsili demokrasi deneyimi vardır. 26.04.1961 tarihli ve 298 sayılı Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanun'un 183 üncü maddesinin birinci fıkrasında, "Bu Kanun gereğince yapılacak işler için lüzumlu satın alma ve kiralama işleri 2490 sayılı Kanuna tabi olmaksızın yapılabilir. İlan zorunlu değildir." denilirken; aynı maddeye 23.05.1987 tarihli ve 3377 sayılı Kanunun 5 inci maddesiyle eklenen dördüncü fıkrasında, "Bu Kanun gereğince yapılacak işler için lüzumlu her türlü satın alma, hizmet, yapım, kiralama ve taşıma işleri 2886 sayılı Devlet İhale Kanununa tabi olmaksızın yapılabilir. İlan zorunlu değildir." kuralına yer verilmiştir. Bununla birlikte, 01.01.2003 tarihinde yürürlüğe giren 04.01.2002 tarihli ve 4734 sayılı Kamu İhale Kanunu'nun 2 nci maddesiyle, genel bütçe kapsamındaki kamu idarelerinin kullanımında bulunan her türlü kaynaktan karşılanan mal veya hizmet alımları ile yapım işlerinin ihaleleri 4734 sayılı Kanun'un kapsamına alınırken; 68 inci maddesinin (b) bendinde ise "Diğer kanunların 8.9.1983 tarihli ve 2886 sayılı Devlet İhale Kanunundan muafiyet tanıyan hükümleri ile bu Kanuna uymayan hükümleri uygulanmaz." denilerek, 298 sayılı Kanun'un 183 üncü maddesindeki muafiyet hükmünün uygulanmayacağı kurallaştırılmıştır. Bu bağlamda, 28 Mart 2004 Mahalli İdareler Seçimleri ile 22 Temmuz 2007 Genel Seçimlerine ilişkin ihtiyaçlar, 4734 sayılı Kanun hükümlerine göre yapılan saydam, rekabetçi ve güvenilir ihalelerle ve Devlet Malzeme Ofisinden 4734 sayılı Kanun hükümlerine göre güvenilir yollarla karşılanmıştır. Öte yandan, 4734 sayılı Kamu İhale Kanunu'nun 5 inci maddesinde "Doğrudan temin", "Bu Kanunda belirtilen hallerde ihtiyaçların, idare tarafından davet edilen isteklilerle teknik şartların ve fiyatların görüşülerek doğrudan temin edildiği usul" şeklinde tanımlanmış ve "Uygulanacak ihale usulleri" başlıklı 18 inci maddesinin birinci fıkrasının (d) bendinde "Doğrudan temin" bir ihale usulü olarak düzenlenmiş iken, AKP İktidarının ilk işlerinden biri 30.07.2003 tarihli ve 4964 sayılı Kanunun 12 nci maddesiyle 4734 sayılı Kanunun 18 inci maddesinin birinci fıkrasının (d) bendini yürürlükten kaldırmak ve aynı Kanunun 15 inci maddesi ile de "Doğrudan temin" başlıklı 22 nci maddesini buna göre yeniden düzenlemek olmuştur. Bu bağlamda, 4734 sayılı Kanunun 18 nci ve 22 nci maddelerinde 30.07.2003 tarihli ve 4964 sayılı Kanunun 12 nci ve 15 inci maddeleriyle yapılan değişikliklerden itibarenEsas Sayısı : 2014/16 Karar Sayısı : 2014/197 2 "Doğrudan temin" bir ihale usulü olmaktan çıkarılmış ve "5 inci maddedeki "Doğrudan temin" tanımının da uygulanabilirliği kalmamıştır. 28 Mart 2004 Mahalli İdareler Seçimleri ile 22 Temmuz 2007 Genel Seçimlerine ilişkin ihtiyaçlar saydam, rekabetçi ve güvenilir ihale usulleri ile veya Ana Statüsünün 4 üncü maddesine göre kamu kurum ve kuruluşları adına merkezi satın alma işlevi gören Devlet Malzeme Ofisinden 4734 sayılı Kanuna göre güvenilir yollarla karşılanırken, AKP İktidarı 20.11.2008 tarihli ve 5812 sayılı Kanunun 8 inci maddesiyle 4734 sayılı Kanunun "Doğrudan temin" başlıklı 22 nci maddesine (i) bendini ekleyerek erken seçim ile ara seçim yapılması ve Anayasa değişikliklerinin halkoyuna sunulması durumlarında, Yüksek Seçim Kurulu tarafından yapılacak filigranlı oy pusulası kağıdı ve filigranlı oy zarfı kağıdı alımı, oy pusulası basım hizmeti alımı ve mahalli seçimlerde İl Seçim Kurulu başkanlıkları tarafından oy pusulası basım hizmetleri alımı işlerinin ilan yapılmadan, teminat alınmadan, ihale komisyonu kurulmadan, yeterlilik şartları aranmadan ve ihale yapılmadan ihale yetkilisince görevlendirilecek kişi veya kişiler tarafından piyasada fiyat araştırması yapılarak temin edilmesini yasalaştırmıştır. AKP İktidarının bu defa 6504 sayılı Kamu İhale Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un 1 inci maddesi ile değiştirdiği 4734 sayılı Kamu İhale Kanununun 22 nci maddesinin (i) bendi ile ise erken seçim, ara seçim ve Anayasa değişikliğinin halkoyuna sunulması ile sınırlı "Doğrudan temin" yöntemi, tüm genel ve yerel seçimlere genelleştirilmenin yanında ayrıca, "her türlü seçim malzemelerinin alımı ile yurtdışı seçim harcamaları, il seçim kurulu başkanlıkları tarafından alınacak oy pusulası basım hizmeti alımı" şeklinde genişletilmektedir. 4734 sayılı Kamu İhale Kanununun "Şartnameler" başlıklı 12 nci maddesinde, ihale konusu mal veya hizmet alımları ile yapım işlerinin her türlü özelliğini belirten idari ve teknik şartnamelerin idarelerce hazırlanacağı veya hazırlanmasının mümkün olmadığının ihale yetkilisi tarafından onaylanması kaydıyla teknik şartnamelerin hazırlatılacağı hüküm altına alınmış; "İhaleye katılımda yeterlik kuralları" başlıklı 10 uncu maddesinde ise ihaleye katılacak isteklilerden, ekonomik ve mali yeterlik ile mesleki ve teknik yeterliklerin belirlenmesine ilişkin olarak istenecek bilgi ve belgeler düzenlenmiştir. Bu kurallara göre, idari ve teknik şartnameler ihale konusu mal ve hizmet alımları ile yapım işlerinde hazırlanacağına ve "Doğrudan temin" de bir ihale usulü olmadığına göre, tüm seçimlerin gerektirdiği tüm ihtiyaçlar, idari ve teknik şartname hazırlanmadan, ilan yapılmadan, teminat alınmadan, ihale komisyonu kurulmadan, yüklenicide ekonomik ve mali yeterlik ile mesleki ve teknik yeterlik şartları aranmadan ve ihale yapılmadan ihale yetkilisince görevlendirilecek kişi veya kişiler tarafından piyasada fiyat araştırması yapılarak temin edilecektir. B) Anayasaya Aykırılık Sorunu Siyasal organların belirleneceği tüm seçimlerin gerektirdiği her türlü ihtiyacın, idari ve teknik şartname hazırlanmadan, ilan yapılmadan, teminat alınmadan, ihale komisyonu kurulmadan, yüklenicide ekonomik ve mali yeterlik ile mesleki ve teknik yeterlik şartları aranmadan ve ihale yapılmadan ihale yetkilisince görevlendirilecek kişi veya kişiler tarafından piyasada fiyat araştırması yapılarak temin edilmesini öngören iptali istenen düzenlemenin gerekçesi;Esas Sayısı : 2014/16 Karar Sayısı : 2014/197 3 "Süresinde yapılan seçimler için (Örneğin: milletvekili genel seçimleri, mahalli idareler genel seçimleri ve Cumhurbaşkanlığı seçimi) seçim malzemeleri alımları (oy sandığı, oy verme kabini, oy verme mühürleri ve seçimlerde kullanılan her türlü kırtasiye) kamu kurum ve kuruluşları adına merkezi satın alma işlevini yürüten Devlet Malzeme Ofisi aracılığı ile satın alma işlemi yürütülmekte ve 4734 sayılı Kamu İhale Kanunu hükümleri doğrultusunda alımı yapılmaktadır. Eşik değerler göz önüne alındığında ihale yöntemlerinden açık ihale yapma zorunluluğu bulunmaktadır. Ayrıca, yine süresinde yapılan seçimlerde birleşik oy pusulasının basımının seçim takvimine göre siyasi parti ve bağımsız adayların kesinleşme tarihinden sonra milletvekili genel seçimi için Yüksek Seçim Kurulu Başkanlığınca, mahalli idareler seçimleri için il seçim kurulu başkanlıkları tarafından bastırılması gerekmekte olup, seçim takviminde bu süre 20 22 gün ile sınırlıdır. Süresinde yapılan seçimlerde; seçim malzemeleri alımları, filigranlı oy pusulası kağıdı ve filigranlı oy zarfı kağıdı alımı ile oy pusulası basım hizmeti alımı ihalelerinde sıkıntılar yaşanmakta olup, söz konusu alımlar için yapılacak olası bir açık ihalenin, 4734 sayılı Kamu İhale Kanununa göre sonuçlanması 90 120 gün sürmektedir. ." şeklinde ortaya konmuştur. Ancak, bu gerekçeler doğru öncüllerden hareket etmediği gibi birçok hukuki çarpıklıkla maluldür. 23.05.1987 tarihli ve 3376 sayılı Anayasa Değişikliklerinin Halkoyuna Sunulması Hakkında Kanun'un 2 nci maddesinde, Anayasa değişikliği halkoylamasının ilgili Anayasa değişikliği kanununun Resmi Gazetede yayımını takip eden altmışıncı günden sonraki ilk Pazar günü yapılacağı; 19.01.2012 tarihli ve 6271 sayılı Cumhurbaşkanı Seçimi Kanunu'nun 3 üncü maddesinde, Cumhurbaşkanı seçiminin beş yılda bir Cumhurbaşkanının görev süresinin dolmasından önceki altmış gün içinde, makamın herhangi bir şekilde boşalması halinde ise boşalmayı takip eden altmış gün içinde yapılacağı; 4 üncü maddesinde, ilk oylamada çoğunluk sağlanamazsa bu oylamayı izleyen ikinci Pazar günü ikinci oylamanın yapılacağı; 10.06.1983 tarihli ve 2839 sayılı Milletvekili Seçimi Kanunu'nun 6 ncı maddesinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) seçimlerinin dört yılda bir yapılacağı, bir önceki seçimin yapıldığı tarihten itibaren dört yılın dolmasından önceki son Pazar gününün oy verme günü ve oy verme gününden geriye doğru hesaplanacak doksan günlük sürenin ilk gününün ise seçimin başlangıç tarihi olduğu; 7 nci maddesinde, TBMM üyeliklerinde boşalma olması halinde ara seçime gidileceği, ara seçimlerin her seçim döneminde bir defa yapılacağı ve genel seçimden otuz ay geçmedikçe ara seçime gidilemeyeceği, bununla birlikte boşalan üyeliklerin sayısının üye tam sayısının yüzde beşini bulduğu hallerde ara seçimlerin üç ay içinde yapılmasına TBMM'nce karar verilebileceği, bir ilin veya seçim çevresinin TBMM'nde üyesinin kalmaması halinde boşalmayı takip eden doksan günden sonraki ilk Pazar günü o seçim çevresinde ara seçim yapılacağı; 8 inci maddesinde, seçim dönemi bitmeden önce TBMM tarafından seçimin yenilenmesine karar verilmiş ise Meclisin seçimin yapılacağı tarihi de belirleyeceği, yenilemeEsas Sayısı : 2014/16 Karar Sayısı : 2014/197 4 kararının Cumhurbaşkanınca verilmesi halinde, kararın verildiği günden sonra gelen doksanıncı günü takip eden ilk Pazar günü oy verileceği; 18.01.1984 tarihli ve 2972 sayılı Mahalli İdareler ile Mahalle Muhtarlıkları ve İhtiyar Heyetleri Seçimi Hakkında Kanun'un 8 inci maddesinde, mahalli idareler seçimlerinin beş yılda bir yapılacağı, her seçim döneminin beşinci yılındaki 1 Ocak gününün seçimin başlangıç tarihi ve aynı yılın Mart ayının son Pazar gününün oy verme günü olduğu; kurallarına yer verilmiştir. Bu kurallara göre Cumhurbaşkanlığı, TBMM üyeliği ve mahalli idareler seçimleri sırasıyla beş yılda, dört yılda ve beş yılda bir yapılmakta ve bir sonraki seçimlerin ne zaman yapılacakları da seçimlerin yapıldığı tarihte belli olmaktadır. Öte yandan Anayasa değişikliğinin halkoyuna sunulması en az altmış gün, TBMM üyeliği ara seçimleri en az üç ay, erken seçimler ise en az doksan günlük bir süre gerektirmektedir. Oy sandığı, oy verme kabini, oy verme mührü ve seçimlerde kullanılan her türlü kırtasiye malzemeleri ile filigranlı oy pusulası kağıdı ve filigranlı oy zarfı kağıdı alımı, her seçimde kullanılan ortak malzemelerdir. Cumhurbaşkanlığı seçimi beş yılda bir, TBMM üyeliği seçimi dört yılda bir ve mahalli idareler seçimleri ise beş yılda bir yapıldığına ve bir sonraki seçimlerin hangi tarihte yapılacağı seçimlerin yapıldığı gün belli olduğuna göre, tüm seçimlerde kullanılan söz konusu ortak ihtiyaçların 298 sayılı Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanun'un 14 üncü maddesine göre Yüksek Seçim Kurulu tarafından temin edilmesi için asgari dört, azami beş yıllık bir süre vardır ve bu süreler içinde söz konusu ihtiyaçların açık ihale usulü ile karşılanmasının önünde hukuki veya fiili hiçbir engel bulunmamaktadır. Öte yandan, 4734 sayılı Kanunun "İhale ilan süreleri ve kuralları ile ön ilan" başlıklı 13 üncü maddesine göre, açık ihale usulünde ilan süreleri eşik değerlere göre 7 ile 40 gün arasında değişmekte ve 15 gün de onay süresi bulunduğundan açık usulle yapılan ihaleler 55 günde sonuçlanabilmektedir. Dolayısıyla, açık ihale usulünde ihalelerin 90 120 gibi bir sürede sonuçlandığı gerekçesi sorgulamaya açıktır. Süresi içinde yapılan seçimlerde birleşik oy pusulasının basımının seçim takvimine göre 20 22 gün ile sınırlı olduğu gerekçesi mahalli idare seçimleri için geçerli olsa da genel seçimler için doğru değildir. 2839 sayılı Milletvekili Seçimi Kanununun 24 üncü maddesinde, adaylıklar kesinleştikten sonra Yüksek Seçim Kurulunun bütün adayları oy verme gününden önceki ellibeşinci gün seçim çevreleri itibariyle Resmi Gazete ve radyo ile ilan edeceği belirtilmiş; 26 ncı maddesinde de kullanılacak oy pusulasının şekli düzenlenmiştir. Dolayısıyla süresi içinde veya erken ve ara seçimlerde kullanılacak filigranlı birleşik oy pusulasının basımı için 55 günlük, mahalli idare seçimlerinde de 20 22 günlük bir süre vardır. Kaldı ki birleşik oy pusulası basımı ihalesi açmak ve ihaleyi sonuçlandırmak için adayların kesinleşmesi gerekmemekte; adayların kesinleşmesi ihale yapıldıktan sonra birleşik oy pusulasının baskısı için önem taşımaktadır. İl Seçim Kurulları tarafından yapılacak ihaleler sonuçlandırıldıktan sonra baskı için 20 22 günlük sürenin yeterli olduğu da açıktır. 2972 sayılı Kanunun 18 inci maddesinde mahalli idareler seçimlerinde kullanılacak birleşik oy pusulaları ile zarfların, İl Seçim Kurulları tarafından bastırılması öngörülmüştür.Esas Sayısı : 2014/16 Karar Sayısı : 2014/197 5 Söz konusu baskı işinin muhtemel yaklaşık maliyetlerine göre açık ihale usulü yerine, pazarlık usulüyle yaptırılabilmesi de mümkündür. Anayasa değişikliğinin halkoyuna sunulmasının en az altmış gün, TBMM üyeliği ara seçimlerinin en az üç ay, erken seçimlerin ise en az doksan günlük bir süre gerektirdiği göz önüne alındığında, bu sürelerin birleşik oy pusulasının basımı ve oy zarflarının yapımı gibi o seçime özgü ihtiyaçların, yaklaşık maliyetlerine göre açık ihale usulü veya pazarlık usulü ile ihale edilmeleri için sürenin yeterli olduğu aşikardır. Dolayısıyla ileri sürülen gerekçeler, siyasal organların belirleneceği tüm seçimlerin gerektirdiği her türlü ihtiyacın, idari ve teknik şartname hazırlanmadan, teminat alınmadan, ihale komisyonu kurulmadan, yüklenicide ekonomik ve mali yeterlik ile mesleki ve teknik yeterlik şartları aranmadan ve ihale yapılmadan ihale yetkilisince görevlendirilecek kişi veya kişiler tarafından piyasada fiyat araştırması yapılarak alınmasına gerekçe oluşturamaz. Çünkü, herhangi bir ihtiyaç karşılanmadan önce yapılması gereken ilk iş, ihtiyaç veya ihtiyaçların her türlü özelliğini belirten idari ve teknik şartnamelerin hazırlanmasıdır. Söz konusu ihtiyaçlar oy sandığı, oy verme kabini, oy verme mühürleri ve diğer kırtasiye malzemeleri ile filigranlı oy pusulası ve filigranlı oy verme zarfı kağıdı ile birleşik oy pusulasının basımı işleri ise, her şey bir yana oy verme sandığı ve oy verme kabinlerinin yapılacağı malzeme ile ebatları, ağırlıkları, şekilleri, vb. teknik özellikleri ile sayıları; oy verme mührünün malzemesi, ağırlığı, şekli, vb. teknik özellikleri ile sayısı; filigranlı oy verme kağıdı ile filigranlı oy zarfı kağıdının kalınlığı, ağırlığı, rengi, miktarı vb. özellikleri ile birleşik oy pusulasının her türlü özelliğinin teknik şartnamelerle ortaya konması ve ihtiyaçların edinilmesinin idari şartnameye bağlanmasıdır. İhtiyaçların teknik ve idari özellikleri idari ve teknik şartnamelerle belirlenmeden karşılanmaları hiçbir şekilde mümkün olamaz. Söz konusu ihtiyaçlardan filigranlı oy pusulası ile filigranlı oy zarfının teknik özelliklerinin 26.04.1961 tarihli ve 298 sayılı Kanunun 14 üncü, 10.06.1983 tarihli ve 2839 sayılı Kanunun 26 ncı ve 18.01.1984 tarihli ve 2972 sayılı Kanunun 18 inci maddelerinde düzenlendiği doğru olmakla birlikte; bunların filigranlı oy pusulası ile filigranlı oy zarfı ile sınırlı olması ve hukuk tekniği açısından son çıkan kanun hükümlerinin dikkate alınacak olması karşısında, filigranlı oy pusulası ile filigranlı oy zarfı kağıdı alımı konusunda 298 sayılı Kanunun 14 üncü, 2839 sayılı Kanunun 26 ncı ve 2972 sayılı Kanunun 18 inci maddelerinin uygulanabilirliği de tartışmalı hale gelmiştir. Öte yandan, yüklenicinin idari ve teknik özellikleri belirlenmiş söz konusu ihtiyaçları zamanında ve teknik özelliklerini içerir şekilde yerine getirebilmesine güvence oluşturmak üzere, yüklenicinin ekonomik ve mali yeterliği ile mesleki ve teknik yeterliğinin araştırılması ve dolayısıyla söz konusu ihtiyaçların karşılanmasında, 4734 sayılı Kanunun 10 uncu maddesindeki ihaleye katılmada yeterlik kurallarının aranması temel bir zorunluluktur. Ayrıca, yükleniciyi edimini yerine getirmeye zorlamak ve edimini yerine getirememe riskine karşı güvence oluşturmak üzere teminat alınması ve ihtiyaçların bir komisyon tarafından karşılanması, seçimde kullanılacak malzemelerin zamanında karşılanarak seçimlerin zamanında ve şaibelerden uzak yapılabilmesinin ön koşuludur. Dolayısıyla, siyasal organların belirleneceği tüm seçimlerin gerektirdiği her türlü ihtiyacın, ekonomik ve mali yeterliliği ile mesleki ve teknik yeterliliği bulunan kişiler tarafından teknik ve idari özelliklerini içerir şekilde, zamanında, uygun maliyetlerle ve her türlü şaibedenEsas Sayısı : 2014/16 Karar Sayısı : 2014/197 6 uzak şekilde karşılanmasına güvence oluşturacak saydam, rekabetçi ve güvenilir usullerle karşılanmasının değişik yolları olabilir ve yasakoyucu bunlardan uygun olanları tercih edebilir. Hatta, söz konusu ihtiyaçları 4734 sayılı Kanunun kapsamı dışına çıkarıp, temininde uygulanacak usul ve esasları Bakanlar Kurulu Kararı veya Yüksek Seçim Kurulu tarafından çıkarılacak yönetmelikle belirleyebilir. Ancak, 4734 sayılı Kanunun 22 nci maddesinin (i) bendindeki usul bunlardan uygun olanı değildir. Anayasanın 2 nci maddesinde, Cumhuriyetin nitelikleri demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti olarak ortaya konmuş ve 4 üncü maddesinde Cumhuriyetin niteliklerinin değiştirilemeyeceği ve değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyeceği kurallaştırılmıştır. Demokrasinin temel koşulu, siyasal iktidarın serbest seçimlerle belirlenmesi ve halk adına karar alacak temsilcilerin serbest seçimlerle işbaşına gelmeleridir. Bu bağlamda, klasik temsili demokrasinin temelinde seçim yatar ve demokratik devlet ilkesi, egemenliği kullanacak organların belirlendiği seçimlerin her türlü şaibeden uzak ve güvenilir süreçlerde yapılmasını gerekli kılar. Seçimlerin demokrasilerdeki bu yaşamsal işlevi nedeniyledir ki, Anayasanın 67 nci maddesinin ikinci fıkrasında, seçimler ile halkoylamasının serbest, eşit, gizli, tek dereceli, genel oy, açık sayım ve döküm esaslarına göre yargı yönetim ve denetimi altında yapılacağı; son fıkrasında da seçim kanunlarında yapılacak değişikliklerin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bir yıl içinde yapılacak seçimlerde uygulanmayacağı kurallarına yer verilmiştir. Seçimlerde kullanılacak oy sandığı, oy verme kabini, oy verme mühürleri ve diğer kırtasiye malzemeleri, filigranlı oy pusulası ve filigranlı oy verme zarfı kağıdı alımı ile baskı ve yapma işlerinin her türlü idari ve teknik özelliklerinin yer alacağı idari ve teknik şartnameler hazırlanmaksızın, yüklenicinin ekonomik ve mali yeterliliği ile mesleki ve teknik yeterliliği araştırılmaksızın, ihale komisyonu kurulmaksızın, ilana çıkılmaksızın ve ihale edilmeksizin ihale yetkilisince görevlendirilecek kişi veya kişiler tarafından piyasada fiyat araştırması yapılarak alınması ve böylece söz konusu ihtiyaçların herkes (ekonomik ve mali yeterliliği ile mesleki ve teknik yeterliliği olmayanlar) tarafından yerine getirilebilecek derecede sıradanlaştırılması, benzer özelliklere sahip sahte oy verme mührü yapılması ile sahte filigranlı oy pusulası ve oy zarfı kağıdı bastırılmasına ve seçimlerde bunların kullanılması gibi sahteciliklere imkan yaratmaktadır. Seçimlerde sahteciliği teşvik ederek seçim güvenliğini ortadan kaldıran ve böylece halk adına karar alacak temsilcilerin seçimlerini şaibeli kılan iptali istenen düzenlemeler, Anayasanın 2 nci maddesindeki demokratik devlet ilkesiyle bağdaşmamaktadır. Anayasanın 2 nci maddesinde Cumhuriyetin nitelikleri arasında sayılan hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan ve yargı denetimine açık olan devlettir. Hukuk devleti ilkesinin gereklerinden biri de kanunların kamu yararı amacını gerçekleştirmek üzere çıkarılmasıdır. Anayasa Mahkemesi'nin yerleşik kararlarına göre kamu yararı, bireysel ve özel çıkarlardan ayrı ve bunlara üstün olan toplumsal yararı ifade etmektedir.Esas Sayısı : 2014/16 Karar Sayısı : 2014/197 7 Kanunun amaç ögesi bakımından Anayasaya uygun sayılabilmesi için kanunun çıkarılmasında kamu yararı dışında bir amacın gözetilmemiş olması gerekir. Kamu harcamalarında 4734 sayılı Kanun'un uygulanmasını zorunlu kılan Anayasal bir kural yoktur ve dolayısıyla yasa koyucunun bazı mal ve hizmetler yönünden farklı usuller benimsemesinde anayasal açıdan bir engel bulunmamaktadır. Ancak, Anayasa Mahkemesi'nin 20.09.2012 günlü ve E.2012/65, K.2012/128 sayılı Kararında belirtildiği üzere, "Bir mal ve hizmet alımı ihalesinin 4734 sayılı Kanun'da öngörülen saydamlık, rekabet, eşit muamele, güvenirlik, gizlilik ve kamuoyu denetimi esas alınarak belirlenen usullerin dışına çıkarılırken, hukuk devleti ilkesinin bir gereği olan kamu yararı amacı gözetilmelidir." Siyasal organların belirleneceği tüm seçimlerin gerektirdiği her türlü ihtiyacın, ekonomik ve mali yeterliliği ile mesleki ve teknik yeterliliği bulunan kişiler tarafından teknik ve idari özelliklerini içerir şekilde, zamanında, uygun maliyetlerle ve her türlü şaibeden uzak şekilde karşılanmasına güvence oluşturacak saydam, rekabetçi ve güvenilir usullerle karşılanması yerine, idari ve teknik şartname hazırlanmadan, yüklenicide ekonomik ve mali yeterlik ile mesleki ve teknik yeterlik şartları aranmadan, teminat alınmadan, ilan yapılmadan, ihale komisyonu kurulmadan ve ihale yapılmadan ihale yetkilisince görevlendirilecek kişi veya kişiler tarafından piyasada fiyat araştırması yapılarak temin edilmesini öngören düzenlemede kamu yararı dışında gizli amaçlar olduğu açık olduğundan, iptali istenen kurallar Anayasanın 2 nci maddesindeki hukuk devleti ilkesine aykırıdır. Öte yandan, Anayasanın 10 uncu maddesinde, "Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz." denilmiştir. Eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan kişilerin kanunlar karşısında aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak ve haklı bir nedene dayanmadan ayrım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir. Durumlarındaki özellikler, kimi kişiler ya da topluluklar için değişik kuralları ve uygulamaları gerektirebilir. Aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumlar farklı kurallara bağlı tutulursa Anayasada öngörülen eşitlik ilkesi zedelenmez. Anayasa Mahkemesi 10.07.2013 günlü ve E.2012/104, K.2013/87 sayılı Kararında, "kişisel nitelikleri ve durumları özdeş olanlar arasında, kanunlara konulan kurallarla değişik uygulamalar yapılamaz. Kanunlar, eşitlik ilkesine uygun bir şekilde, aynı veya benzer durumda bulunanlar için haklarda ve ödevlerde, yararlarda ve yükümlülüklerde, yetkilerde ve sorumluluklarda, fırsatlarda ve hizmetlerde eşit davranılmasını sağlayacak kurallar içermelidir." demiştir. İptali istenen düzenleme, siyasal organların belirleneceği tüm seçimlerin gerektirdiği her türlü ihtiyacın, idari ve teknik şartname hazırlanmadan, yüklenicide ekonomik ve mali yeterlik ile mesleki ve teknik yeterlik şartları aranmadan, teminat alınmadan, ilan yapılmadan, ihale komisyonu kurulmadan ve ihale yapılmadan ihale yetkilisince görevlendirilecek kişi veya kişiler tarafından piyasada fiyat araştırması yapılarak temin edilmesini öngördüğü için, söz konusu ihtiyaçları "saydamlık, rekabet, eşit muamele, güvenirlik, gizlilik ve kamuoyu denetimi" ilkeleri çerçevesinde yerine getirebilecek çok sayıdaki yüklenici arasında saydamlık, rekabet ve eşit muamele ilkelerini hayata geçirecek ihale yöntemini askıya alma yoluyla eşitsizliğe yol açtığından, Anayasanın 10 uncu maddesine aykırıdır.Esas Sayısı : 2014/16 Karar Sayısı : 2014/197 8 III. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ Anayasaya aykırı olan iptali istenen düzenlemeler yürürlüğe girmiş bulunmaktadırlar. 30 Mart 2014 tarihinde yerel seçimler, Temmuz 2014'de Cumhurbaşkanlığı ve 2015 de ise genel seçimler yapılacaktır. Demokrasinin ve Anayasal Cumhuriyetin güvencesi, seçimlerin her türlü şaibeden uzak yapılmasıdır. Halk adına karar verecek olanların seçimlerinde şaibelerin olması, demokrasiye, halk iradesine ve Anayasal Cumhuriyete ileride telafisi olmayan zarar ve ziyanlara yol açacaktır. Kamu harcamalarının saydam, rekabetçi ve güvenilir olmayan süreçlerde yapılmasında da halkın ve kamu bütçesinin ileride giderilmesi mümkün olmayan zarar ve ziyanlara neden olacağı da açıktır. Öte yandan, anayasal düzenin en kısa sürede hukuka aykırı kurallardan arındırılması, hukuk devleti sayılmanın gereğidir. Anayasaya aykırılığın sürdürülmesinin, bir hukuk devletinde sübjektif yararların üstünde, özenle korunması gereken hukukun üstünlüğü ilkesini de zedeleyeceği kuşkusuzdur. Hukukun üstünlüğü ilkesinin sağlanamadığı bir düzende, kişi hak ve özgürlükleri güvence altında sayılamayacağından, bu ilkenin zedelenmesinin hukuk devleti yönünden giderilmesi olanaksız durum ve zararlara yol açacağında duraksama bulunmamaktadır. Bu zarar ve durumların doğmasını önlemek amacıyla, Anayasaya açıkça aykırı olan ve iptali istenen hükümlerin iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüklerinin de durdurulması istenerek Anayasa Mahkemesine dava açılmıştır. IV. SONUÇ VE İSTEM 28.11.2013 tarihli ve 28835 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan, 19.11.2013 tarihli ve 6504 sayılı "Kamu İhale Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun"un; 1 inci maddesi ile değiştirilen 04.01.2002 tarihli ve 4734 sayılı Kamu İhale Kanununun 22 nci maddesinin birinci fıkrasının (i) bendi, Anayasanın 2 nci ve 10 uncu maddelerine, aykırı olduğundan iptaline ve uygulanması halinde giderilmesi güç ya da olanaksız zarar ve durumlar doğacağı için, iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüğünün durdurulmasına karar verilmesine ilişkin istemimizi saygı ile arz ederiz.""
3,397
Esas Sayısı: 1990/7 Karar Sayısı: 1990/ 11 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ İtiraz yoluna başvuran Mahkeme'nin bu konudaki kararının gerekçe bölümü aynen şöyledir: "... Dava, davalı idarenin 3194 sayılı Yasanın 18. maddeye dayalı olarak yaptığı düzenleme işlemlerinin Anayasa ve İmar Yasası'na aykırı olduğu ileri sürülerek iptali istemiyle açılmıştır. Davalı idarece, belediyelerin kamu yararım hedef tutarak imar planı yapmak zorunda oldukları, bu yükümlülükler yerine getirilirken 3194 sayılı Yasanın 18. maddesinden faydalandıkları, bu maddeyle kamulaştırma yapmaksızın uygulamadan 'doğan sorunların çözümlenmeye çalışıldığı, böylelikle idarelerce düzenleme ortaklık payı alındığı gibi kişilerin de arsalarında meydana gelen değer artışı ile fayda sağlayacakları dolayısıyla Ana yasa'nın 46. maddesine kamulaştırma için zorunlu kılınan "karşılıkları peşin ödenmek şartıyla" hükmünün yerine getirildiği ortada. Anayasa'ya aykırılık bulunmadığı savunulmaktadır. 3194 sayılı Yasanın 18. maddesinde; imar hududu içinde bulunan binalı veya binasız arsa ve arazileri malikleri veya diğer hak sahiplerinin muvafakati aranmaksızın birbirleriyle yol fazlaları ile, kamu kurumlarına veya belediyelere ait bulunan yerlerle birleştirmeye, bunları yeniden imâr plânına uygun veya parsellere ayırmaya müstakil, hisseli veya kat mülkiyeti esaslarına göre hak sahiplerine dağıtmaya ve re'sen tescil işlemlerini yaptırmaya belediyeler yetkilidir. Sözü edilen yerler belediye ve mücavir alan dışında ise yukarıda belirtilen yetkiler Valilikçe kullanılır. Belediyeler veya Valiliklerce düzenlemeye tabi tutulan arazi ve arsaların dağıtım sırasında bunların yüzölçümlerinden yeteri kadar saha, düzenleme dolayısıyla meydana gelen değer artışları karşılığında "düzenleme ortaklık payı" olarak düşülebilir. Ancak bu maddeye göre alınacak düzenleme ortaklık paylan düzenlemeye tabi tutulan arazi ve arsaların düzenlemeden önceki yüzölçümlerinin yüzde otuzbeşini geçemez. Düzenleme ortaklık paylan, düzenlemeye tabi tutulan yerlerin ihtiyacı olan yol, meydan, park, otopark, çocuk bahçesi, yeşil saha, cami ve karakol gibi umumî hizmetlerden ve bu hizmetlerle ilgili tesislerden başka maksatlarda kullanılamaz. Düzenleme ortaklık paylarının toplamı, yukarıdaki fıkrada sözü geçen umumî hizmetler için, yeniden ayrılması gereken yerlerin alanları toplamından az olduğu takdirde, eksik kalan miktar belediye veya valilikçe kamulaştırma yolu ile tamamlanır. Herhangi bir parselden bir miktar sahanın kamulaştırılmasının gerekmesi halinde düzenleme ortaklık payı kamulaştırmadan arta kalan saha üzerinden ayrılır. Bu fıkra hükümlerine göre, herhangi bir parselden bir defadan fazla düzenleme ortaklık payı alınmaz. Ancak bu hüküm o parselde imâr plânı ile yeniden bir düzenleme yapılmasına mani teşkil etmez. Bu düzenlemeye tabi tutulan arazi ve arsaların düzenleme ortaklık payı alınanlardan, bu düzenleme sebebiyle ayrıca değerlendirme resmi alınmaz.Esas Sayısı: 1990/7 Karar Sayısı: 1990/ 11 2 Üzerinde bina bulunan hisseli parsellerde, şüyulandırma sadece zemine ait olup şüyuun giderilmesinde bina bedeli ayrıca dikkate alınır. Düzenleme sırasında plân ve mevzuata göre muhafazasında mahzur bulunmayan bir yapı, ancak bir imâr parseli içinde bırakılabilir. Tamamının veya bir kısmının plân ve mevzuat hükümlerine göre muhafazası mümkün görülmeyen yapılar ise, birden fazla imâr parseline de rastlayabilir. Hisseli bir veya birkaç parsel üzerinde kalan yapıların bedelleri, ilgili parsel sahiplerince yapı sahibine ödenmedikçe ve aralarında başka bir anlaşma temin edilmedikçe veya şüyuu giderilmedikçe bu yapıların eski sahipleri tarafından kullanılmasına devam olunur. Bu maddede belirtilen kamu hizmetlerine ayrılan yerlere rastlayan yapılar belediye veya valilikçe kamulaştırılmadıkça yıktırılamaz. Düzenlenmiş arsalarda bulunan yapılara, ilgili parsel sahiplerinin muvafakatları olmadığı veya plân ve mevzuat hükümlerine göre mahzur bulunduğu takdirde küçük ölçüdeki zaruri tamirler dışında ilave, değişiklik ve esaslı tamir izni verilemez. Düzenlemeye tabi tutulması gerektiği halde, bu madde hükümlerinin tatbiki mümkün olmayan hallerde imâr plânı ve yönetmelik hükümlerine göre müstakil inşaata elverişli olan kadastrol parsellere plâna göre inşaat ruhsatı verilebilir. Bu maddenin tatbikinde belediye veya valilik, ödeyecekleri kamulaştırma bedeli yerine ilgililerin muvafakati halinde kamulaştırılması gereken yerlerine karşılık, plân ve mevzuat hükümlerine göre yapı yapılması mümkün olan belediye veya valiliğe ait sahalardan yer verilebilir. Veraset yolu ile intikal eden, bu kanun hükümlerine göre şüyulandırılan Kat Mülkiyeti Kanunu uygulaması, tarım ve hayvancılık, turizm, sanayi ve depolama amacı için yapılan hisselendirmeler ile cebri icra yolu ile satılanlar hariç imâr plânı olmayan yerlerde her türlü yapılaşma amacıyla arsa ve parselleri hisselere ayıracak özel parselasyon plânlan, satış vaadi sözleşmeleri yapılamaz şeklinde hüküm altına alınmıştır. Şehircilik uzmanlarınca, imâr konusunda kamu yönetiminin sahip olduğu, bölgeleme, parselleme, vergilendirme yetkilerinin birlikte kullanılmasına olanak sağlayan türü kendine özgü bir yetki şeklinde tanımlanan ve Frankfurt eski Belediye Başkanlarından birinin adı ile Addikes Yasası olarak bilinen ve İmâr Yasasının 18. maddesi ile hukuk sisteminde yerini alan hamur (tarla) kuralı kamulaştırma işlemleri oluşturmaksızın bunun sonucunda da kamulaştırma bedeli ödenmeksizin yönetime kent plânlamasında farklı bir denetim yetkisi vermektedir. 1864 yılında çıkarılan Yollar ve Yapılar Tüzüğünde bu konudaki ilk yasal düzenlemeler yer almakta 1882 yılındaki Yapılar Yasası daha ayrıntılı hükümler içermektedir. Bu Yasanın 2. maddesinde de yol genişletmek için ayrılması gereken yerlerin yüzölçümünün dörtte birini geçmemesi koşuluyla, sahibi tarafından parasız olarak bırakılacağı belirtilmiştir. Yapılara ilişkin Yasa'da 1925 yılında 642 sayılı Yasa ile yapılan değişiklik ile belediye bölgesinde 150'dejj çok yapının yanmış olduğu komşuluklar ile bunların bitişiğindeki bostan, bağ, bahçe ve arsa gibi yerler "tarla" sayılmıştır. İlgili plan ve haritaların bir yılın içinde bitirilmesi öngörülmüştür. Ankara şehri imar müdürlüğünün kuruluş görevlerine ilişkin 1351 sayılı Yasaya 2.6.1930 günlü, 1663 sayılı Yasa ile eklenen maddelerle, yangın yerleriyle bağlı olmaksızın Ankara İmar Müdürlüğüne, her türlüEsas Sayısı: 1990/7 Karar Sayısı: 1990/ 11 3 topraklar üzerinde birleştirme, ayırma ve % 15 eksiğiyle dağıtma yapabilme yetkisi tanınmıştı. Böylece hamur kuralının uygulanma alanı yangın yerleri dışındaki arsaları da içerecek biçimde genişletilmişti. 1933'te yürürlüğe giren ve 6785 sayılı İmar Yasası çıkarılıncaya (1957 başına) değin yürürlükte kalan 2290 sayılı Belediye Yapı Yollan Yasası, her türlü arsaların plan gereklerine göre belediyelerce birleştirilmesi ve % 15 eksiğiyle dağıtılması yetkisini öngörüyordu. Böylece hamur yetkisi Ankara dışındaki belediyelere de tanınmıştı. 6785 sayılı İmar Yasasının konuyla ilgili 42. maddesi, kamu hizmetleri için ayrılan yerler için arsa başına tanınan eksik dağıtım payını % 25'e çıkarmıştır. Ancak Anayasa Mahkemesinin 11.1.1964 günlü, 11606 sayılı Resmî Gazetede yayımlanan 22.11.1963 günlü, E. 1963/65, K. 1963/278 sayılı kararıyla, 6785 sayılı Yasanın 42. maddesi imar ve yol istikamet planlan sınırı içinde kalan özel ve tüzel kişilere ait taşınmaz malların plana uygun şekilde inşaata elverişli hale getirilmesi için sahiplerinin rızası aranmaksızın birbirleriyle ve yol fazlası ile birleştirilerek plân gereklerine göre bağımsız veya paylı olarak parsellere ayırmaya ve bunları yüzde yirmibeşe kadar noksanı ile sahiplerine dağıtmaya belediyeleri yetkili kılındığından tarla veya hamur kuralı adı verilen bu yöntem sonucu, dolayısıyla kamulaştırma durumu ortaya çıktığından Anayasanın 38. maddesinin birinci fıkrasına göre gerçek karşılığı peşin ödenmedikçe kamulaştırma yapılamayacağı belirtilmiş, 6785 sayılı Yasanın 42. maddesinde yer alan ve taşınmaz malın gerçek karşılığı verilmeksizin yüzde yirmibeşe kadar noksanıyla sahiplerine dağıtılabileceğini kapsayan kural, Anayasanın 38. maddesine aykırı olduğundan iptal edilmiştir. 6785 sayılı Yasada 1605 sayılı Yasayla 1972 yılında Anayasa Mahkemesince iptal edilen hamur ilkesine ilişkin 42. maddeye yeni bir nitelik verilmiş, hamur kuralı ile ilgili işlemler yeniden düzenlenmiştir. Yeni biçimiyle 42. madde, belediyeye düzenlemeye bağlı tutulan arsaların dağıtımı sırasında, bunların yüzölçümlerinde yeterince bir alanı, düzenleme nedeniyle doğan değer artışları karşılığında, "düzenleme ortaklık payı" olarak düşme yetkisini vermektedir. Düzenleme ortaklık payının düzenlenen arsalar yüzölçümünün yüzde yirmibeşini geçmeyeceği yasada belirtilmiştir. Yasa, düzenleme ortaklık paylarının yüzölçümleri toplamı tutarındaki alanın, düzenlenen yerlerde gereksinme duyulan yol, meydan, park, otopark, çocuk bahçesi, yeşil alan gibi genel, kamusal hizmetlerden, bunlarla ilgili kuruluşlardan başka amaçlarla kullanılmasını yasaklamıştır. Böylelikle değiştirilmeden önceki 42. maddede şüyulandırılan taşınmazların gerçek karşılığı verilmeksizin yüzde yirmibeşe kadar noksanı ile sahiplerine dağıtılabileceği hüküm altına alınmış değişiklikten sonraki 42. maddede ise yüzde yirmibeş oranındaki noksan dağıtım "düzenleme ortaklık payı" olarak isimlendirilmiştir. Ve aynı nitelikteki işlemlerin yasal dayanağı olarak ortaya konmuştur. 6785 sayılı Yasayı yürürlükten kaldıran 3194 sayılı Yasada 1972 yılında yapılan değişiklik aynı şekilde yer almış ve yüzde yirmibeş oranındaki düzenleme ortaklık payı yüzde otuzbeşe çıkarılmıştır. Ve bu payın meydana gelen değer artışı olduğu da hüküm altına alınmıştır. Her ne kadar belediyeler gerçek karşılığını vermeksizin aldıkları arsaları özel amaçları doğrultusunda değil kamu yararına yönelik bir amaç için ayırmakta iseler de bu durum arsa sahibinin iradesi dışında yapılan işlemler sonucu gerçek anlamda fakirleşmesine yol açmaktadır.Esas Sayısı: 1990/7 Karar Sayısı: 1990/ 11 4 Yasakoyucu arsa sahibinin taşınmazının düzenleme nedeniyle değerinin artacağı ve bu değer artışının çevredeki arsalara değer dalgası biçiminde yayılacağını dolayısıyla bu değer artışına karşılık arsasında yüzde otuzbeşlik eksilmeyi hukuken mümkün kılmışsa da bu durumun her arsa için geçerli olabileceği düşünülemeyeceği gibi yapılan iş, karşılığı ödenmeyen kamulaştırma olduğundan en azından Kamulaştırma Yasasının 12. maddesine benzer bir yol izlenerek Anayasanın 46. maddesinde ifade edilen karşılıkları peşin ödenmek şartıyla kamulaştırma yapılması sağlanmış olabilirdi. Anayasamızın kamulaştırmayı düzenleyen 46. maddesinin birinci fıkrası, Devlet ve Kamu tüzelkişilerinin; kamu yararının gerektirdiği hallerde, karşılıklarını peşin ödemek şartıyla, özel mülkiyette bulunan taşınmaz malların tamamını veya bir kısmını, kanunla gösterilen esas ve usullere göre kamulaştırmaya ve bunlar üzerinde idari irtifak kurmaya yetkili olduklarını öngörmektedir. Bu durumda, İmar Yasasının 18. maddesine göre düzenleme sırasında düzenleme dolayısıyla meydana gelen değer artışı karşılığında arazi ve arsaların yüzölçümünün yüzde otuzbeşini geçmemek şartıyla düzenleme ortaklık payının alınması Anayasanın 46. maddesinde kamu yararının gerektirdiği haillerde karşılıklarını peşin ödemek şartıyla, özel mülkiyette bulunan taşınmaz malları kamulaştırmaya devlet ve kamu tüzelkişileri yetkili kılındıkları halde kamulaştırma yapılmaksızın ve arsa sahibinin onayını almaksızın tek yanlı, doğrudan hareketle bedelsiz olarak alınmasına olanak verdiğinden Anayasaya aykırılığı iddiası Mahkememizce ciddiye alınmıştır. Sonuç olarak, İmar Yasasına göre düzenlenen taşınmazların gerçek karşılığı verilmeksizin meydana gelen değer artışı nedeniyle yüzde otuzbeşine kadar noksan ile sahiplerine dağıtılabilmesinin Anayasaya aykırılığı nedeniyle 2949 sayılı Yasanın 28. maddesi uyarınca dosya kapsamının tebliğ alındıları ile birlikte tasdikli örneklerinin Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine 26.1.1990 gününde oybirliğiyle karar verildi.""
1,485
Esas Sayısı: 1992/32 Karar Sayısı: 1992/41 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ : İtiraz yoluna başvuran Mahkemenin başvuru kararının gerekçe bölümü aynen şöyledir : "3717 sayılı kanuna uygulanması ile tahakkuk ettirilen keşif paralarının suçun sübutu halinde sanıklardan alınması gerektiği göz önüne alındığında adli yargı ile askeri ve idari yargı hakim ve Cumhuriyet Savcıları ve personel arasında eşitsizlik olacağı sonucuna varıldı. 1. Sanıkların her ikisine de aynı birlikte asker olduğu şerhi verilip ihzar müzekkereleri iade edildiğinden ve bu hususun olağan dışı olduğu anlaşılarak hangi sanığın Erzurum 600 yataklı Mareşal Çakmak Hastanesi hizmet bölüğünde olduğunun zabıtadan sorulmasına. Gelen cevaba göre Erzurum'da olan sanık için kıtası komutanlığına talimat yazılmasına diğer sanığın ise yeniden ihzarına. 2. 3717 sayılı Adli Personel ile Devlet Davalarını Takip Edenlere Yol Gideri ve Tazminat Verilmesi ile 492 Sayılı Harçlar Kanununun Bir Maddesinin Yürürlükten Kaldırılması Hakkındaki Kanun"un ikinci maddesinin Anayasa'ya aykırı olduğu sonucuna varılmakla. Koşul Yönünden : Mahkememiz 2949 sayılı Kanun'un 28. maddesinde yazılı halin varlığı görüşündedir. Çünkü Türk Ceza Kanunu'nun 39. maddesine göre "Mahkûm, Mahkeme masraflarını çeker" yol tazminatı ve giderleri de mahkeme masrafıdır ve olayda keşif yapılıp 10.2.1992 günlü sarf karan 3717 sayılı Yasa'ya göre düzenlenmiştir. Esas Yönünden : 3717 sayılı kanun'un 2. maddesine göre maddede sayılan hâkimler, savcılar, askeri mahkeme subay üyeleri ... ne yol giderlerinden başka yol tazminatı verilecek kanun hükmündeki 449 sayılı kararname ile değişik fıkrasına göre adli yargıda görev yapan hâkim ve savcılara ve diğer personele bu tazminatın yansı ödenecek iken, idari yargı ve askeri yargı hakim ve savcıları ile diğer yol tazminatı almaya müstehak personele herhangi bir kesinti yapılmaksızın tazminatlar tam olarak ödenecektir. Bu durumda adli yargı hakim ve savcılarının yol gideri ve/veya tazminatlarının yansı peşin ödenecek geri kalan kısmının %10'u Adalet Bakanlığı'na gönderilecek ve bu % 10'lar Adalet Bakanlığı Merkez Teşkilatı'ndaki hakim ve savcı sınıfından olanlar hariç diğer personele dağıtılacak. Yasa; adli yargı hakim ve savcıları ile idari yargı hakimleri ve askeri yargı hakim ve savcıları arasında ayırım yapmış ve eşitsizlik yaratmıştır, ikinci madde Anayasa'nın 10. maddesine aykırıdır. Diğer yandan yol gideri ve/veya tazminatı bir hizmet bir iş karşılığında ödenir. Hizmetle hiçbir ilgisi olmayan, say ve gayreti bulunmayan Adalet Bakanlığı Merkez Teşkilatındaki personele (Hakim ve savcı hariç) yol gideri ve/veya tazminatından pay ödenmesi hukukun temel prensiplerine aykırıdır. Adli yargıda çalışan icra müdürü, katip, mübaşir vs. ile Bakanlık Merkez Teşkilatı'nda çalışan personel arasında ayırım yapılıp eşitsizliğe sebep olunmuştur. Bu nedenle de madde Anayasa'nın 10. maddesine aykırıdır. O halde gerekçe ile birlikte dosyanın onanlı örneğinin Anayasa Mahkemesi Başkanlığı'na sunulması gerekeceğinden;Esas Sayısı: 1992/32 Karar Sayısı: 1992/41 2 a) Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'nun 253/4. maddesi gereğince yargılamanın Anayasa Mahkemesi kararına kadar durmasına, b) Anayasa Mahkemesi, Anayasa'nın 152/3. maddesinde yazılı süre içinde karar vermediği takdirde davaya kaldığı yerden devam ile Anayasa'da belirtilen şekilde hüküm tesisine, c) Mahkememizce 3717 sayılı Kanun'un 2. maddesinin Anayasa'nın 10. maddesine aykırı olduğu sonuç ve kanısına varıldığından dosya örneğinin (onanlı örneğinin) Anayasa Mahkemesi Başkanlığı'na sunulmak üzere Niğde Cumhuriyet Başsavcılığı'na gönderilmesine, karar verildi.""
478
Esas Sayısı : 1994/57 Karar Sayısı : 1994/52 1 "... I İPTAL İSTEMİNİN GEREKÇESİ : 13.6.1994 günlü dava dilekçesinin gerekçe bölümünde aynen şöyle denilmektedir : "Yüksek Mahkemenizce iptal edilmiş bulunan 3911 Sayılı Yetki Kanununa istinaden Bakanlar Kurulunca çıkarılan ve 16.9.1993 tarihli ve mükerrer 21700 Sayılı Resmî Gazetede yayımlanan 508 sayılı "Hazine ve Dış Ticaret Müsteşarlığı Teşkilat ve Görevleri hakkında Kanun Hükmünde Kararname"de diğer Kanun Hükmünde Kararnameler gibi iptal edilmiştir. Bu defa iptali istemiyle dava açmak durumunda kaldığımız 2.6.1994 tarihli ve 535 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile Hazine ve Dış Ticaret Müsteşarlığı ikiye ayrılmak suretiyle "Hazine Müsteşarlığı" adıyla yeni bir müsteşralık oluşturulmaktadır. Ancak bu Kanun Hükmünde Kararnamenin de dayanağını teşkil eden 18.5.1994 tarihli ve 3990 sayılı Yetki Kanununun da iptali gündemdedir. 535 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile yeniden oluşturulan Hazine Müsteşarlığına tevdi edilen görevler, bugün esasen Hazine ve Dış Ticaret Müsteşarlığı ile Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığınca yerine getirilmekte olup acil, ivedi ve zaruret halini oluşturan sebepler ve dolayısıyla gerek Anayasanın 91. maddesindeki şartlar ve gerekse müesses kararlarınızda öngörülen Kanun Hükmünde Kararname ile düzenleme yapılabileceği haller burada söz konusu değildir. Kaldı ki, bu konular gerek Kanun Hükmünde Kararname olarak düzenlenilmiş olmaları sebebiyle Anayasanın 91. maddesi gereğince ve gerek Bakanlar Kurulunca hazırlanan Kanun tasarıları sebebiyle yasama organına intikal etmiştir. Keza bu konular Anayasanın 91.maddesinde ifadesini bulan "Kanun Hükmünde Kararnameler Türkiye Büyük Millet Meclisi Komisyonları ve Genel Kurulunda öncelik ve ivedilikle görüşülür." hükmü gereğince ilgili komisyonlarında görüşülmüş ve Genel Kurulun gündeminin birinci ve ikinci sırasını işgal etmektedir. Hatta bazı maddeleri de müzakere edilerek bir kısmı Yüce Meclisin kararına iktiran etmiş yarım kalan işlerdendir. Bu durumda olan konuların akibetinin ne olacağı belli olmayan Yetki Kanunlarına dayanılarak yasama organının iradeside dışlanmak suretiyle Kanun Hükmünde Kararnamelerle düzenlemesi Anayasanın 6, 7, 87 ve 91. maddelerine, keza daha önce Yüksek mahkemenizce iptal edilmiş olmaları sebebiyle de Anayasanı 138 ve 153. maddelerine aykırılığı oluşturduğu düşünülmektedir. Ayrıca 535 sayılı Hazine Müsteşarlığı Teşkilat ve Görevleri hakkındaki Kanun Hükmünde Kararnamenin 31. maddesiyle, bazı asli ve sürekli görevler için tahsisli kadrolarda sözleşmeli personel istihdamına ilişkin hükümler yer almaktadır. Bu uygulama bu müsteşarlıkta çalışacak bazı kimseleri ücret yönünden başka kuruluşlarda aynı hizmeti gören ve aynı sorumluluğu taşıyan kamu görevlilerine nazaran aylık ücret yönünden imtiyazlı bir duruma getirdiği gibi diğer Devlet memurlarına ödenmeyen ve yılda bürüt aylıklarının altı katına ulaşan ikramiye ödenmesini öngörecek nitelikte olmakla Anayasanın 10. maddesine aykırılığı, kurduğu merkez, taşra ve yurt dışı teşkilat ve ihdas ettiği kadrolarla keza Anayasanın 163. maddesine aykırılığı oluşturmakta olduğu düşünülmektedir.Esas Sayısı : 1994/57 Karar Sayısı : 1994/52 2 Zira 535 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye konu düzenlemeler Yüksek Mahkemenizce iptal edilmiş bulunan 508 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile 436, 256 ve 303 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameler dolayısıyla Yüce Meclisin gündemine gelmiştir. Meclis Genel Kurulu bunların bir kısım maddelerini görüşüp karara bağlamış kalan kısmını da görüşerek kanunlaştırması an meselesidir. Yüce Meclisin gündeminin birinci sırısında bulunan ve bir kısım maddeleri karara bağlanan bir konunun hükümet tarafından bir Yetki Kanunu kapsamında düşünülerek ve üstelik aynı hükümleri taşıyacak şekilde Kanun hükmünde kararname ile düzenlenmesi bir yetkinin kullanılmasından ziyade yetki gasbına girmektedir. Hükümet istihsal ettiği 535 sayılı Kanun HükmündeKararname ile açıkca Yüce Meclisin yetkisini gasbetmiş durumdadır. Konuya objektif hukuk kuralları ve yerleşmiş yargı kararları açısından bakıldığından 535 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameyi ve muhtevasını Anayasamızın 6, 7, 10, 87, 91, 128, 138, 153 ve 163. maddeleriyle bağdaştırmak mümkün değildir. Görülüyor ki, Hükümet Meclis gündeminde bulunan gerek Kanun Hükmünde Kararname olmaları dolayısıyla Anayasanın 91. Maddesi gereğince öncelik ve ivedilikle görüşülmesi gereken ve hatta bir kısmı kısmen müzakere edilerek yarıda kalan konuları ve gerekse kendi tasarılarını Mecliste görüşülmesini sağlayarak kanunlaştırmak yerine aldığı yetkiyi de aşarak uygulamakla yükümlü bulunduğu bütün kanunları veya kendisine göre çıkarılmasını gerekli gördüğü kanunları, Meclisi dışlamak suretiyle yasama görevini de üstlenerek, Bakanlar Kurulundan geçirmek yolundadır. Bu genel açıklamalar muvacehesinde : 1 Anayasanın 6 ve 7. maddelerine aykırılık : Anayasanın 6. maddesine Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir. Hiç bir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir yetkiyi kullanamaz. Türk Milleti Egemenliğini Anayasanın koyduğu kurallar içerisinde yetkili organlar eliyle kullanır. Bu genel kurala göre yasama yetkisi, kanun koyma görevi Türkiye Büyük Millet Meclisine aittir. Keza Anayasanın 7. maddesi de bu yetkinin devredilemiyeceğini öngörmüş bulunmaktadır. Her ne kadar Hükümet, iptali maksadıyla açılan bir dava sebebiyle Yüksek Mahkemenizde derdest olan 18.5.1994 gün ve 3990 Sayılı Yetki Kanununa istinaden bu Kanun Hükmünde Kararnameyi düzenlemiş ise de kapsamı ve mahiyeti itibariyle aynı olup Meclis gündeminde bulunan bir konuyu yok saymak suretiyle doğrudan yasamanın görevlerine müdahale eder bir tutum izlemiştir. Dolayısıyle 528 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile düzenlenen konular 3990 sayılı Kanun Hükümete verilmiş bulunan yetki içerisinde olsa dahi, acelelik, ivedilik ve zorunluluk halleri söz konusu olamaz. Bu sebeple dava konusu 534 sayılı Kanun Hükmünde Kararname, bir yetki gasbı niteliğini taşıdığından Anayasanın 6 ve 7. maddelerine aykırı olup iptali gerekir. 2 Anayasanın 10. maddesine aykırılık : Anayasanın 10. maddesi hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamayacağını ve Devlet organlarının ve idarenin bütün işlemlerinde eşitlik ilkesine uygun hareket etmelerini öngörmektedir. Genel olarak Devlet memurlarının istihdam şekil ve şartlarını, aylık ve ücretleriyle alacakları sair tazminat ve ödemeleri 657 sayılı DevletEsas Sayısı : 1994/57 Karar Sayısı : 1994/52 3 Memurları Kanunu düzenlemektedir. 535 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 31. maddesiyle getirilen ve Hazine Müsteyarlığında 657 sayılı Kanunla diğer kanunlardaki hükümler dikkate alınmazsızın asli ve sürekli bazı görevler için tahsis edilmiş kadrolar karşılık gösterilerek personel çalıştırılabileceği öngörülmektedir. Ancak, diğer Bakanlık ve kuruluşlarda aynı ünvan, görev ve sorumluluğu taşıyan görevlere kıyasla mali haklar bakımından imtiyazlı bir sınıf yaratılmaktadır. Aynı görevi yapan ve aynı sorumluluğu taşıyan kadro ve pozisyonlarda görevli Devlet memurları arasında daha üstün ücretlerle sözleşmeli olarak istihdam yaratmak Anayasanın 10. ve bu meyanda 128. maddelerine aykırılık teşkil edeceği düşünülmektedir. Bu düzenleme ayrıca Yüksek Mahkemenizin bu alandaki müesses kararları dolayısıyla Anayasanın 138 ve 153. maddelerine aykırıdır. 3 Anayasanın 87 ve 91. maddelerine aykırılık : Anayasanın 7. maddesine paralel olarak, Türkiye Büyük Millet Meclisinin görev ve yetkilerini düzenleyen 87. maddesi kapsamında " Bakanlar kuruluna belli konularda Kanun Hükmünde Kararname Çıkarma Yetkisi vermek; de bulunmakta ise de bu hüküm Meclis gündeminde bulunan bir konunun da, geri çekme lüzumunu dahi hisetmeden aynı konunun Kanun Hükmünde Kararname ile düzenlenilebileceği anlamını taşımaz. Komisyonlardan geçerek Meclis Genel Kurulu gündemine gelmiş ve her an görüşülmesi imkan dahilinde bulunan bir kanun konusunun, yeni bir Kanun Hükmünde Kararname ile düzenlenilmesi, Anayasanın 6 ve 7. maddelerine aykırı olduğu kadar 87 ve 91. maddelerine de aykırılık teşkil etmeleri sebebiyle iptali gerekir. Keza Anayasanın 91. maddesinde de yer alan Bakanlar Kuruluna Kanun Hükmünde Kararname çıkarma yetkisi verilebileceği yolundaki hükmü de yukarıdan beri açıklamaya çalıştığımız ana kurallardan ayrı düşünmek mümkün değildir. Bu maddedeki düzenleme dahi Bakanlar Kuruluna yetki gasbı niteliğini de beraberinde getirecek boyut ve ölçülerde yorumlanamaz. Gerek Anayasada yer alan hükümlerin ve gerekse mustahar iptal kararlarınızda açıkca ifadesini bulan zorunluluk ve ivedilik halleri bu Kanun Hükmünde Kararname için düşünülemez. Yüce Meclisin gündeminde bulunan bir konuda Bakanlar Kurulu yetkilendirilmez. 3990 Sayılı Yetki Kanununun kapsamı ve mahiyetinin de bu çerçevede düşünülüp uygulanması gerekir. Aksi bir davranış Anayasanın söz konusu maddelerine aykırılığı oluşturur. 4 Anayasanın 128, 138 ve 153. maddelerine aykırılıp : Anayasanın 128. maddesi, memurların ve diğer kamu görevlilerinin niteliklerinin, atanmalarıyla görev ve yetkilerinin, hak ve yükümlülüklerinin, aylık ve ödenekleriyle diğer özlük haklarının kanunla düzenleneceğini, 138. maddesi de yasama ve yürütme organları idare makamlarının mahkeme kararlarına uymakla yükümlü bulunduklarını ve 153. maddesinin dördüncü fıkrası "iptal kararının yürürlüğe girişinin ertelendiği durumlarda, Türkiye Büyük Millet Meclisi, iptal kararının ortaya çıkardığı hukuki boşluğu dolduracak kanun tasarı veya teklifini öncelikle görüşüp karara bağlar." beşinci fıkrası da Anayasa Mahkemesi kararlarının yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlayacağı yolunda amir hükümler taşımaktır.Esas Sayısı : 1994/57 Karar Sayısı : 1994/52 4 Türkiye Büyük Millet Meclisinin ilgili komisyonlarınca görüşülerek Genel Kurulun gündeminin birinci sırasında yer almış ve öncelik ve ivedilikle görüşülecek işler arasında bulunan bir konunun 18.5.1994 tarih ve 3990 sayılı Yetki Kanununa dayanılarak Bakanlar Kurulunca çıkarılan 535 sayılı Kanun Hükmünde kararname ile yeniden düzenlenmesi daha önce Yüksek Mahkemenizde iptal edilmiş olması sebebiyle Anayasanın 138 ve 153. maddelerine tamamıyla aykırıdır. Diğer taraftan 535 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 31. maddesiyle Müsteşarlığın diğer Bakanlıklarda da aynı görev ve sorumluluğu üstlenen bazı görevlerinde 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu ile diğer kanunların sözleşmeli personel çalıştırılmasına ilişkin hükümlerine bağlı olmaksızın, asli ve sürekli belirli bazı kamu hizmetlerinde sözleşmeli personel istihdam edilebileceği öngörülmektedir. Bu düzenlemede ücret ve sair yükümlülüklerin sözleşme ile düzenlenileceği sebebiyle keza Anayasanın 7. ve 128. maddesine aykırılık teşkil etmekle birlikte Yüksek Mahkemenizden daha önce Sağlık Temel Hizmetleri Kanunu ile 308 sayılı Kanun Hükmünde Kararname dolayısıyla sadır olan E.987/16 ve K.1988/6; E.988/5 ve K.988/55 sayılı kararları muvacehisinde Anayasanın 138 ve 153. maddelerine aykırılık teşkil ettiği düşünülmektedir. 5 Anayasanın 163. maddesine aykırılık : Anayasanın "bütçelerde değişiklik yapılabilme esasları"nı düzenleyen 163. maddesi "Genel ve Katma bütçelerle verilen ödenek, harcanabilecek miktarın sınırını gösterir. Harcanabilecek miktar sınırının Bakanlar Kurulu Kararıyla aşılabileceğine dair bütçelere hüküm konulamaz. Bakanlar Kuruluna Kanun Hükmünde Kararname ile bütçede değişiklik yapmak yetkisi verilemez." hükmünü taşımaktadır. Dava konusu 535 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile Müsteşarlığın merkez, taşra ve yurtdışı teşkilatları için muhtelif sınıf ve derecelerden toplam 2130 adet kadro ihdas edilmiştir. Bu kordoların tamamı da serbest olup, 1994 mali yılı içerisinde kullanılabilecek durumdadır. Ayrıca kararnamenin 37. maddesiyle dış kuruluşlara sözleşme ile hizmet yaptırma imkanı getirilmektedir. Bu düzenlemelerde ilave ödemeyi gerektirecek bir durumdur. Bu suretle genel bütçeye dahil bir kuruluş olan Müsteşarlığın 1994 mali yılı bütçesiyle öngörülmüş bulunan harcanabilecek ödenek sınırları Anayasaya aykırı olarak aşılmıştır. Oysa böyle bir yetkinin kullanılamayacağını hatta Bakanlar Kuruluna böyle bir yetkinin verilemeyeceğini amir bulunan 163. madde, bu Kanun Hükmünde Kararname ile ihlal edilmiştir. Bakanlar Kurulu olmayan bir yetkiyi kullanmıştır. Bütün bu sebeplerle 18.5.1994 tarihli ve 3990 sayılı Yetki Kanununa dayanılarak çıkarılan 2.6.1994 gün ve 535 sayılı "Hazine Müsteşarlığı Teşkilat ve Görevleri hakkındak Kanun Hükmünde Kararname"nin yukarıda açıklanan durumlar muvacehesinde Anayasanın 6, 7,10, 87, 91, 128, 138, 153 ve 163. maddelerine aykırı olup, ayrıca Meclis gündeminde bulunan ve daha önceki Yüksek Mahkemenizce iptal edilmiş olan bir konuyu yeniden Kanun Hükmünde kararname ile düzenlenmekle açıkça yasama organının yetkisini gasp niteliğinde olmakla iptali gerektiği düşünülmektedir. Sonuç ve İstem : Gerek Yüksek Mahkemenizce iptal edilmiş bulunan 3911 sayılı Yetki Kanunu ile yürütmenin durdurulmasına karar verilen ve iptal ile sonuçlanması muhtemel bulunan 3990 sayılı yetki Kanun aynı mahiyette olması ve gerekse 535 sayılı Kanun hükmünde kararnamenin yukarıda iptal gerekçelerimiz meyanında açıkladığımız üzere aynı nitelik ve kapsamda olmakla dayandığı Yetki Kanununun iptali karşısında yine kanuni mesnetten yoksunEsas Sayısı : 1994/57 Karar Sayısı : 1994/52 5 kalacağı, bu kararnameye dayınlarak yapılacak tasarruflarında ileride telafisi mümkün olmayan uygulamalara yol açacağının muhakkak olduğu düşünülmektedir. İdarenin hukuk dışı tasarruflarda bulunmasını önlemek amacıyla: 1 Yüksek Mahkemenizce, yürütmenin durdurulmasına karar verilen 3990 sayılı Yetki Kanununa istinaden çıkarılan 535 sayılı Kanun hükmünde kararnamenin de yürütmesinin durdurulması, 2 İptal gerekçelerimiz bölümünde izah edilen sebeplerle 3.6.1994 tarihli ve mükerrer 21949 sayılı, Resmi Gazetede yayınlanan 535 sayılı Hazine Müsteşarlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin, Anayasanın 6, 7, 10, 87, 91, 128, 138, 153 ve 163. maddelerine aykırı olduğundan iptali, talebidir.""
1,790
Esas Sayısı : 2018/135 Karar Sayısı : 2021/71 1 ... 7146 sayılı Askerlik Kanunu ile Bazı Kanunlarda ve 663 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 14/3/2007 tarihli ve 5602 sayılı Şans Oyunları Hasılatından Alınan Vergi, Fon ve Payların Düzenlenmesi Hakkında Kanununa Ek 1. maddeyi ekleyen 15. maddesinin Anayasaya aykırılığı 7146 sayılı Kanunun 15. maddesi: MADDE 15 5602 sayılı Kanuna aşağıdaki ek madde eklenmiştir. EK MADDE 1 (1) Spor Toto Teşkilat Başkanlığı tarafından içinde bulunulan yılın ilgili ayında beyan edilip ödenen katma değer vergisi tutarından, bir önceki yılın aynı ayında beyan edilip ödenmiş olan katma değer vergisi tutarının Orta Vadeli Programda ilgili yıl için belirlenen nominal ekonomik büyüme tahmini oranında artırılmasıyla bulunan tutarın çıkarılmasından sonra kalan tutar, Spor Toto Teşkilat Başkanlığınca Türkiyede kurulu bankalarda açılmış olan özel hesaba, ödemeyi takip eden beş iş günü içinde ilgili vergi dairesi tarafından 4/1/1961 tarihli ve 213 sayılı Vergi Usul Kanunu hükümlerine göre, 21/7/1953 tarihli ve 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanunun 23 üncü maddesi hükmü uygulanmaksızın red ve iade edilir. (2) Özel hesaba aktarılan bu tutar, Spor Toto Teşkilat Başkanlığınca yatırım ve işletme giderleri olarak kullanılır ve yatırım ve işletme giderleri oranına dâhil edilir. Özel hesaptan amaç dışı kullanılan vergi iadeleri, amaç dışı kullanıldığı vergilendirme dönemine ilişkin katma değer vergisi olarak Spor Toto Teşkilat Başkanlığı adına 213 sayılı Kanundaki esaslara göre vergi ziyaı cezası kesilerek tarh edilir ve gecikme faizi hesaplanır. (3) Özel hesabın oluşturulması, idaresi, bu hesaba aktarılan tutarların kullanılması ve denetlenmesi ile bu maddenin uygulanmasına ilişkin diğer usul ve esasları belirlemeye Cumhurbaşkanlığı yetkilidir. hükmünü içermektedir. Maddenin gerekçesinde; Madde ile, ikramiye oranlarının artırılması nedeniyle oluşabilecek yatırım ve işletme giderlerindeki tutar azalışlarının telafi edilmesi amaçlanmaktadır. Ayrıca, ilgili kuruma yapılacak red ve iadelerin yatırım ve işletme giderleri hesabında dikkate alınması gerekmekte olup yatırım ve işletme giderleri oranı üzerinde kalan tutarın kamu payı olarak aktarılması öngörülmektedir. açıklaması yer almaktadır. Klasik maliye biliminin ulusal ve uluslararası alanda kabul görmüş bulunan ilkelerinden birisi olan ademi tahsis ilkesine de aykırılık teşkil etmekte olan söz konusu madde hükmü ile; 14/3/2007 tarihli ve 5602 sayılı Şans Oyunları Hasılatından Alınan Vergi, Fon ve Payların Düzenlenmesi Hakkında Kanuna ek madde eklenerek; Spor Toto Teşkilat Başkanlığı tarafından içinde bulunulan yılın ilgili ayında beyan edilip ödenen katma değer vergisi tutarından, bir önceki yılın aynı ayında beyan edilip ödenmiş olan katma değer vergisi tutarının Orta VadeliEsas Sayısı : 2018/135 Karar Sayısı : 2021/71 2 Programda ilgili yıl için belirlenen nominal ekonomik büyüme tahmini oranında arttırılmasıyla bulunan tutarın çıkarılmasından sonra kalan tutarın, Spor Toto Teşkilat Başkanlığınca Türkiyede kurulu bankalarda açılmış olan özel hesaba, ödemeyi takip eden beş iş günü içinde ilgili vergi dairesi tarafından 4/1/1961 tarihli ve 213 sayılı Vergi Usul Kanunu hükümlerine göre, 21/7/1953 tarihli ve 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanunun 23 üncü maddesi hükmü uygulanmaksızın red ve iade edilmesi, Özel hesaba aktarılan bu tutarın, Spor Toto Teşkilat Başkanlığınca yatırım ve işletme giderleri olarak kullanılması ve yatırım ve işletme giderleri oranına dâhil edilmesi konularında düzenleme yapılmaktadır. Bu düzenleme yerine bütçenin ademi tahsis ilkesine de sadık kalınarak; Spor Toto Teşkilat Başkanlığı tarafından bir önceki yıl beyan edilip ödenen katma değer vergisi tutarı da dikkate alınmak suretiyle hesaplanacak miktarın Gençlik ve Spor Bakanlığı Bütçesinde bu amaçla bir tertip açılarak ödenek olarak konulması, Spor Toto Teşkilat Başkanlığınca yatırım ve işletme giderleri karşılığında yapılacak bir bölüm harcamanın bu ödenekten karşılanması yöntemine başvurulabilir. Bu yöntemle hem klasik maliye biliminin ilkelerinden birisi olan ademi tahsis ilkesine sadık kalınacak hem de ikramiye oranlarındaki artış nedeniyle Spor Toto Teşkilat Başkanlığınca yapılacak yatırım ve işletme giderlerinde meydana gelen finansman açığı giderilmiş olacaktır. Anayasanın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti; Anayasa Mahkemesinin birçok kararında da açıklandığı üzere; eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve yasalarla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık, Anayasanın ve yasaların üstünde yasa koyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri bulunduğu bilincinde olan devlettir. Kanunların kamu yararının sağlanması amacına yönelik olması, genel, objektif, adil kurallar içermesi ve hakkaniyet ölçütlerini gözetmesi hukuk devleti olmanın gereğidir. Bir kuralın kamu yararı dışında saklı bir amacı gerçekleştirmek amacıyla konulduğu ve keyfiliği teşvik ettiği durumlarda yetki saptırması durumu ve giderek kuralın amaç açısından sakatlığı ortaya çıkar. Hukuk devleti olmanın gereği adaletli hukuk düzeninin kurulması ve bunun sürdürülmesi olup, bu bağlamda devlet yönetiminde keyfiliğin değil, hukuk kurallarının egemen olması icap eder. Demokratik devlet ilkesi ise tüm kamusal faaliyet, iş ve işlemlerde, saydamlığı ve hesap verebilirliği gerektirir. Anayasanın 2. maddesinde demokratik devlet ilkesine yer verilmiş; 6. maddesinde egemenliğin Anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organlar eliyle kullanılacağı, hiçbir kimse ve organın kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamayacağı belirtilmiş ve 87. maddesinde ise bütçe hakkının Türkiye Büyük Millet Meclisine ait olduğu hüküm altına alınmıştır. Anayasa, siyasal iktidarın yapısını, işleyişini, siyasal kurumların statülerini, görev ve yetkilerini belirleyen, vatandaşların hak ve özgürlüklerini tespit eden ve bunların hukuki güvencelerini içeren bir Toplum Sözleşmesidir. Kişilerin hak ve özgürlüklerinin güvenceEsas Sayısı : 2018/135 Karar Sayısı : 2021/71 3 altına alınabilmesi için yasama ve yürütme organlarının yetkilerinin sınırlanması ihtiyacı sadece temel hak ve özgürlükler alanında değil, kamu harcamalarına ilişkin düzenlemeler alanında da gerekli olup, bu bağlamda çeşitli kurallar anayasalarda yer alır. Demokrasilerde kamu harcamalarının büyüklüğü ve kapsamı ile bu harcamaların yapılabilmesi için vatandaşlara getirilecek yükümlülüklere halk karar verir ki buna Bütçe Hakkı denilmektedir. Halk sahip olduğu ve sahip olmak üzere yüzyıllarca mücadele ettiği Bütçe Hakkını seçtiği temsilcileri aracılığıyla kullanır. Kamu kaynağının elde edilmesi ve kullanım meşruiyeti, parlamentoların varlık sebebiyle özdeş tutulan ulusal egemenliğin bütçe hakkına dayanır. Bütçe hakkı, dünya tarihinde demokrasi için vazgeçilmez bir kurum olarak çetin mücadelelerin ürünüdür. İngiltere'de Magna Carta (1215), Haklar Dilekçesi (1627), Haklar Yasası (1689), Fransa'da 1789 ihtilali, 1791 ve 1793 Anayasaları yaklaşık sekiz yüzyıllık tarihin bilinen uğraklarıdır. Bütçe hakkı bu uzun tarihsel süreçte demokrasinin gelişmesi açısından anahtar role sahip olmuştur. Öncelikle vergi toplanması temsil yeteneği sınırlı çevrelerin iznine tabi tutulmuştur. Daha sonra harcamaların yapılması temsil yeteneği kısmen güçlenen zeminlerce izne tabi kılınmış ve nihayet gelir ve harcamaların birlikte bütçe olarak her yıl için izin ve onaya tabi tutulması ve gerçekleşmelerin denetimi suretiyle bütçe hakkı bugünkü çehresine kavuşmuştur. 19 20. yüzyılın ilk yarısında bütçe hakkı hem birçok bütçe ilkesinin (önceden izin ilkesi, yıllık olma ilkesi, bütçe birliği ilkesi, genellik ilkesi, gelir ve giderlerin gayrisafiliği ilkesi) oluşması ve yerleşmesiyle güçlenmiş, hem de tedrici olarak diğer devletlerce de bütçe hakkı benimsenen evrensel bir değer haline gelmiştir. Her ülke, kendi tarihsel koşulları içinde bütçe hakkının kurumsallaşma sürecine farklı bir uyarlanma deneyimi yaşamıştır. Temsili demokrasi, parlamentonun bütçe hakkından doğmuştur. Anayasa Mahkemesinin çeşitli kararlarında da belirtildiği üzere, Yasama organının, halk adına kamu gelirlerini toplama ve yine halk adına bu gelirleri harcama konusunda yürütme organına sınırlarını belirleyerek yetki vermesi ve sonuçlarını denetlemesine bütçe hakkı denilmektedir. () Bu hak, demokratik parlamenter yönetim sistemini benimsemiş olan ülkelerde, halk tarafından seçilen temsilcilerden oluşan ve en yetkili organ olan yasama organına ait bulunmaktadır. () Bütçe yapısının fonksiyonunu ifa edebilmesi, temel bütçe ilkelerine uyulması ile mümkün olmaktadır. Bütçe ilkeleri; bütçenin hazırlanması, görüşülüp onaylanması, uygulanması ve denetlenmesi ile ilgili olarak göz önünde bulundurulması gereken kuralları ifade eder. Bu ilkeler, devlet bütçelerinin temel özellikleri ve amaçlarının gerçekleşmesi için uygulanması zorunlu olan ulusal ve uluslararası alanda kabul görmüş klasik maliye biliminin ilkeleridir. (Bkz. Anayasa Mahkemesinin 30.12.2010 günlü ve E.2008/84, K.2010/121 sayılı ve 27.12.2012 günlü ve E.2012/102, K.2012/207 sayılı kararları). Çağdaş demokrasilerde hükümetler politika önceliklerini amaç ve hedefler seti, kaynak harcama yapısı, uygulama adımları ve benzeri açılardan ortaya koyarak Parlamentoya sunarlar ve Parlamentodan izin/onay isterler. İlgili dönemin sonunda Milletin Meclisince döneme ilişkin gerçekleşmeler ve yürütülen faaliyetler, bütçenin amaç ve hedeflerine ulaşma derecesi açısından değerlendirilir. Böylece, hükümetin performansı; bütçenin amaç ve hedefleri ile gerçekleşmeler arasındaki açıklık ve meydana gelen sapmalar üzerinden müzakere edilir ve hesap verme sorumluluğu çerçevesinde hükümetten hesap sorulur. Türkiye Büyük Millet Meclisinin görev ve yetkileri Anayasanın 87. maddesinde, Türkiye Büyük Millet Meclisinin görev ve yetkileri, kanun koymak, değiştirmek ve kaldırmak; bütçe ve kesinhesap kanun tasarılarını görüşmek ve kabul etmek; para basılmasına ve savaş ilânına karar vermek; milletlerarası andlaşmaların onaylanmasını uygun bulmak, Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının beşte üç çoğunluğunun kararı ile genel ve özelEsas Sayısı : 2018/135 Karar Sayısı : 2021/71 4 af ilânına karar vermek ve Anayasanın diğer maddelerinde öngörülen yetkileri kullanmak ve görevleri yerine getirmektir. şeklinde ifade edilmiştir. Anayasanın 87. maddesinde Türkiye Büyük Millet Meclisinin görev ve yetkileri genel olarak sıralanırken kanun koymak, değiştirmek ve kaldırmak şeklinde ortaya konulduktan sonra ayrıca bütçe ve kesin hesap kanun tasarılarını görüşmek ve kabul etmek denilerek yasalar ile bütçe yasaları arasında ayrıma gidilmiştir. Nitekim, yasaların Türkiye Büyük Millet Meclisinde teklif ve görüşme usul ve esasları ile yayımlanması Anayasanın 88. ve 89. maddelerinde düzenlenirken, bütçe yasalarının görüşme usul ve esasları ise 161. maddesinde ayrıca kurallaştırılmıştır. 1982 Anayasasının 161, 162, 163 ve 164. maddelerinde Bütçe ve kesin hesaba ilişkin olarak yer alan hükümler yer alan hükümler 1982 Anayasasının birçok maddesinde değişiklik yapan 16.04.2017 tarih ve 6771 sayılı Kanunla değişikliğe uğrayarak sadece 161. maddede yer alacak şekilde düzenlenmiştir. 1982 Anayasasının 16.04.2017 tarih ve 6771 sayılı Kanunun 15. maddesiyle değişik bu maddesinde; Kamu idarelerinin ve kamu iktisadî teşebbüsleri dışındaki kamu tüzel kişilerinin harcamaları yıllık bütçelerle yapılır. Malî yıl başlangıcı ile merkezi yönetim bütçesinin hazırlanması, uygulanması ve kontrolü ile yatırımlar veya bir yıldan fazla sürecek iş ve hizmetler için özel süre ve usuller kanunla düzenlenir. Bütçe kanununa, bütçe ile ilgili hükümler dışında hiçbir hüküm konulamaz. Cumhurbaşkanı bütçe kanun teklifini, malî yılbaşından en az yetmişbeş gün önce, Türkiye Büyük Millet Meclisine sunar. Bütçe teklifi Bütçe Komisyonunda görüşülür. Komisyonun ellibeş gün içinde kabul edeceği metin Genel Kurulda görüşülür ve malî yılbaşına kadar karara bağlanır. Bütçe kanununun süresinde yürürlüğe konulamaması halinde, geçici bütçe kanunu çıkarılır. Geçici bütçe kanununun da çıkarılamaması durumunda, yeni bütçe kanunu kabul edilinceye kadar bir önceki yılın bütçesi yeniden değerleme oranına göre artırılarak uygulanır. Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri, Genel Kurulda kamu idare bütçeleri hakkında düşüncelerini her bütçenin görüşülmesi sırasında açıklarlar, gider artırıcı veya gelirleri azaltıcı önerilerde bulunamazlar. Genel Kurulda kamu idare bütçeleri ile değişiklik önergeleri, üzerinde ayrıca görüşme yapılmaksızın okunur ve oylanır. Merkezî yönetim bütçesiyle verilen ödenek, harcanabilecek tutarın sınırını gösterir. Harcanabilecek tutarın Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle aşılabileceğine dair bütçe kanununa hüküm konulamaz. Carî yıl bütçesindeki ödenek artışını öngören değişiklik teklifleri ile carî ve izleyen yılların bütçelerine malî yük getiren tekliflerde, öngörülen giderleri karşılayabilecek malî kaynak gösterilmesi zorunludur.Esas Sayısı : 2018/135 Karar Sayısı : 2021/71 5 Merkezî yönetim kesinhesap kanunu teklifi, ilgili olduğu malî yılın sonundan başlayarak en geç altı ay sonra Cumhurbaşkanı tarafından Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulur. Sayıştay genel uygunluk bildirimini, ilişkin olduğu kesinhesap kanun teklifinin verilmesinden başlayarak en geç yetmişbeş gün içinde Meclise sunar. Kesinhesap kanunu teklifi ve genel uygunluk bildiriminin Türkiye Büyük Millet Meclisine verilmiş olması, ilgili yıla ait Sayıştayca sonuçlandırılamamış denetim ve hesap yargılamasını önlemez ve bunların karara bağlandığı anlamına gelmez. Kesinhesap kanunu teklifi, yeni yıl bütçe kanunu teklifiyle birlikte görüşülür ve karara bağlanır. hükmü yer almaktadır. Bu maddede de bütçe kanun tasarılarının görüşülmesinde ayrı bir yöntem kabul edilmiş, Genel Kurulda üyelerin gider arttırıcı veya gelir azaltıcı teklifte bulunmaları yasaklanmış, bütçe kanununa bütçe ile ilgili hükümler dışında hiçbir hüküm konulamayacağı belirtilmiş, bütçede değişiklik yapılabilmesi esasları ayrıca düzenlenmiş, merkezî yönetim bütçesiyle verilen ödeneğin, harcanabilecek tutarın sınırını göstereceği belirtilerek, harcanabilecek tutarın Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle aşılabileceğine dair bütçe kanununa hüküm konulamayacağı anayasal güvence altına alınmıştır. Anayasanın 89. maddesiyle de Cumhurbaşkanına bütçe kanunlarını bir daha görüşülmek üzere TBMMne geri gönderme yetkisi tanınmamıştır. Ancak, Bütçe kanununun süresinde yürürlüğe konulamaması halinde, geçici bütçe kanununun çıkarılacağı, geçici bütçe kanununun da çıkarılamaması durumunda, yeni bütçe kanunu kabul edilinceye kadar bir önceki yılın bütçesinin yeniden değerleme oranına göre artırılarak uygulanacağına dair bir düzenlemeye Anayasanın 161. Maddesinde yer verilmiş bulunmaktadır.1 Yasama organının, halk adına kamu gelirlerini toplama ve yine halk adına bu gelirleri harcama konusunda yürütme organına sınırları belirleyerek yetki vermesi ve sonuçlarını denetlemesine bütçe hakkı denilmektedir. Bütçe hakkı, vergi ve benzeri gelirlerle kamu harcamalarının çeşit ve miktarını belirleme ve onaylama hakkıdır. Bu hak, halk tarafından seçilen temsilcilerden oluşan yasama organına aittir. Bütçe, hükümetin Meclise karşı temel sorumluluk mekanizmasıdır. Meclis, bütçe ile hükümete gelir toplama ve gider yapma yetkisi vermekte, bütçede yıllık gelir ve giderleri arasında fark bulunması halinde bu farkın ne kadarının borçlanma yöntemiyle karşılanacağı hususunu da belirlemekte, bu yetkinin uygun kullanılmasını da bütçe sürecinin bir parçası olan kesin hesap kanunu ile denetlemektedir. Anayasanın 87., 160., 161. maddelerine göre bütçe hakkı TBMMnindir. Ülkemizde 1982 Anayasası'nın 87, 160, 161. maddelerinde Bütçe Hakkı çeşitli yönleri ile hüküm altına alınmıştır. Bu anayasal normlar, 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu ve 6085 sayılı Sayıştay Kanunu gibi kod düzenlemelerle somut ve uygulanabilir kılınmıştır. 1 Anayasanın 161. maddesinde yer alan bu düzenlemenin, yine Anayasanın 87. maddesindeki bütçe hakkının T.B.M.M.ye ait olduğunu belirleyen hükmü bir ölçüde anlamsız hale getirdiğine dair görüşler de ileri sürülmektedir.Esas Sayısı : 2018/135 Karar Sayısı : 2021/71 6 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanununun Kamu maliyesinin temel ilkeleri başlıklı 5/d. maddesinde; Kamu malî yönetiminin Türkiye Büyük Millet Meclisinin bütçe hakkına uygun şekilde yürütüleceği hükme bağlanmış bulunmaktadır. 5018 sayılı Kanun, benzer dünya örneklerinde olduğu gibi bütçe hakkının kullanılmasında TBMM'nin konumunu güçlendirmiş, getirdiği yeni mali yönetim sistemi düzenlemeleri ile Bütçe Hakkının daha etkin kullanımının alt yapısını oluşturmuştur. Nitekim 5018 sayılı Kanunun genel gerekçesine bakıldığında, Kanun ile bütçe kapsamının genişletilerek bütün kamu kaynaklarının TBMM denetimine sunulması suretiyle bütçe hakkının en iyi şekilde kullanılması, bütçe hazırlama ve uygulama sürecinde etkinliğin arttırılması, mali yönetimde şeffaflığın sağlanması, sağlıklı bir hesap verme mekanizması ile harcama sürecinde yetki sorumluluk dengesinin yeniden kurulması, etkin bir iç kontrol sisteminin oluşturulması ve bu suretle çağdaş gelişmelere uygun yeni bir kamu mali yönetim sisteminin oluşturulmasının öngörüldüğü anlaşılmaktadır. 5018 sayılı Kanunun temelinde, stratejik planlama ve performans esaslı bütçeleme yatmaktadır. Kamu idarelerinin bütçeleri, gelir gider ve nakit yönetimleri bakımından kalkınma planı – stratejik plan orta vadeli program ve orta vadeli mali plan – performans programı (ve performans programında yer alan performans hedefi/göstergesi) bütçe gibi birbirine bağlı ve birbirini tamamlayan ve yukarıdan aşağıya hiyerarşik bir yapı oluşturan bütünsel bir süreç olarak tasarlanmıştır. Buna göre, kamu idareleri, kalkınma planları, Cumhurbaşkanı tarafından belirlenen politikalar, programlar, ilgili mevzuat ve benimsedikleri temel ilkeler çerçevesinde geleceğe ilişkin olarak temel görev ve görüşleri ile stratejik amaç ve ölçülebilir hedeflerini saptamak, performanslarını önceden belirlenmiş göstergeler doğrultusunda ölçmek ve bu sürecin izleme ve değerlendirmesini yapmak amacıyla uzun süreli stratejik plan (md. 9/1) ile stratejik plana göre yürütecekleri faaliyet ve projeleri ve bunların kaynak ihtiyacı ile performans hedef ve göstergelerini içeren yıllık performans programı hazırlamak (md. 9/4) ve kamu hizmetlerini istenilen düzeyde ve kalitede sunulabilmek için bütçeleri ile program ve proje bazında kaynak tahsislerini, stratejik planlarına, yıllık amaç ve hedefleri ile performans göstergelerine dayandırmak zorundadırlar (md. 9/2). Bütçeler kalkınma planı ve programlarda yer alan politika, hedef ve önceliklere uygun şekilde, idarelerin stratejik planları ile performans ölçütlerine ve fayda maliyet analizine göre hazırlanacak, uygulanacak ve kontrol edilecek (md. 13/1 c); kamu idareleri gelir ve gider tekliflerini hazırlarken; orta vadeli program ve mali planda belirlenen temel büyüklükler ile ilke ve esasları, kalkınma planı ve yıllık program öncelikleri ile stratejik planı çerçevesinde belirlenmiş ödenek tavanlarını, stratejik planı ile uyumlu çok yıllı bütçeleme anlayışını ve performans hedeflerini dikkate alacaklardır (md. 17). İdarelerce her yılın sonunda hazırlanacak idare faaliyet raporları ise, kullanılan kaynaklar, bütçe hedef ve gerçekleşmeleri ile meydana gelen sapmaların nedenleri, stratejik plan ve performans programı uyarınca yürütülen faaliyetler ile performans bilgilerini içerir şekilde hazırlanacak (md. 41/5); Sayıştay söz konusu raporları değerlendirerek değerlendirme sonuçları ile birlikte TBMMye sunacak, TBMM ise bu raporlar ve değerlendirmeler ile Sayıştayın düzenlilik ve performans denetimleri sonucunda ulaştığı denetim bulguları temelinde, kamu kaynağının elde edilmesi ve kullanılmasına ilişkin olarak kamu idarelerinin yönetim ve hesap verme sorumluluklarını görüşecektir (md. 41/4). Başka bir anlatımla kamu idareleri, kalkınma planları, Cumhurbaşkanı tarafından belirlenen politikalar, kalkınma planı, kalkınma planına dayalı hazırlanan programlar, ilgiliEsas Sayısı : 2018/135 Karar Sayısı : 2021/71 7 mevzuat ve benimsedikleri temel ilkeler çerçevesinde geleceğe ilişkin temel görev (misyon) ve temel görüşleri (vizyon) ile stratejik amaç ve hedeflerini belirledikleri birer stratejik plan hazırlayacaktır. Stratejik planda, stratejik amaçları, temel stratejileri, ölçülebilir hedefleri ve performanslarını ölçmek, izlemek ve değerlendirmek için önceden belirlenmiş performans göstergeleri yer alacaktır. Kamu idareleri stratejik planları ile orta vadeli program ve orta vadeli mali plana göre her yıl yıllık performans programı hazırlayacaklar ve performans programlarında yürütecekleri faaliyet ve projeler ile bunların kaynak ihtiyacına ve performans hedef ve göstergelerine yer vereceklerdir. Her yıl bütçelerini yaparken ise, program ve proje bazında kaynak tahsislerini stratejik planlarına ve performans programında yer alan yıllık amaç, hedef ve performans göstergelerine dayandıracaklardır. Nihayetinde ise, bütçe ve faaliyet sonuçlarını TBMMye raporlayacaklar; Sayıştay ise kamu idarelerinin raporladıkları mali tablolar ile faaliyet raporlarını inceleyip, denetleyip, değerlendirerek ve bunlara düzenlilik ve performans denetimi bulgularını ekleyerek TBMMye kamu idarelerinin mali tabloları ile faaliyet raporları hakkında görüş bildirecektir. Böylece, yasama organının bütçe hakkının gereği olarak yürütmeyi sadece ödenek miktarları ile faaliyetlerin mevzuata uygunluğu açısından değil, ayrıca ölçülebilir somut hizmet göstergeleri temelinde denetlemesi de sağlanmış olacaktır. Ademi tahsis ilkesine aykırı olarak Spor Toto Teşkilat Başkanlığı tarafından içinde bulunulan yılın ilgili ayında beyan edilip ödenen katma değer vergisi tutarından, bir önceki yılın aynı ayında beyan edilip ödenmiş olan katma değer vergisi tutarının Orta Vadeli Programda ilgili yıl için belirlenen nominal ekonomik büyüme tahmini oranında arttırılmasıyla bulunan tutarın çıkarılmasından sonra kalan tutarın, Spor Toto Teşkilat Başkanlığınca Türkiyede kurulu bankalarda açılmış olan özel hesaba, ödemeyi takip eden beş iş günü içinde ilgili vergi dairesi tarafından 4/1/1961 tarihli ve 213 sayılı Vergi Usul Kanunu hükümlerine göre, 21/7/1953 tarihli ve 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanunun 23 üncü maddesi hükmü uygulanmaksızın red ve iade edilmesi, Özel hesaba aktarılan bu tutarın, Spor Toto Teşkilat Başkanlığınca yatırım ve işletme giderleri olarak kullanılması ve yatırım ve işletme giderleri oranına dâhil edilmesi biçimindeki uygulama yukarıda izah olunan çerçevenin dışında gerçekleşmektedir. İptali istenen düzenleme; maliye biliminin ulusal ve uluslararası alanda kabul görmüş bulunan ilkelerinden birisi olan ademi tahsis ilkesine aykırılık taşımakta, hem anayasal güvence altında bulunan bütçe sürecini anlamsız hale getirmekte, hem de bütçe sürecine müdahale anlamı taşımakta olduğundan Anayasanın 2. maddesindeki hukuk devleti ilkesine aykırı bulunmaktadır. Söz konusu madde hükmü saydamlığı ve hesap verilebilirliği sağlamadığından Anayasanın 2. maddesindeki demokratik devlet ilkesine, bu durum aynı zamanda temsili (parlamenter) demokrasinin temel öncülleriyle bağdaşmadığı T.B.M.M.ye ait olan Bütçe hakkı gibi temel bir Devlet yetkisininin kullanımını ortadan kaldırdığı için Anayasanın 87. maddesine de aykırı bulunmaktadır. Anayasanın 161. Maddesinin bütçenin hazırlanması, uygulanması ve kontrolüne ilişkin göndermede bulunduğu kanun, 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunudur. 5018 sayılı Kanun bütçe ile ilgili kanun değil, bütçenin hazırlanma, uygulanma ve kontrolünün de tabi olduğu kanundur. Dolayısı ile bütçenin hazırlanması, uygulanması ve kontrolünün 5018 sayılı Kanuna uygun olması, Anayasal bir zorunluluktur.Esas Sayısı : 2018/135 Karar Sayısı : 2021/71 8 Anayasanın bu hükmü çerçevesinde çıkarılan 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanununun bütçe ilkelerini düzenleyen 13. maddesinin (g) bendinde ise Belirli gelirlerin belirli giderlere tahsis edilmemesi esastır. denilmek suretiyle bütçenin genelliği ilkesi ve kamu gelirlerinin belli bir kamu hizmetine ayrılmaması ademî tahsis ilkesi esas alınmıştır. Buna göre kamu gelirlerinin tamamı devlet hazinesinde toplanarak, kamu hizmetlerinde öncelik sırasına göre kamu gideri olarak harcanacaktır. Böylece bütçe disiplini ve denetimi daha etkin bir şekilde sağlanacaktır. Bütçe ilkeleri, bütçenin hazırlanması, görüşülüp onaylanması, uygulanması ve denetlenmesi ile ilgili olarak göz önünde bulundurulması gereken kuralları ifade eder. Başka bir deyimle, bütçeden beklenen fonksiyonların gerçekleşmesi için uyulması gereken başlıca kurallar, bütçe ilkeleri ya da prensipleri olarak nitelendirilir. Genellik ilkesinin bir diğer anlamı ise, belirli kamu gelirlerinin belirli giderlere ayrılmamasıdır. Buna göre, kamu gelirlerinin tamamı bütün kamu giderleri için ayrılır. Bu ilkeye göre, kamu gelirlerinin tamamı devlet hazinesinde toplanmalı ve buradan çeşitli kamu hizmetlerine öncelik sırasına göre ayrılmasıdır. Bu durumda yasama organı bütçeyi denetleme fonksiyonunu daha etkin bir şekilde yerine getirme imkânı bulur. Spor Toto Teşkilat Başkanlığı tarafından içinde bulunulan yılın ilgili ayında beyan edilip ödenen katma değer vergisi tutarından, bir önceki yılın aynı ayında beyan edilip ödenmiş olan katma değer vergisi tutarının Orta Vadeli Programda ilgili yıl için belirlenen nominal ekonomik büyüme tahmini oranında arttırılmasıyla bulunan tutarın çıkarılmasından sonra kalan tutarın adı geçen kuruluşa red ve iade olunarak kullandırılması Anayasanın 161. maddesinde öngörülen bütçenin hazırlanması ve uygulanması ilkeleri ile 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanununda düzenlenen bütçenin genelliği ve ademî tahsis ilkelerine aykırıdır. Bu nedenle iptali istenilen düzenleme tasarının Anayasanın 161. maddesine açık aykırılık oluşturmaktadır. Kamu giderleri, kamu hizmetlerinin parasal göstergesidir. Bu giderlerin sektörler arasında nasıl dağıtıldığının, hangi hizmetlere öncelik verildiğinin, bu hizmetlerin topluma parasal maliyetlerinin ne olduğunun anlaşılması böylece, etkin bir malî araç olarak yarattıkları sonuçların gözlenmesi gerekir. Bu da ancak, parlamentonun onayladığı ve denetlediği ulusal bir bütçe ile olanaklıdır. Kamu gelirleri ise, büyük kesimiyle devletin egemenlik hakkına dayanarak sağlanırlar. Belirli bir dönem için kamu gelirleri ve giderleri tahminlerinin bir metinde toplanması ve bu metnin parlamentoca onanması (bütçe), parlamenter demokratik sistemin temel öğelerinden biridir. Bütçenin, genellik ilkesine göre hazırlanması, yani kamu gelir ve giderlerinin gayrisafi miktarlarıyla gösterilmesi ve belirli gelirlerin belirli giderler için ayrılmaması (ademi tahsis ilkesi), bütçenin tek, açık ve doğru (öznel ve nesnel doğruluk) olması, bütçenin vazgeçilemeyecek ilkeleridir. Bütçe ilkelerine uyulması, egemenlik hakkına dayanarak devletçe toplanan paraların ne yolda harcandığının, Sayıştay ve Parlamento denetimine ilaveten kamuoyu yoluyla da izlenmesini sağlar. Kamusal kaynakların, (vergilerin bir bölümünün) tahsil edildikten hemen sonra vergiyi ödeyene (Spor Toto Teşkilat Başkanlığına) hemen iade olunarak o kuruluş tarafından yatırım ve işletme giderleri olarakEsas Sayısı : 2018/135 Karar Sayısı : 2021/71 9 kullanılması ve yatırım ve işletme giderleri oranına dâhil edilmesi bütçe ilkelerine aykırı düşer, denetimi ortadan kaldırır, keyfiliği egemen kılar. Spor Toto Teşkilat Başkanlığı tarafından beyan edilip ödenen bir kısım katma değer vergisinin bütçe mekanizması yerine yukarıda izah olunduğu şekilde başka bir mekanizma kurularak Spor Toto Teşkilat Başkanlığına red ve iade olunarak, anılan Başkanlıkça harcamaya dönüştürülmesi durumunda bir nevi örtülü fon uygulamaları yoluyla yapılan bu harcamalar, çoğunlukla, parlamentonun ve kamunun gözetiminden ve denetiminden uzaklaştırılmaktadır. Anayasa Mahkemesinin; 5787 sayılı Kamu Finansmanı ve Borç Yönetiminin Düzenlenmesi Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ile 4749 sayılı Kamu Finansmanı ve Borç Yönetiminin Düzenlenmesi Hakkında Kanun'un Geçici 12. maddesine eklenen fıkranın ikinci tümcesi, Geçici Madde 16 ile Geçici Madde 17'nin birinci fıkrasının ilk tümcesinin Anayasaya aykırılığı dolayısıyla açılan dava ile ilgili olarak vermiş bulunduğu, 30.12.2010 tarih ve E.2008/84, K.2010/121 sayılı Kararında; Bütçe, devletin gelirlerini toplamasına izin, giderlerini yapmasına da yetki veren bir kanundur. Buna göre, devlet, bir yıl süresince bütçe kanununda belirtilmesi koşuluyla harcama yapabilmekte ve gelir toplayabilmektedir. Başka bir ifade ile devlet, bütçe vasıtasıyla her yıl vergi ve benzeri yollardan Gayrisafi Milli Hasıla'dan alacağı payı ve kamu harcamaları yoluyla bunları sarf edeceği alanı belirler. Bu özelliği dolayısıyla bütçe, devlet için önemli bir planlama aracıdır. Yasama organının, halk adına kamu gelirlerini toplama ve yine halk adına bu gelirleri harcama konusunda yürütme organına sınırları belirleyerek yetki vermesi ve sonuçlarını denetlemesine bütçe hakkı denilmektedir. Bütçe hakkı, vergi ve benzeri gelirlerle kamu harcamalarının çeşit ve miktarını belirleme ve onaylama hakkıdır. Bu hak, demokratik parlamenter yönetim sistemini benimsemiş olan ülkelerde, halk tarafından seçilen temsilcilerden oluşan ve en yetkili organ olan yasama organına ait bulunmaktadır. Bütçe, hükümetin Meclis'e karşı temel sorumluluk mekanizmasıdır. Meclis, bütçe ile hükümete gelir toplama ve gider yapma yetkisi vermekte, bu yetkinin uygun kullanılmasını da bütçe sürecinin bir parçası olan kesin hesap faaliyeti ile denetlemektedir. Yani parlamenter sistemin özü ve demokratik hukuk devleti ilkesi halkın kamu yönetimi üzerindeki denetimini temsilcileri vasıtasıyla gerekli kılmaktadır. Bütçe yapısının fonksiyonunu ifa edebilmesi, temel bütçe ilkelerine uyulması ile mümkün olmaktadır. Bütçe ilkeleri; bütçenin hazırlanması, görüşülüp onaylanması, uygulanması ve denetlenmesi ile ilgili olarak göz önünde bulundurulması gereken kuralları ifade eder. Bu ilkeler, devlet bütçelerinin temel özellikleri ve amaçlarının gerçekleşmesi için uygulanması zorunlu olan ulusal ve uluslararası alanda kabul görmüş klasik maliye biliminin ilkeleridir. Denetim, yönetim ve planlama aracı olabilmesi için bütçenin, kamu kesiminin tüm kaynak ve harcamalarını bütün ayrıntıları ile kapsaması gerekmektedir. Bütçe hukukunda yaptırıma bağlanması açısından yıllık olma ilkesi, bütçenin birliği ilkesi, genellik ilkesi ve adem i tahsis ilkesi temel niteliktedir. Anayasa'nın 161. maddesinin birinci fıkrasındaki, 'Devletin ve kamu iktisadi teşebbüsleri dışındaki kamu tüzel kişilerinin harcamaları yıllık bütçelerle yapılır.' hükmünden, bütçenin birliği ilkesi, yıllık olma ilkesi ve genellik ilkesinin Anayasa tarafından temel hüküm olarak benimsendiği anlaşılmaktadır. denilmektedir.Esas Sayısı : 2018/135 Karar Sayısı : 2021/71 10 Bütçe ile bütçe dışı kurumlar arasındaki ilişki, bütçeden yapılacak transfer ödemeleriyle kurulmalıdır. Diğer bir deyişle, finansman kaynakları bütçe dışında kullanılamaz. İlgili kurumlara transfer gideri niteliğindeki ödemeler ise bütçe dışında gerçekleştirilemez. Bütçe kapsamında yapılması gereken bu tür işlemlerin kayıt dışı kalması veya ilgili oldukları hesaplar dışındaki hesaplara kaydedilmeleri, bütçede açıklığı ve aleniliği bozacaktır. Bütçe büyüklükleri bütçede gerçek tutarları ile görülmeyecek bu da ekonomi ve maliye politikalarının gerçekçi olarak uygulanmalarına engel olacaktır. Bu nedenlerle bütçenin birliği ve genelliği ilkelerini ihlal ederek, bütçenin temel gelirlerinden olan katma değer vergisinin (Spor Toto Teşkilat Başkanlığınca beyan edilip ödenen katma değer vergisinin bir bölümünün) bütçenin gelir ve gider hesapları ile ilişkilendirilmeksizin anılan kuruluşa red ve iade edilmesi, bu tutarın adı geçen kuruluş tarafından yatırım ve işletme giderleri olarak kullanılması ve yatırım ve işletme giderleri oranına dâhil edilmesi yöntemiyle harcamaya dönüştürülmesi devletin gelirleri ile harcamalarının bütçe ile yapılmasını zorunlu kılan Anayasanın 161. maddesine aykırı bulunmaktadır. 3065 sayılı Katma Değer Vergisi Kanununun 1nci maddesine göre; her türlü şans ve talih oyunlarının tertiplenmesi ve oynanması katma değer vergisine tabi olup, Kanunun 8. Maddesinin 1/d. bendine göre de her türlü şans ve talih oyununu tertip edenler bu verginin mükellefi konumunda bulunmaktadırlar. Spor Toto Teşkilat Başkanlığı tarafından içinde bulunulan yılın ilgili ayında beyan edilip ödenen katma değer vergisi tutarından, bir önceki yılı
4,133
Esas Sayısı : 2010/46 Karar Sayısı : 2011/60 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'Başbakanlık Türkiye İstatistik Kurumu Başkanlığında 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun 4/C maddesi uyarınca çalışmakta iken hizmet sözleşmesi fesh edilen davacının, tarafına iş sonu tazminatı/kıdem tazminatı ödenmesi istemiyle yaptığı başvurunun reddi yolundaki Başbakanlık Türkiye istatistik Kurumu Başkanlığı'nın 17.2.2009 günlü, 743 sayılı işlemi ile Hizmet Sözleşmesi'nde yer alan 'Sözleşmenin feshinde ihbar, kıdem veya sair adlar altında herhangi bir tazminat ödenmez.' hükmünün ve bütün bunlara dayanak alınan Türkiye İstatistik Kurumunda 2008 Yılında Geçici Personel Çalıştırılmasına İlişkin Usul ve Esasların Belirlenmesi ve Ödenecek Ücretlere Dair 14.12.2007 günlü, 2007/13014 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı'nın 8. maddesinin 3. fıkrasının iptali ve yürütmenin durdurulması istemiyle açtığı davada; Danıştay İkinci Dairesince verilen yürütmenin durdurulması isteminin reddine ilişkin 6.10.2009 günlü, E:2009/3097 sayılı karara, davacının itiraz etmesi üzerine açılan dosya incelendi: Davaya Konu Olay ve Davacının İstemi: Başbakanlık Türkiye İstatistik Kurumu'nda 1.12.1989 yılından bu yana her yıl yenilenen hizmet sözleşmesi ile 657 sayılı Yasa'nın 4/C maddesinde tanımlanan 'geçici personel' statüsünde çalıştığını ifade eden davacı tarafından, 26.12.2008 tarihi itibariyle sona eren hizmet sözleşmesinin 2009 yılı için yeniden düzenlenmediği, iş ilişkisinin bu tarih itibariyle sona erdiği, bu nedenle kazandığı iş sonu tazminatı/kıdem tazminatının iş akdinin sona erme tarihi olan 26.12.2008 tarihinden itibaren hesaplanacak en yüksek banka reeskont faiziyle birlikte hesaplanarak tarafına ödenmesi istemiyle davalı idareye yaptığı 30.1.2009 tarihli başvurunun dava konusu işlemle, 657 sayılı Kanun'un 4/C maddesi hükmüne istinaden her yıl için farklı olarak çıkarılan Bakanlar Kurulu kararı uyarınca istihdam edildiği, statüsü'nün 'işçi' veya 'geçici işçi' olarak kabul edilmesine olanak bulunmadığı, ilgili hizmet sözleşmesi ve Bakanlar Kurulu kararında da bu yönde düzenleme yer almadığı, sözleşmede belirlenen tarih itibariyle sözleşmenin kendiliğinden sona erdiği, bu nedenle kendisine kıdem tazminatı/işsonu tazminatı ödenmesinin mümkün olmadığı gerekçesiyle reddedilmiştir. Türkiye İstatistik Kurumunda 2008 Yılında Geçici Personel Çalıştırılmasına İlişkin Usul ve Esasların Belirlenmesi ve Ödenecek Ücretlere Dair Karar; 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun 4. maddesinin (C) fıkrasına göre, Türkiye İstatistik Kurumu Başkanlığı'nın merkez ve bölge teşkilatlarında; hane halkı araştırmaları, işyeri araştırmaları, kurum ve kuruluşlardan bilgi derlenmesini amaçlayan araştırmalarla 2008 yılında yapılacak olan uygulamalarında veri derleme, değerlendirme ve benzeri işler ile diğer hizmetler için (1) yıldan az süreli olmak üzere, aynı anda en çok 1.800 kişinin, geçici personel olarak çalıştırılmasına ilişkin usul ve esasların belirlenmesi ile bu personele ve kurum dışından yukarıda belirtilen işlerde çalıştırılacak olan kamu personeline ödenecek ücretlerin tespiti amacıyla 14.7.1965 günlü, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun 4. maddesinin (C) fıkrası ile 10.11.2005 günlü, 5429 sayılı Türkiye İstatistik Kanunu'nun 49. maddesine dayanılarak hazırlanmıştır. Anılan karar'ın dava konusu 8. maddesinin 3. fıkrasında; 'Sözleşmenin herhangi bir şekilde sona ermesi halinde ilgiliye, ihbar, kıdem ve sair adlar altında bir tazminat ödenmez.' hükmü, bu karar uyarınca istihdam edilecek geçici personelin Hizmet Sözleşmesi'nin 6. maddesinin 'ç' fıkrasında, yine 'sözleşmeninEsas Sayısı : 2010/46 Karar Sayısı : 2011/60 2 herhangi bir şekilde sona ermesi halinde ilgiliye ihbar, kıdem ve sair adlar altında bir tazminat ödenmez.' hükmü yer almaktadır. Davacı tarafından, 1.12.1989 tarihinden bu yana, 657 sayılı Yasa'nın 4/C maddesinde tanımlanan 'geçici personel' statüsünde Başbakanlık Türkiye İstatistik Kurumu bünyesinde çalışması ve sözleşmesinin 26.12.2008 tarihinde sona ermesi nedeniyle kendisine iş sonu tazminatı/kıdem tazminatı ödenmesi istemiyle yaptığı başvurusunun reddi yolundaki 17.2.2009 günlü, 743 sayılı işlem ile Hizmet Sözleşmesinde yer alan 'sözleşmenin feshinde ihbar, kıdem veya sair adlar altında herhangi bir tazminat ödenmez.' hükmü ile dayanağı 'Türkiye İstatistik Kurumunda 2008 Yılında Geçici Personel Çalıştırılmasına İlişkin Usul ve Esasların Belirlenmesi ve Ödenecek Ücretlere Dair' 14.12.2007 günlü, 2007/13014 sayılı Bakanlar Kurulu Kararının 8/3. maddesinin iptali ve yürütmenin durdurulması istemiyle dava açılmıştır. Yasa Kuralları: 1 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun 'İstihdam Şekilleri' başlıklı 4. maddesinin birinci fıkrasında, kamu hizmetlerinin; memurlar, sözleşmeli personel, geçici personel ve işçiler eliyle gördürüleceği belirtildikten sonra, (A) bendinde; memur, 'Mevcut kuruluş biçimine bakılmaksızın, Devlet ve diğer kamu tüzel kişiliklerince genel idare esaslarına göre yürütülen asli ve sürekli kamu hizmetlerini ifa ile görevlendirilenler, bu Kanunun uygulanmasında memur sayılır. Yukarıdaki tanımlananlar dışındaki kurumlarda genel politika tespiti, araştırma, planlama, programlama, yönetim ve denetim gibi işlerde görevli ve yetkili olanlar da memur sayılır.' (B) bendinde; sözleşmeli personel, 'Kalkınma planı, yıllık program ve iş programlarında yer alan önemli projelerin hazırlanması, gerçekleştirilmesi, işletilmesi ve işlerliği için şart olan, zaruri ve istisnai hallere münhasır olmak üzere özel bir meslek bilgisine ve ihtisasına ihtiyaç gösteren geçici işlerde, Bakanlar Kurulunca belirlenen esas ve usuller çerçevesinde kurumun teklifi ve Devlet Personel Başkanlığının görüşü üzerine Maliye Bakanlığınca vizelenen pozisyonlarda, mali yılla sınırlı olarak sözleşme ile çalıştırılmasına karar verilen ve işçi sayılmayan kamu hizmeti görevlileridir.' (C) bendinde; geçici personel, 'Bir yıldan az süreli veya mevsimlik hizmet olduğuna Devlet Personel Dairesinin ve Maliye Bakanlığının görüşlerine dayanılarak Bakanlar Kurulunca karar verilen görevlerde ve belirtilen ücret ve adet sınırları içinde sözleşme ile çalıştırılan ve işçi sayılmayan kimselerdir.' (D) bendinde; işçiler, '(A), (B) ve (C) fıkralarında belirtilenler dışında kalan ve ilgili mevzuatı gereğince tahsis edilen sürekli işçi kadrolarında belirsiz süreli iş sözleşmeleriyle çalıştırılan sürekli işçiler ile mevsimlik veya kampanya işlerinde ya da orman yangınıyla mücadele hizmetlerinde ilgili mevzuatına göre geçici iş pozisyonlarında altı aydan az olmak üzere belirli iş sözleşmeleriyle çalıştırılan geçici işçilerdir.' şeklinde tanımlanmıştır. Öte yandan, aynı Yasa'nın değişik 5. maddesinde, bu Yasaya tabi kurumların, dördüncü maddede yazılı dört istihdam şekli dışında personel çalıştıramayacağı öngörülmüştür. 2 5429 sayılı Türkiye İstatistik Kanunu'nun 'Ödemeler' başlıklı 49. maddesinde de; 'Sayım, araştırma ve veri kalite kontrolü ile inceleme ve denetleme işlerinde kurum içinden veya dışından bu Kanun gereğince geçici görevle görevlendirilecek olan kişilere başka yerde görevlendirildikleri süre için verilecek gündelikler, 6245 sayılı Harcırah Kanunu hükümleri uyarınca belirlenecek gündeliklerin birbuçuk katı olarak uygulanır.Esas Sayısı : 2010/46 Karar Sayısı : 2011/60 3 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 4 üncü maddesinin (C) fıkrasına göre sözleşmeli olarak çalıştırılacak geçici personele ödenecek ücretler, Kurum dışından görevlendirileceklere verilecek zaruri gider karşılıkları ve her çeşit ödenekler ile anket formu başına verilecek ödenekler ve bunların usûl ve esasları Bakanlar Kurulu kararı ile tespit edilir. 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 4 üncü maddesinin (C) fıkrasına göre sözleşmeli olarak çalıştırılacak geçici personele, bu Kanunun 45 inci maddesinin dördüncü fıkrası kapsamında verilecek fazla çalışma ücreti, 15 11 inci dereceden aylık alanlar için tespit edilen tutar kadar ödenir. Bu Kanun gereğince geçici görevle görevlendirilenlere verilecek yol ve konaklama giderleri ile sürekli görevle görevlendirilenlerin harcırahları da 6245 sayılı Harcırah Kanunu hükümleri uyarınca ödenir. Sayım, araştırma, inceleme, denetleme ve veri kalite kontrolü için alanda görevlendirilenler, mahallî idarelerce işletilen toplu taşım araçlarından geçici görev süresince ücretsiz ve kamu kurum ve kuruluşlarının konaklama ve sosyal tesis imkânlarından, ilgili kamu kurum ve kuruluşlarının personeline uygulanan şartlarla aynen yararlandırılır.' düzenlemesine yer verilmiştir. 3 Davalı idarelerce 657 sayılı Yasa'nın 4/C ve 5429 sayılı Yasa'nın 49. maddeleri uyarınca tesis edilen düzenleyici ve bireysel işlemlerin iptali istemiyle açılan davada belirtilen yasa maddeleri uyuşmazlığın çözümünde 'uygulanacak kural' niteliğindedir. Bu nedenle, 657 sayılı Yasa'nın 4/C maddesinde yer alan kural ile 5429 sayılı Yasa'nın 49. maddesinin ikinci fıkrasında yer alan kuralın Anayasa'nın 2., 7., 13., 17., 48., 49. ve 60. maddelerine aykırılığı iddiasıyla başvurulmaktadır. Anayasal Düzenlemeler: 1 Anayasa'nın 17. maddesinin ilk tümcesi 'Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir...' hükmünü taşımaktadır. Kişinin yaşama hakkı, maddi ve manevi varlığını koruma hakkı, birbirleriyle sıkı bağlantıları olan, devredilmez, vazgeçilmez temel haklardandır. Bu haklara karşı olan her türlü engelin ortadan kaldırılması da devlete ödev olarak verilmiştir. Güçsüzleri güçlüler karşısında koruyacak olan devlet, gerçek eşitliği sağlayacak, toplumsal dengeyi koruyacak, böylece gerçek hukuk devleti niteliğine ulaşacaktır. Hukuk devletinin amaç edindiği yaşama hakkının korunması, sosyal güvenliğin sağlanmasıyla gerçekleşecektir. Sosyal güvenliği sağlamak için yapılacak yasal düzenlemelerin 'yaşama hakkı ile maddi ve manevi varlığı koruma haklarını' zedeleyecek veya ortadan kaldıracak hükümler içermemesi gerekmektedir. Sosyal güvenlik, uluslararası hukuk belgelerinde ve çağdaş Anayasalarda temel bir hak niteliğinde görülerek 'ekonomik ve sosyal haklar' bölümünde düzenlenmiştir. Toplumun tüm bireylerini kapsamına alma çabalarının bir sonucu olarak sosyal güvenlik, temel bir insanlık hakkı görünümü kazanmıştır. Sosyal güvenlik, sosyal hukuk devletinin dayanaklarından biridir. Sosyal güvenlik hukuku alanında oluşturulacak tüm kuralların, özde, sosyal devlet kavramı anlayışına uygunEsas Sayısı : 2010/46 Karar Sayısı : 2011/60 4 olması zorunludur. Sosyal Hukuk Devleti, niteliğinin gereği olarak, sosyal güvenlik kavramını yaşama geçirerek somutlaştırır. Sosyal güvenlik, kısaca, kişinin yarınından emin olma gereksinmesini karşılayan bir kavramdır. Tehlikeyle karşılaşan ve yoksulluğa düşen bireye asgarî bir güvence sağlamak, sosyal güvenliğin varoluş nedenidir. Çağdaş hukuk sistemlerinde sosyal güvenlik, 'sosyal risk' karşısında uğranılan zararın giderilmesi düşüncesine dayanır. Sosyal güvenlik, bir meslekî, fizyolojik ya da sosyoekonomik riskten ötürü geliri sürekli ya da geçici olarak kesilen kimselerin geçinme ve yaşamı devam ettirme gereksinimlerini karşılamayı amaçlayan bir sistemdir. Sosyal güvenlik, herşeyden önce, herhangi bir nedenle kısmen ya da tamamen çalışamayanlara ve bu nedenle gelir kaybına uğrayarak muhtaç duruma düşenlere, insan onuruna yaraşır asgarî bir hayat sürmeleri için gerekli olan gelirin sağlanmasını öngörür. Sosyal güvenlik, ekonomik yönden güçsüzleri, insanca yaşamak için yeterli geliri olmayanları koruyup kollar. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 10 Aralık 1948'de kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nin 22. maddesinde, 'Her kişinin, toplumun üyesi olarak sosyal güvenlik hakkına sahip olduğu' ilkesi konulduktan sonra, bu hakkın gelişimi için gerekli ekonomik, sosyal ve kültürel hakların her ülkenin ekonomik kaynakları gözönünde tutularak, ulusal çaba ve uluslararası işbirliğinin katkısıyla sağlanabileceği vurgulanmıştır. Anayasa'nın 'Sosyal güvenlik hakkı' başlıklı 60. maddesinin birinci fıkrasında, 'Herkes sosyal güvenlik hakkına sahiptir.', ikinci fıkrasında da 'Devlet, bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alır ve teşkilâtı kurar' denilmektedir. Bu kural bireylere yaşlılık, hastalık, kaza, ölüm ve malûllük gibi sosyal riskler karşısında asgarî ölçüde bir yaşam düzeyi sağlamak amacını gerçekleştirmeye yöneliktir. Maddenin ikinci fıkrasında bu görevin Devlet tarafından oluşturulacak kuruluşlar yoluyla yerine getirileceği öngörülmüştür. Çağdaş uygarlığın simgesi olarak tüm toplumlarca benimsenmiş ve evrensellik kazanmış olan sosyal güvenlik kavramı, özde bireyin karşılaşacağı tehlikelere karşı güvence arayışının ürünüdür. Bireye, güç günlerinde asgarî bir güvence sağlamak sosyal güvenliğin temel amacıdır. Günümüzde, sosyal güvenlik politikalarının temelini, sosyal risklerin, bireyler üzerindeki etkilerinin giderilmesi çabaları oluşturmaktadır. Anayasa'nın 2. maddesi uyarınca, sosyal devlet, vatandaşların sosyal durumlarıyla, refahlarıyla ilgilenen, onlara asgarî bir yaşam düzeyi sağlamakla kendini görevli sayan devlettir. Anayasanın 5. maddesinde de, ... kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmak insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamak Devletin temel amaç ve görevleri arasında sayılmıştır. Öte yandan, Hukuk devleti ilkesinin önkoşullarından biri olan hukuk güvenliği ile kişilerin hukuki güvenliğinin sağlanması amaçlanmaktadır. Hukuk güvenliği ilkesi hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güvenEsas Sayısı : 2010/46 Karar Sayısı : 2011/60 5 duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar. 2 Anayasa'nın 48. maddesinde düzenlenen 'Çalışma ve Sözleşme Özgürlüğü', Anayasanın 'Temel Haklar ve Ödevler' başlıklı ikinci kısmının 'Sosyal ve Ekonomik Haklar ve Ödevler' bölümünde yer almaktadır. Buna göre, 'Herkes dilediği alanda çalışma ve sözleşme hürriyetine sahiptir. Özel teşebbüsler kurmak serbesttir. Devlet, özel teşebbüslerin milli ekonominin gereklerine ve sosyal amaçlara uygun yürümesini, güvenlik ve kararlılık içinde çalışmasını sağlayacak tedbirleri alır.' 'Çalışma hakkı ve ödevi' başlıklı 49. maddesinde; 'Çalışma, herkesin hakkı ve ödevidir. Devlet, çalışanların hayat seviyesini yükseltmek, çalışma hayatını geliştirmek için çalışanları ve işsizleri korumak, çalışmayı desteklemek, işsizliği önlemeye elverişli ekonomik bir ortam yaratmak ve çalışma barışını sağlamak için gerekli tedbirleri alır.' kuralı yer almaktadır. Anayasanın 13. maddesinde ise, 'Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve laik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.' denilmektedir. Buna göre yasa koyucu, Anayasa'nın 48. maddesinde öngörülen, çalışma ve sözleşme özgürlüğünü, 49. maddede öngörülen çalışma hak ve ödevlerini, ancak 13. maddedeki nedenlerle sınırlandırabilir. 3 Anayasa'nın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti'nin 'Başlangıç'ta belirtilen temel ilkelere dayanan bir Devlet olduğu vurgulanmış, 176. maddesi ile Anayasa metni içinde olduğu açıklanan 'Başlangıç' bölümünde ise, güçler ayrılığı ilkesine yer verilmiştir. Bu ilke gereği yasama, yürütme ve yargı, bu yetkileri kullanacak organlar olarak belirlenmiş; Anayasa'nın 7. maddesinde; Yasama yetkisinin Türkiye Büyük Millet Meclisi'nce kullanılacağı ve devredilemeyeceği kurala bağlanmıştır. Bu kural karşısında, Anayasa'da yasayla düzenlenmesi öngörülen konularda yürütme organına genel ve sınırları belirsiz bir düzenleme yetkisinin verilmesi olanaklı değildir. Yürütmenin düzenleme yetkisi, sınırlı, tamamlayıcı ve bağımlı bir yetkidir. Bu nedenle, Anayasa'da öngörülen ayrık durumlar dışında, yasalarla düzenlenmemiş bir alanda, yasa ile yürütmeye genel nitelikte kural koyma yetkisi verilemeyeceği açıktır. Yürütme organına düzenleme yetkisi veren bir yasa kuralının, Anayasa'nın 7. maddesine uygun olabilmesi için, temel ilkeleri koyması, çerçeveyi çizmesi, sınırsız, belirsiz, geniş bir alanı yönetimin düzenlemesine bırakmaması gerekmektedir. Temel kuralları koymadan, ölçüsünü belirlemeden ve sınırları çizmeden, yürütmeye düzenleme yetkisi veren bir kuralın, Anayasa'nın 7. maddesine aykırı düşeceğinde kuşku bulunmamaktadır. 4 9.4.2007 günlü, 26488 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan ve 27.9.2006 günlü, 5547 sayılı Kanunla onaylanması uygun bulunan, 'AVRUPA SOSYAL ŞARTI'nda da; herkesin özgürce edinebildiği bir işle yaşamını sağlama fırsatına sahip olduğu, tüm çalışanların adil çalışma koşullarına ve güvenli ve sağlıklı çalışma koşullarına sahip olma haklarının bulunduğu, herkesin sosyal refah hizmetlerinden yararlanma hakkına ve iş akdinin sona erdiği durumlarda korunma hakkına sahip olduğu belirtildikten sonra, iş akdinin sona erdiği durumlarda korunma hakkını düzenleyen 24. maddesinde; 'Akit taraflar, çalışanların iş akdinin sona erdiği durumlarda korunma hakkının etkili bir biçimde kullanılmasını sağlamak amacıyla;Esas Sayısı : 2010/46 Karar Sayısı : 2011/60 6 a tüm çalışanların, yetenekleri ya da davranışlarıyla bağlantılı olarak ya da işletmenin, kuruluşun ya da hizmetin işleyişinin gereklerine dayanarak, iş akitlerinin geçerli nedenler olmadan sona erdirilmemesi hakkını; b iş akitleri geçerli bir neden olmaksızın sona erdirilen çalışanların yeterli tazminat ya da diğer uygun yardımlar alma hakkını tanımayı; taahhüt ederler. Bu amaçla akit taraflar, iş akdinin geçerli bir neden olmaksızın sona erdirildiğini düşünen çalışanın bağımsız bir organa başvurma hakkını güvence altına almayı taahhüt ederler.' kurallarına yer verilmek suretiyle yukarıda değinilen Anayasal hükümlere koşut düzenleme yapılmıştır. Anayasaya Aykırılığın Değerlendirilmesi: Devlete çalışanları korumak, çalışma barışını sağlamak için tedbir almak yükümlülüğünü getiren Anayasanın 49. maddesi, Anayasanın 2. maddesinde ifadesini bulan 'Sosyal Hukuk Devleti' ve 'Hukuk Güvenliği' ilkeleri; istihdam şekilleri belirlenerek çalışma hayatının yasayla düzenlenmesini zorunlu kılmaktadır. Elbette temel bir insan hakkı olan çalışma hakkına ilişkin yasalarda, çalışma hakkını fonksiyonel kılacak yeterli düzenlemelere yer verilmesi; sınırlamaların da, Anayasanın 13. maddesine uygun biçimde, hakkın özüne dokunulmadan, ölçülülük ilkesine uygun yapılması gerekir. Çalışma hakkının varlığı, yeterli ölçüde iş güvencesi ve sosyal güvenlik hakkı tanınmasına bağlıdır. Haksız, keyfi işten çıkarmaya karşı hukuki korumayı ifade eden iş güvencesi ve sosyal güvenlik hakkını düzenlemeyen bir yasanın, çalışma hakkını koruduğundan söz etmeye olanak bulunmamaktadır. İş güvencesi ve sosyal güvenlik hakkını tanıyan, istihdam şekillerini yeterli biçimde tanımlayıp, düzenleyen yasal düzenlemelerle çalışma hakkı korunabilir. Nitekim memur, sözleşmeli personel, işçi statüleri, istihdam şekilleri, ayrıntılı biçimde yasalarla düzenlenmiş; belirtilen statülerde çalışanlara iş güvencesi ve sosyal güvenlik hakları tanınmıştır. 657 sayılı Yasa'nın 4. maddesinin C bendinde ise 'geçici personel' adı altında, memur, sözleşmeli personel, işçi dışında bir başka statü, istihdam şekli kabul edilmiştir. Ancak anılan yasal düzenlemede sadece 'geçici personel' adı verilen statüden söz edilmekle yetinilip; bu istihdam şeklinin kapsamı, çalışanların hak ve yükümlülükleri belirlenmeksizin, bu konuda düzenleme yapma yetkisi bütünüyle yürütme organına bırakılmıştır. Yasama organı tarafından, bir istihdam şeklinin yalnızca adı konulup, düzenleme yetkisinin yürütme organına bırakılması, iş güvencesi ve sosyal güvenlik hakkının düzenlenmemesi, Anayasanın 49. maddesine aykırı olduğu gibi, yasama yetkisinin devredilemeyeceğine ilişkin Anayasanın 7. maddesine ve sonuçta çalışma hakkının özünün zedelenmesi nedeniyle de 13. maddesine aykırı bulunmaktadır. Anayasa'nın 2. maddesinde ifadesini bulan ve Anayasa Mahkemesi'nin yerleşik kararlarına göre, güçsüzleri güçlüler karşısında koruyarak gerçek eşitliği, yani sosyal Devlet niteliğiyle, Devletin temel amaç ve görevlerini belirleyen 5. maddesindeki '...kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayanEsas Sayısı : 2010/46 Karar Sayısı : 2011/60 7 siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırma...' kuralıyla, 'Çalışma hakkı ve ödevi' başlığı altındaki 49. maddesinin ikinci fıkrasında vurgulanan 'Devlet, ...çalışanları korumak... için gerekli tedbirleri alır.' biçimindeki uyulması zorunlu hükümlerle, 657 sayılı Yasa'nın 4/C maddesindeki çalışanların güvence eksikliğini bağdaştırmak olanağı yoktur. O halde Devlet, genel idare esasları dışındaki hizmetlerde birer 'çalıştırılan' konumunda bulunan 657 sayılı Yasa'nın 4/C maddesi kapsamındaki personelin hukuksal statüsünü belirlemek ve istihdam güvencesini sağlamak için, yapılacak idari sözleşmelere esas olmak üzere, Anayasa'nın 128. maddesinin ikinci fıkrasında memur ya da diğer kamu görevlilerine, 49. 55. maddelerde işçilere ilişkin güvencelerin benzerlerini çerçeve bir yasa ile kurallara bağlamak zorundadır. Yasal bir çerçevenin bulunmaması sonucunda davacı ile aynı durumda olanlara iş sonu tazminatı adı altında bir ödemede bulunulmazken özelleştirme uygulamaları sonucunda işsiz kalanlardan 657 sayılı Yasa'nın 4/C maddesi kapsamında çalışmayı kabul edenlerle sınırlı olarak 21.12.2009 günlü, 2009/15279 sayılı Bakanlar Kurulu kararıyla, işsonu tazminatı ödenmesi konusunda düzenleme yapılarak, aynı statüde çalışanlar arasında da farklı uygulama yapılmasına neden olunmuştur. Sonuç olarak 657 sayılı Yasanın 4. maddesinin C bendinin; istihdam şekli tanımlanıp, iş güvencesi ve sosyal güvenlik hakkı belirlenmeden sadece 'geçici personel' olarak adlandırılan statüyü düzenleme yetkisinin bütünüyle Bakanlar Kuruluna bırakılmış olması nedeniyle Anayasanın 2., 7., 13., 17., 48., 49. ve 60. maddelerine aykırı olduğu sonucuna varılmıştır. Öte yandan, 5429 sayılı Yasanın 49. maddesinde de 657 sayılı Yasanın 4/C maddesi kapsamında istihdam edilen personele, çalıştığı dönemde yapılacak bazı ödemelere yer verilmiş; ancak, statüleri hakkında düzenleme yapılmayarak, bu konudaki düzenleme, sınırları çizilmeksizin Bakanlar Kuruluna bırakılmıştır. Dolayısıyla yukarıda 657 sayılı Yasanın 4/C maddesi bağlamında belirtilen Anayasaya aykırılık nedenlerinin burada da geçerli olacağı kuşkusuzdur. Açıklanan nedenlerle, bir davaya bakmakta olan mahkemenin, o davada uygulanacak bir yasanın Anayasa'ya aykırı olduğu kanısına götüren görüşünü açıklayan kararı ile Anayasa Mahkemesine başvurulması gerektiğini düzenleyen 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 28. maddesinin birinci fıkrası gereğince, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun 4/C maddesi ile 5429 sayılı Türkiye İstatistik Kanunu'nun 49. maddesinin ikinci fıkrasının Anayasa'nın 2., 7., 13., 17., 48., 49. ve 60. maddelerine aykırı olduğu kanısına ulaşılması nedeniyle Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, bu kuralların Anayasa'ya aykırılığı ve uygulanması durumunda giderilmesi güç ve olanaksız zararlar doğabileceği gözetilerek esas hakkında bir karar verilinceye kadar yürürlüklerinin durdurulmasının istenilmesine, dosyada bulunan belgelerin onaylı bir örneğinin Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine, 18.3.2010 gününde oyçokluğu ile karar verildi.'"
2,889
Esas Sayısı : 2006/125 Karar Sayısı : 2006/84 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 31.03.2005 tarihli Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren 5326 sayılı Kabahatler Yasası'nın 3. maddesinde, bu kanunun genel hükümleri diğer kanunlardaki kabahatler hakkında da uygulanır şeklinde düzenleme yapılmış, aynı Yasa'nın 27. maddesinde idari para cezasına ve mülkiyetin kamuya geçirilmesine ilişkin idari yaptırım kararlarına karşı tebliğ veya tefhimden itibaren 15 gün içinde sulh ceza mahkemesine başvurabileceği, 28. maddesinde de başvurunun incelenmesi usulü düzenlenmiştir. İtiraza konu idari para cezasının dayanağını teşkil eden 5015 Sayılı Petrol Piyasası Kanunu'nun 21. maddesinde idari para cezasına ilişkin kurul kararına karşı 60 gün içinde Danıştay'a dava açma hakkı saklı tutulduğu halde 5326 sayılı Yasa'nın 3. maddesindeki düzenleme nedeniyle ve 27. maddesindeki sulh ceza mahkemesinin yetkili kılınması hasebiyle idari para cezasına itiraz davası mahkememizde açılmıştır. İdarenin hizmetlerini gereği gibi ve ivedilikle görebilmesi için, yaptırım uygulama yetkilerine gereksinimi vardır. İdare bu yetkilerle, kamu düzeni ve güvenliğini, kamu sağlığını, ulusal servetleri zamanında ve gereği gibi koruyabilir. İdari cezalar idari yaptırımların en önemlilerinden biridir. İdari para cezaları idari makamlar tarafından kamu gücü kullanılarak verilir. Anayasa'da Türkiye Cumhuriyeti'nin devlet içerinde tüm kamusal yönetimin yargı denetimine bağlı olduğu demokratik bir hukuk devleti olduğu düzenlenmiştir. Yargı denetimi hukuk devletinin birincil koşuludur. Anayasa'nın 125. maddesinin birinci fıkrasındaki idarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır kuralıyla amaçlanan etkili yargısal denetim yönetimin kamu hukuku ya da özel hukuk alanına giren tüm eylem ve işlemlerini kapsamaktadır. Anayasamızda adli ve idari yargı ayrımına gidilmiş ve çeşitli maddelerinde bu ayrıma ilişkin kurallar yer almıştır. Bu cümleden olarak 140. maddesinin birinci fıkrasında ‘hakimler ve savcılar, adli ve idari hakim ve savcıları olarak görev yaparlar', 155. maddesinin birinci fıkrasında da ‘Danıştay, idari mahkemelerce verilen ve kanunun başka bir idari yargı merciine bırakmadığı karar ve hükümlerin son inceleme merciidir. Kanunla gösterilen bazı davalara da ilk ve son derece mahkemesi olarak bakar' biçimindeki düzenlemeler idari adli yargı ayrılığının göstergesidir. Bu düzenlemeler ile idari uyuşmazlıkların çözümünde idare ve vergi mahkemeleri ile Danıştay yetkili kılınmıştır. Bu nedenlerle kural olarak idarenin kamu gücü kullandığı ve kamu hukuku alanına giren işlem ve eylemleri idari yargı denetimine tabi olacaktır. Anayasa'nın değişik maddelerinde kurumsallaşan ve 125. maddesinde belirtilen idari adli yargı ayrımına ilişkin düzenlemeler nedeniyle, idari yargının görev alanına giren her uyuşmazlığın çözümünde adli yargının görevlendirilmesi konusunda yasa koyucunun geniş takdir hakkı bulunmamaktadır. İtiraz başvurusuna konu olan idari para cezası kamu gücünün kullanılması ile ilgili ve yasada belirtilen kurallara uymayanlara idari bir yaptırımın uygulanması niteliğinde olduğundan çıkacak uyuşmazlıkların çözümünde de idari yargının yetkili olması gerekir.Esas Sayısı : 2006/125 Karar Sayısı : 2006/84 2 SONUÇ Yukarıda açıklanan nedenlerle 5326 sayılı Kabahatler Yasası'nın 3., 27. ve 28. maddelerinin Anayasa'nın 2.,125. ve 155. maddelerine aykırı olması nedeniyle iptal edilmesi arz olunur."
447
Esas Sayısı: 1990/27 Karar Sayısı: 1991/2 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ: Yargıtay 10. Hukuk Dairesi'nin başvuru kararındaki itirazın gerekçesi aynen şöyledir: "Temyiz incelemesinden geçirilmesi istenen mahkeme kararının konusu, Kurum tarafından 29.3.1984 31.12.1985 tarihleri arasında Hacettepe Hastanesinde tedavi ettirilen sigortalı için hastalık sigortası kolundan yapılan giderlerin işverenden tahsiline ilişkindir. Tedavi süresi bakımından davada 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu'nun 34. maddesinin ilk üç fıkrasının uygulanması gerekmektedir. Anılan fıkra hükümleri şöyledir: "Madde 34. Hastalık hallerinde yapılacak sağlık yardımları sigortalının iyileşmesine kadar sürer. Ancak, bu yardımlar sigortalının Kurumca tedavi altına alındığı tarihten başlayarak altı ayı geçemez. Şu kadar ki, tedaviye devam edilirse malûllük halinin önlenebileceği veya önemli oranda azaltılabileceği, Kurum sağlık tesisleri sağlık kurulu raporları ile anlaşılırsa, bu süre 18 aya kadar uzatılır. Dava konusu olayda ise Kurum sigortalıyı 18 ayı aşkın bir süre tedavi ettirmiş bulunmaktadır. Yukarıda yazılı maddenin üçüncü fıkrası doğrudan Kuruma hitap etmekte ve sigortalının 18 aylık tedavisinden sonra iyileşme olmasa dahi tedavinin kesilmesi sonucunu doğurmaktadır. Mahkemece de, davada anılan hüküm uygulanarak, Kurumun kanuna aykırı biçimde 18 aylık süreden sonra yaptığı tedavi giderlerinin işverenden tahsili istemi reddedilmesi gerekirdi. Bu durumda Dairemizce, kanunun açık buyruğuna uygun olarak hüküm kurulması için yerel mahkeme kararının bozulması gerekmekte ise de, tedavinin 18 aylık süre ile sınırlı tutulmasının Anayasa'ya aykırı olduğu sonucuna varılarak, sözü edilen üçüncü fıkradaki "18 aya kadar" ibaresinin iptali istemiyle Anayasa Mahkemesine başvurulmasına karar verilmiştir. Anayasaya Aykırılık İtirazının Gerekçeleri : a) Anayasa'nın 17. ve 56. maddeleri açısından Anayasa'ya aykırılık: Anayasa'nın "Kişinin Haklar ve Ödevleri"ne ayrılan ikinci bölümü, "Herkes yaşama, maddi ve manevi varlığım koruma ve geliştirme hakkına sahiptir" özdeyişiyle başlamaktadır, (m. 17) Bu kuralın aslında doğa kuralı olduğu, Anayasada yazılı bulunmasa da yaşamın bu doğa kuralı içerisinde yürüyeceği söylenebilir. O halde, Anayasa koyucunun amacı doğa kuralını açıklamak olmadığını düşünerek, kuralın konulmasındaki gerçek amacın araştırılması gerekir. Danışma Meclisinin maddeye ilişkin gerekçesinde "bu madde ile yaşama, maddi ve manevi varlığın bütünlüğünü ve bunun geliştirilmesi hakkı korunmaktadır. Bu iki hakkın bir bütün teşkil ettiği, birbirini tamamladığı açıktır. Kanun güvencesi altında olan yaşama hakkını korumak için devlet, gerekli tedbirleri alacaktır" denilmektedir. 1961 Anayasası'nın 1 0. maddesinde bu durum daha açık bir ifade ile dile getirilmiş ve aynen "devlet, kişinin temel hak ve hürriyetlerini, fert huzurunu, Sosyal adalet ve hukuk devleti ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasİ, iktisadi ve sosyal bütün engelleri kaldırır; insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlar" hükmüne yer verilmiştir. Şu halde 1982Esas Sayısı: 1990/27 Karar Sayısı: 1991/2 2 Anayasası'nın 17. maddesini de, gerekçesine göre, 1961 Anayasası hükmü doğrultusunda anlamak gerekecektir. Nitekim, Anayasa' nın insan sağlığı ile ilgili 56. maddesinde de devlet, herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içerisinde sürdürmesini sağlamakla görevli tutulmuştur. Devletin, vatandaş sağlığını koruma görevini Anayasa'nın 17. maddesi çerçevesinde de üstlenmiş bulunduğunu kabul etmenin önemi şuradadır: Anayasa'nın "sosyal ve ekonomik hakların sının" başlıklı 65. maddesine göre, "devlet sosyal ve ekonomik alanlarda Anayasa ile belirlenen görevlerini .... mali kaynakların yeterliliği ölçüsünde yerine getirir.". Anayasa'nın madde sıralamasına ve bölümleri arasındaki düzenlemeye bağlı kalınırsa, 506 sayılı Kanunun tedaviyi 18 aylık süre ile sınırlı tutan hükmünü de, devletin mali kaynaklan yönünden savunulabilir. Ancak Anayasa'nın 17. maddesi "Sosyal Haklar ve ödevler" bölümünde yer almadığı için bu maddenin devlete yüklediği sağlık hizmeti 65. maddenin öngördüğü ölçüye bağlı değildir. Öte yandan, tedavi süresinin 18 ay ile sınırlandırılmasını, Anayasa'nın 13. maddesinde yazılı temel hak ve hürriyetlerin sınırlandırılması nedenlerden herhangi birine dayandırmak da mümkün görülmemektedir. Gerçekten 13. maddede öngörülen "devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünün, milli egemenliğin, Cumhuriyetin, milli güvenliğin, kamu düzeninin, genel asayişin, kamu yararının, genel ahlâkın ve genel sağlığın korunması amaçlarından" yalnızca sonuncusu konumuzu ilgilendirebilir. Ne var ki, tedaviyi 18 ay sonunda kesmek genel sağlığı korumak değil, tersine genel sağlığı tehlikeye atmak anlamına gelir. Bu bakımdan 506 sayılı Kanunun 34. maddesinin üçüncü fıkrasında yazılı sınırlandırma Anayasa'ya uygun sayılamaz. b) Anayasa'nın 10. Maddesi Açısından Anayasa'ya Aykırılık: Sosyal Sigortalar Kurumu yanında kişinin sosyal güvenliğini sağlayan öteki Kurumların başında TC. Emekli Sandığı ve kısa adıyla BAĞ KUR gelmektedir. 5434 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı Kanununa 1425 sayılı Kanunla eklenmiş bulunan geçici 7. madde ile ilgililere yapılacak sağlık yardımları düzenlenmiş olup tedavi süresinde hiçbir sınırlama getirilmemiştir. Bunun gibi 1479 sayılı BAĞ KUR Kanununa 5.11.1985 günlü, 3235 sayılı Kanunla eklenen 14. ek maddede sağlık yardımlarının süresi bakımından yalnızca yataklı tedavide 6 aylık bir sınır öngörülmüş, bunun dışındaki tedavilerde hiçbir sınır getirilmemiştir. Anılan hükümler gözönünde tutulunca, 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanununun 34. maddesindeki 18 aylık sınırlamayla, Sosyal Güvenlik Kurumları ve giderek onların iştirakçi ve sigortalıları arasında bir eşitsizlik yaratılmakta ve dolayısıyla anılan hüküm Anayasa'nın 10. maddesine açıkça aykırılık oluşturmaktadır. c) Söz Konusu Sınırlama Karşısında Öğretideki Görüşler: "34. maddenin (l)'ci fıkrası, sağlık yardımlarının süresi konusundaki ana kuralı saptamaktadır. Buna göre, sağlık yardımları, sigortalının iyileşmesine kadar sürecektir. Bu kural, çok mantıki ve insanidir. Ayrıca (33)'ncü maddenin son fıkrasında açıkça gösterilen amaca da uygun düşmektedir. Ne var ki, 2 ve 3. fıkrayla getirilen hükümler, bir ölçüde ana kurala aykırı düşmekte ve kuvvetinden çok şey kaybettirmektedir. Gerçekten (2) fıkra süreyi (6) ayla sıfırlamaktadır. (3). fıkrada, malûllük halinin önlenebileceği veya önemli ölçüde azaltılabileceği kurum sağlık kurulu raporuyla anlaşılması gibi şartların gerçekleşmesi halinde, en çok 18 aya kadar sürenin uzayabileceğini belirtmektedir. Gerçi birçok ülke ve milletlerarası anlaşmalarda sağlık ve yardımlarına süre konulmuştur. Fakat bu süreler asgari sürelerdir. Sürenin uzatılması ve olabildiğince hastalığın iyileşmesi için gerekli zamana eşit veya yaklaşık hale getirilmesi en idealidir. Kuşkusuz, burada Kurumun olanakları gözönünde tutulacaktır. Kurumun gücü,Esas Sayısı: 1990/27 Karar Sayısı: 1991/2 3 olanakları bugünkü düzeye tekabül ediyorsa, bu durum anlayışla karşılanabilirse de, Kurumun olanaklarının giderek artması, sosyal güvenliği sağlamanın Devletin Anayasal görevleri arasında bulunması, devletin sosyal güvenlik kuruluşlarının finansman ve hizmetlerine katkıda bulunması gereği düşünülünce, kayıtlamaların icapsızlığı kuşkusu artmaktadır. Bu bakımdan sözkonusu süre kayıtlamalarının, kaldırılması temenniye değer." (İ. Teoman OZANOĞLU, Sıddık YALNIZOĞLU, H Avni TÜMER, Açıklamalı İçtihatlı Sosyal Sigorta Mevzuatı Cilt: l, Ankara 1974, Shf: 756). Sağlık yardımlarının bir süre ile sınırlandırılmış olması, insan sağlığının korunması açısından isabetli bir çözüm olarak kabul edilemez (Prof. Dr. Ali GÜZEL, Doç. Dr. Ali Rıza OKUR, Sosyal Güvenlik Hukuku İst. 1990, Shf: 239 240). İş kazası ve meslek hastalığı halinde sigortalının iyileşmesine kadar sağlık yardımlarının: Hastalık Sigortasında zamanla sınırlanması isabetli olmamıştır (Prof. Dr. Kenan TUNÇOMAĞ, Sosyal Sigortalar İst. 1988 Shf: 352). Sonuç: Yukarıda açıklanan nedenlerle 506 sayılı Kanunun 34. maddesinin üçüncü fıkrasında yer alan "18 aya kadar" sözcüklerinin Anayasa'ya aykırılığı nedeniyle iptali için Anayasa'nın 152. ve 2949 sayılı Kanunun 28. maddeleri uyarınca resmen Anayasa Mahkemesine başvurulmasına ve temyiz incelemesinin Anayasa Mahkemesi kararma dek geri bırakılmasına 19.6.1990 gününde oybirliğiyle karar verildi.""
1,053
Esas Sayısı : 2008/12 Karar Sayısı : 2011/104 1 "... I İPTAL VE YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMİNİN GEREKÇESİ Dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir: 'III. GEREKÇE 1) 27.12.2007 Tarihli ve 5726 Sayılı Tanık Koruma Kanununun 3 üncü Maddesinin (1) Numaralı Fıkrasının (a) Bendinin Anayasaya Aykırılığı 5726 sayılı Kanunun iptali istenen 3 üncü maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendinde, koruma tedbirlerinin ağırlaştırılmış müebbet hapis, müebbet hapis ve alt sınırı 10 yıl veya daha fazla hapis cezasını gerektiren suçlarda uygulanması öngörülmüştür. 5726 sayılı Kanunun 3 üncü maddesinin gerekçesinde; Amerikan Ceza Usul Kanuna göre tanık koruma programı organize veya ciddi suçlarda uygulanmakta olduğu, 11/12/2001 tarihli Alman Tanık Koruma Uyum Kanununda da tanık koruma hükümlerinin organize veya ciddi suçlarda uygulanmasının hüküm altına alındığı belirtildikten sonra 'Uygulamada, tanık koruma tedbiri alınmasını gerektiren suçlar bakımından genellikle örgütlü suçlar bu uygulama kapsamına alındığı hâlde, Tasarının 3 üncü maddesinin birinci fıkrasının (a) bendi hükmü ile kapsam sadece örgütlü suçlara münhasır kılınmayarak daha da genişletilmiştir.' denilmiştir. 5726 sayılı Kanunun 5 inci maddesinde tanık koruma tedbirleri kapsamında, tanığın kimlik ve adres bilgileri kayda alınarak gizli tutulacağı ve kendisine yapılacak tebligatlara ilişkin ayrı bir adres tespit edileceği, tanık koruma programı kapsamında olan kişilerin, duruşmada hazır bulunma hakkına sahip bulunanlar olmadan ya da ses veya görüntüsü değiştirilerek özel ortamda dinlenileceği öngörülmüş, 9 uncu maddesinde de bu Kanun hükümlerine göre, haklarında tedbir kararı alınan tanıkların duruşmada dinlenmesi sırasında Ceza Muhakemesi Kanununun 58 inci maddesinin ikinci ve üçüncü fıkraları uygulanacağı; üçüncü fıkranın uygulanmasına mahkemece karar verilmesi halinde, dinlenme sırasında tanığın görüntü ve sesi değiştirilerek tanınması engellenebileceği belirtilmiştir. 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 58 inci maddesinin ikinci ve üçüncü fıkralarında ise şu hükümlere yer verilmiştir: '(2) Tanık olarak dinlenecek kişilerin kimliklerinin ortaya çıkması kendileri veya yakınları açısından ağır bir tehlike oluşturacaksa; kimliklerinin saklı tutulması için gerekli önlemler alınır. Kimliği saklı tutulan tanık, tanıklık ettiği olayları hangi sebep ve vesile ile öğrenmiş olduğunu açıklamakla yükümlüdür. Kimliğinin saklı tutulması için, tanığa ait kişisel bilgiler, Cumhuriyet savcısı, hâkim veya mahkeme tarafından muhafaza edilir. (3) Hazır bulunanların huzurunda dinlenmesi, tanık için ağır bir tehlike teşkil edecek ve bu tehlike başka türlü önlenemeyecekse ya da maddî gerçeğin ortaya çıkarılması açısından tehlike oluşturacaksa; hâkim, hazır bulunma hakkına sahip bulunanlar olmadan da tanığı dinleyebilir. Tanığın dinlenmesi sırasında ses ve görüntülü aktarma yapılır. Soru sorma hakkı saklıdır.' Bu hükümlerden anlaşılacağı üzere, tanığın gerektiğinde maske ile duruşmaya çıkması, ses ve görüntülerinin değiştirilerek dinlenmesi, hazır bulunma hakkına sahip bulunanlar (sanık,Esas Sayısı : 2008/12 Karar Sayısı : 2011/104 2 sanığın kanuni temsilcisi) olmadan da dinlenmesi ceza hukukunun doğrudan doğruyalık ve vasıtasızlık ilkelerini zedeler niteliktedir. Hakim maddi gerçeği araya hiç bir vasıta girmeksizin, tanıkların söz, hareket ve mimiklerinden, belge ve bilgileri doğrudan okuyarak ortaya çıkarmalıdır. Böyle bir durumun savunma hakkını zedeleyeceği açıktır. Sanık aleyhine tanıklık yapacağı kişiyi görmeyecek, onun gerçekte olayla ilgisi olup olmadığını bilemeyecektir. Savunmasını dayandırdığı olgular kim olduğu bilinmeyen, görülmeyen bir kişi tarafından yıkılabilecektir. Hakim dahi tanığın yalan söyleyip söylemediğini test edebilecek (mimik, hareket, ses tonu vb) araçlardan mahrum olacaktır. Şüphesiz suç ve suçlulukla mücadelenin etkin yöntemlerinden birisi de yargılamanın her hangi bir aşamasında mutlak maddi hakikatin gerçekleştirilmesine yardımcı bir suje olarak tanıkların ve dolayısıyla bunların yakınlarının korunmasıdır. Klasik ceza yargılamasında olduğu gibi günümüz çağdaş ceza muhakemesi hukukunda da, tanıklık ve dolayısıyla tanık beyanı, ceza adalet sisteminde vazgeçilmez bir delil olma özelliğini halen korumaktadır. Bu nedenle bazı davalarda tanıkların korunması gerekebilir. Nitekim 30.07.1999 tarih ve 4422 sayılı Çıkar Amaçlı Suç Örgütleriyle Mücadele Kanununda ve bu Kanun uyarınca çıkarılan Yönetmelikte (R.G, T. 26/01/2001 ' Sa. 24299) bu çerçevede bir düzenleme yapılmıştır. Yine yukarıda da değinildiği üzere 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 58 inci maddesinde de tanığın korunması öngörülmüştür. Ancak, bu maddenin (5) numaralı fıkrasında 'İkinci, üçüncü ve dördüncü fıkra hükümleri, ancak bir örgütün faaliyeti çerçevesinde işlenen suçlarla ilgili olarak uygulanabilir.' denilmek suretiyle söz konusu fıkradaki koruma tanık koruma tedbirlerini, 5726 sayılı Kanun ile yapılan düzenlemenin aksine örgütlü suçlarla sınırlandırmıştır. Bu düzenleme ile ceza hukukunun temel ilkelerine ve uluslararası sözleşmelere sağlanmış olan uyum, iptali istenen düzenleme ile tanık koruma tedbirleri örgütlü, ciddi suçlar dışındaki her türlü adi suçlara da teşmil edilerek bozulmuş, savunma ve adil yargılama hakkı büyük ölçüde sınırlandırılmıştır. Anayasamızın 36 ncı maddesine göre herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nin 10 uncu maddesine göre 'Herkes, haklarının veya yükümlülüklerinin veya kendisine yöneltilen herhangi bir suçlamanın saptanmasında tam bir eşitlikle davasının bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından adil bir şekilde ve açık olarak görülmesi hakkına sahiptir...' İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nin 11 inci maddesine göre 'Bir suç işlemekten sanık herkes, savunması için kendisine gerekli bütün güvencelerin sağlanmış olduğu açık bir yargılama ile yasaya göre suçluluğu kanıtlanmadıkça suçsuz sayılır.' Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin (Türkiye Cumhuriyeti 10.03.1954 tarih ve 6366 Sayılı Kanunla Sözleşmeyi onaylamıştır), 6/1 inci maddesinde 'herkes ... kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan, yasayla kurulmuş, bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içerisinde ve açık olarak görülmesini isteme hakkına sahiptir. Hüküm açık oturumda verilir...' denilmiştir. Bu genel kuralın istisnaları genel ahlak, kamu düzeni, milli güvenlik, küçüklerin korunmasına dair kurallar tarafların özel hayatlarının gizliliğinin korunması veya adaletin selametinin zarar görebileceği hallerde mahkemenin zorunlu göreceği ölçüde kısmen veya tamamen yargılamanın basına ve dinleyicilere kapatılması olarak belirtilmiştir. Yargılamanın aleniyeti ilkesi yargılamanın taraflarına yönelik bir güvence olduğu kadar kamuoyunun yargıya olan güven ve saygısını da arttıran bir durumdur.Esas Sayısı : 2008/12 Karar Sayısı : 2011/104 3 Aynı Sözleşme'nin 6/3 üncü maddesine göre; her sanık 'adil yargılanma hakkı' kapsamında en azından şu haklara sahiptir: a) Kendisine yöneltilen suçlamanın niteliği ve nedeninden en kısa zamanda, anladığı bir dille ve ayrıntılı olarak haberdar edilmek; b) Savunmasını hazırlamak için gerekli zamana ve kolaylıklara sahip olmak; c) Kendi kendini savunmak veya kendi seçeceği bir avukatın yardımından yararlanmak... d) İddia tanıklarını sorguya çekmek veya çektirmek, savunma tanıklarının da iddia tanıklarıyla aynı koşullar altında çağırılmasının ve dinlenmesinin sağlanmasını istemek; Sözleşmenin yukarıda değinilen 6/3 d bendine göre sanık iddia tanıklarını sorguya çekmek veya çektirmek, savunma tanıklarının da iddia tanıkları ile aynı şartlar altında çağrılmasını ve dinlenmesini istemek hakkına sahiptir. Tanıkların aynı şartlar altında davet edilmesini talep etme hakkı adil yargılama hakkı çerçevesinde öngörülen 'silahların eşitliği ilkesi' nin bir sonucudur. Böylece iddia makamı ile savunmanın eşit koşullar altında karşı karşıya gelmeleri amaçlanmıştır. Yine bu hüküm sanığa, tanıklarını davet ettirip dinletmenin yanında iddia makamının tanıklarına da duruşmada soru sorma hakkını vermektedir. Sorulan sorunun savunmanın amacına elverişli olup olmadığını hakim tayin eder. Bununla birlikte savunma için önemli olduğu açıkça belli olan bir sorunun sorulmaması 'İnsan hakkı ihlali' olarak ileri sürülebilir. (SCHROEDER. Ceza Muhakemesinde 'Fair Trial' İlkesi. İstanbul Barosu yayını. 1999. s. 74). Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6 ncı maddesinde tanımı yapılan, yukarıda ana hatları değinilen ve Anayasamızın 36 ncı maddesine 4709 sayılı Kanunun 14 üncü maddesiyle eklenen Adil Yargılanma Hakkı, hukuk devletinin temel güvencelerinden biridir. Devletin vatandaşı olsun olmasın ülkesinde yaşayan bireyleri korumak ve kollamak görevi vardır. Bu sebepten Adil Yargılanma Hakkı ceza yargılaması hukukunun en önemli ilkesidir. İHAS'nin 6 ncı maddesi ile ön görülen bu ilkenin iç hukukumuzda tam olarak hayata geçirilmesi ve gerekli yasal düzenlemelerin de buna uygun yapılması devlet organlarına düşen bir görevdir. Bu nedenle, uygar uluslar tarafından tanınan ve gerek Anayasamız ile teminat altına alınan, gerekse yukarıya belirtilen Uluslararası Sözleşmeler tarafından kabul edilip tüm hukuk sistemlerine yerleştirilmeye çalışılan genel hukuk ilkelerine göre; bir suç ile itham edilen kişiye tanınması gereken en temel hak 'ne ile suçlandığını' ve 'suçlayanı bilmesi' ve buna göre 'savunma hakkını kullanması'dır. Tanık koruma tedbiri alınmasının temel nedeni; bir tanığın, tanıklık görevini serbest ve özgür şekilde getirmesinin önündeki engelleri kaldırarak örgütlü suçlarla ve özellikle terör amaçlı örgütlü suçlarla daha iyi mücadele etmektir. Ancak, bu kapsamı genişleterek yerinde olmayan bir takım mülahazalarla örgütlü olmayan ve uluslararası sözleşmelerde yer verilmeyen suçların da tanık koruma kapsamına alınması, Ceza Muhakemesi Hukukumuzu önemli ölçüde otoriter hale getirdiği gibi, adil yargılanma ilkesini zedelemekte bu şekilde tanığın dinlenmesindeki 'açıklık', 'silahların eşitliği' ve 'yüz yüzelik' ilkelerinin önemli ölçüde bertaraf edilmesi, sanığın savunma hakkını da, Anayasanın 13 üncü maddesindeki 'ölçülülük ilkesi' ile bağdaşmayacak şekilde sınırlandırmaktadır.Esas Sayısı : 2008/12 Karar Sayısı : 2011/104 4 Anayasa Mahkemesinin 15.10.2002 tarih ve E.2001/309, K.2002/91 sayılı kararında, 'Anayasanın tüm maddeleri aynı etki ve değerde olup, aralarında bir üstünlük sıralaması bulunmadığından, uygulamada bunlardan birine öncelik tanımak olanaklı değildir. Bu nedenle, kimi zaman zorunlu olarak birlikte uygulanan iki Anayasa kuralından biri diğerinin sınırını oluşturabilir. Ne var ki bu sınırlamaların da temel hak ve özgürlüklerin özüne dokunmaması, demokratik toplum düzeninin gerekli kıldığından fazla olmaması ve ulaşılmak istenilen amacı aşmaması, başka bir anlatımla ölçülülük ilkesiyle uyum içinde bulunması zorunludur' denilmiştir. Sav ve savunma hakkı birbirini tamamlayan ve birbirinden ayrılması olanaksız niteliğiyle hak arama özgürlüğünün temelini oluşturduğundan bunlar arasındaki uyum ancak 'ölçülülük ilkesi' gözetilerek sağlanabilir. Yukarıda açıklanan nedenlerle iptali istenen kural ile tanık koruma tedbiri alınması gereken suçlar, demokratik toplum düzeninin gerekli kıldığından fazla belirlendiğinden ve ulaşılmak istenilen amacı aştığından başka bir anlatımla ölçülülük ilkesiyle bağdaşmadığından Anayasanın 13 üncü ve 36 ncı maddelerine aykırıdır. Diğer taraftan Anayasanın 90 ıncı maddesinde, '... usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir' denildikten sonra, bunların Anayasaya aykırılığının iddia edilemeyeceği bildirilmiştir. Anayasadaki bu düzenleme, kurallar hiyerarşisinde andlaşmaların ulusal yasalardan daha üstün olduğu görüşüne dayanak oluşturmuştur. Anayasaya aykırılığı ileri sürülemediği için, uluslararası andlaşmalar ulusal yasaların üstünde ve Anayasal normlara yakın konumda görülmüştür. Bu düşünce, uluslararası andlaşmalardan doğan yükümlülüklere de Anayasal bir üstünlük tanındığının öne sürülmesine yol açmış ve bu üstünlük, 'ahde vefa' ilkesinin bir gereği olarak tanımlanmıştır. Diğer yandan Anayasanın 90 ıncı maddesinde yapılan son değişiklikte, insan haklarına ilişkin andlaşmalarla kanunların aynı konuda yaptığı düzenlemelerde çatışma olması halinde andlaşma hükümlerinin uygulanacağı yolundadır. Ancak, 5726 sayılı Kanunun yaptığı iptali istenen düzenlemede yukarıya belirtilen Uluslararası Sözleşmeler tarafından kabul edilip tüm hukuk sistemlerine yerleştirilmeye çalışılan genel hukuk ilkeleri gözetilmemiş; uluslararası andlaşmalara uyulmamıştır. Bu nedenle de iptali istenen kural, milletlerarası andlaşmalara dolayısıyla Anayasanın 90 ıncı maddesine aykırı düşmektedir. Anayasaya aykırı bir hükmün hukuk devleti, Anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkeleri ve dolayısıyla Anayasanın 2 nci ve 11 inci maddeleriyle bağdaşmayacağı da açıktır. Açıklanan nedenlerle, 27.12.2007 tarihli ve 5726 sayılı Tanık Koruma Kanununun 3 üncü maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendi, Anayasanın 2 nci, 11 inci, 13 üncü, 36 ncı ve 90 ıncı maddelerine aykırı olup, iptali gerekir. 2) 27.12.2007 Tarihli ve 5726 Sayılı Tanık Koruma Kanununun 4 üncü Maddesinin (1) Numaralı Fıkrasının (b) Bendindeki 'ile yakın ilişki içerisinde olduğu kişiler' İbaresinin Anayasaya AykırılığıEsas Sayısı : 2008/12 Karar Sayısı : 2011/104 5 İptali istenen kurala ile, Ceza muhakemesinde tanık olarak dinlenenler ile 04/12/2004 tarihli ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 236 ncı maddesine göre tanık olarak dinlenen suç mağdurlarının ''yakın ilişki içerisinde olduğu kişiler.' tanık koruma tedbiri uygulanabilecek kişiler kapsamına alınmaktadır. Ceza muhakemesinde tanık olarak dinlenenler ile 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 236 ncı maddesine göre tanık olarak dinlenen suç mağdurlarının yakın ilişki içerisinde olukları kişilerin kimler olduğu hususunda Yasa'da hiçbir belirleme yapılmamıştır. Anayasanın 2 nci maddesinde Cumhuriyetin nitelikleri arasında sayılan hukuk devleti, insan haklarına saygılı ve bu hakları koruyucu adaletli bir hukuk düzeni kuran ve bunu sürdürmekle kendini yükümlü sayan, bütün işlem ve eylemleri yargı denetimine bağlı olan devlettir. Kişi ve kuruluşların devlete güven duymaları, maddi ve manevi varlıklarını korkusuzca geliştirebilmeleri, temel hak ve özgürlüklerden yararlanabilmeleri ancak hukuk güvenliği ve üstünlüğü sağlandığı bir hukuk devleti düzeninde gerçekleştirilebilir. Hukuk güvenliği ilkesi ise, herkesin bağlı olacağı hukuk kurallarını önceden bilmesi, tutum ve davranışlarını buna göre düzene sokabilmesidir. Zira, toplumsal kurallara göre yaşam belirlilik ve kararlılık ister. Hukuki güvenlik, ceza yaptırım ve ceza yargılaması kurallarının belirliliğini içerir. Yetkilerle güçlendirilmiş olan hukuk devletinin ceza yargılaması konusunda gerekli düzenlemeleri gerçekleştirirken hak ve özgürlükleri (sav ve savunma hakkını) koruması, bunlara duyarsız kalmaması ve hukuk devleti niteliklerinden vazgeçmemesi gerekir. Bu durumda, dava konusu kural belirlilik, genellik, soyutluk ve öngörülebilirlik özellikleri taşımaması nedeniyle yasama yetkisinin amacına uygun biçimde kullanılmasına elverişli olmadığı gibi, hukuk devleti ilkesi ile de bağdaşmamaktadır. Açıklanan nedenlerle 27.12.2007 tarihli ve 5726 sayılı Tanık Koruma Kanununun 4 üncü Maddesinin (1) Numaralı Fıkrasının (b) bendindeki 'ile yakın ilişki içerisinde olduğu kişiler' ibaresi, Anayasanın 2 nci ve 87 nci maddelerine aykırı olup, iptali gerekir. 3) 27.12.2007 Tarihli ve 5726 Sayılı Tanık Koruma Kanununun 9 uncu Maddesinin (3) Numaralı Fıkrasının Anayasaya Aykırılığı İptali istenen bu kurala göre, tanığın duruşma salonunda fiziksel görünümünü engelleyecek tarzda mahkemece tayin ve tespit edilecek bir usule göre, dinlenmesine de karar verilebilecektir. Bu hüküm ile gayet keyfî uygulanacak tarzda yasada tanımı yapılmayan dinleme usulü tayin etmek yetkisi yargıca verilmektedir. Diğer bir anlatımla, bu kural uyarınca savunmaya rağmen yargıç istediği şekilde tanığı dinleyebilecektir. Anayasanın 2 nci maddesinde belirtilen hukuk devletinin unsurlarından biri de, vatandaşlarına hukuk güvenliği sağlamasıdır. Hukuk güvenliği, kurallarda 'belirlilik' ve 'öngörülebilirlik' gerektirir. Hukuk devletinde yargı denetiminin sağlanabilmesi için yönetimin görev ve yetkilerinin sınırının yasalarda açıkça gösterilmesi bir zorunluluktur.Esas Sayısı : 2008/12 Karar Sayısı : 2011/104 6 Bu durumda, dava konusu kural belirlilik, genellik, soyutluk ve öngörülebilirlik özellikleri taşımaması nedeniyle hukuk devleti ilkesi ile bağdaşmadığından Anayasanın 2 nci maddesine aykırıdır. Diğer taraftan, bir yasa kuralının Anayasanın herhangi bir kuralına aykırılığının tespiti, onun kendiliğinden Anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkesini ifade eden 11 inci maddesine de aykırılığı sonucunu doğuracaktır (Anayasa Mahkemesinin 03.06.1988 tarih ve E.1987/28, K.1988/16 sayılı kararı, AMKD., sa. 24, shf. 225). Açıklanan nedenlerle, 27.12.2007 tarihli ve 5726 sayılı Tanık Koruma Kanununun 9 uncu maddesinin (3) numaralı fıkrası Anayasanın 2 nci ve 11 inci maddelerine aykırı olup, iptali gerekir. 4) 27.12.2007 Tarihli ve 5726 Sayılı Tanık Koruma Kanununun 9 uncu Maddesinin (5) Numaralı Fıkrasının Anayasaya Aykırılığı İptali istenen bu kuralda 'Tanığın üçüncü fıkra hükmüne göre dinlenmesi hâlinde, Ceza Muhakemesi Kanununun 201 inci maddesinin uygulanmasında, tanığa sorulacak soruların bu Kanun kapsamında tanık hakkında uygulanan tedbirlerle orantılı ve amaca uygun olması gerekir. Bu amaçla, hâkim, sorulan soruların tanığa sorulmamasına karar verebilir veya tanığı dinlerken dolaylı dahi olsa tanığın kimliğini ortaya çıkaracak soruların sorulmasına izin vermez.' denilmiştir. Görüldüğü üzere bu kural ile, Tanığın üçüncü fıkra hükmüne göre dinlenmesi hâlinde, tanığa sorulacak sorularla ilgili düzenleme yapılmıştır. Bu durumda yukarıda (3) numaralı başlık altında üçüncü fıkra için belirttiğimiz iptal gerekçeleri aynen bu fıkra içinde geçerlidir. Açıklanan nedenlerle, 27.12.2007 tarihli ve 5726 sayılı Tanık Koruma Kanununun 9 uncu maddesinin (5) numaralı fıkrası Anayasanın 2 nci ve 11 inci maddelerine aykırı olup, iptali gerekir. 5) 27.12.2007 Tarihli ve 5726 Sayılı Tanık Koruma Kanununun 9 uncu Maddesinin (7) Numaralı Fıkrasının Anayasaya Aykırılığı 5726 sayılı Tanık Koruma Kanununun 9 uncu maddesinin iptali istenen (7) numaralı fıkrasında 'Bu madde hükmüne göre alınan tanık ifadeleri, Ceza Muhakemesi Kanunu hükümlerine göre duruşma sırasında hazır bulunanlar huzurunda verilmiş ifade hükmündedir.' denilmiştir. Bu hükme göre, Yasa'nın 9 uncu maddesinin ikinci ve dördüncü fıkralarına göre, duruşmada hazır bulunma hakkına sahip olanlar bulunmadan alınan tanık ifadelerinin duruşma sırasında hazır bulunanlar huzurunda verilmiş ifade hüküm ve geçerliğinin tanınması Anayasanın 36 ncı maddesinde ifade edilen adil yargılanma ve savunma haklarını özünden zedeleyen bir düzenlemedir. Çünkü, yargılamanın doğrudan doğruyalık ve vasıtasızlık ilkeleri yargılamanın taraflarına yönelik çok önemli bir güvencedir.Esas Sayısı : 2008/12 Karar Sayısı : 2011/104 7 İptali istenen kural uyarınca, duruşmada hazır bulunma hakkına sahip olanlar söz konusu güvenceden yoksun bırakıldıkları halde, bu güvence kendilerine sağlanmış gibi kabul edilecekler, diğer bir anlatımla duruşmada hazır bulunmanın sağladığı imkanlardan (iddia tanıklarını sorguya çekmek ve çektirmek, aleyhine tanıklık yapacak kişiyi görmek, onun gerçekte olayla ilgisi olup olmadığını bilmek) yararlanamadıkları halde, bu imkanlar sanki kendilerine tanınmış gibi tanık ifadeleri itibar görecektir. Böyle bir düzenleme, yukarıda (1) numaralı başlık altında belirttiğimiz nedenlerle Anayasanın 2 nci, 11 inci, 13 üncü ve 90 ıncı maddelerine de aykırıdır. Açıklanan nedenlerle, 27.12.2007 tarihli ve 5726 sayılı Tanık Koruma Kanununun 9 uncu maddesinin (7) numaralı Fıkrası, Anayasanın 2 nci, 11 inci, 13 üncü, 36 ncı ve 90 ıncı maddelerine aykırı olup, iptali gerekir 6) 27.12.2007 Tarihli ve 5726 Sayılı Tanık Koruma Kanununun 11 inci Maddesinin (3) Numaralı Fıkrasının Anayasaya Aykırılığı İptali istenen 5726 sayılı Kanununun 11 inci maddesinin (3) numaralı fıkrasında 'Bu Kanun hükümlerine göre, kolluk makamlarınca alınacak tedbirler ile yapılacak işlemlerin ve tanık koruma birimlerinin çalışma esas ve usulleri yönetmelikte gösterilir.' denilmiştir. 'Tanık koruma birimleri ve kolluk makamlarınca yapılacak işlemler' başlıklı 11 inci maddede kolluk makamlarınca alınacak tedbirler ile yapılacak işlemlere ve tanık koruma birimlerinin çalışma esas ve usullerine ilişkin ilkeler konusunda her hangi bir düzenleme yer almadığından, bu konudaki usul ve esasları belirleyen bir yönetmelik, asli düzenleme yapmış olacaktır. Halbuki Anayasaya göre, Anayasanın gösterdiği ayrık haller dışında, yürütmenin asli düzenleme yetkisi yoktur; yürütme Anayasaya ve kanunlara uygun olarak kullanılacak ve yerine getirilecek bir yetki ve görevdir. Anayasanın 8 inci maddesinde ifade edilmiş olan bu ilke, yürütmenin ancak kanun ile asli olarak düzenlenmiş bir alanda düzenleme yetkisi kullanabileceğini açıkça ortaya koymaktadır. Anayasanın 7 nci maddesine göre ise, asli düzenleme yetkisi, TBMM'nindir ve devredilemez.' Kanunda bir hususun yönetmelikle düzenleneceğinin belirtilmesi, o hususun kanunla düzenlenmiş olduğu anlamına gelmez. Kanunla yapılmış bir düzenlemeden söz edilebilmesi için, o hususun en azından temel ilkelerinin kanunda gösterilmesi gerekir. Anayasa Mahkemesi, 18.06.1985 günlü, E.1985/3, K.1985/8 sayılı kararında, konuyu şöyle belirginleştirmiştir: 'Yasa koyucu, belli konularda gerekli kuralları koyacak, çerçeveyi çizecek, eğer uygun ve zorunlu görürse, onların uygulanması yolunda sınırları belirlenmiş alanlar bırakacak, idare, ancak o alanlar içinde takdir yetkisine dayanmak suretiyle yasalara aykırı olmamak üzere bir takım kurallar koyarak yasanın uygulanmasını sağlayacaktır.'. Esasen Anayasanın 8 inci maddesinin, yürütme yetkisi ve görevinin Anayasaya ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir, hükmünün anlamı da budur. (Anayasa Mahkemesinin 22.06.1988 tarih E.1987/18, K.1986/23, sayılı kararı, R.G. 26.11.1988, sa. 2001)Esas Sayısı : 2008/12 Karar Sayısı : 2011/104 8 İptali istenen 11 inci maddenin (3) numaralı fıkrası, yukarıda belirtildiği üzere, yürütmenin kanuniliği ilkesine aykırı olarak, yürütmeye asli düzenleme yapmak imkanı tanıdığı için Anayasanın 8 inci maddesine; yasamaya ait olan asli düzenleme yetkisini yürütmeye devrettiği için Anayasanın 7 nci maddesine; böyle bir yetki Anayasaya dayanmadığı için Anayasanın 6 ncı maddesine aykırıdır. Anayasaya aykırı bir hükmün hukuk devleti, Anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkeleri ve dolayısıyla Anayasanın 2 nci ve 11 inci maddeleriyle bağdaşmayacağı da açıktır. Açıklanan nedenlerle, 27.12.2007 tarihli ve 5726 sayılı Tanık Koruma Kanununun 11 inci maddesinin (3) numaralı fıkrası Anayasanın 2 nci, 6 ncı, 7 nci, 8 inci ve 11 inci maddelerine aykırı olduğundan iptali gerekir. 7) 27.12.2007 Tarihli ve 5726 Sayılı Tanık Koruma Kanununun 13 üncü Maddesinin (1) ve (2) Numaralı Fıkralarının Anayasaya Aykırılığı 27.12.2007 tarihli ve 5726 sayılı Tanık Koruma Kanununun 13 üncü maddesinin iptali istenen (1) numaralı fıkrasında, bu Yasa'da belirtilen görevleri yapmak üzere, İçişleri Bakanlığında Tanık Koruma Kurulu kurulması öngörülmüş, maddenin iptali istenen (2) numaralı fıkrasında da, bu Kurulun oluşumu, görev süresi ve sekretarya hizmetlerinin İçişleri Bakanlığınca yerine getirileceği hükme bağlanmıştır. 5226 sayılı Kanunun Tanık Koruma Kurulunun yapısına ilişkin (2) numaralı fıkranın birinci cümlesinin incelenmesinden de anlaşılacağı üzere, Kurulun onbir üyesinden; ' Adalet Bakanlığında idari görevde çalışan birinci sınıf hakimlerden bir, ' Ankara'da görev yapan birinci sınıf adlî yargı hâkim veya Cumhuriyet savcıları arasından Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunca seçilecek bir, ' Milli Savunma Bakanlığından idarî görevde çalışan birinci sınıfa geçirilmiş askeri hâkimler arasından bir, olmak üzere toplam dört üyesi hakim ve savcıdır. Diğer yedi üye ise esas itibariyle kolluk güçleri arasından seçilecektir. Bu düzenlemeye göre, İçişleri Bakanlığında kurulması öngörülen bu Kurul'un yürütme ağırlıklı bir kurul olduğu açıktır. Kurula, 5726 sayılı Kanun'un 14 üncü maddesine göre, 5 inci maddenin (a) ve (c) bentleri dışında kalan bütün tanık koruma tedbirleri almak, kaldırmak ve değiştirmek görev ve yetkileri yanında, anılan maddenin (ç) bendi hükmü ile de, 'Bu Kanun hükümlerine göre alınan tedbirlerin uygulanmasını ve yerine getirilmesini denetlemek.' görev ve yetkisi tanınmıştır. Diğer bir anlatımla Tanık Koruma Kuruluna, 5726 sayılı Kanun hükümlerine göre mahkemenin veya Cumhuriyet Savcısının vermiş olduğu tanık koruma tedbirinin de uygulanmasını ve yerine getirilmesini denetleme görev ve yetkisi verilmiştir. Anayasanın benimsediği Başlangıcın 4 üncü paragrafındaki 'kuvvetler ayrılığı ilkesi', devletin üstlendiği görevlerin niteliklerine göre, yasama, yürütme ve yargı organları tarafından yerine getirilmesini zorunlu kılar. Bu organlardan birinin, diğerinin görev alanıyla ilgili işlem yapması, fonksiyon gasbı olarak nitelendirileceğinden hukukun üstünlüğünü egemen kılmakla yükümlü hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmaz.Esas Sayısı : 2008/12 Karar Sayısı : 2011/104 9 Bu nedenle iptali istenen kurallar, Anayasanın Başlangıç bölümü ile 2 nci maddesine aykırıdır. Öte yandan, Anayasa Mahkemesi'nin müteaddit kararlarında belirttiği gibi, hukuk devleti, insan haklarına saygı gösteren ve bu hakları koruyucu adil bir hukuk düzeni kuran ve bunu devam ettirmeye kendini zorunlu sayan ve bütün faaliyetlerinde hukuka ve Anayasaya uyan bir devlettir. Adil bir hukuk düzeninin kurulması ise, yargının bağımsızlığı hakim bağımsızlığı ve teminatının sağlanması ile mümkündür. O halde, mahkemenin veya Cumhuriyet Savcısının vermiş olduğu tanık koruma tedbirinin de uygulanmasını ve yerine getirilmesini denetleme görev ve yetkisine sahip olan Tanık Koruma Kurulu'nun yapısını yargısal değil, idare organı bünyesinde ve idari ağırlıkta oluşturan iptali istenen fıkralar, Anayasanın 138 inci ve 140 ıncı maddeleriyle de bağdaşmayan bir düzenleme getirmiştir. Diğer taraftan, bir yasa kuralının Anayasanın herhangi bir kuralına aykırılığının tespiti onun kendiliğinden Anayasanın 11 inci maddesine de aykırılığı sonucunu doğuracaktır (Anayasa Mahkemesinin 03.06.1988 tarih ve E.1987/28, K.1988/16 sayılı kararı, AMKD., sa. 24, shf. 225). 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 29 uncu maddesinin ikinci fıkrasında, Yasa'nın belirli kurallarının iptali, diğer kurallarının veya tümünün uygulanmaması sonucunu doğuruyorsa, bunların da Anayasa Mahkemesi'nce iptaline karar verilebileceği öngörülmektedir. 5726 sayılı Kanunun 13 üncü maddesinin (2) numaralı fıkrasının Kurul'un oluşumuyla ilgili birinci cümlesinin iptal edilmesi halinde, iptal edilen birinci cümle dışında kalan ve uygulanma olanağı kalmayan diğer cümleleri ile anılan maddenin (1) numaralı fıkrasının da iptali gerekir. Açıklanan nedenlerle 27.12.2007 tarihli ve 5726 sayılı Tanık Koruma Kanununun 13 üncü maddesinin (1) ve (2) numaralı fıkraları, Anayasanın Başlangıç bölümüne, 2 nci, 11 inci, 138 inci ve 140 ıncı maddelerine aykırı olup, iptali gerekmektedir. IV. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ Ceza hukuku ilkelerinin ve Anayasanın ihlal edildiği bir yargılama sonunda, savunma hakkını yeterince kullanamadan mahkum olan bir sanığın uğrayacağı zararın hiçbir şekilde giderilmesi mümkün değildir. Çünkü yaşamın ve zamanın akışı tersine çevrilemez. Anayasaya açıkça aykırı oldukları gerekçemizde gösterilen söz konusu hükümlerin uygulanması halinde, ortaya çıkacak ve giderilmesi olanaksız durum ve zararların önlenebilmesi, hukukun ve Anayasanın üstünlüğünün korunabilmesi için ve Anayasal düzenin en kısa sürede hukuka aykırı kurallardan arındırılması, hukuk devleti sayılmanın gereği olduğundan, bu hükümlerin yürürlüklerinin iptal davası sonuçlanıncaya kadar durdurulması da istenerek Anayasa Mahkemesine iptal davası açılmıştır. V. SONUÇ VE İSTEMEsas Sayısı : 2008/12 Karar Sayısı : 2011/104 10 Yukarıda açıklanan gerekçelerle 27.12.2007 tarihli ve 5726 sayılı Tanık Koruma Kanununun; 1) 3 üncü maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendi, Anayasanın 2 nci, 11 inci, 13 üncü, 36 ncı ve 90 ıncı maddelerine aykırı olduğundan, 2) 4 üncü Maddesinin (1) numaralı fıkrasının (b) bendindeki 'ile yakın ilişki içerisinde olduğu kişiler' ibaresi, Anayasanın 2 nci ve 87 nci maddelerine aykırı olduğundan, 3) 9 uncu maddesinin (3) numaralı fıkrası, Anayasanın 2 nci ve 11 inci maddelerine aykırı olduğundan, 4) 9 uncu maddesinin (5) numaralı fıkrası, Anayasanın 2 nci ve 11 inci maddelerine aykırı olduğundan, 5) 9 uncu maddesinin (7) numaralı fıkrası, Anayasanın 2 nci, 11 inci, 13 üncü, 36 ncı ve 90 ıncı maddelerine aykırı olduğundan, 6) 11 inci maddesinin (3) numaralı fıkrası Anayasanın 2 nci, 6 ncı, 7 nci, 8 inci ve 11 inci maddelerine aykırı olduğundan, 7) 13 üncü maddesinin (1) ve (2) numaralı fıkraları, Anayasanın Başlangıç bölümüne, 2 nci, 11 inci, 138 inci ve 140 ıncı maddelerine aykırı olduğundan, iptallerine ve uygulanmaları halinde giderilmesi güç ya da olanaksız zarar ve durumlar doğacağı için, iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüklerinin durdurulmasına karar verilmesine ilişkin istemimizi saygı ile arz ederiz.'"
3,789
Esas Sayısı:1996/23 Karar Sayısı:1996/36 1 "... I İPTAL VE YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMİNİN GEREKÇESİ Dava dilekçesi şöyledir: "4139 sayılı 1996 Mali Yılı Bütçe Kanunu, 26 Nisan 1996 gün ve 22622 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Bilindiği gibi bütçe; "devletin ve ona bağlı kamu kuruluşlarının yıllık gelir ve bu gelir ve masrafların uygulamaya konulmasına izin veren bir kanundur." Anayasa'nın 161. maddesi uyarınca, yıllık olarak yapılır ve bütçe yasasına bütçe ile ilgili hükümler dışında hiçbir hüküm konulamaz. Bu açık anayasal hükme karşın, 1996 Mali Yılı Bütçe Kanunu'nda bütçe dışındaki konulara ilişkin hükümler de yer almış, ayrıca bazı yasalarda yasa ile yapılması gereken değişiklikler de, Bütçe Kanunu ile yapılmıştır. Üstelik Anayasa'ya açıkça aykırı olarak Bütçe Yasası'na konulan bu hükümlerin büyük bölümü, daha önce çeşitli dönemlerde Bütçe yasalarına konulan ve Anayasa Mahkemesi'nce, Anayasa'ya aykırı bulunarak iptal edilen hükümlerdir. 4139 sayılı Kanun'un Anayasa'ya aykırı maddeleri ve aykırılık gerekçeleri aşağıda açıklanmıştır. Ancak, iptali istenen maddelerin çokluğu, buna karşılık dayanılan Anayasa maddelerinin aynılığı nedeniyle Anayasa'ya aykırılıkların her seferinde tekrar tekrar izahının Mahkemenizin çalışmasında güçlükler yaratacağı düşüncesi ve Heyetinize yardımcı olmak amacıyla dilekçemizin başında Anayasa'ya aykırılıkların genel bir gerekçesi sunulmuş, iptali istenen maddelerde Anayasa'nın başka bir maddesine aykırılık yok ise, özet istemlerle yetinilmiştır. l İptali İstenen Maddelerin Anayasa Karşısındaki Konumu a) Anayasa'nın 6., 7., 11., 87., 88., 89., 161. ve 162. Maddesi Yönünden Anayasa'nın 87. maddesinde Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin görev ve yetkileri belirtilirken bütçe yasa tasarısını görüşmek ve kabul etmek dışında diğer yasaları koymak, değiştirmek ve kaldırmak biçiminde bir ayrım yapıldığı; Bütçe yasalarını öteki yasalardan ayrı tutan bu Anayasa ilkesi karşısında, herhangi bir yasa ile düzenlenmesi gereken bir konunun bütçe yasası ile düzenlenmesinin veya herhangi bir yasada yer alan hükmün bütçe yasaları ile değiştirilmesinin ve kaldırılmasının olanaksız olduğu daha önceki Anayasa Mahkemesi kararlarında yer almıştır. Anayasa Mahkemesi, Anayasa'nın 88. ve 89. maddelerinde genel netilikteki yasaların Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde teklif, görüşme usul ve esasları ile yayımlanmasının düzenlendiğini; 162. maddesinde ise, Bütçe yasalarının görüşme usul ve esaslarının ayrıca özel biçimde gösterildiğini açıkça belirtmiştir.Esas Sayısı:1996/23 Karar Sayısı:1996/36 2 Bu düzenleme biçiminden de anlaşılacağı gibi, Bütçe yasaları Anayasa gereği özellikle yapılış tarzları bakımından öbür yasalardan farklı nitelik taşıyan yasalardır. Anayasa'nın 161. maddesinde tüm bu düzenlemeleri tamamlar ve bütünler biçimde "Bütçe Kanununa, bütçe ile ilgili hükümler dışında hiçbir hüküm konulamayacağı" da yer almıştır. Buna karşın iptali istenen madde ya da ibarelerin büyük bölümü, Bütçe Yasası ile öteki yasalarda değişiklik yapmaktadır ve bu nedenle 87., 88., 89., 161. ve 162. madde yönünden Anayasa'ya aykırıdır. Öte yandan, Anayasa'nın 6. maddesine göre, bakan dahil "hiçbir kimse" ya da TBMM dahil, "hiçbir organ", "kaynağını Anayasa'dan almayan bir devlet yetkisini kullanamaz." Ama, bu yasanın birçok maddesiyle Maliye Bakanına yasalarda değişiklik yapma yetkisi verilmiş, bir bakan Anayasal olmayan bir yetkiyi kullanabilir hale getirilmiştir. Bu aynı zamanda, Anayasa'nın 7. maddesindeki yasama yetkisinin devri anlamına da gelmektedir. Çünkü, Maliye Bakanına yasa ile düzenlenmiş birçok hükmü değiştirme yetkisi tanınmıştır. Tüm bu maddeler birlikte ele alındığında ise, Anayasa'nın 11. maddesindeki, Anayasa'nın bağlayıcılığı ve üstünlüğü ilkesine aykırı bir durum ortaya çıkmakta, yasama organına ve yürütmenin bazı üyelerine Anayasa hükümleri dışında yetkiler verilmekte ve yasaların Anayasa'ya aykırı olamayacağı ilkesi çiğnenmektedir. b) Anayasa'nın 153. ve 2. Maddesi Yönünden: Bilindiği gibi Anayasa'nın 153. maddesinin son fıkrasına göre "Anayasa Mahkemesi kararları ... yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar". Bu madde gereğince, daha önce Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmiş bir hükmün yeniden yasa maddesi haline getirilmesi Anayasa'nın 153/son maddesine açıkça aykırıdır. Ancak, bu aykırılık asıl Anayasa'nın 2. maddesindeki "hukuk devleti" ilkesi çerçevesinde, "Başlangıç" bölümünün 3. ve 4. fıkralarıyla birlikte ele alındığı zaman somutlaşır. Çünkü, Anayasa yasama faaliyetinin Anayasa Mahkemesi'nce denetlenmesini öngörürken, bu "yetki"yi bir "üstünlük" olarak değil, "egemenliği ulus adına kullanmaya yetkili kılınan ... (herhangi,) bir kuruluşun, Anayasada gösterilen hukuk düzeni dışına çık"masını önlemek amacıyla bir "görev" olarak vermiştir. Anayasa Mahkemesi bu denetimi bir "görev" olarak yapar, çünkü "üstünlük Anayasa'dadır". Yasaların Anayasa'ya uygunluğunun denetimi ise, Anayasa Mahkemesi'ne verilmiştir. Hukuk devleti ilkesi, her üç erkin de yetkilerini Anayasa'nın öngördüğü biçimde ve sınırlar içinde kullanmalarını gerektirir. Bunun kaçınılmaz sonucu da yasama organının, yargıEsas Sayısı:1996/23 Karar Sayısı:1996/36 3 kararlarına uymasıdır. Bu ilke, Anayasa'da ayrıca belirtilmiş olmasaydı, hatta aksine bir düzenleme olsaydı bile, "hukuk devleti"nin bir gereğidir ve aksi düzenlemeler, doğrudan bu ilkeye aykırıdır. Anayasa'nın diğer maddelerinde düzenlenen yasama yetkisi, yürütme yetki ve görevi ile yargı yetkisi de, doğrudan hukuk devletinin bir sonucudur. Konuya bu açıdan yaklaşıldığında, daha önce Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmiş hükümlerin, yasama organı tarafından yeniden yasalaştırılması, Anayasa'nın 153/son maddesine aykırılıktan da öte, doğrudan "hukuk devleti" ilkesinin çiğnenmesi anlamını taşır. Yasama organı, 1995 Mali Yılı Bütçe Kanunu'nda yer alan ve Anayasa Mahkemesi'nce Anayasa'ya aykırı bulunarak iptal edilen hükümleri, 1996 Mali Yılı Bütçe Kanunu'na yeniden koymuştur. Ancak, daha "vahim" olan, Anayasa'ya aykırılığın bilinerek yapılmış olmasıdır. Plan ve Bütçe Komisyonu Başkanı 21.4.1996 gecesi, TBMM'de yaptığı açıklamada, bazı hükümlerin Anayasa'ya aykırı olduğunu kabul ederken, buna karşın düzenlemenin korunmasını istemiş, Anayasa'ya aykırılıkların daha sonra çıkarılacak bir yasa ile giderileceği taahhüdünde bile bulunmuştur. Sonuç itibariyle yasama organı, göz göre göre ve Anayasa'ya aykırılığını bile bile, 1995 Malî Yılı Bütçe Kanunu'nda yer alan ve Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilen maddeleri 1996 Malî Yılı Bütçe Kanunu ile bir kez daha kanunlaştırmak ya da ülkeyi bütçesiz bırakmak seçenekleri ile karşı karşıya getirilmiştir. Aşağıda, 4139 sayılı 1996 Mali Yılı Bütçe Kanunu'nun Anayasa'ya aykırı maddeleri ve aykırılık gerekçeleri teker teker belirtilmiştir. 2 4139 Sayılı Kanun'un 6. Maddesinin Anayasa'ya Aykırılık Nedenleri 4139 sayılı Yasa'nın 6. maddesinin son fıkrasında Maliye Bakanına, "kurumların bütçe ödeneklerini kesme ve diğer imkanlarını durdurma" yetkisi verilmekte ve bunun bir "şartlı yetki" olduğu anlaşılmaktadır" Bu şartlar; "programlarına uygun harcama yapmama, ilgili kanunların öngördüğü yükümlülükleri yerine getirmeme, bilgi, belge ve hesap durumlarını ibraz etmeme"dir. Bu durumda o "idare, kuruluş, teşebbüs ve kurum"un, Maliye Bakanınca "ödeneği kesilebilecek ve diğer imkanları durdurulabilecektir". Bilindiği gibi, Devletin bütün gelir ve giderleri bütçede gösterilir ve her kurum bütçede kendisine tahsis edilen ödenekleri kullanır. Bu ödenekler TBMMM tarafından bilgili idare, kuruluş, teşebbüs veya kuruma verilmiştir ve kimse tarafından gen alınamaz. Hatta, Anayasa'nın 162. maddesine göre TBMM üyeleri bile, Genel Kurul'da "giderleri artırıcı ve gelirleri azaltıcı önerilerde bulunamaz" Bu açık hükme karşın, "idare, kuruluş, teşebbüs ve kurum'lann bütçe ile kendilerine tahsis edilmiş ödeneklerini kesme yetkisinin Maliye Bakanına tanınması Anayasa'nın 161. ve 162. maddesine aykırıdır.Esas Sayısı:1996/23 Karar Sayısı:1996/36 4 Aynı maddede, "idare, kuruluş, teşebbüs ve kurum""ların ilgili yasalarınca öngörülen yükümlülüklerini yerine getirmeme durumuna da atıf yapılmıştır. Bu kuruluşların, yerine getirmediği yükümlülüklerinin yaptırımı yine "ilgili yasalarında" belirtildiğine veya bazen de bir yaptırım öngörülmediğine göre, o ilgili yasalardaki yaptırımları değiştiren ya da hiçbir yaptırım öngörülmemiş olmasına karşın ancak o yasa ile konulabilecek bir yaptırımı Maliye Bakanına tanıyan bu hüküm de, Anayasa'nın 87., 88., 89. maddeleri ile 161. maddesine aykırıdır. Yukarıda ayrıntısıyla sunulduğu gibi, paragrafın içinde birden çok Anayasa'ya aykırı "ibare" vardır. Ancak, paragraf bir bütün olarak yazılmış ve Maliye Bakanına birden çok nedene dayanan, birden çok yaptırım yetkisi verilmiştir. Bunların bir bölümü, bütçe tasarrufu, bütçenin uygulanması vb. gibi, Bütçe Kanunu ile Maliye Bakanına tanınabilecek yetkilerdir. Bu nedenle iptal isteminde bulunulacak bölümün sınırlandırılması gerekmektedir. Sonuç itibariyle 4139 sayılı Yasa'nın 6. maddesinin son paragrafındaki: "İlgili kanunların öngördüğü yükümlülükleri yerine getirmeyen" ve "bütçe ödeneklerini kesmeye ve diğer imkanlarını durdurmaya" ibarelerinin yukarıda belirtilen aykırılık nedenleriyle iptali ve kendi yasasının Anayasa Mahkemesi'ne verdiği yetki uyarınca tümcenin buna göre düzeltilmesi istenmektedir" 3 4139 Sayılı Kanun'un 13. Maddesinin Anayasa'ya Aykırılık Nedenleri: 4139 sayılı Yasa'nın "Hastane ücretleri" başlıklı 13. maddesi kamuda çalışanların kamuya ait tedavi kurumlarında yapılan tedavi ücretlerinin, Sağlık Bakanlığının görüşü üzerine Maliye Bakanlığınca belirlenecek miktar ve esaslar çerçevesinde ödeneceğini belirtmektedir. 1995 Mali Yılı Bütçe Kanunu'nun 14. maddesinin sonunda, bu sınırlama "diğer sağlık kurum ve kuruluşlarında zorunlu hallere münhasır olmak üzere yapılacak tedaviler" için getirilmiş ve ilgili "yasa kurallarında ...ilgililere hangi oran ve miktarlarda ödeme yapılacağına ilişkin Maliye Bakanına verilmiş bir yetki bulunmadığı" için Anayasa Mahkemesi'nce iptal edilmiştir. Bu düzenleme ile de 657 sayılı Devlet Memurları Yasası, 506 sayılı Sosyal Sigortalar Yasası, 926 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri Personel Yasası, 2802 sayılı Hakim ve Savcılar Yasası ve 2914 sayılı Üniversite Personel Yasası'nda Sağlık ve Maliye Bakanlarına tanınmamış bir yetkinin Bütçe Yasası ile tanınması ilgili yasalarda değişiklik anlamına geldiği için, Anayasa'nın 87., 88., 89. maddelerine ve Bütçe ile bir ilgisi bulunmadığı için 161. maddesine aykırıdır. 4 4139 Sayılı Kanun'un 14. Maddesinin Anayasa'ya Aykırılık Nedenleri 4139 sayılı Yasa'nın 14. maddesinin 2. paragrafının sonunda Maliye Bakanına "Dernek, Birlik, Kurum, Kuruluş, Sandık, Vakıf ve Benzeri Teşekkülere Yapılacak Ödemeler" faaliyetinde yer alan ödeneklerden "yapılacak yardımların yönlendirilmesine ilişkin yeni ilkeleri tespit" yetkisi verilmiştir. 14. maddenin 1. paragrafında derneklere bu yardımın ödenmesi için genel ve katma bütçeli kuruluşlara çeşitli yükümlülükler getirilmiş, ayrıca taksitlendirme yetkisi de tanınmış;Esas Sayısı:1996/23 Karar Sayısı:1996/36 5 2. paragrafın başında da, Maliye Bakanına harcamaların belirlenen ilkeler doğrultusunda yapılıp yapılmadığını inceleme yetkisi verilmiştir. Buna karşın "yapılacak yardımın yönlendirilmesinde yeni ilkeler" belirleme yetkisi; yasanın, dolayısıyla yasa koyucunun bile öngörmediği ve düzenlemediği bir kuralı koyma yetkisinin devri anlamına gelir ki, bu Anayasa'nın 6. ve 7. maddesine; ilgili yasalarda öngörülmemiş bir kuralın Bütçe Yasası ile getirilmesi açısından da Anayasa'nın 161. maddesine aykırıdır. 5 4139 Sayılı Kanun'un 15. Maddesinin Anayasa'ya Aykırılık Nedenleri a) (a) bendinin Anayasa 'ya aykırılığı 4139 sayılı Yasa'nın "Gayrimenkul Satış ve Kira Bedelleri" başlıklı 15. maddesinin (a) bendinde, genel bütçeli dairelerin kendilerine tahsis edilmiş taşınmazlarının satış bedelinin Maliye Bakanınca belirlenecek ve Başbakanca uygun görülecek bölümünün, ilgili kurumun bütçesine özel gelir ve ödenek olarak kaydedilmesine olanak sağlanmaktaydı. İlk olarak, sözü edilen taşınmazlar, ilgili kuruluşlara "tahsis edilmiş", yani mülkiyeti bu kuruluşlara değil, Hazine'ye ait taşınmazlardır. Bu nedenle mülkiyeti kendilerine ait olmayan taşınmazları satamazlar, gelirlerinden pay da alamazlar. "Hazine birliği" ilkesi gereğince Hazine'ye ait taşınmazların satışından elde edilen gelirlerin Hazine bütçesi içinde yer alması gerekir ve Maliye bakanınca bu bütçe dışına çıkarılıp çeşitli kurumlara dağıtılması olanaksızdır. Öte yandan, iptali istenen fıkrada satıştan elde edilecek gelirin, Maliye Bakanınca belirlenecek ve Başbakanca uygun görülecek bir bölümünün ilgili kuruluşa verilmesi öngörülmektedir. Bu gelirin Hazine bütçesi dışına çıkarılması mümkün olsa bile, Bütçe Yasası'nın uygulanmasından sorumlu olan Maliye Bakanı'dır. Bu nedenle bu alanda Başbakan'a gelir ve gider bütçesinde yer almamış bir yetki tanınamaz. Sonuç olarak, Hazine'ye kayıtlı taşınmazların satışından mülkiyet sahibi olmayan genel bütçeli idarelerin bu taşınmazların satışından pay almalarını öngören düzenleme bütçe kanunu ile yapılabilecek bir düzenleme olmadığı için Anayasa'nın, 87., 88., 89. ve 161. maddesine, bu konuda Başbakan'a yetki verdiği için Anayasa'nın 6. ve 7. maddelerine aykırıdır. b) (b) bendinin Anayasa'ya aykırılığı 4139 sayılı Yasa'nın 15. maddesinin (b) bendinde, katma bütçeli idarelerin maliki oldukları taşınmazların satışı ya da bu taşınmazlar üzerinde ayni olmayan bir hak kurulması durumunda, Maliye Bakanına, bu bedelin yüzde ellisinden az olamamak koşuluyla Maliye Bakanınınca belirlenecek ve Başbakanca uygun görülecek bölümünün ilgili idarenin Maliye Bakanlığı ile ortaklaşa belirleyeceği hizmetlerde kullanılmak üzere özel gelir ve ödenek kaydetme yetkisi tanınmaktadır. Maddenin (a) bendinde, mülkiyeti Hazineye ait "tahsisli" taşınmazların satışından genel bütçeli idarelere pay verilirken, bu kez katma bütçeli dairelerin mülkiyetindeki taşınmazların satış veya kiralanmalarından elde edilen gelirin bir bölümüne Maliye Bakanlığınca el konulmaktadır.Esas Sayısı:1996/23 Karar Sayısı:1996/36 6 Oysa bunlar hem özel yasalar ile belirlenmiş alanlardır, hem de bu kez (a) bendindeki düzenlemenin tam tersine mülkiyeti bu kuruluşların kendilerine ait taşınmazlardır. Örneğin, ormanlık alanlarda irtifak hakkı vb gibi ayni olmayan hak kurulması kendi yasasında özel olarak düzenlenmiş bir durumdur ve gelirleri Orman Genel Müdürlüğü'nündür. Örnekler artırılabilir. Yapılan düzenleme, ilk anda gelirlerin dağılımını öngördüğü için bütçeyle ilgiliymiş gibi bir izlenim verse de; genel nitelikteki yasalarda değişiklik öngördüğü için, Anayasa'nın 87., 88., 89, maddelerine ve bütçe yasalarında bütçe ile ilgili olmayan konulara yer verilemeyeceği ilkesini getiren Anayasa'nın 161. maddesine aykırıdır. c) (c) bendinin Anayasa'ya aykırılığı 4139 sayılı Yasa'nın (c) bendi, irtifak hakkı verilen özel iskelelerden alınan nisbi kira bedellerini düzenlemektedir. Buna göre gelirler bütçeye özel gelir kaydedilecek, ama özel ödenekler olarak Maliye Bakanlığı ile Denizcilik Müsteşarlığı arasında yarı yarıya paylaşılacaktır. Kamu hukukumuzda, irtifak hakkı kurularak özel iskele işletilmesini mümkün kılan bir düzenleme yoktur. 14.4.1341 tarih ve 618 sayılı Limanlar Kanunu'nun 4. maddesinde "Liman Reisliğinden izin alınmadıkça deniz kıyılarında, iskele, rıhtım, kızak, kayıkhane, tamirhane, fabrika, gazino, depo, mağaza ve umumi deniz hamamlarının yapılama"yacağına ilişkin bir yasak vardır. Ancak, daha sonra bu maddenin, "izin" ile özel iskelelerin kurulabileceği biçiminde yorumlandığı ve yöntem olarak da "irtifak hakkı" verme biçiminin geliştirildiği anlaşılmaktadır. Bir yasal temele dayanmayan özel iskeleler, halen Denizcilik Müsteşarlığının teknik kontrol ve diğer koşullara uygunluk şartıyla izin vermesi, Maliye Bakanlığı Milli Emlak Genel Müdürlüğü'nün de "irtifak hakkı" tesis etmesi şeklinde uygulanmaktadır. Ancak, bu iskeleler, aynı zamanda "yükleme boşaltma", dolayısıyla ithalat ve ihracat da yapmakta ve "gümrük" işlevi de görmektedirler. Bilindiği gibi Bütçe Kanunu'na, bütçe dışında hükümler konulamaz. Ancak, bu bend ile özel bir düzenleme getirilerek yasalarda bile olmayan bir uygulamaya yasallık kazandırılmaktadır. Aynı hüküm geçen yıl da Bütçe Kanunu'nda yer almış, ancak buna ilişkin bir aykırılık itirazı yapılmadığı için Anayasa Mahkemesi tarafından konu karara bağlanmamıştır. Sonuç itibariyle, 4139 sayılı Yasa'nın 15. maddesinin (c) bendi yasalarda olmayan bir hükmü Bütçe Yasası ile getirdiği için Anayasa'nın 87., 88., 89. ve 161. maddelerine aykırıdır. 6 4139 Sayılı Kanun'un 29. Maddesinin Anayasa'ya Aykırılık Nedenleri 4139 sayılı Yasa'nın 29. maddesi, Türk Telekom A. Ş., DSİ Genel Müdürlüğü, TEDAŞ, DHMİ, Tekel ve DMO Genel Müdürlüğü aylık gayri safi hasılatlarının kurumuna göre değişenEsas Sayısı:1996/23 Karar Sayısı:1996/36 7 oranlarda bütçeye gelir yazılmasını öngörmekte, üstelik geriye dönük olarak Ocak Nisan 1996 dönemini de kapsayan bir düzenleme getirmektedir. Bilindiği gibi yukarıda adı geçen kuruluşlardan Türk Telekominkasyon A.Ş. 4000 sayılı Yasa ile kurulmuş bir kamu iktisadi kuruluşu; DSİ Genel Müdürlüğü 6200 sayılı Yasa ile kurulmuş Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'na bağlı bir genel müdürlük; TEDAŞ 3974 sayılı Yasa ile kurulmuş bir anonim şirket; DHMİ Genel Müdürlüğü, 233 sayılı KHK kapsamında Ulaştırma Bakanlığı ile ilgili bir iktisadi devlet teşekkülü; TEKEL, 2929 sayılı Yasa ile son yapısına kavuşmuş, 233 sayılı KHK kapsamında bir kamu iktisadi kuruluşu (KİK), DMO da 233 sayılı KHK kapsamında bir iktisadı devlet teşebbüsüdür. Bu 6 kuruluşun gelir ve giderleri ile bunların kullanımı, özel yasalarında düzenlenmiştir. 4139 sayılı Yasa'nın 29. maddesi ile yapılan düzenleme bütçe yasası ile yapılamayacak türde bir düzenlemedir. Böylesi bir düzenleme ancak sözügeçen kuruluşların kendi yasalarında teker teker yapılacak düzenlemeler ile gerçekleştirilebilir. Bu nedenle düzenleme, kurumların özel yasalarında değişiklik anlamına geldiği için Anayasa'nın 87., 88., 89 maddelerine aykırıdır. Bu durumdan daha önemli olan, getirilen düzenlemenin doğrudan bir "vergi" niteliğinde olmasıdır. Bu tür düzenlemeler Almanya Federal Cumhuriyeti'nde "ciro vergisi" olarak adlandırılır ve uygulanır. Bu nedenle madde, doğrudan yeni "vergi konulması" anlamına gelmektedir. Bilindiği gibi Bütçe Yasası ile vergi konulamaz. Çünkü, Anayasa'mn 73. maddesine göre, "vergi, resim, harç ve benzeri mali yükümlülükler yasa ile konulur, değiştirilir veya kaldırılır" ve Anayasa Mahkemesi'nin daha önceki kararlarında (18 Nisan 1996 gün ve 22615 sayılı Resmi Gazete S.54, paragraf 4) belirtildiği gibi Bütçe Yasası "Anayasa'nın öngördüğü türde yasalardan" değildir. "Anayasa genel nitelikteki diğer yasaları göstermiştir". Sonuç olarak 4139 sayılı Yasa'nın 29. maddesi, Anayasa'nın 73., 87., 88., 89. ve 161. maddelerine aykırıdır. 7 4139 Sayılı Kanun'un 30. Maddesinin Anayasa Aykırılık Nedenleri 4139 sayılı Kanun'un 30. maddesinde yapılan düzenleme ile, genel bütçeye dahil dairelerle katma bütçeli idarelere bağlı döner sermaye işletmelerinin aylık gayri safi hasılatının yüzde on'unun genel bütçeye irad kaydedilmesi öngörülmüş ve gerektiğinde bu oranın yüzde otuz'a kadar yükseltilmesi ve geçmiş cari yıl kârlarının Hazine'ye yatırılması için Maliye Bakanına yetki verilmiştir. Bu düzenleme, pek çok yasayı değiştirmektedir. Çünkü, döner sermayeli devlet işletmeleri, idarelerin kendi kuruluş yasalarındaki özel kurallarla kurulabilir. Kuruluş yasalarında döner sermayenin kurulması, idaresi ve yıl sonu kârlarının nasıl kullanılacağı ayrıntılı biçimde düzenlenmiştir. 2547 sayılı Yüksek Öğretim Yasası'nın 58. maddesine göre kurulan üniversitelere bağlı döner sermaye işletmeleri bu konudaki örneklerden biridir. 4139 sayılı Yasa'nın 30. maddesiyle getirilen düzenleme Anayasa'nın 87., 88., 89. ve 161. maddelerine aykırıdır.Esas Sayısı:1996/23 Karar Sayısı:1996/36 8 Bu aykırılığın yanısıra getirilen, Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilen 4061 sayılı Kanun'un 32. maddesinin bir sayı değişikliği ve bir de sözcük eklenmesi dışında aynısıdır. 1. paragrafta, daha önce iptal edilen maddede Maliye B akanına yüzde 35'e kadar tanınan artırma yetkisi, bu kez yüzde 30'a indirilmiş; 4. paragraftaki kapatma yetkisine "birleştirme" de eklenmiştir. 30. madde ile getirilen düzenlemenin teknik, içerik ve kapsam bakımından da aynı olan 4061 sayılı Yasa'daki biçimi, Anayasa Mahkemesi'nin 1995/2 E., 1995/12 K. sayılı, 13.6.1995 tarihli kararıyla iptal edilmiştir. Ayrıca, bu maddenin ilk üç paragrafındaki düzenleme; 4061 sayılı Yasa'dan önce, 3690 sayılı 1991 Mali Yılı Bütçe Yasası'nın 30. maddesinde de yer almış ve o zaman da Anayasa Mahkemesi'nin 30.1.1992 günlü, 1991/8 E., 1992/5 K. sayılı kararıyla iptal edilmiştir. Bu, aynı konuda iki iptal kararına karşın yapılan üçüncü düzenlemedir. Bu nedenle, 4139 sayılı Yasa'nın 30. maddesi Anayasa'nın 153/son maddesine, 2. maddedeki "hukuk devleti" ilkesine ve 11. maddedeki Anayasa'nın bağlayıcı ve üstünlüğü ilkesine aykırıdır. 8 4139 Sayılı Kanun'un 31. Maddesinin Anayasa'ya Aykırılık Nedenleri 1996 Mali Yılı Bütçe Kanunu'nun 31. maddesinin 1. bendinde kanun veya KHK ile kurulmuş bulunan ve değişik konu ve alanları kapsayan fonların her türlü gelirlerinin Merkez bankasında, Hazine Müsteşarlığı adına açılacak bir hesapta toplanması öngörülmektedir. Bu fonların her biri ayrı bir yasa veya KHK ile kurulmuştur ve bu metinlerde gelirleri, gelirlerin sarf yerleri ve hesap açacakları banka ya da bankalar gösterilmiştir. İptali istenen madde, çeşitli yasalarla veya KHK'lerle kurulan fonların kuruluş statülerini değiştirmektedir. Bu nedenlerle Anayasa'nın, 87., 88., 89. ve 161. maddesine aykırıdır. Bu aykırılıkların yanısıra, 4139 sayılı Kanun'un 31. maddesi, 4061 sayılı Kanun'un 33. maddesinin yinelenmesidir. 4061 sayılı 1995 Mali Yılı Bütçe Kanunu'ndaki aynı hüküm, maddenin başındaki "Kanun ve kanun hükmünde kararname ile kurulan fonlar yönünden" Anayasa Mahkemesi'nin 1995/2 E., 1995/12 K. sayılı, 13.6.1995 tarihli kararıyla iptal edilmiştir. Anayasa Mahkemesi'nin iptal gerekçesinde "fonların gelirlerinin toplanmasına ve giderlerinin yapılmasına ilişkin kuruluş yasalarında yer alan kurallarının yerine uygulamak üzere gerektiğinde esas ve usuller saptamaya Hazine 'nin bağlı olduğu Bakanı ile Maliye Bakanı(ın) yetkilendirdiği" belirtilmiş; "Yasa ve KHK'lerle kurulan fonların gelirleri ve giderlerine ilişkin ayrıntılı düzenlemeler kuruluş yasalarında gösterilmiştir. Bu konularda yapılacak değişiklik aynı esas ve usullere göre çıkarılacak yasalarla mümkündür. Yasa konusu olacak bu konuların bütçe yasalarıyla düzenlenmesi Anayasa'nın 161. maddesinde belirtilen 'Bütçe Kanununa; bütçe ile ilgili hükümler dışında hiçbir hüküm konulamaz.' ilkesiyle bağdaşmaz. " denmiştir.Esas Sayısı:1996/23 Karar Sayısı:1996/36 9 Anayasa Mahkemesi'ne göre; bu düzenleme ile "Yasa ve Kanun Hükmünde Kararnameye dayanılarak kurulmuş olan fonların yasalarında değişiklikler yapılmaktadır. Buna göre, Anayasa'nın 87., 88. ve 89. maddelerine, bütçeyle ilgisi olmaması nedeniyle de 161. maddeye aykırı olan 33. maddenin "Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnameyle kurulmuş fonlar" yönünden iptali gerekir. " 4139 sayılı 1996 Mali Yılı Bütçe Kanunu'nun 31. maddesi ile, 4061 sayılı 1995 Mali Yılı Bütçe Kanunu'nun iptal edilen 33. maddesinin, "kanun ve kanun hükmünde kararname ile kurulan fonlar" açısından tanıdığı yetkilerde bir değişiklik olmamıştır. Anayasa Mahkemesi'nce daha önce Anayasa'ya aykırı bulunarak iptal edilen bir hükmü yeniden yasalaştırılan 31. maddenin başındaki "Kanun ve kanun hükmünde kararname" ibaresi, Anayasa'nın 153/son, 2. ve 11. maddelerine aykırıdır. b) 6. bendin Anayasa'ya aykırılığı 31. maddenin 6. bendinde "kanım ve kanun hükmünde kararname ile kurulan fonlar hariç olmak üzere, Bakanlar Kurulu kararı, yönetmelik ve diğer mevzuatla kurulmuş fonlardan aynı hizmeti görenleri birleştirme veya amacına kaynak yaratmayanlar ile kaynak yaratmakla birlikte hizmet alanı daralmış olanların, ilgili bakanın görüşü, Maliye Bakanı ile Hazine Müsteşarlığının bağlı olduğu Bakanın ortak teklifi ile Başbakan'ın onayı ile tasfiye edilebileceği" belirtilmiştir. Bu ifadeden, "Bakanlar Kurulu kararı" ile kurulmuş fonların da üç bakanın teklifi ve Başbakan'ın onayı ile tasfiye edilebileceği anlaşılmaktadır. "Yöntemde paralellik ilkesi" gereğince, bu fonların ancak Bakanlar Kurulu kararnamesi ile tasfiyesi mümkündür. Bu nedenle, 6. benddeki "Bakanlar Kurulu kararı" ifadesinin Anayasa'nın hukuk devletini düzenleyen 2. maddesi, hiçbir kişinin kaynağını Anayasa'dan almayan bir devlet yetkisini kullanamayacağını düzenleyen 6. maddesi ve yürütme yetki ve görevinin Cumhurbaşkanı ve Bakanlar kurulu tarafından kullanılacağını düzenleyen 8. maddesi gereğince iptali istenmektedir. c) 7. bendin Anayasa'ya aykırılığı 31. maddenin 7. bendi, fonların özel yasalarından yer alan ve 31. maddeye aykırı olan hükümlerinin 1996 mali yılında uygulanmayacağını belirtmektedir. Bu ifade, birden çok yasada değişiklik anlamına gelmektedir. Yapılan düzenleme doğrudan bütçe uygulaması ile ilgili olsa bile bu tür düzenlemelerin ilgili yasalarda yapılması gerekir. Bu nedenlerle Anayasa'nın 87., 88., 89. ve 161. maddelerine aykırıdır. 9 4139 Sayılı Kanun'un 35. Maddesinin Anayasa'ya Aykırılık Nedenleri a) (d) bendinin Anayasa'ya aykırılığı 1996 Mali Yılı Bütçe Kanunu'nun 35. maddesinin (d) bendinde konsolide dış devlet borçlarıyla ilgili kredi anlaşmalarında öngörülen bütün ödeme ve işlemlerin her türlü vergi, resim ve harçtan müstesna olduğu belirtilmektedir.Esas Sayısı:1996/23 Karar Sayısı:1996/36 10 Daha önce 29. maddenin iptal isteminde de belirtildiği gibi, Anayasa'nın 73. maddesi gereği vergi, resim, harç ve benzer mali yükümlülükler, kanunla konabilir, değiştirilebilir veya kaldırılabilir. İptali istenen bend, ancak yasalar ile yapılabilecek bir düzenlemeyi Bütçe yasası ile yaptığı için Anayasa'nın 87., 88., 89. ve 161. maddelerine, Anayasa Mahkemesi kararları gereğince bütçe yasası bu nitelikte bir yasa olmadığı için de Anayasa'nın 73. maddesine aykırıdır. 10 4139 Sayılı Kanun'un 48. Maddesinin Anayasa'ya Aykırılık Nedenleri a) 48. maddenin (c) bendinin Anayasa'ya aykırılığı 4139 sayılı Yasa'nın 48. maddenin (c) bendi ile 4061 sayılı Kanun'un 50. maddesinin Anayasa Mahkemesi'nin 1995/2 E., 1995/12 K. sayılı, 13.6.1995 tarihli kararıyla iptal edilen (c) bendi değişik ifade biçimleriyle aynı konuyu düzenlemiştir. Her iki maddede de, 657 sayılı DMK ya da diğer özel yasalar çerçevesinde okutulanların "zorunlu hizmet" yükümlülüğü kaldırılmaktadır. Hükmün kendisinden de kolayca anlaşılacağı gibi, bunlar ayrı yasalarla getirilmiş yükümlülükler oldukları için kendi yasalarında yapılacak düzenlemelerle değiştirilmelerini gerektir ve bütçe ile ilgileri de yoktur. Nitekim Anayasa Mahkemesi 13.6.1995 gün ve 1995/2 E.; 1995/12 K. sayılı iptal kararında, aynı gerekçe ile düzenlemeyi Anayasa'nın 87., 88., 89. ve 161. maddelerine aykırı bularak iptal etmiştir. Bu karara karşın, amaç bakımından özdeş, teknik, içerik ve kapsam bakımından aynı olan hüküm, Anayasa'nın 153/son maddesine, 2. maddedeki "Hukuk devleti" ilkesine ve Anayasa'nın 11. maddesine aykırıdır. b 48. maddenin (e) bendinin Anayasa'ya aykırılığı 4139 sayılı Yasa'nın 48. maddesinin (e) bendi, 4061 sayılı Yasa'nın 50. maddesinin Anayasa Mahkemesi'nin 1995/2 E., 1995/12 K. sayılı, 13.6.1995 tarihli kararıyla iptal edilen (e) bendi ile sözcüğü sözcüğüne aynıdır. Aynı düzenleme daha önce 1991 Mali Yılı Bütçe Kanunu'nda da yer aldığı ve Anayasa Mahkemesi'nin 30.1.1992 gün ve 1991/8 E., 1992/5 K. sayılı kararıyla iptal edildiği için, Anayasa'nın 153. maddesine aykırılık nedeniyle ikinci kez iptal edilmiştir. Bu defa, üçüncü kez yasama organı tarafından kabul edilmiştir. Anayasa Mahkemesi'nce daha önce iki kez iptal edilen madde, Anayasa'nın 153/son maddesine, 2. maddedeki "Hukuk devleti" ilkesine ve Anayasa'nın 11. maddesine aykırıdır. c 48. maddenin (f) bendinin Anayasa'ya aykırılığıEsas Sayısı:1996/23 Karar Sayısı:1996/36 11 4139 sayılı Yasa'nın 48. maddesinin (f) bendi de, daha önce 1991 ve 1995 Malı Yılı Bütçe Kanunlarında yer alıp, Anayasa Mahkemesi'nin yukarıda belirtilen kararlarıyla ıkı kez iptal edilen hükmün aynısını yeniden getirmektedir. Anayasa Mahkemesi'nce daha önce iki kez iptal edilen madde, Anayasa'nın 153/son maddesine, 2. maddedeki "Hukuk devleti" ilkesine ve Anayasa'nın 11. maddesine aykırıdır. 11 4139 Sayılı Yasa'nın 60. Maddesinin Anayasa'ya Aykırılık Nedenleri 4139 sayılı Yasa'nın 60. maddesi, yüksek öğrenim sırasında Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumundan, 1996 yılından başlayarak kredi alan öğrencilere uygulanacak faizlerin hesaplanma yöntemini düzenlemekte, geri ödeme koşullarını, istisnalarını belirlemekte, getirdiği koşulların uygulanmasını daha önceki hüküm Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildiği için 1995 yılı başına kadar götürmektedir. Aynı amaca yönelik bir düzenleme, bir önceki yıl 4061 sayılı Kanun'un 66. maddesi ile de yapılmış, ancak Anayasa Mahkemesi Anayasa'nın 87., 88., 89. ve 161. maddelerine aykırı bulunarak iptal edilmiştir. 4139 sayılı Yasa'nın 60. maddesi, hem aynı maddeler açısından, hem de Anayasa'nın 153/son, 2. maddesindeki yasaların Anayasa'ya aykırılı olamayacağı kuralı açısından Anayasa'ya aykırıdır. 12 4139 Sayılı Kanun'un 65. Maddesinin Anayasa'ya Aykırılık Nedenleri 1996 Mali Yılı Bütçe Kanunu'nun 65. maddesi, 3065 sayılı Katma Değer Vergisi Kanunu'nun Geçici 5. maddesiyle 10 yıllık bir süre için çalıştırılması öngörülen geçici personeli kapsamakta ve sözkonusu yasada değişiklik niteliği taşımaktadır. 4061 sayılı 1995 Mali Yılı Bütçe Kanunu'nun aynı personelin durumunu düzenleyen 55. maddesi, Anayasa Mahkemesi'nce iptal edilmiştir. Daha önce Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilen yasa metninde, sözleşmeli olarak çalıştırılan ve 1994 sonunda görevleri bitmesine karşın 1995 sonuna kadar aynı esas ve usullerle çalışmaya devam etmeleri öngörülen personelin; yeni düzenlemeden bir bölümünün kadroya geçirildiği anlaşılmakta, henüz kadroya geçirilmeyenlerin de boş kadrolara atanacakları belirtilmektedir. Oysa, bu personel katma değer vergisinin hazırlık ve uygulanmasına yönelik çalışmalarda yeterli görülen 10 yıllık süre ıçm istihdam edilmişlerdir ve bu amaçla kurulan "fon"un süresinin 1994'te dolmasıyla çalışma süreleri bitmiştir. Anayasa Mahkemesi, belirtilen kararında sözkonusu personelin çalıştırılması konusunda Maliye Bakanlığı'na yetki verilmesini Anayasa'ya aykırı bulmuştur. Bu bakımdan düzenlemenin, yetkilendirme açısından iptal edilen düzenlemeden bir farkı yoktur ve bu nedenle de Anayasa'nın 153/son maddesine, 2. maddedeki hukuk devleti ilkesine ve 11. maddesine aykırıdır. Ancak, düzenleme, Anayasa'nın "eşitlik" ilkesine de aykırıdır. Çünkü, madde geçici olarak çalıştırıldığı belirtilen "sözleşmeli" personelden, hâlâ kadro alamamış olanların "boş kadrolara atanmasını" öngörmekte ve tarih sınırı da getirmektedir.Esas Sayısı:1996/23 Karar Sayısı:1996/36 12 Oysa, bilindiği gibi, kamuda "sözleşmeli" olarak çalışan tek "geçici" personel, Katma Değer Kanunun geçici 5. maddesi uyarınca çalıştırılanlar değildir. Gerek KİT'lerde, gerekse 657 sayılı Yasa'nın 4 (b) maddesi uyarınca kamu kuruluşlarında çalışan ve sayısı on binlerle ifade edilen "sözleşmeli personel" ile, kamu işyerlerinde çalışan binlerce "geçici" çalışan vardır. Düzenleme, Anayasa'nın 161. maddesi ve bu konuda daha önce bir iptal kararı verildiği için 153. maddesi yanında, asıl Anayasa'nın 10. maddesindeki "eşitlik" ilkesine aykırıdır. Kamuda onbinlerce "sözleşmeli" "geçici" personele tanınmayan kadroya geçme hakkının; görev süreleri 1994 sonunda bitmiş, kadroya geçirilmeleri bile hukuka aykırı küçük bir azınlığa tanınmasının "eşitlik" ilkesiyle bağdaştırılması mümkün değildir. Sonuç olarak düzenleme, Anayasa'nın 153/son, 2., 10. ve 11. maddelerine aykırıdır. 13 4139 Sayılı Kanun'un 68. Maddesinin Anayasa'ya Aykırılık Nedenleri a) (b) bendinin 3. alt bendinin Anayasa 'ya aykırılığı 4139 sayılı Yasa'nın 68. maddesinin (b) bendinin 3. alt bendi, 1918 sayılı Kaçakçılığın Men ve Takibi Hakkında Yasa'nın 60. maddesinin 6. bendinin (a/1) alt bendinde muhbir ve müsadirler için belirlenen oranı değiştirmektedir. Aynı hüküm 1991 Mali Yılı Bütçe Yasası ile 1995 Mali Yılı Bütçe Yasası'na da konulmuş ve ilkinde Anayasa'nın 87., 88. 89. ve 161.; ikincisinde 153. maddesine aykırılıktan iptal edilmiştir. Üçüncü kez getirilen hüküm, Anayasa'nın 153/son maddesine, 2. maddedeki "Hukuk devleti" ilkesine ve Anayasa'nın 11. maddesine aykırıdır. b) 68. maddenin (c) bendinin Anayasa'ya aykırılığı 4139 sayılı Yasa'nın 68. maddesinin (c) bendi; 2.2.1981 gün ve 2380 sayılı Yasa'nın 3239 sayılı Ya
4,198
Esas Sayısı : 2010/92 Karar Sayısı : 2012/86 1 "... I İPTAL ve YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMİNİN GEREKÇESİ Dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir: '' II. GEREKÇE A Uluslararası Anlaşmaların Uygun Bulunmasına İlişkin Yasaların Anayasal Denetimi Dava konusu maddenin yer aldığı 6007 sayılı Yasa, bir uluslararası anlaşmayı 'uygun bulma' yasasıdır. Konu daha önce Anayasa Mahkemesi tarafından incelenmiş ve 27.02.1997 tarihli, E.1996/55, K.1997/33 sayılı kararda; 'Anayasanın 'Milletlerarası andlaşmaları uygun bulma' başlığını taşıyan 90 ıncı maddesinin birinci fıkrasında, '...andlaşmaların onaylanması, Türkiye Büyük Millet Meclisinin onaylamayı bir kanunla uygun bulmasına bağlıdır' denilmekte, maddenin ikinci ve üçüncü fıkralarında da, kimi durumlarda önceden bir yasa ile uygun bulma zorunluluğu olmaksızın andlaşmaları yürürlüğe koyma yetkisi yürütme organına verilmektedir. Maddenin dördüncü fıkrasında da, 'Türk Kanunlarına değişiklik getiren her türlü andlaşmaların yapılmasında birinci fıkra hükmü uygulanır' denilerek onaydan önce bir yasayla uygun bulma koşulu aranmayan andlaşmalar, yasalarda değişiklik gerektiriyorsa bunlar için de onaylamadan önce TBMM'nden 'uygun bulma' yasasının çıkarılması öngörülmektedir. Anayasanın 90 ıncı maddesinin gerekçesinde, uygulamada iyi işlediği ve ihtiyacı karşıladığı için 1961 Anayasası'ndaki kuralın aynen alındığı belirtilmiştir. Bu nedenle, 1961 Anayasası'nın yasalaşma evresine bakılarak 1982 Anayasası'nın 90 ıncı maddesinin kabulünü gerektiren gerekçeleri saptamak olanaklıdır. Kurucu Meclis tarafından oluşturulan Anayasa Komisyonu'nca hazırlanan metinde, andlaşmaların Anayasaya aykırılığının ileri sürülmesini önleyici bir usul benimsenmiş; madde gerekçesinde de, '... Milletlerarası andlaşmaların Anayasaya uygunluğunun murakabesi konusunda, kanunlarla ilgili murakabeye nazaran farklı bir usul getirilmektedir. Gerçekten bir anlaşmanın yürürlüğe girmesinden sonra Anayasaya aykırılığı dolayısıyla iptalinin Devletin milletlerarası sorumluluğunu doğurmaması için, bu murakabenin teşri organın tasvibinden geçmeden önce tahkik edilmesi ve sonuçlandırılması zaruridir' denilmiştir. Millî Birlik Komitesi tarafından yapılan incelemede, tasarının ikinci fıkrasında yer alan, yukarıda sözü edilen hüküm maddeden çıkarılmış ve maddenin son fıkrası, 'usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında 149 uncu ve 151 inci maddeler gereğince Anayasa Mahkemesine başvurulamaz' biçiminde düzenlenmiştir. Anayasanın 90 ıncı maddesinin aynı olan 1961 Anayasası'nın 65 inci maddesinin gerekçesinden, milletlerarası ilişkilerin siyasî yönünün ağır basması nedeniyle dış ilişkilerin sürekliliği bakımından doğabilecek sakıncaların önlenmesi amacıyla milletlerarası andlaşmaların iptali için Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasının engellendiği anlaşılmaktadır.Esas Sayısı : 2010/92 Karar Sayısı : 2012/86 2 Anayasanın 90 ıncı maddesinin son fıkrasında, 'usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz' denilmektedir. Uluslararası ilişkilerde sürekliliği sağlama amacı gözeterek getirilen 'andlaşmaların yargı denetimi dışında tutulması'na ilişkin bu kuralla anayasal denetimin dışında tutulmak istenen, yöntemince yürürlüğe konulmuş olan 'uluslararası andlaşmalar'dır. Bu nedenle, andlaşmadan bağımsız olarak onay yasalarına karşı Anayasa Mahkemesi'ne başvurulabilir.' denilmiştir. Aynı gerekçeyle, 6007 sayılı Yasanın 1 inci maddesinin Anayasa Mahkemesi tarafından incelenmesinde bir sorun bulunmamaktadır. B 15.07.2010 Tarihli ve 6007 Sayılı 'Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti İle Rusya Federasyonu Hükümeti Arasında Türkiye Cumhuriyetinde Akkuyu Sahasında Bir Nükleer Güç Santralinin Tesisine ve İşletimine Dair İşbirliğine İlişkin Anlaşmanın Onaylanmasının Uygun Bulunduğu Hakkında Kanun'un 1 inci Maddesinin Anayasaya Aykırılığı 6007 sayılı Yasanın 1 inci maddesiyle, 12 Mayıs 2010 tarihinde Ankara'da imzalanan 'Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Rusya Federasyonu Hükümeti Arasında Türkiye Cumhuriyeti'nde Akkuyu Sahası'nda Bir Nükleer Güç Santralinin Tesisine ve İşletimine Dair İşbirliğine İlişkin Anlaşma'nın (dilekçede 'Anlaşma' olarak gösterilecektir) onaylanması uygun bulunmuştur. Onaylanması uygun bulunan Anlaşma; a) Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Rusya Federasyonu Hükümeti arasında imzalanmıştır. b) Bir nükleer güç santralinin tesisini kapsamaktadır. c) Söz konusu tesisin kuruluş işlemi ile birlikte kurulacak tesisin işletilmesini de kapsamaktadır. d) Tesis yeri Mersin 'Akkuyu Sahası' olarak belirlenmiştir. e) Nükleer güç santralinin, üretilen elektrik dahil olmak üzere sahibi, Anlaşma tarihinde kurulu olmayan Proje Şirketi olarak belirlenmiştir. Nükleer sorumluluk ise Anlaşmada gösterilmemiş, yapılacak düzenlemelere bırakılmıştır. Onay Yasası'nın, uygun bulduğu anlaşmanın incelenmesi Anayasanın 90 ıncı maddesine göre olanaklı olmamakla birlikte, Anayasanın 7 nci maddesine göre TBMM'de olan yasama yetkisinin devredilip devredilmediği ve yasama organının kaynağını Anayasadan almayan bir yetkiyi kullanıp kullanmadığının saptanması da, ancak uygun bulunan anlaşmanın anlam ve içeriğinden ortaya çıkacaktır. Yasama organı 90 ıncı maddeye göre uygun bulma yasasını kabul ederken Anayasa hükümlerine aykırı davranamaz. Anayasa, bu tür yasaların kabulünde TBMM'ye Anayasa dışına çıkma gibi bir istisnai yetki tanımamıştır. Anlaşmanın içeriğine bakmadan, yasama organının anayasal sınırlar içinde kalıp kalmadığının saptanması mümkün değildir. Uygun bulma yasasının amacı, aslında, yasama organının anlaşma hükümlerinin anayasal denetimini yapmasıdır. Bu denetimin tamamlayıcısı ise Anayasa Mahkemesi denetimidir. Anlaşma hükümleri, burada Anayasaya aykırılığı ileri sürülen norm değil, Anayasaya aykırılığın denetlenebilmesi için gerekli destek norm niteliğindedir. Bu destek normEsas Sayısı : 2010/92 Karar Sayısı : 2012/86 3 olmadan onay yasası somut ya da soyut olarak denetlenemez. Kaldı ki, Anayasanın 90 ıncı maddesinin son fıkrasında sözü edilen ve Anayasa aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamayan anlaşma, 'usulüne göre yürürlüğe konulmuş' olan anlaşmadır. Bir anlaşmanın onaylanmasının, TBMM'ce onaylamayı bir yasayla uygun bulması, o anlaşmanın yürürlüğe girmesi için nihai koşul değil ön koşuldur. Anlaşmalar, uygun bulma yasasının yürürlüğe girmesiyle, yürürlüğe girmezler. Bu yönüyle de, destek norm olarak kullanılan anlaşma hükümlerinin, Anayasanın 90 ıncı maddesi kapsamında anayasal denetiminin yapılmaması kuralının ihlalinden söz edilemez. 6007 sayılı Yasanın gerekçesinde, enerji ile ilgili konuların hükümet politikası olarak değil, bir devlet politikası olarak ele alınıp değerlendirileceği, 'enerji arz güvenliği'nin enerji sektörüne ilişkin gündemin temelini oluşturduğu, dünyada nükleer enerji kullanımının enerji karmaları içindeki payının giderek arttığı ve enerji çevre bağlantısı içinde sorunları ele almada başlıca politikalar arasında olacağı, nükleer enerjinin niteliklerinin devletimizin enerji stratejileri ve politikalarıyla uyumlu olduğu belirtilmiştir. Bu doğrultuda, 12 Mayıs 2010 tarihinde Ankara'da imzalanan 'Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Rusya Federasyonu Hükümeti Arasında Türkiye Cumhuriyeti'nde Akkuyu Sahası'nda Bir Nükleer Güç Santralinin Tesisine ve İşletimine Dair İşbirliğine İlişkin Anlaşma' ile; Mersin Akkuyu nükleer sahasında bir nükleer güç santrali kurulması ve işletilmesiyle, teknoloji transferinden santralin sökümüne kadar uzanan geniş bir yelpazede, iki ülke arasında işbirliğine gidilerek ülkemize nükleer enerjinin kazandırılmasının amaçlandığı açıklanmıştır. Gerekçeye göre, kurulacak santral 60 yıl süreyle işletilecek, yapımı Türk Hazinesine yük getirmeyecek, TETAŞ ile Proje Şirketi arasında imzalanması öngörülen 'Elektrik Satın Alma Anlaşması' dönemi sonrasında santralın net kârının % 20'si Türk Hazinesine aktarılacaktır. 6007 sayılı Yasada ve bu Yasayla uygun bulunan Anlaşmada temel sorunlardan biri, ihale, yarışma ve rekabet kurallarına uyulmaması, tek ülke ve şirketin yapım ve işletme işini ihalesiz üstlenmesidir. İhalenin amacı, ulusal çıkarlar ve kamu yararı için en uygun koşulların ve en uygun teknolojinin bulunmasıdır. İhale ve rekabet yöntemi, uluslararası hukuk ve geleneklere de uygundur. Kaldı ki bu konuda 09.11.2007 tarihinde kabul edilmiş bir Yasa da bulunmaktadır. 5710 sayılı 'Nükleer Güç Santrallarının Kurulması ve İşletilmesi ile Enerji Satışına İlişkin Kanun'da, enerji plan ve politikalarına uygun biçimde, elektrik enerjisi üretimi gerçekleştirecek nükleer güç santrallerinin kurulması, işletilmesi ve enerji satışına ilişkin usul ve esaslar belirlenmiştir. 5710 sayılı Yasanın kimi maddeleri anayasal denetime de tabi tutulmuş ve geçici 1 inci maddesinin ikinci tümcesinin iptali dışında, Anayasaya aykırılık savları, 06.03.2008 tarihli, E.2007/105, K.2008/75 sayılı kararla reddedilmiştir. Aynı kararda belirtildiği gibi, 'Anayasanın 2 nci maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık, yasaların üstünde yasakoyucunun da uyması gereken temel hukuk ilkeleri ve Anayasa bulunduğunun bilincinde olan devlettir. Hukuk devleti, siyasal iktidarı hukukla sınırlayarak ve devlet etkinliklerinin düzenli sürdürülebilmesi için gerekli olan hukuksal alt yapıyı oluşturarak aynı zamandaEsas Sayısı : 2010/92 Karar Sayısı : 2012/86 4 istikrara da hizmet eder. Bu istikrarın özü hukuki güvenlik ve öngörülebilirliktir. Hukuki güvenlik ve öngörülebilirlik sağlanabilmesi ise, kuralların genel, soyut, açık ve anlaşılabilir olmalarına bağlıdır. Hukuk devleti, yasaların kamu yararına dayanması ilkesini de içerir.' İhale yönteminde, kamu yararı ve kamuya ait taşınır ve taşınmaz kaynakların kullanılması da gözetilerek, kamu ihalelerinde rekabetçi bir ortamın yaratılması ve aynı zamanda ihaleye katılanlar arasında fırsat eşitliğinin sağlanması amaçlanmaktadır. Kamu hizmetlerinin görülmesi ve kamu gücünün kullanılmasında, rekabet koşulları içinde en uygun teklifin oluşması evrensel hukukun temel ilkeleri arasındadır. Hukuk sistemimizde, yakın tarihte 5710 sayılı Yasa gibi, nükleer güç santrallarının kurulması ve işletilmesi usul ve esaslarını belirleyen bir yasa da kabul edilmiş iken, bu usul ve esasları da yok sayarak ihalesiz bir yöntemle bir ülke ve kurulmamış bir şirket esas alınarak anlaşma yapılması hukuk devleti ilkesine aykırılık oluşturur. Hukuk, statik olmamakla birlikte, dinamiklik, Anayasanın bağlayıcılığı ve üstünlüğü ile evrensel hukuk ilkelerinin sınırları içinde kalmalıdır ki, hukuk devletinin 'hukuksal istikrar' ilkesi de bunu gerektirir. Hukuk Devleti olabilmenin bir başka göstergesi de 'genellik' ilkesine uyulmasıdır. 'Yasaların genelliği' ilkesi, özel, aktüel ve geçici bir durumu gözetmeyen, belli bir kişiyi hedef almayan, aynı statüde olan herkesi kapsayan kuralların getirilmesini zorunlu kılar. Hukuk devletinde, devlet erki kullanılarak yapılan tüm kamu işlemlerinin nihaî amacının 'kamu yararı' olması gerekir. Bu gereklilik, kamu yararını, yasama organının takdir yetkisi için de bir sınır konumuna getirir. Nükleer enerji gibi, çok disiplinli işlerin uluslararası deneyler ve rekabet koşulları gözetilmeden, seçmeci olmayan yöntemle bir ülkeye ya da bir şirkete verilmesi, kamu yararı ve genellik ilkesinin de ihlali anlamına gelir. Ortada imzalanmış bir ikili anlaşma olması, uygun bulma yasasını kabul eden yasama organının kamu yararı ve hukuk devleti ilkelerinin yok saymasını gerektirmez. Uluslararası anlaşmaların yürürlüğü, imzalanmasına bağlı değildir. Ayrıca, 6007 sayılı Yasada, Anlaşma, çekince konulmadan, tüm maddeleriyle uygun bulunmuştur. Çekince konulmamak suretiyle, Anlaşmanın Anayasaya aykırı olan kuralları ayrıma tabi tutulmamış, Türkiye için Anayasaya aykırı olan kuralların yaşama geçirilmesini engelleyici önlem alınmamıştır. 1969 yılında Viyana'da kabul edilen Milletlerarası Anlaşmalar Hukuku Hakkında Sözleşme'nin 2 nci maddesinin birinci fıkrasının (d) bendine göre çekince, bir devletin anlaşmayı imza, onaylama, kabul ve uygun bulunması durumunda anlaşmanın kimi kurallarının hukuksal etkisini kendisi hakkında kaldırmak veya değiştirmek amacıyla tek taraflı yaptığı bir bildirimdir. Anayasanın Başlangıç bölümünde, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin, 'dünya milletleri ailesinin eşit haklara sahip şerefli bir üyesi' olduğu, aynı zamanda da, 'millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu ve bunu millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun, bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkılamayacağı' belirtilmiştir. Bu ilkeleri, aynı zamanda, Anayasanın Başlangıç kısmında 'hiçbir faaliyetin Türk milli menfaatlerinin, ... karşısında koruma göremeyeceği' ilkesi ile birlikte değerlendirmek gerekir. Anayasadaki hukuk düzeni, temel ilkeleri 2 nci maddesinde gösterilen ilkeler olup, 7 nci maddesine göre de yasama yetkisi, 'Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir' ve 'devredilemez'. TBMM'nin bu yetkisini kullanırken, kaynağını Anayasadan almayan bir yetki kullanamayacağı da açıktır. Anayasanın 90 ıncı maddesinde de bu kaynağın ve yetkinin istisnası gösterilmemiştir.Esas Sayısı : 2010/92 Karar Sayısı : 2012/86 5 Yasama organı, nasıl herhangi bir alanı Anayasaya uygun olmak koşuluyla düzenleyebilirse, uygun bulma yasasını da aynı şekilde, Anayasaya uygun olmak koşuluyla kabul edebilir. Bu bütünlük, aynı zamanda, insan haklarıyla birlikte, kıyılardan toprağa, çevreden ormana, mülkiyetten tarih, kültür ve tabiat varlıklarının korunmasına kadar ülke genelindeki bütünlüğü de tanımlar ki, hepsi Devletin güvencesi ve koruması altındadır. Devletin en önemli unsurlarından biri ülkedir ve ülkede yabancının arazi ve emlak edinmesi kadar yabancılara arazi tahsisi de salt bir mülkiyet sorunu gibi değerlendirilemez. Toprak ve kıyılar, devletin vazgeçilmesi olanaksız temel unsuru, egemenlik ve bağımsızlığının simgesidir. Bu nedenle yabancılara arazi tahsisinin yasalarla güvence altına alınması gerekir. Uluslararası anlaşmaları uygun bulma yasaları da bu kapsamdadır. Anlaşmanın, 'Arazi Tahsisi ve Erişim' başlıklı 7 nci maddesinde, hiçbir çerçeve ve sınırlama yapılmadan, koşulsuz ve bedelsiz olarak 'saha'nın mevcut lisansı ve mevcut altyapısı ile birlikte Nükleer Güç Santralinin (NGS) söküm sürecinin sonuna kadar Proje Şirketine tahsisi öngörülmüştür. Proje Şirketi, Anlaşmanın 5 inci maddesinde de belirtildiği gibi, Rus Tarafınca yetkilendirilen şirketlerin doğrudan veya dolaylı olarak başlangıçta % 100 hisse payına sahip olacak şekilde kurulacak olan anonim şirkettir. Anlaşmanın 7 nci maddesindeki araziler, bu kurulu olmayan Şirkete, diğer bir deyişle, egemenliğin kayıtsız şartsız sahibi olan Türk Ulusu dışındaki yabancılara tahsis edilmiş olacaktır. Tahsis, Anlaşmanın 1 inci maddesindeki tanımıyla Mersin İli sınırları içerisinde Akkuyu'da bulunan 'saha' ile sınırlı kalmayacak, yine 7 nci maddeye göre, Santralin kurulacağı ve Türk Devletine ait ilave arazi de Proje Şirketine bedelsiz olarak tahsisi edilecektir. Bununla da yetinilmeyecek, gerekli olursa, Proje Şirketi, ilave arazi için Orman Fonuna gerekli ödeme yapacaktır. Ayrıca yine aynı maddeye göre, Türk Tarafı, Proje Şirketine, Proje ile ilgili olarak ihtiyaç duyulan, özel mülkiyete konu diğer tüm arazilerin kamulaştırılması hususunda kolaylık sağlayacaktır. Görüldüğü gibi, Anlaşmaya göre, tanımsız ve sınırları belirsiz bir arazi topluluğunun, başka bir anlatımla, sınırları belirsiz çeşitli arazinin yabancılara tahsisi söz konusudur. Anayasanın 2 nci maddesinde belirtilen hukuk devletinin temel unsurlarından birisi de hukuk güvenliğinin sağlanmasıdır. Hukuk güvenliği, kurallarda belirlilik ve öngörülebilirlik gerektirir. Temel ilkeleri koymayan, belirlilik ve öngörülebilirlik özellikleri taşımayan ve dolayısıyla hukuki güvenlik sağlamayan, sınırsız ve belirsiz bir alanı Anlaşmanın tarafına tahsis eden hükmün TBMM tarafından uygun bulunması Anayasanın Türkiye Cumhuriyetinin bir hukuk devleti olduğunu ifade eden 2 nci ve yasama yetkisini belirleyen 7 nci maddeleri ile bağdaşmaz. Bu belirsizlik, Anayasanın hukuk devleti ve yasama yetkisi ilkelerinin ihlali niteliğinde olduğu gibi, aynı zamanda Anlaşmada tanımlanan 'Akkuyu' alanının niteliği gereği, Anayasanın 43 üncü maddesindeki, kıyılardan yararlanma hakkının da ihlali niteliğindedir. Kaldı ki, söz konusu alan, kıyılardan yararlanma dışında, Anayasanın güvence altına aldığı orman, tarih, kültür ve tabiat varlıkları, tabii servetler ve kaynaklar gibi alanları da koruma altına almamaktadır. Sahanın, mevcut lisansı ile tahsisi (madde 7) sorunu çözmemektedir. Lisansın 1976 tarihini taşıdığı bilinmektedir. Aradan geçen süre, sahanın ve çevresinin özelliklerinin değişmesine neden olacak uzunluktadır. Lisans koşullarının değişip değişmediği belirlenmeden, yeni lisans alınmadan anlaşma yapılması da hukuk devletinin ihlali anlamına gelir. Uygun bulma yasasının bu konuları da gözetmesi, belirsizliği giderici önlemleri alması gerekir.Esas Sayısı : 2010/92 Karar Sayısı : 2012/86 6 Bu konuların, uygun bulma Yasasında gözetilmemiş olması, ülke bütünlüğü ve egemenliği ile doğrudan ilgili olduğunda duraksama bulunmayan saha devri işlemi konusunda, yetki devrine yol açacağı gibi yasaların açık, anlaşılabilir ve sınırları belirli kurallar içermesi gereğinin hukuk güvenliğinin gerçeklemesi için ön koşul kabul edildiği hukuk devleti anlayışına da aykırı düşer. Anayasanın 43 üncü maddesine göre, deniz, göl ve akarsu kıyılarıyla, deniz ve göllerin kıyılarını çevreleyen sahil şeritlerinden yararlanmada öncelikle kamu yararı gözetilecektir. Türkiye'nin enerji gereksinmesi ile söz konusu enerjinin elde edilmesi için gereken alanların tahsisi arasında yararlar dengesi gözetildiğinde, tahsisin niteliği ve koşulları önem kazanmaktadır ki, Anlaşma kapsamındaki tahsis, bir alan sınırlamasına tabi tutulmadığı gibi, anayasal güvence altındaki alanlarla ilgili sınırlama ve korumayı da getirmeyerek kamu yararı ilkesini gözetmemiştir. Anlaşmada, Anayasanın 56 ncı maddesi de dikkate alınmamış, 'sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı' korunmamıştır. Anayasal korumanın, sonraki lisanslama aşamasında dikkate alınması ileri sürülse dahi, lisanslama aşaması, arazi tahsisi ve erişiminde gözetilmesi gereken anayasal kural ve sınırlamaların uygulanması için gecikmiş bir aşama olacak ve gerekli güvenceyi sağlamayacaktır. Kaldı ki, lisanslama aşaması uygulamayla ilgili olup, anayasal denetimin konusunu da oluşturmamaktadır. Bu konuda uygun bulma Yasasına herhangi bir uyarıcı ya da sınırlayıcı hüküm ya da çekince konulmadığından Anlaşmanın, Anayasa ile çelişen kurallarının uygulanmaması söz konusu olmayacak veya diğer tarafa yapılacak Anayasa hükümlerini uygulama uyarısı da bir anlam ifade etmeyecektir. Burada sorun, Anlaşmanın yasa hükmünde olması ve iç hukuk yönünden iki yasa arasındaki çatışma sorunu değil, uygun bulma yasası ile Anayasa arasındaki çatışma sorunudur. Anayasanın 56 ncı maddesinde 'Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir' demekte ve çevreyi geliştirmenin, çevre sağlığını korumanın ve çevre kirlenmesini önlemenin hem Devletin hem de vatandaşların ödevi olduğu vurgulanmaktadır. İnsanların ve diğer canlıların sağlıklı yaşamasını sağlayan hava, su, toprak ve tabiat varlıkları çevreyi oluşturmaktadır. Anlaşma, çevresel etki değerlendirmesi sorunu çözümlenmeden imzalanmış ve uygun bulma yasasında da bu konuda şerh konulmamıştır. Çevresel etki sorunu, soyut bir kavram olarak görülmüş, sonradan yapılacak değerlendirmenin sonucu her halde olumlu farz edilerek, olumsuzluk hali gözetilmemiştir. Bu durumun, Anayasanın 56 ncı maddesi ile çevrenin kirlenmesinin önlenmesi konusunda Devlete verilen ödevin yerine getirilmemesi ve savsaklanması anlamına geldiği açıktır. Öte yandan, TBMM Dışişleri Komisyonunun 06.07.2010 tarihli raporunda belirtildiği gibi bir yaklaşım, hukuk devletinde kabul edilemez. Raporda, 'nükleer santrallerin denize kıyısı olan ülkelerin tamamında soğutma suyu gerekliliği nedeniyle genellikle deniz kenarında inşa edildiği, Türkiye gibi yaklaşık 8400 km sahil şeridi olan bir ülkede en fazla 5 km.lik bir alanı etkileyecek bu Projenin Akkuyu'da yapılmasında herhangi bir engel görülmediği' ileri sürülmektedir. Hukukun nesnellik ve genelliği insanları olduğu gibi, toprak ve kıyıyı bütün olarak görmeyi gerektirir. Büyük içinde küçük feda edilebilir gibi bir yaklaşım, iyi niyet ilkesiyle bağdaşmaz. İyi niyet ilkesini ihlal eden böyle bir amaç, kamu yararı ilkesiyle de açıklanamaz ve devlete olan güven ilkesini sarsar. Anlaşma, Mersin Akkuyu Nükleer Sahasında, nükleer güç santralinin kurulması ve işletilmesi ile teknoloji transferinden santralin sökümüne kadar uzanan geniş bir alanda iki ülke arasına işbirliğini öngörürken, geniş kapsamlı ve belirsiz hükümler içermesine karşın, bu şekliyle kabul edilmiştir. Yukarıda anlatıldığı gibi, ihale ve 'arazi tahsisi ve erişim' konularında açık Anayasa ihlalleri yapılırken, kurulacak santralin net kârının % 20'sinin Türk HazinesineEsas Sayısı : 2010/92 Karar Sayısı : 2012/86 7 aktarılmasının başlama tarihi de belirgin olarak gösterilmemiştir. Anlaşmaya göre, TETAŞ ile Proje Şirketi arasında imzalanması öngörülen 'Elektrik Satın Alma Anlaşması' dönemi sonrasında net kârdan aktarma yapılacaktır. 'Elektrik Satın Alma Anlaşması' dönemi ve sonrası, belirsizdir. Anlaşmanın 5 inci maddesinde bu konuda alt sınır '15 yıldan daha erken olmamak kaydıyla' sözcükleriyle açıklanmış olmasına karşın dönem sonrası için bir çerçeve çizilmemiştir. Bir başka belirsizlik ise, 'Proje Şirketi'nin belli olmamasıdır. Nükleer atıkların imhası konusunda da açıklık getirilmemiş, tesisi işletmeden çıkarma belirtilmemiştir. Nükleer güç santralinin, üretilen elektrik dahil olmak üzere sahibi, Proje Şirketi olarak belirlenmiş iken, nükleer sorumluluk Anlaşmada gösterilmemiş, yapılacak düzenlemelere bırakılmıştır. Diğer bir deyişle, sorumluluk konusu uygun bulma yasası kapsamına alınmamış, yasallık ilkesi ihlal edilmiştir. Nükleer güç santralinin, nükleer güvenlik ve radyasyon koruması kapsamında (madde 8) lisanslama ve denetimi Anlaşma hükmü yapıldığı halde, Anlaşmanın uygulanmasıyla ilgili olarak Türk tarafının haklarını koruma yönünde bir kontrol ve denetim sistemine yer verilmemiştir. Proje Şirketinin sahipliği göz önünde bulundurulduğunda, Anlaşma, santral sahasında bir çeşit özel statülü özerk yönetim sistemi getirmektedir ki, bu konu da yasal güvence altına alınmayarak, Anayasanın Başlangıç'ı ile hukuk devleti ilkesi ve 7 nci maddesi ihlal edilmiştir. Öte yandan, Anayasanın 166 ncı maddesinde, 'ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmayı, özellikle sanayiin ve tarımın yurt düzeyinde dengeli ve uyumlu biçimde hızla gelişmesini, ülke kaynaklarının döküm ve değerlendirilmesini yaparak verimli şekilde kullanılmasını planlamak' Devletin görevleri arasında sayılmıştır. Bu planlama anlayışının özü, anayasal ve ülkesel 'bütünlük' ilkesine dayanmaktadır. Hukuk devletinin işlevlerinin yaşama geçirilebilmesi için, ülkenin bütünlüğü, güvenliği, coğrafi özellikleri, stratejik konumu ve öncelikleri gözetilmek zorundadır. Lisansı ve altyapısı, uygun bulunan Anlaşmadan yıllar önceye dayanan, daha önce yargı kararıyla ihale iptaline konu olan bir sahada, mevcut lisansa bağlı ve ihalesiz olarak nükleer enerji santrali yapılması, bu konuda yürürlükte olan bir yasanın (5710 sayılı Yasa) yok sayılması, çevresel etki değerlendirmesinin dahi yapılmaması, sahanın birçok hukuksal belirsizlik içinde Proje Şirketine teslimi, Anayasanın 43 üncü ve 56 ncı maddelerindeki ilkelerin ve 2644 sayılı Tapu Kanununun 35 inci maddesinin göz önünde bulundurulmaması gibi konular birlikte değerlendirildiğinde, belirsizliklerle dolu bir Anlaşmanın uygun bulunmasına ilişkin 6007 sayılı Yasayla, bütüncül planlama anlayışına uyulmadığı ve Anayasanın 2 nci maddesiyle birlikte 166 ncı maddesinin gereklerinin de yerine getirilmediği görülmektedir. Anayasanın 90 ıncı maddesi gereğince, tüm bu anayasal sorunların çözüm yeri uygun bulma yasasıdır. Anayasal güvencenin uygun bulma yasası ile sağlanması, uygun bulma yasasının anayasal bütünlük ilkesi gereği Anayasaya aykırılık taşımaması gerekir. Yasanın 1 inci maddesi bu şekliyle, uygun bulma yönünden istisna getirmeyen 90 ıncı maddeye de aykırıdır. Açıklanan nedenlerle, 15.07.2010 tarihli ve 6007 sayılı 'Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti İle Rusya Federasyonu Hükümeti Arasında Türkiye Cumhuriyetinde Akkuyu Sahasında Bir Nükleer Güç Santralinin Tesisine ve İşletimine Dair İşbirliğine İlişkin Anlaşmanın Onaylanmasının Uygun Bulunduğu Hakkında Kanun'un 1 inci maddesi, Anayasanın Başlangıç'ının ikinci fıkrası ile 2 nci, 7 nci, 43 üncü, 56 ncı, 90 ıncı ve 166 ncı maddelerine aykırı olup, iptali gerekmektedir. III. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİEsas Sayısı : 2010/92 Karar Sayısı : 2012/86 8 Hukuk devletine aykırı olan, temel hak ve özgürlükleri ölçüsüzce sınırlandıran ve Anayasaya açıkça aykırı olan bir düzenlemenin, uygulanması halinde, sonradan giderilmesi olanaksız zararlara yol açacağı çok açıktır. Öte yandan, Anayasal düzenin en kısa sürede hukuka aykırı kurallardan arındırılması, hukuk devleti sayılmanın da gereğidir. Anayasaya aykırılığın sürdürülmesinin, bir hukuk devletinde sübjektif yararların üstünde, özenle korunması gereken hukukun üstünlüğü ilkesini de zedeleyeceği kuşkusuzdur. Hukukun üstünlüğü ilkesinin sağlanamadığı bir düzende, kişi hak ve özgürlükleri güvence altında sayılamayacağından, bu ilkenin zedelenmesinin hukuk devleti yönünden giderilmesi olanaksız durum ve zararlara yol açacağında duraksama bulunmamaktadır. Yukarıda Anayasaya aykırılığı ileri sürülen kuralın uygulanması halinde, Anlaşma hükümlerinin yürürlüğe girerek uygulanmaya başlamasıyla birlikte hukuksal ve ekonomik anlamda hem ulusal hem de uluslararası alanda tarafların önceden öngöremeyecekleri büyük kayıplar ortaya çıkabilecektir. Anayasanın hükümlerine açıkça aykırılık taşıyan söz konusu düzenlemenin uygulamaya geçmesi durumunda ise telafisi imkansız zararlar doğacaktır. Bu zarar ve durumların doğmasını önlemek amacıyla, Anayasaya açıkça aykırı olan iptali istenen hükmün iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüğünün de durdurulması istenerek Anayasa Mahkemesine dava açılmıştır. IV. SONUÇ VE İSTEM Yukarıda açıklanan gerekçelerle, 15.07.2010 tarihli ve 6007 sayılı 'Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti İle Rusya Federasyonu Hükümeti Arasında Türkiye Cumhuriyetinde Akkuyu Sahasında Bir Nükleer Güç Santralinin Tesisine ve İşletimine Dair İşbirliğine İlişkin Anlaşmanın Onaylanmasının Uygun Bulunduğu Hakkında Kanun'un 1 inci maddesi, Anayasanın Başlangıç'ının ikinci fıkrası ile 2 nci, 7 nci, 43 üncü, 56 ncı, 90 ıncı ve 166 ncı maddelerine aykırı olduğundan, iptaline Anayasaya açıkça aykırı olması ve uygulanması halinde giderilmesi güç ya da olanaksız zarar ve durumlar doğacağı için, iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüğünün durdurulmasına karar verilmesine ilişkin istemimizi saygı ile arz ederiz.'"
3,384
Esas Sayısı : 2010/119 Karar Sayısı : 2011/165 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'Davacı küçük (') adına velayeten annesi ('); Mahkememize dava açarak; çocuğu (')'ın soyadının nüfus kayıtlarında babasının soyadı olan (') olarak kaldığını ve bu soyadının çocuğunu çok rahatsız ettiğini zira (') soyisminin okulda ve mahalle arkadaşları arasında alay konusu yapıldığını; bunun da çocuğunu olumsuz yönde etkilediğini ve bu yüzden okula gitmek istemediğini; oğlunun nüfusta iki ismi olmakla birlikte kendisine (') isminde hitap edildiğini ve bunun da resmi işlemlerde karışıklığa neden olduğunu ve ayrıca ilk ismi olan (') isminin kız ismi olarak bilinmesi nedeniyle de oğlu ile alay edildiğini; bu sebeplerle oğlunun (') olan isminin ('); (') olan soyisminin ise (') olarak değiştirilmesini talep etmiş ve duruşmada dinlenen küçük (')'ın duruşmada alınan beyanında; arkadaşlarının kendisine (') ismiyle hitap etmekle birlikte nüfusta geçen (') isminin de kız ismi diye kendisiyle dalga geçtiklerini, günlük yaşamda (') ismi ile bilindiğini ve kendisine (') ismiyle hitap edildiğini ve bu nedenle ismimin (') olarak değiştirilmesini istediğini, ayrıca nüfustaki soyisim babamın soy ismi (') olarak geçtiğini ve bu soyismin yine arkadaşları arasında dalga konusu olduğunu, bu sebeple soyisminin annesinin soyismi olan (') olarak düzeltilmesini istemiştir. Davacı (')'ün, eşi (')'dan, Mersin 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin 09/10/2001 tarih ve 2000/618 esas, 2001/1013 karar sayılı ilamı ile boşandığı ve müşterek çocuk (')'ın velayet hakkının anne (')'e verildiği anlaşılmıştır. İş bu soyadı değişikliği davası sebebiyle uygulanacak; 02/07/1934 tarih ve 2525 sayılı Soyadı Kanunun 4. maddesinin; Anayasanın 10., 13. ve 41. maddelerine aykırı olduğu düşünülmekle; Anayasanın 152. ve Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkındaki Kanunun 28. maddesi uyarınca iptal edilmesi için Anayasa Mahkemesine başvurulmasına karar verilmiştir. 02/07/1934 tarih ve 2525 sayılı Soyadı Kanunun 4. maddesi; 'Soyadı seçme vazifesi ve hakkı evlilik birliğinin reisi olan kocaya aittir. Evliliğin feshi veya boşanma hallerinde çocuk anasına tevdi edilmiş olsa bile babasının seçtiği veya seçeceği adı alır...' Anayasanın 10. maddesi; 'Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. (Ek fıkra: 07/05/2004 5170 S.K./l. mad) Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür...' Anayasanın 13. maddesi; 'Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve laik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.' Anayasanın 41.maddesi; 'Aile, Türk toplumunun temelidir ve eşler arasında eşitliğe dayanır...' Mersin 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin 09/10/2001 tarih ve 2000/618 esas, 2001/1013 karar sayılı ilamı ile boşanma sonunda müşterek çocuk (')'ın velayet hakkı tevdii edilmiş olanEsas Sayısı : 2010/119 Karar Sayısı : 2011/165 2 davacı anne (')'ın açmış olduğu küçükle ilgili iş bu Soyadı Değişikliği davasında uygulanacak olan 2525 sayılı Soyadı Kanunun 4/2 maddesinde yazılı 'Evliliğin feshi ve boşanma hallerinde çocuk anasına tevdii edilmiş olsa bile babasının seçtiği veya seçeceği adı alır.' hükmünün; ailenin eşler arasında eşitliğe dayandığına ilişkin Anayasanın 41. maddesi ile Kadınlar ve Erkeklerin eşit haklara sahip olduğuna dair Anayasanın 10. maddesine ve dolayısıyla Anayasanın temel hak ve özgürlüklerin Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve laik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamayacağına ilişkin 13. maddesine aykırı olduğu ve bu itibarla iptal edilmesi gerektiği ve bu sayede uygulamada hakkaniyetin sağlanabileceği kanaatine varılmıştır.'"
535
Esas sayısı:1980/54 Karar sayısı:1980/63 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ: İtiraz yoluna başvuran Mahkemenin gerekçesi özet olarak şöyledir: "Türk Ceza Yasasının değişik 536. maddesinin altıncı fıkrası, maddede yazılı suçlardan ötürü hükmolunacak cezaların ertelenemeyeceği ve bu cezalar yerine 647 sayılı Yasanın 4. maddesinde belirtilen ceza ve önlemlerin uygulanamayacağı buyruğunu taşımaktadır. Oysa, çağdaş hukuk anlayışı, cezaların konulmasında ve yerine getirilmesinde toplumun öç alma duygularını karşılamaya yönelik olmayı suç işleyenleri yeniden topluma kazandırmak, yeniden suç işlemelerini, toplum için sürekli biçimde tehlikeli olmalarını önlemek amaçlarına yönelmiştir. Bu çok yönlü amaçları sağlayabilmek için, hâkim, suçlunun tehlikelilik halini gözeterek ceza yerine bir ceza önlemi uygulayabilmeli, ya da yerine göre cezayı erteleyebilmelidir. Nitekim, bu amaçladır ki, 1918 sayılı Yasanın kaçakçılık suçlarında cezaların ertelenemeyeceğini öngören 58/2. maddesi yürürlükten kaldırılmıştır. Bu açıklamalar ve Anayasa Mahkemesinin 9.3.1971 günlü, E. 1970/42, K. 1971/30 sayılı kararında belirtilen ilkeler (647 sayılı Yasanın 4. maddesinin, "kısa süreli hürriyeti bağlayıcı cezalar" yönünden Anayasaya uygunluğu karar altına alınmıştır) göz önünde tutulunca, Türk Ceza Yasasının 2248 sayılı Yasa ile değişik 536. maddesinin altıncı fıkrasının, Anayasanın özüne, 2., 12., 14., 33. ve 132. maddelerine aykırı olduğu kanısına varılmaktadır.""
179
Esas Sayısı : 2018/125 Karar Sayısı : 2020/4 1 ... A. CUMHURBAŞKANLIĞI KARARNAMELERİNİN (CBK) ANAYASAL ÇERÇEVESİ 21/1/2017 tarihli ve 6771 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun, 16 Nisan 2017 tarihli halkoylamasıyla kabul edilmiş, böylece daha önce 1982 Anayasasının sadece 107. maddesinde belirtilen Cumhurbaşkanlığı kararnamesi, Anayasanın farklı maddelerinde hem kapsamı genişletilerek hem de niteliği farklılaştırılarak yeniden düzenlenmiştir. 107. maddenin önceki halinde Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliğinin kuruluşu, çalışma esasları ve personel atama işlemlerinin Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle düzenleneceğini belirtiliyordu. Burada bir ad benzerliği dışında iki tür düzenlemenin kapsam ve sınırları açısından oldukça farklı olduğu kabul edilmelidir. 6771 sayılı Anayasa Değişikliği Kanunu ile getirilen yeni tip Cumhurbaşkanlığı kararnamesinin temel ilke ve koşulları Anayasanın 104. maddesinin 17. fıkrasında ortaya konulmuştur. Cumhurbaşkanı, yürütme yetkisine ilişkin konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarabilir. Anayasanın ikinci kısmının birinci ve ikinci bölümlerinde yer alan temel haklar, kişi hakları ve ödevleriyle dördüncü bölümde yer alan siyasi haklar ve ödevler Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle düzenlenemez. Anayasada münhasıran kanunla düzenlenmesi öngörülen konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılamaz. Kanunda açıkça düzenlenen konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılamaz. Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile kanunlarda farklı hükümler bulunması halinde, kanun hükümleri uygulanır. Türkiye Büyük Millet Meclisinin aynı konuda kanun çıkarması durumunda, Cumhurbaşkanlığı kararnamesi hükümsüz hale gelir. Anayasanın 106. maddenin 11. fıkrasına göre de; Bakanlıkların kurulması, kaldırılması, görevleri ve yetkileri, teşkilat yapısı ile merkez ve taşra teşkilatlarının kurulması Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle düzenlenir. 8 sayılı CBKnin anayasaya uygunluk denetiminde, yukarıdaki hüküm yanında, Anayasada yer alan iki temel ilkenin daha göz önünde bulundurulması gerekir: yasama yetkisinin devri yasağı ve kanuni idare ilkesi. 6771 sayılı Kanun ile Anayasadan kaynaklanan doğrudan düzenleme yetkisiyle yürütme fonksiyonu daha da güçlendirilmiştir. Bu noktada Türk anayasa hukukunda tartışılan konulardan biri olan idarenin kanunla düzenlenmeyen bir alanda düzenleme yapıp yapamayacağı hususu üzerinde durulmalıdır. Bu noktada yasama yetkisinin devri yasağı göz önüne alınmalıdır. Anayasa'nın 7. maddesinde, " Yasama yetkisi Türk Milleti adına TürkiyeEsas Sayısı : 2018/125 Karar Sayısı : 2020/4 2 Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez. " denilmiştir. Buna göre, Anayasa'da kanun ile düzenlenmesi öngörülen konularda yürütme organına genel ve sınırları belirsiz bir düzenleme yetkisinin verilmesi olanaklı değildir. Ancak yasama organının temel kuralları saptadıktan sonra, uzmanlık ve idare tekniğine ilişkin hususları yürütmeye bırakması, yasama yetkisinin devri olarak yorumlanamayacağı gibi yürütme organının yasama organı tarafından çerçevesi çizilmiş alanda genel nitelikte hukuksal tasarruflarda bulunması, hukuk devletinin belirlilik ilkesine de aykırı düşmez. (Anayasa Mahkemesi Kararı E.2013/114 K.2014/184, 4.12.2014) Mahkeme bir başka kararında ise yasama yetkisinin devredilmezliği ilkesini şu şekilde ifade etmiştir. Anayasa Mahkemesinin pek çok kararında yasama yetkisinin devredilmezliği ilkesinden ne anlaşılması gerektiği hususu açıklanmıştır. Buna göre, kanunla düzenleme ilkesi, düzenlenen konudan yalnız kavram, ad ve kurum olarak söz edilmesi değil, bunların kanun metninde kurallaştırılmasıdır. Kurallaştırma ise düzenlenen alanda temel ilkelerin konulmasını ve çerçevenin çizilmiş olmasını ifade eder Anayasada öngörülen ayrık durumlar dışında, kanunlarla düzenlenmemiş bir alanda, kanun ile yürütmeye genel nitelikte kural koyma yetkisi verilemez. Yürütme organına düzenleme yetkisi veren bir yasa kuralının Anayasanın 7. maddesine uygun olabilmesi için temel ilkeleri koyması, çerçeveyi çizmesi, sınırsız, belirsiz, geniş bir alanı yürütmenin düzenlemesine bırakmaması gerekir (Anayasa Mahkemesi Kararı E.2013/47 K.2013/72, 6/6/2013). Bununla beraber Anayasa Mahkemesinin daha yakın tarihli kararlarında bu içtihadı bir miktar esnettiği görülmektedir. 15 yasama yetkisinin devredilmezliği esasen kanun koyma yetkisinin TBMM dışında başka bir organca kullanılamaması anlamına gelmektedir. Anayasanın 7. maddesi ile yasaklanan husus, kanun yapma yetkisinin devredilmesi olup bu madde, yürütme organına hiçbir şekilde düzenleme yapma yetkisi verilemeyeceği anlamına gelmemektedir. Kanun koyucu, yasama yetkisinin genelliği ilkesi uyarınca bir konuyu doğrudan kanunla düzenleyebileceği gibi bu hususta düzenleme yapma yetkisini yürütme organına da bırakabilir.(par. 15). Yürütmenin türevselliği ilkesi gereğince yürütme organının bir konuda düzenleme yapabilmesi için yasama organınca yetkilendirilmesi gerekmektedir. Kural olarak, kanun koyucunun genel ifadelerle yürütme organını yetkilendirmesi yeterli olmakla birlikte Anayasada kanunla düzenlenmesi öngörülen konularda genel ifadelerle yürütme organına düzenleme yapma yetkisi verilmesi, yasama yetkisinin devredilmezliği ilkesine aykırılık oluşturmaktadır. Bu nedenle Anayasada temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması, vergi ve benzeri mali yükümlülüklerin konması ve memurların atanmaları, özlük hakları gibi münhasıran kanunla düzenlenmesi öngörülen konularda, kanunun temel esasları, ilkeleri ve çerçeveyi belirlemiş olması gerekmektedir. Anayasa koyucunun açıkça kanunla düzenlenmesini öngördüğü konularda, yasama organının temel kuralları saptadıktan sonra, uzmanlık ve idare tekniğine ilişkin hususları yürütmeye bırakması, yasama yetkisinin devri olarak yorumlanamaz. (par. 16). (Anayasa Mahkemesi Kararı E.2017/143 K.2018/40, 2/5/2018). Neticede sadece yakın dönem Anayasa Mahkemesi kararları dikkate alındığında, ilkesel olarak kanun koyucunun genel ifadelerle yürütme organını yetkilendirmesi yeterlidir, denilebilir. Ancak Mahkemenin Anayasada farklı kavramlarla ifade ettiği kanunla düzenleme kaydı içeren konularda ise Anayasada kanunla düzenlenmesi öngörülen konularda, münhasıran kanunla düzenlenmesi öngörülen konularda, Anayasa koyucunun açıkçaEsas Sayısı : 2018/125 Karar Sayısı : 2020/4 3 kanunla düzenlenmesini öngördüğü konularda genel ifadelerle yetkilendirme yapılması kabul edilemez. Öte yandan yasal idare ilkesi, Ülkemizde idare hukukunun temelini oluşturur. Anayasanın 123/1. maddesinde karşılığını bulan bu ilke uyarınca İdare, kuruluş ve görevleriyle bir bütündür ve kanunla düzenlenir. Bu ilke idarenin kendiliğinden bir teşkilatlanma yetkisi olmadığını bu yetkinin yasama organında olduğunu ifade etmektedir. Anayasa Mahkemesine göre Bu maddede yer alan düzenleme, idarenin kanuniliği ilkesine vücut vermektedir. İdarenin kanuniliği ilkesi, idarenin ve organlarının görev ve yetkilerinin kanunla düzenlenmesini gerekli kılar. (Anayasa Mahkemesi Kararı E.2013/114 K.2014/184, 4.12.2014). Bu ilkeyle kamusal kaynakların toplumun hangi tür gereksinimlerinin öncelikle karşılanacağını ve bunun hangi usuller uygulanarak sağlanacağını tespit etme yetkisini yasama organına verir. Ayrıca idarenin toplumsal gereksinimleri karşılarken kamu gücü ve ayrıcalıklarını kullanması ve bunun da kişilerin temel hak ve hürriyetleri üzerinde olumsuz etkiler de doğurabilmesi bu yetkinin yasamaya verilmesi sonucunu getirmiştir. Yasal idare ilkesi, idarenin eylem ve işlemlerinin hem kanuna dayanmasını, hem de bu eylem ve işlemlerin kanuna aykırı olmamasını ifade eder. Asli ve ilkel bir yetki olan yasama yetkisine dayanarak yasama organı, Anayasaya aykırı olmamak şartıyla, Anayasanın herhangi bir şekilde düzenlemediği bir konuyu düzenleyebilir. Ancak idare, önceden yasa ile düzenlenmeyen bir alanda faaliyette bulunamaz, böyle bir konuda yasadan aldığı bir yetkiye dayanarak bir işlem ve eylemde bulunabilir. 6771 sayılı Kanun öncesinde bunun iki istisnası olduğu kabul edilmekteydi: Biri Cumhurbaşkanının başkanlığındaki Bakanlar Kurulunun çıkardığı sıkıyönetim ve olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleri diğeri ise Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliğinin kuruluş ve çalışma esaslarını düzenleyen Cumhurbaşkanlığı kararnamesi. Yasal idare ilkesinin bir diğer sonucu da idarenin eylem ve işlemlerinin kanuna uygun olmasıdır. Zaten Anayasa da 8. maddede yürütme yetkisi ve görevi Anayasa ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir diyerek bu hususu belirtir (Bkz., Kemal Gözler, İdare Hukuku, Bursa, Ekin Kitabevi Yayınları http://www.idare.gen.tr/idarehuk.htm). 6771 sayılı Kanunla getirilen Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle, her ne kadar ciddi kısıtlılıklarla çerçevelenmiş olsa da, yürütme organı yasaya dayanmaksızın ilk elden kural koyma, yani asli düzenleme yetkisine sahip olmuştur. Başka bir ifadeyle, yasama organı yanında yürütme organı da Anayasada kanun kaydı olan, kanunun açıkça düzenlediği konuları içermemek ve kanunlara aykırı olmamak şartıyla Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle ilk elden düzenleme yapabilecektir. Ancak bu durum Fransada olduğu gibi yasama ve yürütmenin özerk düzenleme alanlarına sahip olduğu, yani her bir organın düzenleme yapacağı konuların açıkça sayıldığı, şeklinde anlaşılmamalıdır. Çünkü cumhurbaşkanlığı kararnamesine konu olan alan yasama konusu olmaktan çıkmamaktadır. TBMM isterse CBK ile düzenlenen bir alanda yasa çıkarabilir, buna bir engel bulunmamaktadır. Türkiye Büyük Millet Meclisinin aynı konuda kanun çıkarması durumunda, Cumhurbaşkanlığı kararnamesi hükümsüz hale gelir. (madde 104/17) hükmü bu yargıyı doğrulamaktadır. O halde Anayasada yasayla düzenlenmesi öngörülen konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılamayacak iken, ancak Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile düzenleneceği belirtilen konularda dahi TBMM yasa çıkarabilecektir. 6771 sayılı Kanun ile Anayasanın 7. maddesindeki yasama yetkisinin devri yasağı ve 123. maddedeki idarenin kanuniliği ilkesi muhafaza edilmiş, ancak belirli idari konular Anayasada açıkça Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile düzenleneceği öngörülmüştür.Esas Sayısı : 2018/125 Karar Sayısı : 2020/4 4 Bakanlıkların kurulması, kaldırılması, görevleri ve yetkileri, teşkilat yapısı ile merkez ve taşra teşkilatlarının kurulması Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle düzenlenir. (madde 106/son). Ayrıca 123. maddenin son fıkrasında kamu tüzel kişiliğinin Kanunla veya Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle kurulacağı kuralına yer verilmiştir. Anayasa hükümleri arasında hiyerarşi söz konusu olmadığından, bir çelişki kabul edilmediğinden, bu iki hükmün bir arada, Anayasanın bütünlüğü ve sistematiği içinde bağdaştırılarak yorumlanması gerekir. Gerçekte Anayasa koyucu 123/1. maddede genel kuralı, idarenin kanuniliği ilkesini, koymuş; bakanlıkların kurulması, kaldırılması, görevleri ve yetkileri ile kamu tüzel kişiliği kurulması yönünden bu genel kurala bir istisna getirmiştir. Diğer bir ifadeyle, idarenin kanuniliği ilkesi salt 106/son ve 123/son maddelerde belirtilen hususlar açısından geçerli değildir. Anayasanın 123. maddesinin son fıkrasında kanun veya cumhurbaşkanlığı kararnameleri dendiğine göre, kanunilik ilkesi öncelik taşımaktadır. Genel kural ve istisna kural ilişkisine dair kamu hukukunda kabul edilen birtakım yorum ilkeleri vardır: 1. Bir istisna kuralın varlığından söz edebilmek için, bu istisnanın ayrıca ve açıkça konulmuş olması gerekir. 2. İstisna kural, sadece ve sadece genel kuralı koyan makam tarafından konulabilir, başka bir makamın istisna kural getirme yetkisi yoktur. 3. Genel kuralı koyan makam açıkça yetkilendirmedikçe, bir başka makam genel kurala istisna getiremez. 4. İstisna kural koymak, genel kuralı değiştirmek anlamına geldiğinden istisna kural, yorum yoluyla genişletilemez; yani, yorum yoluyla genel kural istisna getirilemez. 5. Genel kuralın geniş yorumlanması esası benimsenmiştir. 6. İstisna kural, dar yorumlanır. Çünkü istisna kural, genel kuralın kapsamını daralttığından genel kuralı değiştirir, oysa onu değiştirme salt genel kuralı koyana aittir. (Bkz., Kemal Gözler, Yorum İlkeleri, http://www.anayasa.gen.tr/yorum ilkeleri kitaptan.pdf). Öte yandan kamu hukukunda mevzuatın açıkça belirttiği bir makama ya da makamın görevlisine verdikleri yetkiler devre konu olamazlar. Yargı kararlarında da yetkinin, mevzuat tarafından kime verilmiş ise, ancak onun bu yetkiyi kullanabileceğini belirtmiştir. Yetki devrinde yetki devredilen makamın devraldığı bu yetkiyi kendinden alt bir makama devrinin yasak olduğu hususu idare hukukunda ve kamu yönetiminde benimsenen görüştür (Bkz. R. Cengiz Derdiman, Yusuf Uysal Türk Kamu Yönetiminde Yetki Devri, http://dergipark.gov.tr/download/article file/235994). Bu anlamda Anayasanın 106. maddenin son fıkrasında belirtilen yetkinin bizzat Cumhurbaşkanlığı tarafından Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile kullanılması gerekir. Anayasanın 104. maddesinin 17. fıkrasındaki Cumhurbaşkanlığı kararnameleri normlar hiyerarşisinde yasaya eşdeğer işlemler değildir. Anayasanın bu tür kararnamelerin salt yürütme yetkisine ilişkin konularla sınırlı olarak çıkarılacağı öngörmesi bunların yasaya eşdeğer, yasayla aynı düzeyde kurallar olamayacağını gösterir. Çünkü yürütme yetkisi, kanunların uygulanmasına yönelik, kanunlara uygun kullanılması gereken bir yetkidir. Ayrıca aynı fıkrada yer alan Anayasada münhasıran kanunla düzenlenmesi öngörülen konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılamaz; Kanunda açıkça düzenlenen konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılamaz; Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile kanunlarda farklı hükümler bulunması halinde, kanun hükümleri uygulanır; Türkiye Büyük Millet Meclisinin aynı konuda kanun çıkarması durumunda, Cumhurbaşkanlığı kararnamesi hükümsüz hale gelir. şeklindeki düzenlemeler, Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin yasaya eşdeğer olmadığının bir başka açık delilidir. Bu düzenlemelerden CBK ile düzenleneceği belirtilen konuların yasayla düzenlenmesi halinde bir anayasaya aykırılık oluşturmayacağı ve hatta yasa ile yapılan düzenlemenin CBKdeki düzenlemeyi yürürlükte kaldırma gücüne sahip olduğu anlaşılır.Esas Sayısı : 2018/125 Karar Sayısı : 2020/4 5 Kanunsuz emre dair Anayasanın 137. maddesinde yapılan değişikliğe bakıldığında ise Cumhurbaşkanlığı kararnamesinin, Anayasanın konuya ilişkin diğer düzenlemeleri ile birlikte değerlendirildiğinde, normlar hiyerarşisindeki yeri açıkça anlaşılır: Kamu hizmetlerinde herhangi bir sıfat ve suretle çalışmakta olan kimse, üstünden aldığı emri, yönetmelik, Cumhurbaşkanlığı kararnamesi, kanun veya Anayasa hükümlerine aykırı görürse, yerine getirmez ve bu aykırılığı o emri verene bildirir. 6771 sayılı Yasa değişikliği ile Cumhurbaşkanına Anayasada tanınan diğer yetkiler ise şöyledir: Anayasanın 123. maddenin son fıkrası ise Kamu tüzelkişiliği, ancak kanunla veya Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle kurulur denilerek CBK ile kamu tüzelkişiliği kurulmasına da imkân tanır. Anayasa, Devlet Denetleme Kurulunu işleyişi, üyelerinin görev süresi ve diğer özlük işleri (m.108/4.) ile Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliğinin teşkilatı ve görevlerinin Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle düzenleneceğini hüküm altına almıştır(m.118/7.). 124. ve 137. maddelerde yer alan tüzük ibaresi Anayasadan tamamen çıkarılmış, onun yerine Cumhurbaşkanlığı kararnamesi konulmuştur. Yönetmelikleri düzenleyen 124. maddede, Cumhurbaşkanı, bakanlıklar ve kamu tüzelkişileri, kendi görev alanlarını ilgilendiren kanunların ve Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin uygulanmasını sağlamak üzere ve bunlara aykırı olmamak şartıyla, yönetmelikler çıkarabilirler. hükmü yer almıştır. Böylece hukuk düzeninde tüzük denen işlem türünün varlığı sona ermiştir. Ancak bu, tüzük ve cumhurbaşkanlığı kararnamesinin aynı hukuki nitelikte olduğu şeklinde anlaşılmamalıdır. Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile yapılabileceği yukarıda belirtilen istisnai işlemler kaynağını doğrudan Anayasadan alan yürütme işlemi niteliğinde kabul edilmelidir. Öte yandan Cumhurbaşkanı üst kademe kamu yöneticilerini atar, görevlerine son verir ve bunların atanmalarına ilişkin usul ve esasları Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle düzenler (madde 104/9). Son olarak belirtmek gerekir ki olağanüstü hallerde Cumhurbaşkanı, olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda, 104 üncü maddenin onyedinci fıkrasının ikinci cümlesinde belirtilen sınırlamalara tabi olmaksızın Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarabilir. Kanun hükmündeki bu kararnameler Resmî Gazetede yayımlanır, aynı gün Meclis onayına sunulur. (madde 119/6). Bu kararnameler kanuna eşdeğer metinler olarak kabul edilmiştir. Ancak bu kararnameler Anayasa Mahkemesi denetimi dışında tutulmuştur. 1. Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılmasının sınırları Anayasanın 104/17. maddesiyle getirilen CBK ile yürütmeye tanınan düzenleme alanı oldukça dar ve sınırlıdır. Bu sınırları şu şekilde açıklamak mümkündür. 1.) İlk olarak Cumhurbaşkanlığı kararnamesi yürütme yetkisine ilişkin konularda çıkarılabilecektir. Maddenin gerekçesinde ise cumhurbaşkanına genel siyasetin yürütülmesinde yürütme yetkisi ile ilgili ihtiyaç duyduğu konularda kararname çıkarabilme yetkisi verildiği ifade edilmektedir. Bu nedenle CBKler ancak yürütme yetkisinin gerektirdiği hususlarda ihtiyaç duyulduğunda çıkarılabilecek, yasama ve yargı yetkilerinden herhangi birinin alanına giren bir konuda ise CBK çıkarılması mümkün olmayacaktır.Esas Sayısı : 2018/125 Karar Sayısı : 2020/4 6 2.) İkinci olarak CBKler Anayasanın ikinci kısmının birinci ve ikinci bölümlerinde yer alan temel haklar, kişi hakları ve ödevleriyle dördüncü bölümde yer alan siyasi haklar ve ödevlerle ilgili konularda düzenleme yapamaz. Bu yasakla, kişilerin temel haklarını ilgilendiren hususlarda yasa olmaksızın CBKlerin devreye girmesi engellenmek istenmiştir. Ancak bu noktada çözümlenmesi gereken soru, sosyal ve ekonomik haklar ve ödevlerin tamamının CBK ile düzenlenip düzenlenemeyeceğidir. Sadece yukarıdaki ifadeden yola çıkarak yapılan bir değerlendirme bu soruya olumlu cevap vermeyi gerektirir. Ancak bu cümlenin aynı fıkradaki diğer hükümler ve anayasanın konuya ilişkin diğer ilke ve kuralları dikkate alınarak, Anayasanın bütünlüğü içinde tartışılması ve anlaşılması gerekir. Öncelikle aşağıda ayrıntılarıyla belirtildiği üzere, Anayasada münhasıran kanunla düzenlenmesi öngörülen konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılamaz. Dolayısıyla ilgili maddede yasayla düzenlenmesi kaydı bulunan sosyal ve ekonomik hak ve ödevler Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile düzenlenemeyecektir. Örneğin Anayasanın 42/2. maddesinde Öğrenim hakkının kapsamı kanunla tespit edilir ve düzenlenir., 51. maddesinde Sendika kurma hakkı kanunla sınırlanabilir. Sendika kurma hakkının kullanılmasında uygulanacak şekil, şart ve usuller kanunda gösterilir., 63. maddesinde tarih, kültür ve tabiat varlıklarından özel mülkiyet konusu olanlara getirilecek sınırlamalar ve bu nedenle hak sahiplerine yapılacak yardımlar ve tanınacak muafiyetler kanunla düzenlenir. denilmektedir. Dolayısıyla belirtilen konuların CBK ile düzenlenmesi mümkün değildir. Eğer böyle bir düzenleme yapılırsa bu hem Anayasanın 104/17. maddesine hem de o hak ve ödev için kanun kaydı koyan hükme aykırılık oluşturur. Ancak yasa kaydı içermeyen sosyal ve ekonomik haklar Cumhurbaşkanlığı kararnamesinin konusu olabilecektir. Örneğin konut hakkını düzenleyen Anayasanın 57. maddesi böyledir. Bir başka açıdan ise 104/17. maddenin ikinci cümlesi, sosyal ve ekonomik haklar alanının CBK ile düzenlenmesini kabul ederken, bu düzenlemenin sınırlarını da belirtir: ilki, fıkranın ilk cümlesindeki CBKnin sadece yürütme yetkisine ilişkin konularda çıkarılabilmesi, diğeri ise üçüncü cümlesindeki münhasıran kanunla düzenlenmesi öngörülen konularda çıkarılmasıdır. Öte yandan Anayasanın 13. maddesindeki temel hak ve hürriyetlerin ancak kanunla sınırlanabileceği kuralı dikkate alındığında, CBKye konu olabilecek sosyal ve ekonomik hak ve ödevlerle ilgili cumhurbaşkanının sınırlama değil sadece bir düzenleme yetkisinden bahsedilebilir. Yani düzenleme ve sınırlama ayrımı dikkate alındığında CBK ile sosyal ve ekonomik haklar ve ödevlerin gerçekleşmesi için birtakım pozitif tedbirleri içeren düzenlemeler yapabilecek, fakat kişilerin bundan yararlanmasını sınırlamayacak denilebilir. Zira anayasal çerçevede, bir hakkın kısıtlanması ancak ve ancak kanun ile yapılabilecektir. 3.) Üçüncü sınır, Anayasada münhasıran kanunla düzenlenmesi öngörülen konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılamaz. hükmüdür. Anayasa Mahkemesi tarafından yasama yetkisinin devir yasağı çerçevesinde yürütmenin düzenleme yetkisi izah edilirken kullanılan münhasıran kanunla düzenlenmesi gereken konular ibaresi Anayasa kuralı haline getirilmiştir (Anayasa Mahkemesi Kararı Bkz., E.2017/143 K.2018/40, 2/5/2018). Anayasa Mahkemesine göre Kural olarak, kanun koyucunun genel ifadelerle yürütme organını yetkilendirmesi yeterli olmakla birlikte Anayasada kanunla düzenlenmesi öngörülen konularda genel ifadelerle yürütme organına düzenleme yapma yetkisi verilmesi, yasama yetkisinin devredilmezliği ilkesine aykırılık oluşturmaktadır. Bu nedenle Anayasada temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması, vergi ve benzeri mali yükümlülüklerin konması ve memurların atanmaları, özlük hakları gibi münhasıran kanunla düzenlenmesi öngörülen konularda, kanunun temel esasları, ilkeleri ve çerçeveyi belirlemiş olması gerekmektedir.Esas Sayısı : 2018/125 Karar Sayısı : 2020/4 7 Anayasa koyucunun açıkça kanunla düzenlenmesini öngördüğü konularda, yasama organının temel kuralları saptadıktan sonra, uzmanlık ve idare tekniğine ilişkin hususları yürütmeye bırakması, yasama yetkisinin devri olarak yorumlanamaz.. Bu nedenle Anayasanın münhasıran kanunla düzenlenmesini gerektirdiği konularda yürütmeye düzenleme yetkisi verilirken, yasanın temel esasları, ilkeleri ve çerçeveyi belirlemiş olması gerekmektedir. Anayasa Mahkemesi ayrıca, Anayasada münhasıran kanunla düzenlenmesi gereken birtakım konuları örnek olarak sıralamıştır: Anayasada temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması, vergi ve benzeri mali yükümlülüklerin konması ve memurların atanmaları, özlük hakları gibi. Anayasa Mahkemesinin münhasıran kavramını açıklarken verdiği örnekler ve açıklamalardan bir konunun münhasıran yasa alanında olması için Anayasanın özellikle ve ısrarla o konunun yasayla düzenlemesini istemesi yasayla düzenlemeye çok özel vurgu yapması gerekmemektedir. Bu çerçevede temel hak ve hürriyetlerin sınırlanmasına dair 13. maddede, sınırlamanın ancak kanunla yapılabileceği şartı vardır: Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Oysa vergilerle alakalı 73. maddede (vergi, resim, harç ve benzeri mali yükümlülükler kanunla konulur, değiştirilir veya kaldırılır.) ve kamu hizmeti görevlileriyle alakalı genel ilkeleri koyan 128. maddede (memurların ve diğer kamu görevlilerinin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük işleri kanunla düzenlenir.) yasayla düzenleme öngörülmüş, hiçbir özel vurgu yapılmamıştır. Anayasada münhasıran kanunla düzenlenmesi öngörülen konular kavramı bu nedenle yasa kaydı olarak anlaşılmak ve uygulanmak durumundadır. Anayasanın 126. maddesindeki birden çok ili içine alan merkezi idare teşkilatının (bölge teşkilatının) görev ve yetkileri kanunla düzenlenir, 127. maddesindeki Mahalli idarelerin kuruluş ve görevleri ile yetkileri, yerinden yönetim ilkesine uygun olarak kanunla düzenlenir., 128. maddesindeki Memurların ve diğer kamu görevlilerinin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük işleri kanunla düzenlenir ve üst kademe yöneticilerinin yetiştirilme usul ve esasları, kanunla özel olarak düzenlenir hükümleri buna örnek oluşturur. Özellikle bu son husus, CBK ile yasanın konu itibarıyla iç içe geçme riskini içerir, karmaşaya yol açma ihtimalini barındırır. Çünkü Anayasanın 104/9. maddesi Cumhurbaşkanı CBK ile üst kademe kamu yöneticilerini atar, görevlerine son verir ve bunların atanmalarına ilişkin usul ve esasları düzenler hükmünü içerirken, üst kademe yöneticilerinin yetiştirilme usul ve esasları 128. maddeye göre yasa ile özel olarak düzenlenmek zorundadır. Dolayısıyla 104/17. maddede geçen münhasıran kanunla düzenlenmesi öngörülen konular ibaresinin Anayasada kanunla düzenlenir veya kanunla konulur, değiştirilir veya kaldırılır vb. ifadelerin bulunduğu maddelere bakarak belirlenmesi gerekir. O halde Anayasanın bir maddesinde bir konunun yasayla düzenlenmesi öngörülmüşse o konunun Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile düzenlenmesi Anayasanın 7. ve 104/17. maddelerine aykırılık oluşturacaktır. 4.) Bir diğer sınır ise Kanunda açıkça düzenlenen konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılamaz kuralıdır. Bir konu yasa ile açıkça düzenlenmişse Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkartılamaz. Elbette CBKlerin çıkarılması için kanun hükmünde kararnamelerde olduğu gibi yasa ile yetkilendirme gerekmez. Ancak kanun hükmünde kararnamelerle yasaları değiştirebilirken CBKler yasaların açıkça düzenlediği hususlarda bir düzenlemeEsas Sayısı : 2018/125 Karar Sayısı : 2020/4 8 yapamamakta, Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile kanunlarda farklı hükümler bulunması halinde, kanun hükümleri uygulanmakta, Türkiye Büyük Millet Meclisinin aynı konuda kanun çıkarması durumunda, Cumhurbaşkanlığı kararnamesi hükümsüz hale gelmektedir. Bu hükümler açıkça Cumhurbaşkanlığı kararnamesinin yasa gücünde olmadığını, Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle yasaların değiştirilemeyeceğini gösterir. Bu açıklamalar ışığında Anayasanın Cumhurbaşkanı kararnamesiyle doğrudan düzenleme yetkisi verdiği konularda dahi CBK ile kanunlarda değişiklik yapılması mümkün değildir. Örneğin Anayasanın 106/son maddesine göre Bakanlıkların kurulması, kaldırılması, görevleri ve yetkileri, teşkilat yapısı ile merkez ve taşra teşkilatlarının kurulması Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle düzenlenir. Ancak bu, bakanlıkların kurulmasına ilişkin olarak mevcut yasalarda CBK ile değişiklik yapılabileceği anlamına gelmemektedir. Sonuç olarak Anayasanın 104. maddesinin onyedinci fıkrasının mevcut hükümleri karşısında hangi konuda olursa olsun CBK ile bir yasayı değiştirmek veya yürürlükten kaldırmak mümkün değildir. 2. CBKlerle ilgili Olarak Anayasa Mahkemesi Denetiminin Kapsamı Anayasa Mahkemesinin denetim kapsamına giren işlemlerden biri de Cumhurbaşkanlığı kararnamesidir. Anayasanın 148., 150., 151., 152. ve 153. maddelerinde daha önce mevcut olan kanun hükmünde kararname yerine Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ibaresi konulmuştur. Anayasanın 148. maddesi bu konuda gayet açıktır: Anayasa Mahkemesi, kanunların, Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin ve Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğünün Anayasaya şekil ve esas bakımlarından uygunluğunu denetler ve bireysel başvuruları karara bağlar. Ancak, olağanüstü hallerde ve savaş hallerinde çıkarılan Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin şekil ve esas bakımından Anayasaya aykırılığı iddiasıyla, Anayasa Mahkemesinde dava açılamaz. Bu maddede yapılan değişiklikle Anayasanın 2017 öncesi halinde 91. maddede düzenlenen ve 6771 sayılı Kanun ile kaldırılan kanun hükmünde kararname ifadesi yerine Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ibaresi konulmuştur. Ayrıca olağanüstü kanun hükmünde kararnamelerde olduğu gibi olağanüstü hallerde ve savaş hallerinde çıkarılan CBKlerin de anayasallık denetiminin yapılamayacağı ifade edilmiştir. 150. maddede ise Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin iptali için dava açma hakkının kimlere tanındığı belirtilir: Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin, Anayasaya aykırılığı iddiasıyla Anayasa Mahkemesinde doğrudan doğruya iptal davası açabilme hakkı, Cumhurbaşkanına, Türkiye Büyük Millet Meclisinde en fazla üyeye sahip iki siyasi parti grubuna ve üye tamsayısının en az beşte biri tutarındaki üyelere aittir. Anayasa, ayrıca, itiraz dava yolunda, yani Anayasaya aykırılığın diğer mahkemelerde ileri sürülmesinde, Bir davaya bakmakta olan mahkeme, uygulanacak bir Cumhurbaşkanlığı kararnamesinin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır. demektedir (madde 152). Cumhurbaşkanlığı kararnameleri bir davaya uygulanacak kural olduğunda söz konusu CBK hükmü somut norm denetimi yoluyla Anayasa Mahkemesi önüne götürülebilecektir.Esas Sayısı : 2018/125 Karar Sayısı : 2020/4 9 153. maddede ise Cumhurbaşkanlığı kararnamesi hakkında verilen iptal kararının, kararın Resmî Gazetede yayımlanması ile hukuki sonucunu doğuracağı ifade edilmiş, Anayasa Mahkemesine iptal hükmünün yürürlüğe gireceği tarihi ayrıca kararlaştırabilme imkanı da tanınmıştır. Anayasa Mahkemesi bu denetimi nasıl ve hangi çerçevede yapmalıdır? Yargısal denetimde Anayasa Mahkemesi öncelikle bir CBKnin Anayasada CBK ile düzenlenmesi öngörülen hususlarda düzenleme içerip içermediği yani yetki yönünden denetleyecektir. Dolayısıyla CBK yetki kapsamı dışında bir konuyu düzenlemişse doğrudan yetkisizlik dolayısıyla iptal edilmelidir. CBKnin yetki kapsamı içinde olduğu sonucuna varırsa Anayasa Mahkemesi bu kez düzenlemenin esas bakımından Anayasanın ilgili maddelerine uygunluğunu inceleyecektir. Her ne kadar Anayasanın 148. maddesinde CBKlerin şekil ve esas bakımlarından Anayasaya uygunluk denetiminden söz edilmişse de bu denetim 104. maddenin 17. fıkrasındaki koşulların bir bütün olarak Anayasa Mahkemesi tarafından denetlenmesini gerektirir. Çünkü Anayasada, Cumhurbaşkanına ancak fıkrada belirtilen sınırlar içinde CBK çıkarma yetkisi verilmiştir. Bu sınırların aşılması, CBKyi Anayasaya aykırı hale getirir. Böylece, CBKnin örneğin kanunun açıkça düzenlediği bir hususu içermesi onun Anayasaya aykırı olması sonucunu doğurur. Bu açıdan CBKlerin denetimi yasaların denetiminden farklıdır. Yasaların esas denetiminde sadece yasanın maddi bakımdan anayasaya uygunluğu inceleme konusu olurken, CBKlerin önce yetki yönünden incelenerek, Anayasanın 104/17. maddedeki sınırlara uyulup uyulmadığı denetlemelidir. Bu çerçevede CBKnın bir temel hakkı düzenleyip düzenlemediği, Anayasada yasa kaydı olan ya da bir kanun tarafından düzenlenmiş bulunan bir konuda düzenlemeye yer verilip verilmediği öncelikle ele alınmalıdır. Ayrıca sosyal ve ekonomik haklar konusunda CBKlerin hak üzerindeki somut etkisi inceleme dikkate alınmalıdır. Bu yönden bir CBK hak ve hürriyetleri sınırlayıcı nitelikte ise, konu yasama yetkisinin alanına kayacak ve CBK Anayasaya aykırı hale gelebilecektir. Bu nedenle sosyal ve ekonomik haklara ilişkin olarak CBKlerde yer alan her bir hükmün somut etkileri dikkate alınarak bir değerlendirme yapılmalıdır. Bu çerçevede hangi kuralın hak ve hürriyetleri kısıtlayıcı, hangi kuralın sadece düzenleyici nitelikte olduğunun tespiti oldukça zor olacaktır. Bütün bu belirtilen nedenlerle AYMnin CBKleri denetimi ve bu konuda vereceği ilk kararı özel önem taşımaktadır. AYM, CBKleri Anayasaya uygunluk değerlendirmesine tabi tutarken, yasa ve CBK farkını da belirlemek/vurgulamak durumundadır. Nitekim yasa, kural koymak için seçilen organ tarafından genel iradeyi temsilen hazırlanan hukuki işlem iken buna karşılık, Cumhurbaşkanlığı, genel iradenin temsilcisi organın koyduğu normu uygulamak için yürütmeyi temsil eden organdır. Cumhurbaşkanının düzenleyici işlem yapması, ancak anayasanın açıkça yetkilendirmesi sonucu söz konusu olacağından istisnaidir; dahası, CBK, yasal düzenleme yapılması durumunda yürürlükten kalkacağına göre, bu kayıtla geçici bir işlem olarak da adlandırılabilir. Bir başka deyişle, TBMMnin müdahalesine kapalı bir CBK bulunmadığına göre, istisnai özellik ve geçicilik, birlikte kullanılabilir. Anayasanın 148. maddesi uyarınca olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda çıkarılabilecek Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin Anayasa Mahkemesinin denetimi dışında tutulduğu görülmektedir Ancak, olağanüstü hallerde ve savaş hallerinde çıkarılan Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin şekil ve esas bakımından Anayasaya aykırılığı iddiasıyla, Anayasa Mahkemesinde dava açılamaz (md. 148/1).Esas Sayısı : 2018/125 Karar Sayısı : 2020/4 10 B. 8 sayılı Yüksek Askeri Şuranın Kuruluş ve Görevleri Hakkında Cumhurbaşkanlığı Kararnamesinin 6. maddesinde yer alan belirlenecek merci ibaresinin Anayasaya Aykırılığı 8 sayılı Yüksek Askeri Şuranın Kuruluş ve Görevleri Hakkında Cumhurbaşkanlığı Kararnamesinin Sekretarya başlıklı 6. maddesi Yüksek Askeri Şuranın sekretarya hizmetlerinin Cumhurbaşkanınca belirlenecek merci tarafından yürütüleceğini öngörmüştür. İptali talep edilen belirlenecek mercinin hangi birim olduğu açıkça yazılmamış, belirsizlik yaratılmıştır. Hukuk nor
3,864
Esas Sayısı : 2018/64 Karar Sayısı : 2018/35 1 ... I İTİRAZ KONUSU KANUN HÜKÜMLERİ 5015 sayılı Petrol Piyasası Kanununun 6455 sayılı Kanunun 44. maddesiyle değiştirilen 19. maddesi şöyledir. Bu Kanuna göre idari para cezalarının veya idari yaptırımların uygulanması, bu Kanunun diğer hükümlerinin uygulanmasına engel oluşturmaz. Bu Kanuna göre verilen ceza ve tedbirler diğer kanunlar gereği yapılacak işlemleri engellemez. Bu Kanuna göre; a) Aşağıdaki hallerde, sorumlulara bir milyon Türk Lirası idari para cezası verilir: Lisans almaksızın lisansa tabi faaliyetlerin yapılması. 4 üncü maddenin dördüncü fıkrasının (1) bendinin ihlali. İLGİLİ KANUN HÜKÜMLERİ Bayiler Madde 18 Yurt içinde pazarlanacak akaryakıta veya akaryakıtla harmanlanan ürünlere rafineri çıkışında veya serbest dolaşıma girişinde rafınericilerce ve dağıtıcılarca Kurumun belirleyeceği şart ve özellikte ulusal marker eklenir. Biyoyakıt ilk üretim merkezleri ile tasfiye edilecek akaryakıt için ulusal marker ekleme noktaları Kurum tarafından belirlenir. Ulusal marker ekleme işlemleri Kurumca yetki verilen bağımsız gözetim firmalarının nezaretinde Kurumun belirleyeceği usul ve esaslara göre yapılır. Ulusal marker ekleme işlemlerinde meydana gelecek usulsüzlüklerden lisans sahibi ile bağımsız gözetim firmaları müştereken sorumludur. Ulusal marker eklemekle yükümlü lisans sahipleri, her yıl kasım ayı içinde takip eden yıla ait pazarlama projeksiyonlarını Kuruma bildirir ve bu projeksiyona göre Kurumca temin edilecek ulusal marker, Kurumca belirlenecek usul ve esaslara göre akaryakıta eklenmek üzere ilgili lisans sahiplerine teslim edilir. Kurum, ulusal marker ve idari ve teknolojik yöntemler ile bir denetim sistemini kurar. Valilikler, görevli elemanların başvurusu halinde denetim amaçlı alınacak numunelerin kullanıcı ve bayilerden alınmasını ve emniyetini sağlamakla yükümlüdür. Numunelerde yapılacak testlerde ulusal markerin gerektiği şart ve seviyede bulunmadığı laboratuvar analizi ile tespit edildiğinde, 19 uncu madde hükümleri uygulanır. ANAYASAL DÜZENLEMELER Anayasanın;Esas Sayısı : 2018/64 Karar Sayısı : 2018/35 2 Cumhuriyetin nitelikleri başlıklı 2. maddesinde; Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir. hükmüne yer verilmiştir. ANAYASAYA AYKIRILIĞIN DEĞERLENDİRİLMESİ: 5015 sayılı Petrol Piyasası Kanununun 18. maddesinde, yurt içinde pazarlanacak akaryakıta veya akaryakıtla harmanlanan ürünlere rafineri çıkışında veya serbest dolaşıma girişinde rafınericilerce ve dağıtıcılarca Kurumun belirleyeceği şart ve özellikte ulusal marker ekleneceği, biyoyakıt ilk üretim merkezleri ile tasfiye edilecek akaryakıt için ulusal marker ekleme noktalarının Kurum tarafından belirleneceği, Ulusal marker ekleme işlemlerinin Kurumca yetki verilen bağımsız gözetim firmalarının nezaretinde Kurumun belirleyeceği usul ve esaslara göre yapılacağı, ulusal marker ekleme işlemlerinde meydana gelecek usulsüzlüklerden lisans sahibi ile bağımsız gözetim firmaların müştereken sorumlu olduğu, ulusal marker eklemekle yükümlü lisans sahiplerinin, her yıl kasım ayı içinde takip eden yıla ait pazarlama projeksiyonlarını Kuruma bildireceği ve bu projeksiyona göre Kurumca temin edilecek ulusal markerin, Kurumca belirlenecek usul ve esaslara göre akaryakıta eklenmek üzere ilgili lisans sahiplerine teslim edileceği, Kurumun, ulusal marker ve idari ve teknolojik yöntemler ile bir denetim sistemini kuracağı, valiliklerin, görevli elemanların başvurusu halinde denetim amaçlı alınacak numunelerin kullanıcı ve bayilerden alınmasını ve emniyetini sağlamakla yükümlü olduğu, numunelerde yapılacak testlerde ulusal markerin gerektiği şart ve seviyede bulunmadığının laboratuvar analizi ile tespit edildiğinde, 19 uncu madde hükümleri uygulanacağı, itiraz konusu kuralla da yasaklanan bu eylemi gerçekleştiren sorumluların bir milyon Türk Lirası idari para cezası ile cezalandırılacağı hüküm altına alınmıştır. Anayasanın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve yasalarla kendim bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir. Hukuk devletinde ceza hukukuna ilişkin düzenlemelerde olduğu gibi idari yaptırımlar açısından da hangi eylemlerin kabahat sayılacağı, bunlara uygulanacak yaptırımın türü ve ölçüsü, yaptırımın ağırlaştırıcı ve hafifleştirici nedenlerinin belirlenmesi gibi konularda kanun koyucu takdir yetkisine sahiptir. Ancak kanun koyucu, kendisine tanınan takdir yetkisini anayasal sınırlar içinde adalet, hakkaniyet ve kamu yararı ölçütlerini göz önünde tutarak kullanması gerekir. Hakkaniyet, 4721 sayılı Türk Medeni Kanununda düzenlenmiş olup hâkime takdir yetkisi tanınan durumlarda, hâkimin bu takdir yetkisini somut olayın özelliklerine uygun olarak ve adalet ilkelerini gözeterek kullanmasını ifade etmektedir. Hakkaniyet kavramı, hukukun genel bir ilkesi olduğundan, anayasa yargısında da dikkate alınmalıdır. Kanun koyucu da tıpkı mahkemeler gibi takdir yetkisi kullanırken hakkaniyeti gözetmekle yükümlüdür. Kanun koyucu, petrol piyasası faaliyetlerinin sağlıklı ve düzenli şekilde yürütülebilmesi amacıyla bayilik lisans sahiplerine, piyasa faaliyetlerinde, Kurulun belirleyeceği teknik düzenlemelere uygun akaryakıt sağlamak konusunda getirdiği yükümlülüğün ihlal edilmesiEsas Sayısı : 2018/64 Karar Sayısı : 2018/35 3 hâlinde itiraz konusu kuralla idari para cezası öngörmüş olup kural, kabahat sayılan eylemin işlenmesini önlemeye yönelik caydırıcılık fonksiyonunu yerine getirmektedir. Petrol piyasasında faaliyette bulunan aktörlerin eylemlerinden dolayı petrol piyasasının bozulmaması ve piyasadaki faaliyetlerin şeffaf, eşitlikçi ve istikrarlı şekilde yürütülebilmesi amacıyla bayilik lisans sahiplerine bu şekilde yükümlülük getirilmesi ve bu yükümlülüğü ihlal eden dağıtıcı lisans sahiplerinin idari para cezasıyla cezalandırılmaları kanun koyucunun takdir hakkı kapsamında kalmaktadır. Bununla birlikte kanun koyucunun, takdir hakkı kapsamında öngördüğü yaptırımın, adil ve hakkaniyete uygun olması gerekmektedir. Özel bir faaliyet alanında kamu düzenini korumak veya belli bir sektörü düzenlemek amacıyla ilgili kanunlarda özel olarak yetkilendirilmiş idari makamlar tarafından verilen idari cezalar regülatif cezalar olarak ifade edilmektedir. Bağımsız idari otoritelerden olan Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu tarafından özel kolluk veya düzenleme yetkileri kapsamında verilen idari cezalar da bu kategoriye girmektedir. Regülatif idari para cezalarının meblağları yüksek olduğundan muhatapları üzerinde çok ağır sonuçlar doğurabilmekte olup bu idari para cezalarının çoğunlukla nispi veyahut alt ve üst sınır gösterilmek suretiyle düzenlendiği görülmektedir. İtiraz konusu kuralda bayilik lisans sahiplerinin Kurum tarafından belirlenen piyasa faaliyetlerinde, Kanunda belirtilen yükümlülüklere aykırı davranmaları durumunda öngörülen idari para cezası regülatif idari para cezası niteliğinde maktu olarak düzenlenmiştir. Bu cezada, lisans sahibi bayilerin ekonomik büyüklüğüne ilişkin herhangi bir kademelendirme yapılmadığı görülmektedir. Buna göre, yükümlülüğün ihlali halinde verilecek ceza miktarı aynı olmakla birlikte, para cezasının miktarının yüksek olması göz önüne alındığında cirosu yüksek olmayan bayilik lisansı sahibi firma için verilen ceza daha ağır sonuçlar doğurabilmektedir. Diğer taraftan, idari para cezası uygulanırken fiilin işleniş şekli, failin kusur durumu başka bir ifadeyle lisans sahibinin fiili kasıtla veya taksirle işleyip işlemediği ve eylemin yarattığı sonuçlar gibi hususlar da dikkate alınamamaktadır. Bu itibarla bayilik lisans sahiplerinin anılan eylemlerde bulunmaları hâlinde fiilin haksızlık içeriği, bayilerin, ekonomik büyüklüklerine ve sınıflarına göre adil bir denge gözetilmeden, itiraz konusu kuralla ölçülü ve makul olmayan idari para cezası ile cezalandırılmaları, hukuk devletinin gereği olan adalet ve hakkaniyet ilkeleriyle bağdaşmamaktadır. Nitekim Anayasa Mahkemesinin, 6455 sayılı Kanunun 44. maddesiyle değiştirilen 19. maddesinin ikinci fıkrasının (c) bendinin (3) numaralı alt bendinin 8. maddenin ihlali yönünden bakılan itiraz sonucunda verilen 7.4.2016 günlü, E.2015/109, K.2016/28 sayılı kararı da aynı doğrultudadır. SONUÇ VE İSTEM: Yukarıda açıklanan nedenlerle, Anayasanın 152. maddesinin birinci fıkrası ile 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 40. maddesi uyarınca, bir davaya bakmakta olan mahkeme, bu davada uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileriEsas Sayısı : 2018/64 Karar Sayısı : 2018/35 4 sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, tarafların bu konudaki iddia ve savunmalarını ve kendisini bu kanıya götüren görüşünü açıklayan karan ile Anayasa Mahkemesine başvurması öngörüldüğünden ve bakılan davada uygulanacak kuralın; ( 5015 sayılı Petrol Piyasası Kanununun 19. maddesinin 2. fıkrasının (a) bendinin (3) numaralı alt bendinin, 5015 sayılı Kanunun 18. maddesi yönünden) Anayasanın 2. maddesine aykırı olduğu kanaatine varıldığından, anılan düzenlemelerin iptali istemiyle itiraz yoluyla Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, dava dosyasının onaylı bir örneği ile iş bu kararın aslının Anayasa Mahkemesine gönderilmesine, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar 5 ay süreyle davanın geri bırakılmasına, bu süre içerisinde Anayasa Mahkemesince bir karar verilmemesi halinde, mevcut mevzuat hükümleri ile dosyadaki bilgi ve belgelere göre davanın görülmesine, kararın bir örneğinin taraflara tebliğine, 13/07/2017 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
1,231
Esas Sayısı:1978/49 Karar Sayısı:1978/63 1 "... II. İTİRAZIN GEREKÇESİ : Mahkeme, itirazın dayanağını şöyle açıklamaktadır. "Mahkememizde görülmekte olan "Tapu iptal ve Tescil" davasının davalılardan birinin vekili olan "dava takipçisi" ... nin 1136 sayılı Yasanın 1238 sayılı Yasayla değişik geçici 17. maddesinin son fıkrası gereğince 7/7/1977 gününden itibaren artık davayı davalı vekili olarak takip edemeyeceği yolundaki davacı vekilinin itirazına karşı anılan kişi hakkında uygulanması istenilen yasa hükmünün Anayasa'ya aykırı olduğunu ileri sürmüştür : İnceleme : Bu sav, mahkememizce ülkemizin gerçekleri, kişilerin durumları, sosya ekonomik yapımız ve savunma hak arama hakkının üstünlüğü, eşitlik gibi ilkeler yönünden ciddi olarak bulunmuştur. Söyle ki: 1 a) İlçemizde iki dava takipçisi görev yapmaktaydı. Ülkemizin oldukça ileri ve sosyal yapısına sahip Isparta gibi bir ilin ilçesinde, bir avukatın, hatta dava vekilinin bile bulunmaması, hele daha az olanaklar içindeki yöreler düşünüldüğünde, "kamu hizmeti ve serbest bir meslek" olarak yasal anlatımını bulan avukatlığın henüz yurdumuzda dengeli bir yayılma içinde olmadığının en güzel kanıtıdır. b) Hele hukuk alanına giren dava ve işlerin ceza alanının aksine sıkı biçimsel koşullara bağlandığı, mahkemenin ya da hâkimin "re'sen araştırma" olanağının çok dar bir çember içinde kaldığı ne denli bir gerçekse, hak sahibinin "hak aramada" normal bilgi ve yeteneğinin dışında bilgi ve yeteneğe gereksinme duyduğu da bir gerçektir. 2 a) Dava takipçileri, başlangıçta 1086 sayılı "Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun" 61. maddesinden yararlanarak işe başlamışlar, yıllar yılı bu işi yaptıktan sonra 1136 sayılı Yasanın 194. maddesi ile bu haklan ellerinden alınmış fakat, kendilerine duyulan gereksinme ve çeşitli nedenlerle, yer olarak çalışma alanları sınırlandırılmışsa da, aynı yasanın geçici 17. maddesiyle yeniden bir düzenlemeye gidilmiştir. Yıllarca bu işte uğraşı vermiş ve bunu bir meslek edinmiş kişiler, şimdi, iş ve mesleklerinden alıkonulmakta, hatta daha ileriye gidilerek ellerindeki davaların sonuçlandırılmasına bile çünkü çoğu davanın ne zaman sonuçlanacağını önceden bilmeleri ve sonuçlandırmanın kendi ellerinde olması olanaksızken tahammül edilmemişlerdir. b) Yurdumuzun bir çok sahadaki gereksinimini gidermek için zaman zaman bir çok meslek ve dallara, o meslek ve uğraşının öngörülen öğretim ve eğitimini görmemiş kişiler alınmış, hatta geçici olarak alınmış, fakat sonradan o meslek içinde tutulmuşlardır. Örneğin, öğretmenlik mesleğinde olduğu gibi, 3 Ülkemizin iş sahalarının durumu, gizli ya da açık işsizlik büyük bir sorun olarak ortadadır. Bir kısım dava takipçilerini işlerinden almak, yasaklamak yoluyla maddi zorunluklara ve ruhi bunalımlara onların düşmelerine yol açılmıştır. 4 Son olarak ve en önemlisi, 1136 sayılı Yasanın geçici 17. maddesinin 1. fıkrası, "...başkâtiplik, zabit kâtipliği, zabit kâtibi muavinliği yahut icra memurluğu veya yardımcılığıEsas Sayısı:1978/49 Karar Sayısı:1978/63 2 görevlerinden birisini en az on yıl süreyle yapmış olan kimseler ...dâva ve iş takip edebilirler" hükmünü getirmiş ve nihayet 1238 sayılı Yasa bu fıkraya dokunmamıştır. Yani, bu durumdaki kişiler halâ dava takipçiliği yapabilecekler, kimi 20, kimi 30 yıl bu işi meslek edinip belirli bir düzeye ve yeteneğe ulaşmış fakat, geçici 17. maddesinin 3. fıkrasına göre çalışanlar ise işsiz ve güçsüz duruma düşürülmüşlerdir. Bu ise; başlı başına, öteki dava takipçilerinin işlerinden uzaklaştırılmalarında düşünülebilen, ileri sürülebilen tüm neden ve dayanakları ortadan kaldırmakta; açıkça bir adaletsizlik, haksızlık ve eşitsizlik getirmektedir. Dolayısıyle, bir kısım dava takipçilerine işlerini sürdürme olanağı verilmesi diğer kısmının hakkının alınması, bu konuda, yani kişilerin hak arama konusunda bir kamu yararı ve güvencesi öngörmediğini de en açık biçimde anlatmaktadır. O halde : 1136 sayılı Yasa, çeşitli maddelerinde kamu düzeni ve yararını öngörmüşse, neden geçici 17. maddesinin 1. fıkrasını yürürlükte tutmakta fakat, 3. fıkrasını yürürlükten kaldırmaktadır. Bunun açıklanması kolay olmadığı gibi mümkünde değildir. Öyleyse anılan hüküm, Anayasanın ruhuna ve amacına, Devletin yükümlülüklerine ve kendisini kurallarla bağlı tutma anlayışına terstir, çelişkilidir; iptali ise, yasalara, hukukun üstün kurallarına ve Devletin tutarlığına uygun olacaktır. Hüküm: 1136 sayılı Yasanın 1238 sayılı Yasayla değişik geçici 17. maddesinin son fıkrası nereden bakılırsa bakılsın, Anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı eşitlik ilkelerine, insanın maddi ye manevi varlığının gelişmesi için gerekli koşullara, hak arama çalışma ve sözleşme hürriyeti ile iktisadi ve sosyal hayatın düzenine ve dolayısıyle 8, 10, 12, 31, 40, 41 ve belirli yaştan sonra pek çok kişinin iş arama durumunda kalacağı nedeniyle 43. maddesine aykırılığı düşünülmüş ve bu yoldaki sav ciddi bulunmuş olduğundan, yüksek mahkemece de uygun görülürse iptali yönüne gidilmesi için ilgili belgelerin onaylı örnekleri ile birlikte yüksek Anayasa Mahkemesine gönderilmesine, karar verildi. 2/3/1978""
674
Esas Sayısı : 2021/31 Karar Sayısı : 2021/21 1 Mahkememizin 2019/323 Esas sayılı dosyasında sanıklar hakkında TCK 89/1, 89/2 b maddesi uyarınca kamu davası açılmış, mahkemece beraat kararı verilmiş, Yargıtay incelemesinde sanıkların okul müdürü ve müdür muavinleri olması sebebiyle 4483 sayılı Yasa hükümlerine göre izin alınması gerektiğinden dolayı dosya bozulmuş, mahkemece soruşturma izni alınmış, yargılamaya devam edilmiş, iddia makamı esas hakkında mütalaasını vermiş, sanıkların TCK 89/1, 89/2 b maddeleri uyarınca cezalandırılmaları talep ve mütalaa olunmuştur. Suç tarihi 03/01/2017 olup, 7188 sayılı Yasa 17/10/2019 tarihinde kabul edilmiştir. Yüksek Anayasa Mahkemesi Basit Yargılama usulünün devam eden dosyalara da uygulanması gerektiği yönünde karar vermiştir. Olayımızda ise, sanıklar okul müdürü ve muavinleri olup, 7188 sayılı Yasanın 24. maddesinin 7. fıkrasına göre haklarında Basit Yargılama Usulü uygulanamayacaktır. Anayasa madde 10 kanun önünde herkesin eşit olduğunu ifade etmektedir. Bu durumda normal sıradan bir vatandaş bu suçu işleseydi, 7188 sayılı Yasanın 24 ve devamı maddelerine göre CMK 251/3 madde uyarınca cezasından 1/4 indirim yapılacak ve Basit Yargılama Usulü uygulanacaktır. Sanıkların sırf okul müdürü ve müdür muavinleri olması sebebiyle aynı suçtan yargılanmaları durumunda 1/4 indirim haklarında uygulanamayacaktır. Bu husus Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 10. maddesinde düzenlenen (herkes kanun önünde eşittir) düzenlemesine açıkça aykırıdır. Bu sebeple Anayasa Mahkemesine itiraz yoluna başvurma zarureti doğmuştur. TALEP : 7188 sayılı Yasanın 24. maddesinin 7. bendinin Basit Yargılama Usulü Soruşturma veya kovuşturma yapılması izne ya da talebe bağlı olan suçlar hakkında uygulanmaz. ibaresinin iptali ve kanun metninden çıkarılması saygıyla arz ve talep olunur.
241
Esas No:1963/145 Karar No:1967/20 1 "... İptal isteminin gerekçeleri : A) Davacı özet olarak aşağıdaki nedenlerle iptal isteminde .bulunmuştur. 1. 6203 sayılı Kanunla, Kırşehir'in ilçe haline getirilmesinde olduğu gibi, bir bölge halkının belli bir siyasî partiye oy vermiş bulunmalarından dolayı toptan cezalandırılmaları amacı güdülmektedir. Gerçekten; 25 Haziran 1945 günlü ve 4769 sayılı Kanun gereğince, başka sekiz ilçe ile birlikte, kurulan Abana ilçesinin merkezi bulunan Abana, 1953 tarihinde Kastamonu milletvekillerinin teklif ettikleri dâva konusu kanun ile koy haline konulmuştur. Halbuki Abana 19. yüzyılda 1287 (1870) de bucak merkezi olmuş bulunmakta idi. Milletvekillerinin bu tekliflerini haklı göstermek için ileri sürdükleri bir takım iktisadî ve idarî nedenler arasında "siyasî kanaat muhafazakârlığı vaadi ile istihsal ettiği bu netice" sözleri dikkati çekmektedir. Abana ilce merkezi yapıldığı zaman, henüz partiler arasında çekişme bulunmadığına göre onun ilce merkezi durumuna sokuluşu siyasî nedenlerle açıklanamaz ise de, uzun idarî geçmişe ve gelişme olanaklarına rağmen bucak merkezi durumunu bile kaybedip köy haline getirilmesinde siyasî düşünceler ağır basmaktadır. Bundan başka, istem konusu kanuna ilişkin Büyük Millet Meclisi görüşmelerinde 21/1/1953 te, söylenen sözlerden anlaşıldığına göre, kanun teklifinin İçişleri Komisyonunda görüşülmesi sırasında Abananın muhalefete ve Pazaryeri'nin ise iktidara oy verdiği açıkça anılmıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi görüşmelerinde, muhaliflerle birlikte, kimi iktidar milletvekillerinin bile, Abana'nın siyasî nedenlerle cezalandırılmak istendiğini belirtmeleri dahi, özel bir anlam taşımaktadır. 2. Abana yerine ilce merkezi yapılan Bozkurt Pazaryeri, Abana" dan yalnızca bir kaç kilometre uzaktadır; Abana'nın güneye Pazaryerine doğru, Pazaryerinin ise kuzeye Abana'ya doğru gelişmekte olmaları dolayısiyle bu iki merkez birleşmeye doğru gitmekte idi ve bu bakımdan da, ilçe merkezinin değiştirilmesi için haklı bir neden yoktu. 3. Dâva konusu kanunu teklif edenlerin Abana'nın siyasî kanısından ötürü bu kanun teklifini getirmiş bulunmaları dolayısiyle teklifin siyasî düşünce ayırımı ile yapıldığı ve Anayasa'nın 12 nci maddesinde yer alan eşitlik ilkesine aykırı olduğu görülmektedir. 4. Abana'nın ilce olması işine, 1943 yılında girişildiği ve daha o zamandan 1946 yılında girilecek çok partili hayatın gözönünde tutularak tedbir alınmak istenmiş olmasının düşünülemiyeceği, gerçek bir kişiliği olmayan Abana'nın ileriki seçimlerde şu veya bu partiye oy verileceği yolunda bir borç altına giremiyeceği gözönünde tutulursa, 1945 te Abana'nın ilce merkezi yapılmasına o zamanki iktidarca alınmış bir tedbir olduğu iddiasının ve dâva konusu kanun için ileri sürülen bu yoldaki gerekçenin yersizliği ortaya çıkar. 5. Demokrat Partinin kurulması üzerine, her yerde olduğu gibi, büyük bir umutla Abana'lılar da bu partinin ilce örgütünü kurarak görülmemiş bir hızla partili toplamaya başlamışlarken, husumet andının yurttaşı yurttaşa düşüreceğini anlayarak, hemen, bütün kuruluşu bozmuşlardır. D. P. idarecileri, 84 köyü ve 13 bin seçmeni bulunan bu ilçede örgüt kurabilmek için teşkilât, kurdukları takdirde, iktidara geçtikleri gün, ilçe merkezinin kendi köylerine getirileceğini Pazaryeri köylülerine karşı antla bildirmişler ve bu vaat sonunda Abana'lılar iktidarı desteklemekten kaçınmasına karşılık, Pazaryerliler oy birliği ile o günküEsas No:1963/145 Karar No:1967/20 2 iktidarı desteklemişlerdir. 1950 den sonra Pazaryeri köyü, nüfusu artırılmak, için, Sınarcık ve Yılmaz köyleri ile birleştirilerek Bozkurt adı altında bir belediye kurulmuştur ve bu arada İnönü'nün Abana'ya gitmesi, işi büsbütün alevlendirmiş, 21/1/3953 gününde dâva konusu kanun ile Abana köy durumuna getirilmiştir. 6. Abana'nın ilçe durumuna sokulması tasarısı, ilce ve il yönetim kurulları ile il genel meclisinin oybirliği ile kabullerinden sonra Büyük Millet Meclisine arz olunduğu halde, ilçe merkezinin köy yapılması ilçe ve il yönetim kurullarının karşı düşünceleri ve çoğunluğu D. P. illerin meydana getirdiği il Genel Meclisine yine karsı düşüncesi, yasama Meclisince gözönünde tutulmayarak gerçekleşmiştir. 7. Abana'nın siyasî düşüncesi yüzünden köy yapılması, Anayasa'nın 20 nci maddesinde yer alan düşünce özgürlüğüne dahi aykırıdır. 8. Verdikleri oydan dolayı bir yer halkının cezalandırılması kulaktan kulağa yayılarak ve bundan sonraki seçimlerde bu olay başka yer seçmenlerine duyurularak, o seçmenlerin Anayasa'nın 55 inci maddesi uyarınca serbestçe oy vermeleri önlenebilir. Bu bakımdan, dâva konusu kanun Anayasa'nın 55 inci maddesine de aykırıdır. 9. Anayasa'mızın 2 nci maddesi uyarınca hukuk devleti olan Devletimizde kanunlar, ancak kamu yararı için çıkarılabilir; Devletin kamu yararı olmaksızın özel çıkarlar için kanun yapmak yetkisi olamaz. Dâva konusu kanun, bu bakımdan da, Anayasa'ya aykırıdır."
638
Esas Sayısı : 2015/25 Karar Sayısı : 2015/81 1 Davanın dayanağı 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanununun 3üncü maddesidir. Açılan davada, dava konusu taşınmaz üzerinde mevcut bulunan binada bağımsız bölümlere ait arsa paylarının, bağımsız bölümlerin değerlerine göre sahip olması gereken paylara oranlı olmadığı iddia edilmiş olduğundan Anayasaya aykırılığı öne sürülen ve mahkememizce de resen Anayasaya aykırı olduğu değerlendirilen KMKnun 3üncü maddesindeki düzenlemenin, 2709 S. Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 152/1. maddesi uyarınca mahkemece uygulanacak kanun olduğu anlaşılmış ve Anayasaya aykırılık başvurusunun yapılması gerekmiştir. İLGİLİ YASA MADDELERİ: 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanununun 3üncü maddesi; III Kat mülkiyetinin ve kat irtifakının niteliği: Madde 3 Kat mülkiyeti, arsa payı ve ana gayrimenkuldeki ortak yerlerle bağlantılı özel bir mülkiyettir. (Değişik ikinci fıkra: 14/11/2007 5711/1 md.) Kat mülkiyeti ve kat irtifakı, bu mülkiyete konu olan ana gayrimenkulün bağımsız bölümlerinden her birinin konum ve büyüklüklerine göre hesaplanan değerleri ile oranlı olarak projesinde tahsis edilen arsa payının ortak mülkiyet esaslarına göre açıkça gösterilmesi suretiyle kurulur. Arsa paylarının bağımsız bölümlerin payları ile oranlı olarak tahsis edilmediği hallerde, her kat maliki veya kat irtifakı sahibi, arsa paylarının yeniden düzenlenmesi için mahkemeye başvurabilir. Bağımsız bölümlerden her birine bu fıkra uyarınca tahsis edilen arsa payı, o bölümlerin değerinde sonradan meydana gelen çoğalma veya azalma sebebiyle değiştirilemez. 44 üncü madde hükmü saklıdır. (Değişik üçüncü fıkra: 23/6/2009 5912/1 md.) Kat irtifakı arsa payına bağlı bir irtifak çeşidi olup, yapının tamamı için düzenlenecek yapı kullanma izin belgesine dayalı olarak, bu Kanunda gösterilen şartlar uyarınca kat mülkiyetine resen çevrilir. Bu işlem, arsa malikinin veya kat irtifakına sahip ortak maliklerden birinin istemi ile dahi gerçekleştirilebilir. düzenlemesini içermektedir. 634 SAYILI KAT MÜLKİYETİ KANUNUNUN 3ÜNCÜ MADDESİNİN İNCELENMESİ : Türk Medeni Kanununun Dördüncü Kitabı Eşya Hukukunu düzenlemektedir. Kanunun 683üncü maddesinden başlayan, birinci kısımda Mülkiyet düzenlenmiş olup, C. Birlikte Mülkiyet başlıklı 688 vd. maddelerinde paylı mülkiyet, 701 vd. maddelerinde ise elbirliği mülkiyeti düzenlenmiştir. Taşınmaz mülkiyetine ilişkin hükümler Türk Medeni Kanununun 704 vd. maddelerinde düzenlenmiş olup, bu kısımda birlikte mülkiyete yönelik ayrı bir düzenleme bulunmamaktadır. Buna göre taşınmaz üzerinde birlikte mülkiyet; paylı mülkiyet ya da elbirliği mülkiyeti şeklinde kurulabilmektedir.Esas Sayısı : 2015/25 Karar Sayısı : 2015/81 2 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanunu ise paylı mülkiyetin bir şekli olan kat mülkiyetine ilişkin hükümleri içermektedir. Buna göre Kat Mülkiyeti Kanununun düzenlemiş olduğu hükümlerin, Türk Medeni Kanununun 688 vd. maddelerinde düzenlenen paylı mülkiyetin özel bir görünüm şekli olduğu anlaşılmaktadır. Gerçekten de kat mülkiyeti kurulan taşınmazlarda, taraflar arasındaki ilişki gerçekte bir paylı mülkiyet ilişkisidir. Ancak kat mülkiyeti ile paylı mülkiyet arasında kat mülkiyetinin özelliklerinden kaynaklanan farklılıklar da bulunmaktadır. Kat mülkiyeti kurulmuş olan taşınmazda, paydaşların her biri ana taşınmazın kurulu olduğu arsaya ve ortak alanlara paylı mülkiyette olduğu üzere paydaştırlar. En önemli fark olarak paylı mülkiyette, paydaşların her birinin payı, taşınmazın her bir noktasına şamil iken kat mülkiyeti kurulmuş olan taşınmazda bağımsız bölüm malikleri, kendi bağımsız bölümlerini diğer paydaşlardan bağımsız olarak kullanma hakkına sahiptirler. Kat mülkiyeti kurulmuş olan arsa ve ana yapıdan oluşan taşınmazda paydaşların her birinin pay oranı, bağımsız bölüme tahsis edilen arsa payı oranıdır. Kat mülkiyetinin daha iyi anlaşılabilmesi için ne şekilde kurulduğu ve ne şekilde sona erdiği incelenmelidir. 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanununun 10 vd. maddeleri kat mülkiyetinin ve kat irtifakının kurulmasını düzenlemektedir. Buna göre bir taşınmaz üzerinde paylı mülkiyet sahibi olan paydaşlar arz üzerinde birlikte bir bina inşa etmek isteyebilirler. Binada kullanım yönünden birbirinden ayırt edilebilecek birden fazla bağımsız bölüm bulunmadığı takdirde kat mülkiyeti kurmak mümkün değildir. Ancak, inşa edilen veya edilecek binada birden fazla bağımsız bölüm mevcut ise bu durumda paydaşlar, inşa edecekleri bu yapıda her bir paydaşın kullanacağı bağımsız bölümün belli olmasını ve inşa ettikleri binanın kat mülkiyeti hükümlerine göre idare edilmesini arzu edebilirler. Arz üzerinde paydaş olan bu paydaşlar mevcut ve tamamlanmış bir bina üzerinde bağımsız bölümleri belirleyerek binanın Kat Mülkiyeti Kanununa göre idare edilmesini arzu ediyorlar ise bu durumda doğrudan kat mülkiyeti kuracaklardır. Ancak, henüz arsa üzerinde bir bina yok ise veya tamamlanmamış ise paydaşlar gelecekte kuracakları veya tamamlayacakları binada paydaşların kendilerine tahsis edilmiş bağımsız bölümler olmasını ve Kat Mülkiyeti Kanununa göre idare edilmesini arzu ediyorlar ise bu durumda kat irtifakı kuracaklardır. Paydaşlar bina henüz tamamlanmadan önce kat irtifakı kurup, bina tamamlandığında bunu kat mülkiyetine çevirebilecekleri gibi bina tamamlanana kadar paylı mülkiyet hükümlerine göre hareket edip, bina tamamlandıktan sonra doğrudan kat mülkiyeti kurmak yolunu da seçebilirler. Arsa üzerinde paydaş olan bu paydaşlar, inşa ettikleri binada kat mülkiyeti hükümlerinin geçerli olmasını arzu etmiyorlar ise kendi aralarında fiili taksim sözleşmesi benzeri sözleşmeler yaparak binayı paylı mülkiyet hükümlerine göre de yönetme hakkına sahiptirler. Genel kural bu olmakla birlikte uygulamada, arsanın tamamının bir kişiye ait olması, bu kişinin arsa üzerine birden fazla bağımsız bölümleri olan bir bina inşa ederek, taşınmazı katEsas Sayısı : 2015/25 Karar Sayısı : 2015/81 3 mülkiyeti hükümlerine tabi olacak şekilde kat mülkiyetine geçirmesi ve her bir bağımsız bölümü ayrı ayrı kişilere satması da mümkündür. Kat mülkiyeti kurulup bina Kat Mülkiyeti Kanununa göre yönetilirken, KMK 46ıncı maddesinde gösterildiği üzere bütün kat maliklerinin kat mülkiyetinin terkin edilmesini talep etmesi, ana yapının tümünün harap olması gibi nedenlerle kat mülkiyeti sona erebilir. Kat mülkiyeti sona erdiğinde Kanunun 46/2inci maddesinde gösterildiği üzere taşınmaz tüm bağımsız bölümlerin malikleri adlarına paylı mülkiyet hükümlerine göre tapu kütüğüne aktarılır. Bu andan sonra taraflar arasındaki ilişki paylı mülkiyet hükümlerine tabidir. Bu durumda arsa üzerinde birden fazla kişinin malik olmasının; A. Elbirliği ile mülkiyeti gerektiren durumlar olmadığı sürece, paylı mülkiyet hükümlerine tabi olduğu, bu durumda tapu kütüğünde bir tek sayfa açılarak bu sayfada tüm paydaşların kendi payları, isimlerinin karşısında gösterilecek şekilde tescil edildiği, paydaşların her birinin arsaya ve üzerindeki binaya tapu kaydında gösterilen pay oranlarına göre malik olması, B. Taşınmaz üzerinde kat irtifakı veya kat mülkiyeti kurulduğu takdirde, herbir bağımsız bölüm için kat mülkiyeti kütüğünde ayrı bir sayfa açıldığı, paydaşların paylarının bağımsız bölümler ile ilişkilendirildiği ve paydaşların her birinin arsaya ve üzerindeki binaya maliki oldukları bağımsız bölüme tahsis edilen arsa payı oranında malik olması, C. Taşınmaz üzerindeki kat irtifakı veya kat mülkiyeti sona erdiğinde, kat mülkiyeti kütüğünde bağımsız bölüm adedince açılan sayfaların tümünün terkin edilerek kapatıldığı, taşınmaz için tekrar tapu kütüğünde bir sayfa açıldığı, bu sayfaya tüm paydaşların arsa payı oranında paydaş olacak şekilde tescil edildiği ve yine tüm paydaşların taşınmaza tapu kaydında gösterilen pay oranlarına göre malik olması, Şeklinde gerçekleştiği görülmektedir. Tüm bu açıklama kat mülkiyetinin gerçekte paylı mülkiyetin bir şekli olduğu, taşımazın kat mülkiyete kurulmadan önce paylı mülkiyet hükümlerine tabi olduğu, kat mülkiyeti kurulduktan sonra Kat Mülkiyeti Kanununa tabi olduğu, kat mülkiyeti sona erdiğinde tekrar Türk Medeni Kanunundaki genel hükümlere göre paylı mülkiyet hükümlerine tabi olduğu anlaşılmaktadır. Kısaca tekrar etmek gerekirse kat mülkiyeti öncesi ve sonrası paylı mülkiyet olan, paylı mülkiyetin özel bir görünüm şeklidir. Kat mülkiyetinde ARSA PAYI bu yönüyle paylı mülkiyetteki paydaşın malik olduğu pay oranıdır. Nitekim 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanununun 2/d maddesinde arsa payı Arsanın, bu Kanunda yazılı esasa göre bağımsız bölümlere tahsis edilen ortak mülkiyet paylarına (Arsa payı) şeklinde tarif edilmiştir.Esas Sayısı : 2015/25 Karar Sayısı : 2015/81 4 Arsa payı herbir paydaşın taşınmaz üzerindeki mülkiyet payını gösteren bir pay oranı olmasına rağmen 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanununun 5inci maddesinde bağımsız bölümler ve arsa payı arasındaki bağlantı düzenlenmiş olmakla birlikte ana taşınmazın yönetiminde arsa payına farklı anlamlar da yüklemiştir. 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanununun 16ıncı maddesinde; ortak yerlerde kullanma hakkının her kat malikinin arsa payı ile oranlı olduğu, 20inci maddesinde; kat maliklerinin aksine bir anlaşma bulunmadığı takdirde toplanacak avansa kendi arsa payı oranında katılacağı, 30uncu maddesinde; kat malikleri kurulunun, kat maliklerinin sayı ve arsa bakımından yarısından fazlası ile toplanacağı, 34üncü maddesinde; yöneticinin kat maliklerinin hem sayı hem arsa payı bakımından çoğunluğu tarafından atanacağı, Gibi arsa payına bağlı olarak yönetim giderlerine katlanma mükellefiyeti ve yönetime katılma hak ve ödevi gibi hususlarda düzenlemeler yapılmıştır. Bu durumda arsa payının, hem kendi bağımsız bölümünün maliki olan, ancak ana taşınmaz yönünden paydaş konumundaki paydaşın bina üzerindeki mülkiyet hakkındaki payını düzenlediği, hem de giderlere katılma gibi yönetime yönelik sonuçları olduğu anlaşılmaktadır. 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanununun 3/2inci maddesinde yer alan Kat mülkiyeti ve kat irtifakı, bu mülkiyete konu olan ana gayrimenkulün bağımsız bölümlerinden her birinin konum ve büyüklüklerine göre hesaplanan değerleri ile oranlı olarak projesinde tahsis edilen arsa payının ortak mülkiyet esaslarına göre açıkça gösterilmesi suretiyle kurulur... düzenlemesi bağımsız bölümün değeri ile arsa payı arasında bir oran olması gerektiğini ortaya koymaktadır. 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanununun 3/2inci maddesinde yer alan ...Arsa paylarının bağımsız bölümlerin payları ile oranlı olarak tahsis edilmediği hallerde, her kat maliki veya kat irtifakı sahibi, arsa paylarının yeniden düzenlenmesi için mahkemeye başvurabilir... düzenlemesi arsa paylarının sonradan düzeltilebileceğini öngörmektedir. Buna göre arsa payı ile bağımsız bölümlerin değerleri oransız olduğu takdirde arsa payının sonradan düzeltilmesi mümkündür. Bu yasal düzenleme uyarınca uygulamada bağımsız bölümünün değeri ile bu bağımsız bölüme tahsis edilen arsa payının oransız olduğunu düşünen kat malikleri arsa paylarının düzeltilmesi için Arsa Paylarının Düzeltilmesi Davası açabilmektedir. Bu davada, maddenin son cümlesi uyarınca sonradan meydana gelen değer değişiklikleri gözönünde bulundurulmaksızın kat mülkiyetinin kurulduğu tarihteki değerlere göre arsa payı ile bağımsız bölümün değeri arasında oran doğru bir şekilde kurulmamış ise arsa payları değere oranlı olarak yeniden düzenlenmektedir. Madde de herhangi bir zamanaşımı süresinin bulunmadığı da görülmektedir.Esas Sayısı : 2015/25 Karar Sayısı : 2015/81 5 ARSA PAYLARININ YENİDEN DÜZENLENMESİ MÜLKİYET HAKKINA İLİŞKİNDİR. Üstte açıklandığı üzere arsa payı hem ana taşınmaz üzerindeki mülkiyet payını göstermekte, hem de yönetime ilişkin sonuçlar doğurmaktadır. Arsa üzerinde bulunan ana yapı mevcut olduğu sürece, arsa payının düzeltilmesi yalnızca yönetim giderlerine ve yönetime katılma ile ilgili sonuçlar doğurmasına rağmen, anayapı harap olduğunda ya da herhangi bir sebeple kat mülkiyeti sona erdiğinde paydaşların arsa üzerindeki mülkiyet paylarının değiştirilmesi sonucunu doğurmaktadır. Altta örnekler üzerinde açıklanacağı üzere arsa paylarının düzeltilmesi adil olmayan sonuçlar doğurmaya müsait bir düzenlemedir. Örnek 1 : Arsa maliki, arsa üzerine üç adet bağımsız bölümden oluşan bir bina kurarak, bu bağımsız bölümleri kat mülkiyetine geçirebilir. Bu örnekte 1 numaralı bağımsız bölümün 70 m² ve değerinin 70.000 TL, 2 numaralı bağımsız bölümün 100 m² ve değerinin 100.000 TL ve 3 numaralı bağımsız bölümün 130 m² ve değerinin 130.000 TL olduğunu, ancak malikin her bir bağımsız bölümün arsa payını belirlerken değerleri ile oranlı olarak arsa payı belirlemek yerine, her bir bağımsız bölüme 10/30 arsa payı tahsis ettiğini ve bu şekilde tapuya tescil edildiğini varsayalım. Binayı yapan malik, her 3 bağımsız bölümü de farklı kişilere sattığında 1 numaralı bağımsız bölümü satın alan kişi 70.000 TL ve 3 numaralı bağımsız bölümü satın alan kişi bu miktarın neredeyse 2 katı olan 130.000 TL bedel ödemelerine rağmen, arsa ve ana yapıdan oluşan taşınmaz üzerinde eşit arsa paylarına sahip olacaktır. Kat mülkiyeti sona erdiğinde arsa üzerindeki mülkiyet payları da eşittir. Ayrıca, arsa payları eşit düzenlenmiş olduğundan 70 m²lik 1 numaralı bağımsız bölüm için daha az ve 130 m²lik 3 numaralı bağımsız bölüm için daha fazla gider yapılmış olmasına rağmen her iki bağımsız bölüm maliki de yönetim giderlerine eşit olarak katlanacaktır. Bu örnekte neredeyse iki katı para ödeyen bağımsız bölüm maliki ile yarı oranında para ödeyen bağımsız bölüm malikinin kat mülkiyeti sona erdiğinde arsaya eşit paylarda sahip olması adil olmadığı gibi, kat mülkiyeti devam ederken dahi, daha fazla yönetim giderine neden olan 3 numaralı bağımsız bölüm malikinin yönetim giderlerine, daha az gidere neden olan 1 numaralı bağımsız bölüm maliki ile eşit oranda katılması adil değildir. Bu şekilde gerçekleşen örnekte arsa paylarının hakim tarafından kat mülkiyetinin kurulduğu tarihteki değere göre oranlı bir şekilde düzeltilmesi hem kat mülkiyeti devam ederken şimdiki zamanda yönetim giderlerine ve yönetime katılma yönünden, hem de kat mülkiyeti sona erdiği gelecek zamanda adil bir sonuç doğuracaktır. Örnek 2 : Aynı arsaya 3 kişinin 7/30, 10/30 ve 13/30 şeklinde farklı pay oranlarında malik olduğunu ve bu üç malikin bir araya gelerek taşınmaz üzerinde birbiri ile aynı özelliklere sahip ve her biri 100 m²lik 3 adet bağımsız bölümden oluşan bir bina yaptıklarını ve bu bina üzerindeEsas Sayısı : 2015/25 Karar Sayısı : 2015/81 6 kat mülkiyeti kurduklarını, kat mülkiyeti kurarken her bir bağımsız bölüme arsa üzerindeki pay oranlarına uygun olarak 7/30, 10/30 ve 13/30 şeklinde arsa payları tahsis ettiklerini varsayalım. Bu örnekte maliklerden birisi Kat Mülkiyeti Kanununun 3/2. maddesi uyarınca arsa paylarının bağımsız bölümlerin değeri ile oranlı olmadığını öne sürerek mahkemeye başvurduğunda mahkeme yasal düzenlemeye uygun olarak kat mülkiyetinin kurulduğu tarihteki değerlere ve arsa paylarına bakacaktır. Her üç bağımsız bölümün büyüklükleri ve değerleri eşit olduğuna göre mahkeme arsa paylarının değer orantısız olduğunu tespit ederek arsa paylarını eşitleyecek ve her bir bağımsız bölümün arsa payı 10/30 olarak düzeltilecektir. Her üç bağımsız bölümün büyüklükleri ve yönetim giderleri eşit olduğuna göre arsa paylarının eşit olacak şekilde düzeltilmesi kat mülkiyetinin devam ettiği şimdiki zamanda her üç bağımsız bölüm malikinin yönetim giderlerine ve yönetime eşit olarak katılması sonucunu doğuracak olup bu yönüyle adildir. Ancak, kat mülkiyetinin sona erdiği ve arsanın paylı mülkiyete dönüştüğü gelecek zamanda başta 7/30, 10/30 ve 13/30 şeklinde olan mülkiyet payları bu kez 10/30, 10/30 ve 10/30 şeklinde eşit bir hale dönüşmüş olacaktır. Bu örnekte 3 kişi birlikte malik oldukları arsa üzerine kat mülkiyetine tabi bir anayapı yapıp, daha sonra örneğin binayı yıkarak kat mülkiyetini sona erdirmişler ve taşınmaz baştaki şekli olan arsa haline dönmüştür. Ancak 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanununun 3/2. maddesindeki düzenleme nedeniyle baştan sahip oldukları mülkiyet payı değişikliğe uğramış ve 1 numaralı paydaşın 7/30 olan payı, kat mülkiyetinin sona ermesi ile şu an için geçerli olmayan bir sebeple 10/30a çıkmış, 3 numaralı paydaşın 13/30 olan payı ise kendisine herhangi bir karşılık ödenmeksizin 10/30a düşmüş, 3/30luk pay haksız bir şekilde el değiştirmiştir. Bu iki farklı örnek dahi 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanununun 3/2. maddesindeki arsa payının düzeltilmesi düzenlemesinin adil olmayan sonuçlar doğurabileceğini ortaya koymaktadır. Bu sakıncanın ortadan kaldırılabilmesi ancak mülkiyeti ilgilendiren arsa üzerindeki mülkiyet payını ilgilendiren arsa payı ile ortak giderlere ve yönetime katılmaya yönelik hak ve mükellefiyetleri düzenleyen yönetim payı uygulamasının birbirinden ayrılması ile mümkün olabilir. ZAMANAŞIMI : 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanununun 3/2. maddesi arsa paylarının düzeltilmesinde zamanaşımı bulunmamaktadır. Üstte açıklandığı üzere arsa payı yönetim giderlerine ve yönetime katılma gibi birçok hususu ilgilendirdiğinden ana yapının yönetimi ve mükellefiyetlere katılma yönünden her an yenilenen bir sonuç doğurmaktadır. Ancak, arsaya sahip olma şeklinde mülkiyet payı yönünden yenilenen nitelikte değildir. Kat mülkiyetinin kurulduğu tarihte tapuya tescil ile mülkiyet payları arsa payları şeklinde belirmiş ve bu şekilde mülkiyet payları belirlenmiştir.Esas Sayısı : 2015/25 Karar Sayısı : 2015/81 7 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanununun 3/2. maddesi arsa paylarının düzeltilmesinde zamanaşımı bulunmaması tescil ile oluşan mülkiyet payının her zaman değişebilmesi gibi bir sonuç doğurmaktadır. Uygulamada 50 60 yıl önce kat mülkiyetine geçmiş olan taşınmazlarda arsa paylarının düzeltilmesinin istendiği görülmektedir. Nitekim mahkememizce görülmekte olan bu davada kat mülkiyeti 05/04/1971 tarihinde kurulmuş olup, dava tarihine kadar 42 yıl geçtiği anlaşılmaktadır. Dolayısıyla 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanununun 3/2. maddesi uyarınca açılan arsa paylarının düzeltilmesi davası ile 50 yıl önce tapuya tescil edilmiş olan mülkiyet payı değiştirilebilmekte ve madde de zamanaşımı düzenlenmediğinden, davalıların zamanaşımı defi dinlenmemekte, arsa payı değiştirilebilmektedir. Son zamanda mahkememizde açılan arsa paylarının düzeltilmesi davalarında ciddi bir artış bulunmaktadır. Bunun nedeni kentsel dönüşüm kapsamında binaların yenilenmesidir. Kadıköy, Göztepe, Bağdat caddesi gibi bölgelerde yapılaşma çoğunlukla 50 60 yıl önce tamamlanmış olup, o tarihlerde kat mülkiyetleri kurulmuştur. Bağımsız bölümlerin arsa payları kat mülkiyeti kurulurken belirlenmiş ve aradan geçen uzun zamanda arsa paylarına herhangi bir itiraz olmamıştır. Ancak, arsa üzerinde bulunan ana yapı, kentsel dönüşüm kapsamında riskli yapı olarak belirlenip, binanın yıkılması ve çoğunlukla müteahhit ile kat karşılığı inşaat sözleşmesi yapılarak aynı arsa üzerine yeni bir bina yapılması gündeme geldiğinde arsa payları önem kazanmıştır. Müteahhit, yıkılacak binadaki bağımsız bölümlerin niteliklerine önem vermeksizin her bir kat malikinin arsa payını esas alarak arsa üzerindeki paydaşlık oranına göre yeni binada farklı nitelikte bağımsız bölümler önermektedir. Bu durumda arsa payı düşük olan bağımsız bölüm malikine daha küçük ve arsa payı yüksek olan bağımsız bölüm malikine daha büyük bağımsız bölümler verilmesi gündeme gelmekte ve arsa payı düşük olan bağımsız bölüm maliki müteahhit ile yapılacak sözleşme ile yeni binada daha fazla pay sahibi olabilmek için arsa paylarının düzeltilmesi davası açmaktadır. Açılan bu davalarda davacının amacının kat mülkiyetinin devam ettiği dönemde daha az yönetim gideri ödemek ya da yönetime katılmadaki eşitsizliği ortadan kaldırmak olmadığı, aksine bina yıkılıp kat mülkiyetinin sona ereceği bu dönemde arsa üzerindeki mülkiyet payını arttırmak amacı güttüğü açıktır. Bu şekilde arsa paylarının düzeltilmesi davası gerçekte, belki de 50 60 yıl önce tapuya tescil edilmiş olan mülkiyet payının değiştirilmesi amacını taşımaktadır. Yukarıdaki 2 numaralı örnekten hareket edersek başlangıçta 7/10 arsa payına sahip olan 1 numaralı bağımsız bölüm maliki ya da bu malikten satın alma vs. yollarla bağımsız bölümü iktisap eden sonraki malik, arsa paylarının düzeltilmesi davası açarak gerçekte 3 numaralı bağımsız bölüm malikinin 3/30 payı yönünden tapu iptali ve bu 3/30 payın kendisi adına tescili şeklinde tapu iptali ve tescil davası açmış olmaktadır.Esas Sayısı : 2015/25 Karar Sayısı : 2015/81 8 Halbuki gerek Kadastro Kanunu ve gerekse Türk Medeni Kanunu tapuya tescil edilen mülkiyet hakkının korunabilmesi yönünden birçok hak düşürücü süre ve zamanaşımı süreleri öngörmüştür. 3402 sayılı Kadastro Kanununun 12/3. maddesinde Bu tutanaklarda belirtilen haklara, sınırlandırma ve tespitlere ait tutanakların kesinleştiği tarihten itibaren on yıl geçtikten sonra, kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanarak itiraz olunamaz ve dava açılamaz. düzenlemesi hak düşürücü süredir. Türk Medeni Kanununun 712inci maddesinde bulunan Geçerli bir hukukî sebep olmaksızın tapu kütüğüne malik olarak yazılan kişi, taşınmaz üzerindeki zilyetliğini davasız ve aralıksız olarak on yıl süreyle ve iyiniyetle sürdürürse, onun bu yolla kazanmış olduğu mülkiyet hakkına itiraz edilemez. düzenlemesi ise zamanaşımı süresi olarak düzenlenmiştir. Yine Türk Medeni Kanununun 713üncü maddesinde olağanüstü zamanaşımı düzenlenmiş olup, 2inci fıkrada Aynı koşullar altında, maliki tapu kütüğünden anlaşılamayan veya yirmi yıl önce () (1) hakkında gaiplik kararı verilmiş bir kimse adına kayıtlı bulunan taşınmazın tamamının veya bölünmesinde sakınca olmayan bir parçasının zilyedi de, o taşınmazın tamamı, bir parçası veya bir payı üzerindeki mülkiyet hakkının tapu kütüğüne tesciline karar verilmesini isteyebilir. düzenlemesi 20 yıllık zamanaşımı süresine yer vermektedir. Buna göre kanunlarımızda taşınmaz mülkiyeti için 10 ve 20 yıllık zamanaşımı sürelerinin mevcut olduğu, daha uzun bir zamanaşımı süresinin mevcut olmadığı anlaşılmaktadır. Türk Medeni Kanununun 712inci maddesinde geçerli bir hukuki sebep olmaksızın tapu kütüğüne tescil gerçekleşse dahi 10 yıl geçtikten sonra mülkiyet hakkının zamanaşımına uğradığı ve on yıldan sonra tapunun iptalinin istenemeyeceği açıklanmış olmasına rağmen arsa paylarının düzeltilmesi davasında herhangi bir zamanaşımının öngörülmemiş olması arsa payının aradan geçen çok uzun sürelere rağmen yeniden dava konusu edilebilmesi sonucunu doğurmaktadır. Yine üstte açıkladığımız ikinci örnek üzerinden hareket edersek 7/30 arsa payına sahip olan A, hiçbir hukuki sebep olmamasına rağmen 7/30luk mülkiyet payının tamamı B isimli 3üncü bir kişiye tescil edildiğinde, 10 yıl boyunca yolsuz tescil nedeniyle Bye karşı tapu iptali tescil davası açabilmekte, ancak 10 yıllık zamanaşımı süresi geçtikten sonra Bye karşı mülkiyet hakkını koruma imkanından mahrum kalmaktadır. Ancak, aradan 50 60 yıl geçse dahi arsa paylarının değere oranlı olmadığı iddiasıyla 3 numaralı bağımsız bölüm malikine dava açarak mülkiyet payını değiştirme imkanına sahiptir. Bu durumun tapuya tescile bağlanan hukuki sonuç yönünden eşit olmadığı açıktır. Örneğimizde 1 numaralı bağımsız bölüm maliki olan A, kendisinin daha küçük bir bağımsız bölüme malik olup, kendi bağımsız bölümü yönünden yönetim giderlerine daha az katılması gerektiğini öne sürmekte haklıdır. Yönetim gideri her an yenilendiğine göre bu talebi yönünden herhangi bir zamanaşımı süresi öngörülmemiş olması yerindedir. Zira bu dava her an yenilenen ve geleceğe yönelik bir dava niteliğindedir.Esas Sayısı : 2015/25 Karar Sayısı : 2015/81 9 Ancak, kat mülkiyeti kurulurken arsa paylarının yanlış belirlendiğini öne sürerek tapudaki mülkiyet payının değiştirilmesi, kanunlar ile belli bir zamanaşımı süresi içerisinde öne sürülmesi gereken mülkiyet hakkının, zamanaşımı olmaksızın her zaman mahkeme önüne getirilebilmesi ve değiştirilebilmesi sonucunu doğurmaktadır. Bu ise zamanaşımı düzenlemelerinin ruhu ile uyumsuzdur. Özellikle binanın harap olduğunu ve yakın zamanda yıkılacağını düşünerek ve arsa payının fazla olması nedeniyle arsa üzerinde daha fazla hak sahibi olmak düşüncesiyle 3 numaralı bağımsız bölümü satın alan üçüncü kişilerin her an arsa paylarının ve buna bağlı olarak mülkiyet payının değişmesi riski altında bırakılması hukuki güvenirlilik ilkesi ile bağdaşmaz. SONUÇ : 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanununun 5711 sayılı Kanunun 1inci maddesi ile değişik 3üncü maddesinin, 2inci fıkrasındaki Arsa paylarının bağımsız bölümlerin payları ile oranlı olarak tahsis edilmediği hallerde, her kat maliki veya kat irtifakı sahibi, arsa paylarının yeniden düzenlenmesi için mahkemeye başvurabilir. düzenlemesinin, 2709 S. Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Mülkiyet Hakkı başlıklı 35inci maddesine ve Kanun Önünde Eşitlik başlıklı 10uncu maddesine aykırı olduğundan ve Sayın Yüksek Mahkemenizce resen tespit edilecek diğer nedenlerle Anayasaya aykırı olduğundan iptaline karar verilmesi istemi ile, Anayasanın 152/1. maddesi uyarınca arz olunur.
3,299
Esas Sayısı : 1999/16 Karar Sayısı : 1999/24 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: "İptali istenen TCK'nun 522. maddesi son fıkrası 1. cümlesi "Eğer fail aynı nev'iden olan cürümlerden dolayı mükerrir bulunur" ile başlayıp 2. cümlesi cezai tenkise mahal yoktur şeklinde sonuçlanmaktadır. Yani fail 522. maddenin 1. fıkrasındaki indirim hükümlerinden yararlanamaz. Yasanın bu hükmü, Yargıtay İçtihatları ile ve uygulama ile uygulanması gereken kural olarak yeretmiştir. Olayımızda da sanık Adil Özdemir aleyhine uygulanması zorunlu bir kanun hükmüdür. Aynı nev'iden cürümün ne olduğu TCK'nun 86. maddesinde gösterilmiş olup, TCK'nun 522. maddesi son fıkrası 1. cümlesinin uygulanması bakımından TCK'nun 10. Babında beyan olunan cürümler aynı nevi'den cürüm olarak kabul edilmiştir. Cürümde tekerrür başlıklı TCK'nun 81. maddesi "Bir kimse 5 seneden ziyade müddetle bir mahkûmiyete uğradıktan sonra cezasını çektiği veya cezanın düştüğü tarihten itibaren 10 sene ve diğer cezalarda 5 sene içinde başka bir suç daha işlerse yeni suça verilecek ceza 1/6 ya kadar artırılır" şeklindedir. Buna göre 5 yıl ve daha fazla özgürlüğü kısıtlayıcı ağır hapis ve hapisde 10 yıl, 5 yıldan az özgürlüğü kısıtlayıcı cezalarda bîhakkın tahliye tarihinden itibaren, ağır para cezalarında infaz tarihinden itibaren 5 yıl içinde suç işleyen hükümlüler mükerrir olacak, aksi halde mükerrir olmayacaktır. İptali istenen TCK'nun 522. maddesi son fıkrası 1. cümlesinin yürürlükte bulunması ve uygulanması nedeniyle, TCK'nun 10. babında beyan olunan cürümlerden birini işleyip mahkum olan ve cezası infaz edilmediği için örneğin; 647 Sayılı Yasanın 6. maddesi gereğince cezası ertelenen, yakalanmadığı için cezasının infazı başlamayan vs. hükümlüler mükerrir kabul edilmediği için, TCK'nun 10. babında beyan olunan cürümlerden birini daha işlediği takdirde suç konusu şeyin veya verilen zararın değeri pek hafif veya hafif olması halinde, TCK'nun 522. maddesi 1. fıkrasındaki indirim hükümlerinden faydalanacaktır. TCK'nun 10. babında beyan olunan cürümlerden birini işleyip mahkum olan ve cezası infaz edilen hükümlüler, Yasada belirlenen 5 ve 10 yıllık süreler içinde TCK'nun 10. babında beyan olunan cürümlerden birini daha işlediği takdirde aynı nev'i cürümden mükerrir kabul edildiği için suç konusu şeyin veya verilen zararın değeri pek hafif veya hafif olması halinde, TCK'nun 522. maddesi 1. fıkrasındaki indirim hükümlerinden faydalanamayacaktır. Veya TCK'nun 10. babında beyan olunan cürümlerden birini iştirak halinde işleyen hükümlerden bazıları aynı nev'i den kabul edilen cürümlerden mükerrir ise, suç konusu şeyin veya verilen zararın değeri pek hafif veya hafif ise ikinci suç için TCK'nun 522. maddesi 1. fıkrasındaki indirim hükmünden faydalanamayacak, TCK'nun 10. babında beyan olunan suçlardan mahkum olmuş çeşitli nedenlerle mükerrir kabul edilmeyen suç ortağı veya ortakları TCK'nun 522. maddesi 1. fıkrasındaki indirim hükümlerinden faydalanacaktır. TCK'nun 10. babında beyan olunan cürümlerden mükerrir olanlar ile olmayanların, cezanın infazı dışında hukuksal durumu aynıdır. Anayasa'nın amaçladığı eşitlik hukuksalEsas Sayısı : 1999/16 Karar Sayısı : 1999/24 2 eşitliktir. Anayasa'nın 10. maddesinde belirtilen kanun önünde eşitlik, birbirinin aynı durumda olanlara ayrı kuralların uygulanmasını ve ayrıcalıklı kişi ve toplumların yaratılmasını engellemektedir. Aynı durumda olanlar için ayrı düzenleme, kanun önünde eşitlik ilkesine aykırılık oluşturur. Aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumlar ayrı kurallara bağlı tutulursa Anayasanın öngördüğü eşitlik çiğnenmiş olmaz. İptali istenen mevcut hüküm bu haliyle TCK'nun 10. babında beyan olunan aynı nev'iden suç işleyip yasa gereği mükerrir kabul edilmeyen hükümlülere kalkanlık etmekte, eşitsizlik yaratmaktadır. Amaç TCK'nun 10. babında beyan olunan suçları yeniden işleyenleri TCK'nun 522. maddesi 1. fıkrasındaki indirim hükümlerinden yararlandırmamak ise iptali istenen hüküm bu amaca uygun değildir. Eşitlik konusunda Anayasa'nın 10. maddesi ile mutlak olarak yasakladığı, yurttaşların yasa karşısında dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep farklılıkları nedeniyle değişik işlem görmeleridir. Bunların dışında kanun önünde eşitlik, ancak niteliklerde benzerlik ve yasaların getirdiği kurallara uyarlık oranında söz konusu olabilir. Anayasa'nın 10. maddesi, haklı hiçbir neden yok iken aynı durumda bulunanlar için konulmuş iki ayrı yasal hükmünün değişik hak, ödev, yetki, sorumluluk ve yükümlülük getirmesine özellikle bizzat Anayasa koyucu tarafından tanınmış hak ve güvencelerden aynı durumdaki kişilerden bir bölümünün yoksun bırakılmasına elverişli bir içerik taşımadığı, tersine bu tür anlayış ve uygulamaları kesinlikle önlemek istediği açıktır. Kanun hükmü, TCK'nun 10. babında beyan olunan aynı nevinden suç işleyen mükerrir sanıklar ile mükerrir olmayan sanıklar arasında bir ayrım yapmıştır. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin 7. maddesinde bile kanun önünde herkes eşittir ve farksız olarak kanunun eşit korunmasından istifade hakkına haizdir. Her türlü ayırt edici muameleye karşı eşit korunma hakkı vardır denmesine rağmen yasa hükmü mükerrir kabul edilmeyen hükümlülere farklı bir korunma sağlamıştır. Diğer yandan kamu yararı veya haklı nedenle getirilen farklı düzenlemelerin anlaşılabilir amaçla ilgili, adil ve makul olması gerekir. Kamu yararı veya haklı nedene dayanılarak yapıldığı öne sürülen farklı düzenlemelerin, bu üç ölçütten birine uymaması durumunda eşitlik ilkesinin korunduğu söylenemez. İptali istenen yasa hükmü, anlaşılabilir olmadığı gibi adil ve makul da değildir. Yasa koyucunun amacı, aynı nev'iden olan ve TCK'nun 10. babında beyan olunan cürümlerden mahkum olanları yeniden suç işlemeleri halinde yasanın belirlediği indirimden faydalandırmamak ise, yukarda da belirtildiği gibi iptali istenen mevcut hüküm mükerrir olmayan hükümlüler bakımından amaca uygun değildir. Hukuk Devleti, eylem ve işlemlerinde Anayasa, yasalar ve hukukun genel ilkeleri ile kendini bağlı sayan Devlettir. Anayasa'nın yasa önünde eşitlik ilkesine aykırı düşen bir yasal düzenlemenin, Anayasa'nın 2. madddesindeki Hukuk Devleti kavramı karşısında geçerliliğini savunmak olanaksızdır. Anayasa'nın 2. ve 10. maddelerine yukarda açıklanan nedenlerle aykırı görülen 1.3.1926 tarih, 765 Sayılı Türk Ceza Kanunu'nun 522. maddesi son fıkrası 1. cümlesi olan "Eğer fail aynı nev'iden olan cürümlerden dolayı mükerrir bulunur" hükmünün, Anayasa'ya aykırılığı hususunun incelenerek iptali ve uygulamadan kaldırılmasına karar verilmesi için Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına, Anayasa Mahkemesi'nin bu konuda vereceği karara kadar bu davanın geri bırakılmasına karar verildi.""
886
Esas Sayısı : 2012/6 Karar Sayısı : 2012/131 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü (DSİ) tarafından çıkartılarak 13.05.2011 tarih ve 27933 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanan 'Su Yapıları Denetim Hizmetleri Yönetmeliği'nin iptali ile dava konusu Yönetmeliğin dayanağını oluşturan 4628 sayılı Elektrik Piyasası Kanunu'nun, 25.02.2011 tarih ve 27846 sayılı Mükerrer Resmî Gazete'de yayımlanan 6111 sayılı Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu ve Diğer Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun'un 204. maddesiyle eklenen Geçici 14. maddesinin 1. fıkrasının (f) bendinin Anayasa'ya aykırılığı nedeniyle Anayasa Mahkemesi'ne başvurulması ve yürütmenin durdurulması istemiyle açılan davaya ait dosya, 2575 sayılı Danıştay Kanunu'nun Ek 1. maddesi uyarınca birlikte toplanan Danıştay Onüçüncü ve Onuncu Dairelerince incelendi: Dava Konusu Olay, İptali İstenilen Yönetmelik ve Yasa Kurallarına İlişkin Açıklamalar: 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 'Anayasaya Aykırılığın Diğer Mahkemelerde İleri Sürülmesi' başlıklı 152. maddesinin birinci fıkrasında: 'Bir davaya bakmakta olan mahkeme, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasa'ya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, Anayasa Mahkemesi'nin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır.' hükmü yer almaktadır. 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 'Anayasaya aykırılığın mahkemelerce ileri sürülmesi' başlıklı 40. maddesinde; 'Bir davaya bakmakta olan mahkeme, bu davada uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasa'ya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddî olduğu kanısına varırsa; iptali istenen kuralların Anayasa'nın hangi maddelerine aykırı olduklarını açıklayan gerekçeli başvuru kararının aslını, başvuru kararına ilişkin tutanağın onaylı örneğini, dava dilekçesi, iddianame veya davayı açan belgeler ile dosyanın ilgili bölümlerinin onaylı örneklerini, dizi listesine bağlayarak Anayasa Mahkemesi'ne gönderir.' kuralı yer almıştır. 18.12.1953 tarih ve 6200 sayılı Devlet Su İşleri Umum Müdürlüğü Teşkilât ve Vazifeleri Hakkında Kanun'un 2. maddesinde, DSİ'nin görev ve yetkileri sayma suretiyle belirtilerek, bunların; 'a) Taşkın sular ve sellere karşı koruyucu tesisler meydana getirmek, b) Sulama tesislerini kurmak, sulama sahalarında mevcut parsellerin tamamını veya aksamını gösterir harita ve plânları yapmak veya yaptırmak ve icabı halinde kadastrosunu yaptırmak, c) Bataklıkları kurutmak, d) a, b, c fıkralarındaki faaliyetlerle ilgili olmak şartıyla sudan ve zaruret halinde yardımcı diğer kaynaklardan enerji istihsal etmek,Esas Sayısı : 2012/6 Karar Sayısı : 2012/131 2 e) Şehir ve kasabaların içme su ve kanalizasyon projelerini tetkik, tasdik ve murakabe etmek, köy içme suları için teknik organizasyon ve murakabeyi sağlamak ve bu iş için Bayındırlık Müdürlükleri emrinde çalışacak lüzumlu bilgiye sahip elemanları yetiştirmek, f) Akarsularda ıslahat yapmak ve icabedenleri seyrüsefere elverişli hale getirmek, g) Yukarıdaki fıkralarda yazılı tesislerin (Çalıştırma, bakım ve onarım dahil) işletmelerini sağlamak, h) Yukarıdaki fıkralarda yazılı işlerle ilgili olmak üzere rasat, tecrübe, istatistik, araştırma ve her türlü istikşaf işlerini yapmak ve ezcümle toprağın cins ve karakterini, yetiştirilecek mahsul nevilerini ve elde edilecek ziraî, iktisadî faydaları ve verimlilik derecelerini tespit etmek ve bu mevzularda gerekirse ilgili vekâlet ve müesseselerden faydalanmak, amenajman plânları hazırlamak ve bunları, temin edecekleri fayda ve ele alınmalarındaki zaruretlere göre seçmek, sıralamak ve Vekâlete teklif etmek, i) Yukarıdaki fıkralarda yazılı işlerin her türlü etüt ve projelerini yapmak veya yaptırmak (Bunlardan d fıkrasında yazılı işlerde Elektrik İşleri Etüt İdaresi ile işbirliği yapar), j) Tesislerin yapılması hususunda her türlü malî imkânları araştırmak ve icabı halinde ortaklıklar kurulmasını Vekâlete teklif etmek ve Maliye Vekâletinin muvafakat ve kefâleti ve İcra Vekilleri Heyeti kararı ile uzun vadeli iç ve dış istikrazlar yapmak, k) Umum Müdürlüğün yaptığı veya devraldığı tesislerden işletmelerini bizzat deruhte etmediklerinin işlemelerini sağlamak üzere işletmeler kurmak ya doğrudan doğruya veyahut da işletmeler marifetiyle ortaklıklar teşkil etmek ve lüzumu halinde tesisleri hakiki ve hükmîce şahıslara devretmek üzere Vekâlete teklifte bulunmak, l) Hükümet daireleriyle Hükümete bağlı müesseseler ve diğer hükmî ve hâkikî şahıslar tarafından yapılıp amme menfaati bulunan ve Umum Müdürlüğün vazifesi ile ilgili işlere ait proje ve keşif evrakını tetkik ve tasdik etmek, inşaatın yapılmasının proje ve fenni icaplara uygunluğunu murakabe etmek ve bu işlerin etüt ve projelerini uygun gördüğü bir ücret mukabilinde yapmak veya yaptırmak, m) Umum Müdürlüğün yukarıdaki fıkralarda yazılı çalışmalarının yürümesine ve gelişmesine muktazi garaj ve atölyeleri, makine ve malzeme ambar ve depolarını, idare binalarını, servis ve akaryakıt tesislerini, laboratuvarları, deneme istasyonlarını, işletme ve koruma emniyetlerini sağlayacak bina ve lojmanlarla telefon şebekelerini, radyo verici istasyonlarını, Umum Müdürlüğün vazifelerinin verimli yönetimine yarayacak diğer tesisleri yapmak veya yaptırmak, teçhiz etmek, kiralamak ve bakımlarını temin etmek, n) Umum Müdürlüğün vazifesi içinde bulunan işlerin yapılmasına lüzumlu arazi ve gayrimenkulleri kanunlarına göre muvakkat olarak işgal etmek veya istimlak etmek veya satın almak o) Umum Müdürlüğün çalışma konusuna giren işleri yapmaya lüzumlu malzeme, makine, teçhizat ve taşıtları seçmek, sağlamak, çalıştırmak ve icabında kira mukabili vermek ve bunlar için gerekli tamir atölyeleri ile tesisleri kurmak ve işletmek' olduğu belirtilmiştir.Esas Sayısı : 2012/6 Karar Sayısı : 2012/131 3 Gerçek veya tüzel kişiler tarafından, yeraltı ve yerüstü sularından faydalanmak ve bunların zararlarını önlemek amacıyla yapılacak her türlü su yapılarının inşası sırasında yatırımların hızlandırılması, taşkın, deprem gibi doğal felaketlerden sonra meydana gelebilecek ülke kaynaklarının israfının önlenmesi, çevre ile uyumlu uygulama projelerinin ve yapım aşamasındaki teknik denetimlerinin yapılması ve bu denetimi yapacak firmalara verilecek izin belgeleri ile çalıştıracakları yetkili elemanların niteliklerine ilişkin usul ve esasları belirlemek amacıyla, 6200 sayılı Kanun'un 2. maddesine dayanılarak, 15.08.2009 tarih ve 27320 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanıp yürürlüğe giren Su Yapıları Denetim Hizmetleri Yönetmeliği çıkarılmıştır. Anılan Yönetmeliğin iptali istemiyle Danıştay Onuncu Dairesi nezdinde açılan davalar sonucunda adı geçen Daire tarafından; 6200 sayılı Kanun'un 2. maddesinden bahisle DSİ'nin görevleri arasında sayılan, su yapılarının etüd ve projelerinin uygun bir ücret karşılığında gerçek veya özel hukuk tüzel kişilerine yaptırılması düzenlenmişken, inşaatların proje ve fenni icaplara uygunluğunu denetleme yetkisinin sadece DSİ'ye verildiği, bu denetimin idarece gerçek veya özel hukuk tüzel kişilerine yaptırılmasına ilişkin bir hükmün maddede yer almadığı ve DSİ'nin görev ve yetkilerini düzenleyen 6200 sayılı Kanun'un 2. maddesinde, su yapılarının inşası sırasında yapılacak denetime ilişkin olarak DSİ'ye verilen yetkinin devrini düzenleyen bir hükmün de bulunmadığının açık olduğu, idarelerin yasayla kendilerine verilen görev ve yetkileri devredebilmeleri için yasada buna ilişkin bir düzenleme yapılması gerektiğinden, yasal dayanağı olmadan yönetmelikle DSİ'ye ait olan denetim yetkisinin gerçek kişilere veya özel hukuk tüzel kişilerine devredilmesinde hukuka uyarlık bulunmadığı gerekçesiyle 15.08.2009 tarih ve 27320 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren Su Yapıları Denetim Hizmetleri Yönetmeliği'nin yürütülmesinin durdurulmasına karar verilmişti.(Danıştay Onuncu Dairesi'nin 11.01.2011 tarih ve E.2010/2183 sayılı, 11.01.2011 tarih ve E.2010/1494 sayılı ve 28.02.2011 tarih ve E.2010/2365 sayılı kararları). Bu kararlardan sonra 6111 sayılı Kanun'un 204. maddesiyle 4628 sayılı Elektrik Piyasası Kanunu'nun Geçici 14. maddesinin birinci fıkrasına eklenen (f) bendi ile '20.02.2001 tarihli ve 4628 sayılı Elektrik Piyasası Kanunu ve Su Kullanım Hakkı Anlaşması çerçevesinde elektrik enerjisi üretmek maksadıyla yapılacak olan üretim tesislerinin su yapısıyla ilgili kısımları ile gerçek ve tüzel kişiler tarafından inşa edilecek suyla ilgili yapıların inşasının inceleme ve denetimi, masrafları ilgililerine ait olmak üzere DSİ tarafından yapılır veya gerektiğinde yetkilendirilecek denetim şirketlerine yaptırılması sağlanır. Denetim şirketleri ile ilgili uygulamaya ilişkin usul ve esaslar, ilgili bakanlıkların görüşü alınmak kaydıyla DSİ tarafından çıkarılacak yönetmelikle düzenlenir.' hükmü getirilmiştir. 4628 sayılı Kanun'un Geçici 14. maddesindeki bu düzenleme uyarınca DSİ tarafından, Su Yapıları Denetim Hizmetleri Yönetmeliği çıkartılarak 13.05.2011 tarih ve 27933 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanması üzerine, davacı tarafından, Yönetmeliğin dayanağı yasa kuralının Anayasa'nın 128. ve 168. maddesine aykırı olduğu iddialarıyla, anılan Yönetmeliğin iptali ve yürütülmesinin durdurulması istemiyle bu davanın açıldığı anlaşılmaktadır. İptali istenilen Yönetmeliğin 'Amaç' başlıklı 1. maddesinde; bu Yönetmeliğin amacının, gerçek veya tüzel kişiler tarafından, yeraltı ve yerüstü sularından faydalanmak ve bunların zararlarını önlemek amacıyla yapılacak her türlü su yapılarının inşası esnasında yatırımların hızlandırılması, taşkın, deprem gibi doğal felaketlerden sonra meydana gelebilecek ülke kaynaklarının israfının önlenmesi, çevre ile uyumlu uygulama projelerinin ve yapım aşamasındaki teknik denetimlerinin yapılması ve bu denetimi yapacak firmalara verilecek izin belgeleri ile çalıştıracakları yetkili elemanların niteliklerine ilişkin usul ve esasları belirlemekEsas Sayısı : 2012/6 Karar Sayısı : 2012/131 4 olduğu kuralına yer verildikten sonra; 'Kapsam' başlıklı 2. maddesinde, Yönetmeliğin, 20.02.2001 tarihli ve 4628 sayılı Elektrik Piyasası Kanunu ve Su Kullanım Hakkı Anlaşması çerçevesinde elektrik enerjisi üretmek maksadıyla yapılacak olan üretim tesislerinin su yapısıyla ilgili kısımları ile gerçek veya tüzel kişiler tarafından inşa edilecek suyla ilgili yapıların proje onayı, yapım aşamasındaki inceleme ve denetiminin DSİ tarafından yapılması veya gerektiğinde DSİ tarafından yetkilendirilecek denetim firmalarına yaptırılması ve bu işlerde çalışacak denetim elemanlarının niteliklerinin belirlenmesi, verilecek yetki belgesi ile ilgili işlemlerin yapılması, yetkilendirilmiş denetim firmaları ve bu firmalarda çalışan denetim elemanlarının görev ve sorumlulukları ile su yapıları denetim hizmet sözleşmesinin düzenlenmesi ve hizmet bedellerinin ödenmesine ilişkin hususları kapsadığı belirtilmiş, 'Dayanak' başlıklı 3. maddesinde ise, Yönetmeliğin, 18.12.1953 tarihli ve 6200 sayılı Devlet Su İşleri Umum Müdürlüğü Teşkilât ve Vazifeleri Hakkında Kanun'un 2. maddesi ile 20.02.2001 tarihli ve 4628 sayılı Elektrik Piyasası Kanunu'nun Geçici 14. maddesinin birinci fıkrasının (f) bendine dayanılarak hazırlandığı hükmü yer almıştır. Değinilen düzenlemeler ile 15.08.2009 tarih ve 27320 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren Su Yapıları Denetim Hizmetleri Yönetmeliğinin yürütülmesinin durdurulması hakkında verilen yargı kararları ve açıklamalar dikkate alındığında, 4628 sayılı Kanun'un Geçici 14. maddesinin birinci fıkrasının (f) bendinde yer alan '...veya gerektiğinde yetkilendirilecek denetim şirketlerine yaptırılması sağlanır. Denetim şirketleri ile ilgili uygulamaya ilişkin usul ve esaslar, ilgili bakanlıkların görüşü alınmak kaydıyla DSİ tarafından çıkarılacak yönetmelikle düzenlenir.' şeklindeki kural uyuşmazlığın çözümünde uygulanacak kural niteliğindedir. İptali İstenilen Yasa Hükmü 4628 sayılı Kanun'un Geçici 14. maddesinin birinci fıkrasına, 6111 sayılı Kanun ile eklenen (f) bendinde yer alan '...veya gerektiğinde yetkilendirilecek denetim şirketlerine yaptırılması sağlanır. Denetim şirketleri ile ilgili uygulamaya ilişkin usul ve esaslar, ilgili bakanlıkların görüşü alınmak kaydıyla DSİ tarafından çıkarılacak yönetmelikle düzenlenir.' şeklindeki tümcenin Anayasa'nın 128. maddesine aykırılığı iddiasıyla başvurulmaktadır. Yasa Hükmünün Anayasa'nın 128. maddesi Yönünden Anayasa'ya Aykırılığı 4628 sayılı Elektrik Piyasası Kanunu'nun Geçici 14. maddesinin birinci fıkrasının, 6111 sayılı Kanun'un 204. maddesiyle eklenen (f) bendinde, 6200 sayılı Kanun ve bu Kanun ile DSİ'ye verilen 4628 sayılı Kanun ve su kullanım hakkı anlaşmaları çerçevesinde elektrik enerjisi üretmek maksadıyla yapılacak olan üretim tesislerinin su yapısıyla ilgili kısımları ile gerçek ve tüzel kişiler tarafından inşa edilecek suyla ilgili yapıların inşasının incelenmesi ve denetimi yetkisinin, DSİ tarafından gerektiğinde yetkilendirilecek denetim şirketlerine devri öngörülmekte ve denetim şirketleri ile ilgili uygulamaya ilişkin usul ve esasların, ilgili bakanlıkların görüşü alınmak kaydıyla DSİ tarafından çıkarılacak yönetmelikle düzenleneceği belirtilmektedir. Anayasa'nın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti'nin sosyal bir hukuk devleti olduğu belirtilmiştir. Hukuk devleti, yönetilenlere hukuk güvencesi sağlamakta ve bu bağlamda yasa koyucu sosyal yaşamı düzenlemek için kamu yararı amacı ile kimi kurallar koyabilmektedir. Zaman içinde değişen toplumsal gereksinmeleri karşılamak, kişi ve toplum yararının zorunlu kıldığı düzenlemeleri yapmak, toplumdaki değişikliklere koşut olarak bu yönde alınan önlemleri güçlendiren, geliştiren, etkilerini daha çok artıran ya da tam tersine bunları hafifletenEsas Sayısı : 2012/6 Karar Sayısı : 2012/131 5 veya tümüyle ortadan kaldıran işlemlerde bulunmak, yasa koyucunun görevleri arasında bulunmaktadır. Anayasa'nın 128. maddesinin birinci fıkrasında 'Devletin, kamu iktisadî teşebbüsleri ve diğer kamu tüzelkişilerinin genel idare esaslarına göre yürütmekle yükümlü oldukları kamu hizmetlerinin gerektirdiği aslî ve sürekli görevler, memurlar ve diğer kamu görevlileri eliyle görülür...' denilmektedir. Geniş anlamda, Devlet ya da diğer kamu tüzel kişileri tarafından ya da bunların gözetim ve denetimleri altında, genel ve ortak gereksinimleri karşılamak, kamu yararını ya da çıkarını sağlamak için yapılan ve topluma sunulmuş bulunan sürekli ve düzenli etkinlikler olarak tanımlanan kamu hizmetinin, kamu hukukunun genel ilkeleri gereğince, doğrudan idare, kuruluş ve kurumları eliyle, kamusal yönetim biçimine göre yürütülmesi asıl ve olağandır. Gerçek veya tüzel kişiler tarafından, yeraltı ve yerüstü sularından faydalanmak ve bunların zararlarını önlemek amacıyla yapılacak her türlü su yapılarının proje onayı, taşkın, deprem gibi doğal felaketlerden sonra meydana gelebilecek ülke kaynaklarının israfının önlenmesi, çevre ile uyumlu uygulama projelerinin ve yapım aşamasındaki teknik inceleme ve denetimlerinin proje ve fenni icaplara uygunluk yönünden yapılması işlemlerinin kamu hizmeti niteliği taşıdığı kuşkusuzdur. İptali istenilen kural ile DSİ'nin bu konuda haiz olduğu yetkileri gerekli gördüğü hallerde özel hukuk tüzel kişisi niteliğindeki yetkilendirilecek denetim şirketlerine devredebileceğinin öngörüldüğü, DSİ'nin kuralda belirtilen yetkileri devretmesi halinde de denetim ve gözetim görevinin devam edeceği açıktır. İptali istenilen kural ile DSİ'nin; özel hukuk tüzel kişisi niteliğindeki yetkilendirilecek denetim şirketlerine devredebileceği yetkilerinden olan denetleme görev ve yetkisi; idarenin kolluk etkinlikleri içinde yer alan, genel idare esaslarına göre yürütülmesi gereken bir kamu hizmeti olup, idarenin asli ve sürekli görevlerindendir. Anayasa'nın 128. maddesine göre de, kolluk faaliyetleri arasında yer alması nedeniyle denetleme yetkisinin memurlar ve diğer kamu görevlileri eliyle yürütülmesi zorunlu olduğundan, idarenin haiz olduğu inceleme ve denetim yetkisinin bu konuda çıkartılacak Yönetmeliğe göre yetkilendirilecek özel hukuk tüzel kişilerine devredilmesi veya onlarla paylaşması ise olanaklı değildir. Açıklanan nedenlerle, 4628 sayılı Kanun'un Geçici 14. maddesinin birinci fıkrasına, 6111 sayılı Kanun ile eklenen (f) bendinde yer alan '...veya gerektiğinde yetkilendirilecek denetim şirketlerine yaptırılması sağlanır. Denetim şirketleri ile ilgili uygulamaya ilişkin usul ve esaslar, ilgili bakanlıkların görüşü alınmak kaydıyla DSİ tarafından çıkarılacak yönetmelikle düzenlenir.' şeklindeki düzenlemenin Anayasa'nın 128. maddesinin birinci fıkrasına aykırı olduğu kanısına ulaşılması nedeniyle itiraz yoluyla iptali için Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına, bu kuralın Anayasa'ya aykırılığı ve uygulanması durumunda giderilmesi güç ve olanaksız zararlar doğabileceği gözetilerek yürürlüğünün durdurulmasının istenilmesine, dosyada bulunan belgelerin onaylı bir örneğinin Anayasa Mahkemesi Başkanlığı'na gönderilmesine, üyeler E. Celalettin Özkan ve Ali Kazan'ın gerekçede karşı oylarıyla, 31.10.2011 tarihinde oyçokluğuyla karar verildi.'"
2,122
Esas Sayısı : 1993/29 Karar Sayısı : 1994/1 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Mahkeme'nin itiraz başvurusunun gerekçesi şöyledir : "Anayasa'nın 2 nci maddesinin son fıkrasında Cumhuriyetin niteliklerini belirtirken "Sosyal bir hukuk devletidir" keza 10 ncu maddesinde ise "kanun önünde eşitlik" maddesi olarak belirterek "Hiç bir kişiye aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz". Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadır." şeklinde kural getirmiştir. Sanık hakkında uygulanması istenilen 3863 sayılı Yasa'nın 1 inci maddesi ile geçici maddesi kendi arasında çelişkili olup bu çelişkinin kanun yapma tekniğinden ileri geldiği görüşü ağırlık kazanmıştır. 3863 sayılı Yasanın 1 inci maddesi ile 3167 sayılı Yasanın 16 ncı maddesinin ikinci fıkrası değiştirilmiş olup şikayetten vazgeçmekle kamu davasının ve cezanın ortadan kaldırılmasına karar verileceği gibi, keşidecinin çek bedelinin karşılıksız kalan kısmını % 10 tazminatı ve gecikme faizi ile birlikte muhatap bankaya veya herhangi bir şubesine yatırmış bulunması halinde de vazgeçme şartı aranmaksızın kamu davasının ve cezanın ortadan kaldırılmasına karar verilip "Hükmünü" taşımaktadır. Buna karşılık iptali istenilen geçici madde kanunun yürürlüğe girdiği tarihten önce mahkumiyet hükmü kesinleşmiş veya hüküm infaz edilmiş ise yürürlük tarihini takip eden 3 ay içinde çek tutarının veya karşılıksız kalan bölümünün % 10 tazminat ve gecikme faizi ile birlikte muhatap bankaya veya herhangi bir şubesine yatırılması veya yine bu sürede şikayetten vazgeçilmiş olması halinde kamu davasının ve cezanın tüm neticeleri ile ortadan kaldırılmasına karar verilir şeklinde olup geçici madde bu hükmü ile kesinleşmiş fakat infaz edilmemiş cezalara 3 aylık bir sınır koymuştur. Görüldüğü gibi kanunun 1 inci maddesi cezası kesinleşmemiş veya infaz edilmemiş keşideci yönünden sınır koymazken cezası kesinleşmiş keşideci yönünden 3 aylık bir sınır koyarak şartların eşit olmasına rağmen Anayasa'nın 2 ve 10 uncu maddesine aykırı eşitlik ilkesini ortadan kaldırır mahiyette bir hüküm getirmiştir. Mahkemenin kanaati hükmün kesinleşmiş olmasının ödeme halinde şikayetten vazgeçme halinde 1 inci maddenin uygulanacağı görüşündedir. Ancak hüküm infaz edilmişse bu keşidecinin diğer banka hizmetleri yönünden veya adli sicildeki hükümlülük yönünden mağduriyetine sebep verilmemesi için 3 aylık bir sürenin olmasının mümkün olacağı görüşündedir. Hükmü infaz edilmiş keşideci sanığın adli sicildeki hükümlülük kaydının silinmesi veya tali bir ceza olan bankalarda çek hesabı açtırmasının ve çek keşide etmesinin önlenmesi yönündeki cezayı kaldırma yönünden bu 3 aylık süre geçerli olabilir. Yukarda belirtildiği gibi 3167 sayılı Çekle Ödemelerin Düzenlenmesi ve Çek Hamillerinin Korunması Hakkındaki Yasa'nın 16 ncı Maddesinin Değiştirilmesine Dair Yasa'nın geçici maddesi Anayasa'nın 2 ve 10 uncu maddelerine aykırı olduğu cihetle buEsas Sayısı : 1993/29 Karar Sayısı : 1994/1 2 hususun yüksek mahkemenizce incelenmesi yönünden itiraz ve iptal talebimizin kabulü ile yasa maddesinin uygulamadan kaldırılmasına karar verilmesi arz ve talep olunur.""
426
Esas Sayısı : 2022/8 Karar Sayısı : 2022/14 1 Davacı tarafından, 7143 sayılı Vergi ve Diğer Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun kapsamında 2015 yılına ilişkin olarak gelir ve katma değer vergileri yönünden matrah arttırımında bulunarak dört taksidini ödediği ancak son iki taksidi ödemediği gerekçesiyle 7143 sayılı Kanunu ihlal ettiğinden bahisle matrah artırımı iptal edilerek hakkında yapılan vergi incelemesine istinaden tarh olunan vergi ve cezalardan, matrah artırımı suretiyle tarh edilerek ödediği dört taksit miktarının mahsup edilmesi istemiyle idareye yaptığı başvurunun reddine dair işlemin iptali ile matrah artırımı nedeniyle ödediği miktarın inceleme sonucu tarh edilen vergi borçlarından mahsubuna karar verilmesi istemiyle açılan davada; dava dosyası 7143 sayılı Vergi ve Diğer Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanunun 5inci maddesinin 4üncü fıkrasının (b) bendinde yer alan (...) indirim, mahsup ve iade konusu yapılmaz. ibaresinin Anayasaya uygunluğu yönünden incelenerek gereği düşünüldü: 18/5/2018 tarih ve 30425 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 7143 sayılı Vergi ve Diğer Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanunun Matrah ve vergi artırımı başlıklı 5inci maddesinin 3üncü fıkrasında Mükellefler, bu fıkrada belirtilen şartlar dâhilinde katma değer vergisini artırarak bu maddede belirtilen süre ve şekilde ödemeleri halinde, kendileri nezdinde söz konusu vergiyi ödemeyi kabul ettikleri yıllara ait vergilendirme dönemleri ile ilgili olarak katma değer vergisi incelemesi ve tarhiyatı yapılmaz. hükmüne, maddenin 4üncü fıkrasında ise Bu maddenin birinci, ikinci ve üçüncü fıkralarına göre; b) Hesaplanarak veya artırılarak ödenen vergiler, gelir veya kurumlar vergisi matrahlarının tespitinde gider veya maliyet unsuru olarak kabul edilmez; indirim, mahsup ve iade konusu yapılmaz. hükmüne yer verilmiştir. Kanunun Ortak hükümler başlıklı 9uncu maddesinin 1inci fıkrasında ise Bu Kanunun ilgili maddelerindeki başvuru ve ödeme süresine ilişkin hükümler saklı kalmak kaydıyla bu Kanun hükümlerinden yararlanmak isteyen borçluların; a) Bu Kanunun yayımı tarihini izleyen ikinci ayın sonuna kadar ilgili idareye başvuruda bulunmaları, b) Maliye Bakanlığına, Gümrük ve Ticaret Bakanlığına, il özel idarelerine, belediyelere ve YİKOBlara bağlı tahsil dairelerine ödenecek tutarların ilk taksitini bu Kanunun yayımı tarihini izleyen dördüncü aydan, Sosyal Güvenlik Kurumuna bağlı tahsil dairelerine ödenecek tutarların ise ilk taksiti bu Kanunun yayımı tarihini izleyen üçüncü aydan başlamak üzere ikişer aylık dönemler hâlinde azami on sekiz eşit taksitte ödemeleri şarttır. hükmüne yer verilmiştir. Dosyanın incelenmesinden; davacının 7143 sayılı Vergi ve Diğer Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun kapsamında 2015 yılına ilişkin olarak 5.7.2018 tarihinde gelir vergisi yönünden matrah arttırımında, 12.7.2018 tarihinde ise kdv artırımında bulunarak dört taksidini ödediği ancak son iki taksidi ödememesi üzerine matrah artırımı işleminin iptal edilerek davacının 2015 yılı hesaplarının katma değer vergisi yönünden vergi incelemesine tâbi tutulduğu, hakkında düzenlenen 15.1.2020 tarih ve 2020 A 748/7 sayılı Vergi İnceleme Raporuna istinaden adına resen cezalı vergi tarhiyatı yapılmasının ardından davacı tarafından idareye başvurularak matrah artırımı suretiyle ödediği dört taksit miktarının adına resen tarh edilen vergi veEsas Sayısı : 2022/8 Karar Sayısı : 2022/14 2 cezalardan mahsup edilmesi istemiyle yaptığı başvurunun idarece 7143 sayılı Kanun kapsamında matrah artırımı ihlal edildiğinden 7143 sayılı Kanunun 5inci maddesinin 4üncü fıkrasının (a) bendi gereğince yapılandırma hükümlerinden yararlanılamayacağı ve ilgili maddenin (b) bendi gereğince ödenen vergilerin gelir veya kurumlar vergisi matrahlarının tespitinde gider veya maliyet unsuru olmadığı; indirim, mahsup ve iade konusu yapılamayacağının belirtildiği gerekçesi ile reddi üzerine bakılmakta olan davanın açıldığı anlaşılmıştır. 1. DAVAYA BAKMAKTA OLAN MAHKEME VE BU DAVADA UYGULANACAK KURAL OLMASI YÖNÜNDEN Anayasanın 152nci maddesinin 1inci fıkrasında; Bir davaya bakmakta olan mahkeme, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır. üçüncü fıkrasında ise; Anayasa Mahkemesi, işin kendisine gelişinden başlamak üzere beş ay içinde kararını verir ve açıklar. Bu süre içinde karar verilmezse mahkeme davayı yürürlükteki kanun hükümlerine göre sonuçlandırır. Ancak, Anayasa Mahkemesinin kararı esas hakkındaki karar kesinleşinceye kadar gelirse, mahkeme buna uymak zorundadır. hükmüne yer verilmiştir. Uyuşmazlıkta, katma değer vergisi matrah artırımı sonucu tahakkuk eden vergiye ilişkin taksitlerden bir kısmının ödenmemesi nedeniyle 7143 sayılı Kanunun 5inci maddesinin 4üncü fıkrasının (a) bendinde yer alan ...Bu vergilerin bu Kanunda belirtilen şekilde ödenmemesi hâlinde, 6183 sayılı Kanunun 51 inci maddesine göre gecikme zammıyla birlikte takip ve tahsiline devam olunur, ancak bu madde hükmünden yararlanılamaz. hükmü gereğince aynı maddenin 3üncü fıkrasında yer alan ...söz konusu vergiyi ödemeyi kabul ettikleri yıllara ait vergilendirme dönemleri ile ilgili olarak katma değer vergisi incelemesi ve tarhiyatı yapılmaz hükmünden yararlandırılmayarak davacı hakkında vergi inceleme raporu düzenlendiği ve adına cezalı vergi tarhiyatı yapılmasının ardından davacının ödediği taksitlerin resen tarh edilen vergi ve kesilen cezadan mahsup edilmesine dair idareye yaptığı başvurunun, anılan Kanunun 5inci maddesinin 4üncü fıkrasının (b) bendinde, ödenen vergilerin indirim, mahsup ve iade konusu yapılamayacağının belirtildiği gerekçesiyle reddedildiği görüldüğünden 7143 sayılı Vergi ve Diğer Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanunun 5inci maddesinin 4üncü fıkrasının (b) bendinde yer alan (...) indirim, mahsup ve iade konusu yapılmaz. ibaresinin Dairemizce bakılan uyuşmazlıkta uygulanacak kural olduğu hususunda tereddüt bulunmamaktadır. 2. BAŞVURU KONUSU HÜKMÜN ANAYASAYA AYKIRILIĞI YÖNÜNDEN 7143 sayılı Kanunun genel gerekçesinde; Uygulanan ekonomik politikalar ve mali disiplin sayesinde ülkemiz gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerden daha hızlı büyümüş, kişi başına düşen milli gelir de onbin doların üzerine çıkmıştır. Bu süreçte yatırım, üretim, ihracat ve istihdamın artırılmasına, araştırma geliştirme faaliyetlerinin desteklenmesine ve ülkemizin cazip bir yatırım merkezi haline getirilmesine hizmet eden çok sayıda düzenleme hayata geçirilmiş, işlem maliyetleri azaltılarak ekonomik büyüme desteklenmiştir. Ülke ekonomisinin büyüme hızını desteklemek ve bu suretle kalkınmasını devam ettirmek amacıyla dünyadaki ekonomik ve politik riskler ile yakın coğrafyamızda yaşanan bölgesel olayların vatandaşlarımız üzerinde oluşturması muhtemel etkisini bertaraf etmek ve müteşebbislerin iş ve yatırım kararlarına daha sıhhatli bir şekilde odaklanmalarına imkan sağlamak için; Kamuya olan borçların yapılandırılarak ödenmesini, mevcut ve muhtemel ihtilafların sulh yoluylaEsas Sayısı : 2022/8 Karar Sayısı : 2022/14 3 sonlandırılmasını, matrah ve vergi artırımı yoluyla vergilemede öngörülebilirliğin artırılarak geçmiş vergilendirme dönemleri ile ilgili olası risklerin ortadan kaldırılmasını, işletme kayıtlarının fiili durumlarına uygun hale getirilerek kayıtlı ekonomiye geçişin teşvik edilmesini amaçlayan bu Tasarı hazırlanmıştır ifadesine yer verilmiştir. 7143 sayılı Kanunun 2nci maddesinde kesinleşmiş alacaklar, 3üncü maddesinde kesinleşmemiş veya dava safhasında bulunan alacaklar, 4üncü maddesinde inceleme ve tarhiyat safhasında bulunan işlemler, 5inci maddesinde ise matrah ve vergi artırımına ilişkin düzenlemeler yapılmıştır. Kanunun 2, 3 ve 4üncü maddelerinde zaten doğmuş ya da doğacak vergi, ceza ve faizlerin Kanun kapsamında yapılan başvuru sonucu yeniden yapılandırılarak bir kısmının tahsilinden vazgeçilmesi; yapılandırılan borcun Kanunda öngörülen şekil ve zamanlarda ödenmemesi halinde ise borcun eski haline dönmesi söz konusudur. Kanunun 5inci maddesinde düzenlenen matrah artırımına göre ise Kanun kapsamında yapılan başvuru sonucu mükellefler adına geçmiş dönemler için yeni bir vergi tahakkuk ettirilerek mükelleflerin bu dönemler için bir daha vergi incelemesine ve tarhiyata muhatap tutulmaması suretiyle geçmiş vergilendirme dönemleri ile ilgili olası risklerin ortadan kaldırılması ve kayıtlı ekonomiye geçişin teşvik edilmesinin amaçlandığı açıkça ifade edilmiştir. Kanunun 5inci maddesinin 4üncü fıkrasının (a) bendinde bir yandan matrah artırımı sonucu tahakkuk eden verginin 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun gereğince gecikme zammıyla birlikte takip ve tahsiline devam edileceği diğer yandan mükelleflerin madde hükmünden yararlanamayacağı ifade edilmiş olup böylelikle mükelleflerin haklarında matrah artırımında bulundukları aynı dönemler için vergi incelemesi ve tarhiyat yapılabileceği öngörülmüş iken itiraz konusu (b) fıkrasındaki kural ile de mükelleflerce matrah artırımı nedeniyle ödenmiş yahut 6183 sayılı Kanunun 51inci maddesi uyarınca mükelleflerden tahsil edilmiş vergilerin yine aynı dönem ve aynı matrah üzerinden resen tarh edilmiş olan bu vergilerden mahsup edilemeyeceği, indirim ve iade konusu yapılamayacağının belirtilmesi suretiyle, düzenlemenin vergilendirmede mükerrerliğe yol açabileceği sonucu ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda, matrah artırımı sonucu tahakkuk ettirilen vergiyi Kanunda öngörülen zamanlarda ödeyen mükellefler bir daha aynı dönemler için vergi incelemesi ve tarhiyata muhatap tutulmaz iken, bu vergiyi süresinde ödeyemeyip, terkini de söz konusu olmayan vergiyi süresinden sonra gecikme zammıyla birlikte ödeyen mükellefler kanundan yararlanma haklarını kaybederek vergi incelemesi ve tarhiyata muhatap olacakları gibi, vergi incelemesine istinaden yapılacak resen tarhiyat neticesinde ortaya çıkacak cezalı vergiden, matrah artırımı neticesinde ödemiş oldukları yahut 6183 sayılı Kanun kapsamında kendilerinden tahsil olunan aynı döneme ve matraha ilişkin bulunan vergiyi de mahsup, indirim veya iade konusu yapamayarak tekrar tekrar vergi ödemek zorunda kalacaklardır. Anayasanın 2nci maddesinde, Türkiye Cumhuriyetinin, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devleti olduğu belirtilmiştir. Anayasa Mahkemesinin istikrar kazanan kararlarında da belirtildiği üzere, kanunların kamu yararının sağlanması amacına yönelik olması, genel, objektif, adil kurallar içermesi ve hakkaniyet ölçütlerini gözetmesi hukuk devleti olmanın gereğidir. Bu nedenle kanun koyucunun hukuki düzenlemelerde kendisine tanınan takdir yetkisini anayasal sınırlar içinde adalet, hakkaniyet ve kamu yararı ölçütlerini göz önünde tutarak kullanması gerekir.Esas Sayısı : 2022/8 Karar Sayısı : 2022/14 4 Kanun koyucu, düzenlemeler yaparken hukuk devleti ilkesinin bir gereği olan ölçülülük ilkesiyle bağlıdır. Bu ilke ise elverişlilik, gereklilik ve orantılılık olmak üzere üç alt ilkeden oluşmaktadır. Elverişlilik, başvurulan önlemin ulaşılmak istenen amaç için elverişli olmasını, gereklilik başvurulan önlemin ulaşılmak istenen amaç bakımından gerekli olmasını ve orantılılık ise başvurulan önlem ve ulaşılmak istenen amaç arasında olması gereken ölçüyü ifade etmektedir. Anayasanın 10uncu maddesinde ise; herkesin, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğu, (...) devlet organları ve idare makamlarının bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorunda oldukları hüküm altına alınmıştır. Anayasa Mahkemesinin istikrar kazanan kararlarında da belirtildiği üzere, bu madde ile hukuksal eşitlik amaçlanmış olup; eşitlik ilkesi, aynı hukuksal durumda bulunanlara aynı kuralların uygulanmasını gerektirir. Kanunlar, eşitlik ilkesine uygun bir şekilde, aynı durumda bulunanlar için haklarda ve ödevlerde, yararlarda ve yükümlülüklerde, yetkilerde ve sorumluluklarda, fırsatlarda ve hizmetlerde eşit davranılmasını sağlayacak kurallar içermelidir. Anayasanın 35inci maddesinde yer alan düzenlemeye göre mülkiyet hakkı; kişiye başkasının hakkına zarar vermemek ve kanunların koyduğu sınırlamalara uymak koşuluyla sahibi olduğu şeyi dilediği gibi kullanma, semerelerinden yararlanma ve üzerinde tasarruf etme imkânı veren bir haktır. Anayasanın 13üncü maddesine göre mülkiyet hakkına sınırlama getiren düzenlemelerin, Anayasada öngörülen sınırlama sebebine uygun olması, hakkın özüne dokunmaması ve ölçülü olması gerekir. Anayasanın 35inci maddesinde mülkiyet hakkının kamu yararı amacıyla sınırlanabileceği öngörülmüştür. Yine Anayasanın 73üncü maddesinde, herkesin, kamu giderlerini karşılamak üzere, mali gücüne göre vergi ödemekle yükümlü bulunduğu; vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımının, maliye politikasının sosyal amacı olduğu; vergi, resim, harç ve benzeri mali yükümlülüklerin kanunla konulacağı, değiştirileceği veya kaldırılacağı öngörülmüştür. Anayasa Mahkemesinin vergi uyuşmazlıkları ile ilgili kararlarında da belirtildiği üzere, devletin vergilendirme yetkisinin sınırı, aynı zamanda kişilerin hak ve özgürlüklerinin de sınırını oluşturduğundan, bu yetkinin keyfiliğe yol açacak biçimde kullanılmasının önlenmesi, hukuk devletinin gerekleri arasındadır. Vergilendirmede olası keyfi uygulamalara karşı düşünülen ilk önlem, kuşkusuz verginin yasallığı ilkesidir. Ancak vergilerin yasayla ihdas edilmesi, vergilendirme yetkisinin keyfi kullanılarak adaletsiz sonuçlar doğurmasını tek başına engelleyemeyeceğinden, yasallık ilkesi yanında verginin genel ve eşit olması, idare ve kişiler yönünden duraksamaya yol açmayacak belirlilik içermesi, geçmişe yürümemesi, öngörülebilir olması ve hukuk güvenliği ilkesine de uygunluğunun sağlanması gerekir. Vergi hukukunda, vergiye ilişkin yasal düzenlemelerde, Anayasanın bu konudaki ilkelerinin özenle göz önünde tutulması gerekir. Bu anlamda, Devletin vergilendirme yetkisi yasallık, mali güç, genellik ve eşitlik gibi kimi anayasal ilkelerle sınırlandırılmıştır. Buna göre vergi, anayasal ilkeleri içerecek şekilde kanunla düzenlenmeli ve doğal olarak vergide eşitlik ilkesinin uygulama aracı olan mali gücü de kapsamalı, öte yandan mülkiyet hakkına getireceği sınırlama ise orantılı dolayısıyla ölçülülük ilkesine uygun olmalıdır. Vergi tekniğinin, vergide adaleti yansıtmadıkça, maliye politikasının sosyal amacını gerçekleştiremeyeceği açıktır. 7143 sayılı Kanunun 5inci maddesinin 4üncü fıkrasında genel itibariyle matrah artırımı sonucu tahakkuk eden verginin bir an önce ödenmesinin sağlanmasının amaçlandığıEsas Sayısı : 2022/8 Karar Sayısı : 2022/14 5 anlaşılmakta ise de; anılan hükmün (b) fıkrasında yer alan itiraz konusu kural ile söz konusu kanundan faydalanma hakkını kaybetmiş, ancak kanundan faydalanma amacıyla yapılan başvuru üzerine vergi borcu tahakkuk edip kesinleşerek ödenmiş yahut 6183 sayılı Kanun kapsamında kendisinden tahsil edilmiş mükelleflerin, bu vergilerin ait olduğu aynı dönem ve matrah üzerinden vergi incelemesine tabi tutularak adlarına resen vergi tarhiyatı yapılması durumunda aynı döneme ilişkin olarak ödemiş oldukları vergilerin resen tarh edilen bu vergilerden hiç bir şekilde mahsup edilemeyeceği, iade ve indirime konu olamayacağı dikkate alındığında; vergiyi zamanında ödeyen ve zamanında ödeyemeyen mükellefler arasındaki farkın verginin tahsil tarihine kadar işleyen gecikme zammıyla kapandığı, yine bir nevi yaptırım olarak öngörülmüş olan ilgili kanunun mükellefe sağladığı korumanın da ortadan kalktığı, ancak tüm bunlara ek olarak, aynı döneme ve matraha ilişkin ödenmiş vergi yönünden muafiyet, indirim ve iade yolunun kapatılması suretiyle vergide mükerrerliğe yol açacak şekilde yapılan bu düzenlemenin adaletli, hakkaniyetli ve ölçülü olmadığı, madde metni içerisinde gerek verginin tahsilini güvence altına almak gerekse zamanında ödeme yapmayan mükellefler hakkında yaptırım uygulamak amacıyla pek çok araca yer verilmiş iken, mükelleflerin ikinci bir kez yaptırıma maruz kalmasını doğuracak, aynı zamanda verginin mükerrer olarak tahsili, yolunu da açabilecek 7143 sayılı Vergi ve Diğer Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanunun 5inci maddesinin 4üncü fıkrasının (b) bendinde yer alan (...) indirim, mahsup ve iade konusu yapılmaz. ibaresinin bir yandan hukuk devleti ilkesinin gereklerinden olan eşitlik, hakkaniyet ve ölçülülük ilkelerine aykırı bir sonuç doğurduğu, öte yandan mülkiyet hakkına orantısız bir sınırlama getirdiği görüldüğünden bu düzenlemenin Anayasanın 2nci, 10uncu, 13üncü, 35inci ve 73üncü maddelerine aykırılık teşkil ettiği kanaatine varılmıştır. Açıklanan nedenlerle, 7143 sayılı Vergi ve Diğer Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanunun 5inci maddesinin 4üncü fıkrasının (b) bendinde yer alan (...) indirim, mahsup ve iade konusu yapılmaz. ibaresinin Anayasaya aykırı olduğu kanısına varıldığından, Anayasanın 152nci ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 40ıncı maddesi uyarınca iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, dava dosyasının tüm belgeleriyle onaylı suretinin dosya oluşturularak karar aslı ile birlikte Anayasa Mahkemesine sunulmasına, işbu karar aslı ile dosya suretinin Yüksek Mahkemeye tebliğinden itibaren beş ay süre ile beklenilmesine, beş ay içerisinde karar verilmez ise davanın mevcut mevzuata göre sonuçlandırılmasına 19/1/2022 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
2,240
Esas Sayısı : 2021/34 Karar Sayısı : 2022/21 1 C ANAYASAYA AYKIRILIK İDDİASI BAKIMINDAN BELİRTİLEN MADDENİN HANGİ ANAYASA MADDESİNE VE HANGİ GEREKÇE İLE AYKIRI OLDUĞUNA DAİR MAHKEMEMİZ GEREKÇESİ; 1 Türkiye Cumhuriyeti Anayasası; MADDE 2 Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir. MADDE 3 Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz. MADDE 36 (Değişik: 3.10.2001 4709/14 md.) Herkes, meşrû vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir. Hiçbir mahkeme, görev ve yetkisi içindeki davaya bakmaktan kaçınamaz. MADDE 46. madde 1. fıkra (Değişik: 3.10.2001 4709/18 md.) Devlet ve kamu tüzelkişileri; kamu yararının gerektirdiği hallerde, gerçek karşılıklarını peşin ödemek şartıyla, özel mülkiyette bulunan taşınmaz malların tamamını veya bir kısmını, kanunla gösterilen esas ve usullere göre, kamulaştırmaya ve bunlar üzerinde idarî irtifaklar kurmaya yetkilidir. MADDE 13 (Değişik: 3.10.2001 4709/2 md.) Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz. Hükümlerini içermekte olup, aşağıda açıklanacağı üzere 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun İstinaf yoluna başvurulabilen kararlar başlıklı 341. maddesinin (2) Miktar veya değeri üç bin Türk Lirasını geçmeyen malvarlığı davalarına ilişkin kararlar kesindir. hükmü anayasanın yukarıda değinilen hükümlerine aykırıdır. 2 1 Ekim 2011 tarihinde 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu (HMK) yürürlüğe girmiş, anılan Kanunun 450. maddesiyle de 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu ek ve değişiklikleriyle birlikte tümüyle yürürlükten kaldırılmış olup 6100 sayılı Kanundan önce yürürlükte olan 1086 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunda taşınmaz davaları yönünden temyiz kanun yolu sınırlaması olmadığından mülkleri kamulaştırılan taşınmaz malik ve hissedarları hiçbir kısıtlamaya tabi olmaksızın temyiz yoluna başvurabiliyorlardı. Mülga 1086 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunun 27. maddesi; Mahkemelerden verilen nihai kararlara karşı temyiz yoluna başvurulabilir.Esas Sayısı : 2021/34 Karar Sayısı : 2022/21 2 Davada haklı çıkmış olan taraf da hukuki yararı bulunmak şartıyla, hükmü temyiz edebilir. Miktar veya değeri bir milyar lirayı geçmeyen taşınır mal ve alacak davalarına ilişkin nihai kararlar kesindir... hükmünü taşımaktaydı. Yürürlükte bulunan 6100 sayılı yasanın 6763 sayılı yasa ile değişik 341/2. maddesine göre ise; miktar ve değeri 2020 yılı için 5.390,00 TL'yi geçmeyen mal varlığı davalarına ilişkin kararlar kesin olup istinaf incelemesi konu edilemez. Bu hükümle 2020 yılı için 5.390 TL değerin altında kalan taşınmazlar da dahil tüm malvarlığı uyuşmazlıklarına kanun yolu kapatılmış olmaktadır. Öte yandan; 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun önceki hükümleri ile aynı Yasanın 4650 sayılı Kanun ile değişik 14. maddesinin 3. fıkrasındaki İştirak halinde veya müşterek mülkiyette, paydaşların tek başına dava hakları vardır hükmü uyarınca zorunlu dava arkadaşlığı bulunmadığından, her bir mirasçıya/paydaşa düşen kamulaştırma bedeli miktarı yönünden kesinlik sınırına bakılmaktadır. Yargıtay 5.Hukuk Dairesi uygulaması da bu yöndedir. 3 Konunun daha açık ortaya konulabilmesi için somut örnekler vermek gerekirse; Örnek 1: Gerçekte 10.000 TL olan taşınmaz için 5.000 TL bedel takdir edildi. 6100 sayılı yasanın 341/2. maddesine göre miktar kesin olup; malik istinaf kanun yoluna başvuramaz. Örnek 2: 1/20 hissedar olunan deden kalma gerçekte 300.000 TL değerindeki ev için 100.000 TL bedel takdir edildi. 6100 sayılı yasanın 341/2. maddesine göre her bir hissedara düşen miktar kesin olup; hissedarlar/paylı malikler istinaf kanun yoluna başvuramaz. Örnek 3: Paylı mülkiyete tabi taşınmazda üç hissedardan ikisi 1/5 paya, diğeri 3/5 paya sahiptir. Gerçekte 20.000 TL değerindeki taşınmaz için 15.000 TL bedel takdir edildi.6100 sayılı yasanın 341/2. maddesine göre /5 paya sahip paylı malik istinaf yoluna başvurabilirken diğer paylı malikler başvuramaz. Belirtilen tüm bu örnek olaylarda ilk derece mahkemesi tarafından taşınmazına gerçek karşılığından düşük değer takdir edilen hak sahibinin kanun yoluna başvuru hakkı bulunmamakta, muhtemel hukuka aykırı hükümler kanun yolu denetiminin dışında kalmaktadır. 4 Mülkiyet hakkı, uluslararası sözleşmeler ve anayasal hükümlerle güvence altına alınmış olup, bir temel hak olarak mülkiyet hakkının özüne dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkını sınırlayan yasal düzenlemelerde Anayasa'nın 13. maddesinin açık hükmü karşısında ölçülülük ilkesi dikkate alınmalıdır. Bu kapsamda özellikle taşınmaz mülkiyet hakkının sınırlandırıldığı tüm idari ve yargısal kararlar hukuk devleti ilkesinin bir gereği ve anayasaya uygun olarak kanun yolu denetimine tabi olmalıdır. Hal bu ki; 6100 sayılı yasanın 6763 sayılı yasa ile değişik 341/2. maddesi; 2020 yılı için 5.390,00 TL'yi geçmeyen mal varlığı davalarına ilişkin kararlar şeklinde oldukça geniş bir kavram olan mal varlığı tabirini kullanarak 1086 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunun aksine taşınmaz mülkiyetine ilişkin kararlarda kanun yolu için sınırlama öngörmüştür.Esas Sayısı : 2021/34 Karar Sayısı : 2022/21 3 Yine Anayasa'nın 13. maddesinin açık hükmü karşısında temel hakların özüne dokunmak mümkün değildir. Taşınmaz malikinin taşınmazın gerçek karşılığına yönelik itiraz haklarının elinden alındığı bir hukuk düzeninde mülkiyet hakkının özüne dokunulması da kaçınılmazdır. Kamu yararına dayanan kamulaştırma işleminde taşınmazın gerçek karşılığının ödenmesi halinde mülkiyet hakkı paraya çevrilmek suretiyle korunmuş olacağından, ancak bu durumda öze dokunma bir sınırlama niteliğine dönüşmüş olacaktır. Bu durumun doğal sonucu olarak, taşınmazın gerçek karşılığının adil bir şekilde tespit edilebilmesi için taşınmaz malikinin hatalı olduğuna inandığı ilk derece mahkemesi kararına karşı kanun yoluna başvuru hakkının tanınması gerekir. 5 Hakkaniyete uygun yargılanma, doğru yargılanma terimleriyle de ifade edilebilecek adil yargılanma; demokratik bir toplumda, hukukun üstünlüğü prensibine dayalı olarak, adaletin gerçekleşmesini güvence altına almayı amaçlar (Leanza&Pridal, 2014:7). Türkiye Hukukunun bir parçası haline gelmiş AİHSe göre: Yasayla kurulmuş tarafsız ve bağımsız mahkemelerde yargılanma hakkı, mahkemeye erişim hakkı, hakkaniyete uygun yargılanma hakkı, yargılamaya etkili katılım ve duruşmada hazır bulunma hakkı, davanın aleni olması ve hükmün aleni duruşmada verilmesi, makul sürede yargılanma hakkı, hukuki belirlilik, masumiyet karinesi, bizzat savunma veya müdafinin yardımından yararlanma hakkı, ücretsiz tercüman hakkı, tanık sorgulama hakkı gibi birçok hak, adil yargılanma hakkı kapsamındadır. Adil yargılanma hakkı bakımından sorgulanan şey varılan sonuçtan çok, yargılama sürecidir. Diğer bir deyişle, içerik olarak adil bir karar verilip verilmediği değil, adil bir karar verilebilmesi için gerekli koşulların sağlanıp sağlanmadığı önem kazanmaktadır (İnceoğlu, 2018:1). Adil yargılanma hakkı bütün yargılama sürecine ilişkindir, bu hakkın içerdiği güvenceler ilk derece yargılaması kadar istinaf ve temyiz aşamaları için de geçerlidir (İnceoğlu, 2018:2). Bu açıklamalar ışığında taşınmazının kamulaştırma bedeline ilişkin hükmün tek dereceli yargı kararıyla belirlenip kesinleşmesi, ilk derece mahkemesi kararına karşı hak sahibi bireyin istinaf kanun yoluna başvuru hakkının bulunmayışı adil yargılanma hakkına ve yargılamaya etkili katılım ilkelerine aykırıdır. D) Belirtilen nedenlerle; 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun İstinaf yoluna başvurulabilen kararlar başlıklı 341. maddesinin (2) Miktar veya değeri üç bin Türk Lirasını geçmeyen malvarlığı davalarına ilişkin kararlar kesindir. hükmünün kamulaştırma bedeline ilişkin davalarda taşınmaz maliki olan davanın tarafları bakımından uygulanmasının; 1 Anayasanın 2., 13., 35., 36. ve 46. maddelerine aykırı olduğu kanaatine varıldığından, anılan düzenlemelerin iptali istemiyle İTİRAZ YOLUYLA ANAYASA MAHKEMESİNE BAŞVURULMASINA, 2 Dava dosyasının onaylı bir örneği ile işbu tutanak ve gerekçeli başvuru kararının Anayasa Mahkemesine GÖNDERİLMESİNE, 3 Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar 5 AY SÜREYLE DAVANIN GERİ BIRAKILMASINA, 4 Bu süre içerisinde Anayasa Mahkemesince bir karar verilmemesi halinde, mevcut mevzuat hükümleri ile dosyadaki bilgi ve belgelere göre davanın görülmesine, karar verilmiştir.Esas Sayısı : 2021/34 Karar Sayısı : 2022/21 4 SONUÇ : SONUÇ VE İSTEM : Yukarıda açıklanan nedenlerle; Anayasanın 152. maddesinin birinci fıkrası ile 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 40. maddesi uyarınca, bir davaya bakmakta olan mahkeme, bu davada uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varması durumunda tarafların bu konudaki iddia ve savunmalarını ve kendisini bu kanıya götüren görüşünü açıklayan kararı ile Anayasa Mahkemesine başvurması öngörüldüğünden ve bakılan davada uygulanacak kural olan; 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun İstinaf yoluna başvurulabilen kararlar başlıklı 341. maddesinin (2) Miktar veya değeri üç bin Türk Lirasını geçmeyen malvarlığı davalarına ilişkin kararlar kesindir. hükmünün kamulaştırma bedeline ilişkin davalarda uygulamasının, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 2., 13., 35., 36. ve 46. maddelerine aykırı olduğu kanaatine varıldığından anılan düzenlemenin iptaline karar verilmesi arz olunur.
1,296
Esas Sayısı : 1991/12 Karar Sayısı: 1991/9 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ: İtiraz yoluna başvuran Mahkeme'nin, bu konudaki 3.4.1991 günlü, Esas 1991/22 sayılı kararının gerekçe bölümü aynen şöyledir: "Şikayetçi vekili 9.1.1991 günlü dava dilekçesinde; borçlu sanık hakkında Afyon 1 inci İcra Müdürlüğünün 1990/3817 sayılı dosyası ile icra takibi yapıldığını, sanığa ödeme emri tebliğ edilmesine rağmen borcunu ödemediği gibi, mal beyanında bulunmadığını belirterek İİK. nün 337 nci maddesi gereğince cezalandırılmasını talep etmiştir. Sanık talimatla alınan 18.1.1991 günlü ifadesinde: Borcu kabul ettiğini, ancak mal beyanında bulunmamanın suç olduğunu bilmediğini, maddi durumunun iyi olmadığını, bu yüzden parayı ödeyemediğini, ceza verilecek olursa tecilini talep etmiştir. Sanık ifadesinde verilecek cezanın tecilini talep etmiştir. Kendisi memur olup, sabıkası yoktur iyi halli olup normal olarak cezasının tecil edilmesi gerekmektedir. 647 sayılı Cezaların İnfazı Hakkındaki Yasa'nın 6 ncı maddesine göre: Adliye mahkemelerinde para cezasından başka bir ceza ile mahkum olmayan kimse, işlediği bir suçtan dolayı ağır veya hafif hapis veya bir yıla kadar ağır hapis veya iki yıla kadar hapis veya hafif hapis cezalarından biriyle mahkum olur ve geçmişteki hali ve suç işleme hususunda eğilimine göre cezanın ertelenmesi ilerde suç işlemekten çekinmesine sebep olacağı hakkında mahkemece kanaat edinilirse bu cezanın ertelenmesine hükmolunabilir. İcra ve İflas Yasası'nın 337 nci maddesindeki ceza 10 günden bir aya kadar hafif hapis cezasıdır. Sanığa verilecek ceza tecil olunabilir. Ancak İİK'nun 352/a maddesine göre ceza tecil edilemez. Bu durum eşitlik ilkesine aykırıdır. Anayasamızın 10 uncu maddesine göre: Herkes dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar. Türk Ceza Yasasında ve İnfaz Yasasında değişiklik yapılarak adam öldürenlerin, ırza geçenlerin, hırsızların, sahtekarların ve hatta hayali ihracat yapanların cezaları affedildiği, indirildiği, tecil edildiği halde on günden bir aya kadar hafif hapis cezası ile mahkum olanların cezalarının tecil edilmemesi eşitlik ilkesine aykırıdır. Bu dosyadaki sanık memurdur. Başka dosyalarda kadınların, kızların, ihtiyarların ve gençlerin aldıkları cezalar tecil edilemeyecek ve gereksiz, haksız yere sabıkalı olacaklardır. Aynı maddeye göre (352/a) verilen ceza paraya ve başka tedbirlere çevrilemez. 647 sayılı Yasanın 4 üncü maddesine göre: Ağır hapis hariç kısa süreli hürriyeti bağlayıcı cezalar, suçlunun kişiliğine, sair hallerine ve suçun işlenmesindeki özelliklerine göre para cezasına veya yasada belutilen tedbirlerden birine çevrilebilir. Sanığa verilecek ceza normal olarak paraya çevrilebilir. Hiç bir kanuni engel yoktur, (İnfaz yasasına göre) Ancak 352/a maddesi buna engeldir. Bu da eşitlik ilkesine aykırıdır.Esas Sayısı : 1991/12 Karar Sayısı: 1991/9 2 352/a maddesine göre İcra Yasasına aykırı hareket eden sanıklar hakkında Türk Ceza Yasasının 119 uncu maddesi hükmü uygulanamaz. Bu fıkra da eşitlik ilkesine aykırıdır. Türk Ceza Yasasının 119 uncu maddesine göre: Yalnız para cezasını gerektiren veya kanun maddesinde öngörülen hürriyeti bağlayıcı cezasının yukarı haddi üç. ayı aşmayan suçun faili hürriyeti bağlayıcı cezanın aşağı haddinin her gün için 647 sayılı Yasanın 4 ncü maddesinin birinci fıkrasının (1) numaralı bendinde belirtilen aşağı hadler üzerinden karşılayan miktarını soruşturma gideri ile birlikte yatırırsa hakkında dava açılamaz. Bu davada sanığa verilecek ceza en fazla bir ay hafif hapistir. Normal olarak Türk Ceza Yasasının 119 uncu maddesinin sanık hakkında uygulanması gerekmektedir. Ancak İcra Yasasının 352/a maddesine göre bu da mümkün değildir. Bu madde hakimlere hiç bir takdir hakkı bırakmamıştır. İcra davalarında muhakkak ceza vereceksin diye adeta emir vermektedir. Bu madde eşitlik ilkesine aykırı olduğu gibi hukuk devleti ilkesine de aykırıdır. Avrupa topluluğuna girmeye çalıştığımız ve en ileri medeniyet seviyesine ulaştığımızı iddia ettiğimiz ve çağı yakaladığımıza sevindiğimiz bu günlerde böyle yasaların yürürlükte olması da aleyhimize olmaktadır. Yukarıda açıklamaya çalıştığımız nedenlerle: İcra ve İflas Yasasının değişik 352/a maddesi 1982 tarihli Anayasanın 10 ncu maddesindeki eşitlik ilkesine aykırıdır. Mahkememiz bu dava nedeniyle adı geçen maddenin Anayasaya aykırı olduğu sonucuna varmıştır. Yüce mahkemenin vereceği karara kadar da davanın geri bırakılmasına karar verilmiştir.""
626
Esas Sayısı : 1996/35 Karar Sayısı : 1997/10 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuruda, itiraz konusu kuralın, Anayasa'nın 10. ve 60. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür."
26
Esas Sayısı : 2012/15 Karar Sayısı : 2012/105 1 "... I İPTAL VE YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMİNİN GEREKÇESİ İptal ve yürürlüğün durdurulması istemini içeren 10.2.2012 tarihli dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir: 'II. GEREKÇELER 1) 6252 Sayılı Askerlik Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 1 inci Maddesiyle 21.06.1967 Tarihli ve 1111 Sayılı Askerlik Kanununun Ek 1 inci Maddesinin Birinci Fıkrasındaki '' birinci fıkrasında yer alan 've 21 gün süreli temel askerlik hizmetlerine tabi tutulmaları' ibaresi, '' ve Üçüncü Fıkrasındaki '' ve aynı fıkrada yer alan 've 21 gün süreli temel askerlik eğitimine tabi tutulmaları' ibaresi '' İfadeleri ile Bu İfadelerle Sınırlı Olmak Üzere Yürürlüğe İlişkin 5 inci Maddesinin ve 4 üncü Maddesiyle 1111 Sayılı Kanuna Eklenen Geçici 46 ncı Maddesinin Birinci Fıkrasında '' ve 30.000 Türk Lirası parayı ödemeleri şartıyla' İfadesinden Sonra Gelen '' temel askerlik hizmetine tabi tutulmaksızın '' İbaresinin Anayasaya Aykırılığı 6252 sayılı Askerlik Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 1 inci maddesinin birinci fıkrasıyla 1111 sayılı Kanunun ek birinci maddesinin birinci ve üçüncü fıkralarında yer alan 've 21 gün süreli temel askerlik eğitimine tabi tutulmaları' ibareleri madde metninden çıkarılmakta ve 4 üncü maddesiyle 1111 sayılı kanuna eklenen geçici 46 ncı maddesinin birinci fıkrasında ise şartları taşıyanların 30.000 Türk Lirası parayı ödemeleri durumunda 'temel askerlik hizmetine tabi tutulmaksızın' askerlik hizmetini yerine getirilmiş sayılacakları hüküm altına alınmaktadır. Bu düzenlemeye göre, bedelli askerlik hizmetinin yerine getirilmesinde öteden beri uygulana gelmekte olan 'yasayla belirlenmiş belirli bir bedeli ödeme ve 21 gün süreli temel askerlik hizmetini yerine getirme' gibi iki koşuldan, ikincisinden yani '21 gün süreli temel askerlik hizmetini yerine getirme' şartından vazgeçilerek, her Türk'ün hakkı ve ödevi olan vatan hizmeti, bütünüyle parayla satılır/satın alınır hale getirilmiş olmaktadır. Anayasanın 72 nci maddesinde, 'Vatan hizmeti, her Türk'ün hakkı ve ödevidir. Bu hizmetin Silahlı Kuvvetlerde veya kamu kesiminde ne şekilde yerine getirileceği veya getirilmiş sayılacağı kanunla düzenlenir.' kuralına yer verilmiştir. Anayasanın 72 nci maddesindeki kurala göre vatan hizmeti; hem hak, hem ödevdir. Hak, bir şeyi herhangi bir dış müdahale olmaksızın yapabilmeyi veya bir şeyi isteyebilmeyi içerirken; ödev ise yükümlülük altına girmeyi kapsamaktadır. Kişilerin hiç silahaltına alınmadan ve temel askerlik hizmeti eğitiminden geçirilmeden belirli bir parayı ödemek koşuluyla vatan hizmeti ve dolayısıyla temel askerlik eğitimi alma hakkını kullanmaktan alıkonmak ile belirli bir bedel ödeyerek vatan hizmeti ödevini yerine getirmek arasında tercihe zorlanması, vatan hizmetinin hak ve ödev niteliğiyle bağdaşmamaktadır. Kişilerin, hem vatan hizmeti ödevini yerine getirme, hem vatan hizmeti hakkını kullanabilmesi için, belirli bir bedelin ödenmesi yanında temel askerlik eğitimi hakkından yararlandırılarak hakkı kullanmanın onur ve gururunu yaşayabilmesi, Anayasanın 72 nci maddesinin öngördüğü temel bir zorunluluk olduğundan, aksine düzenleme, vatan hizmetininEsas Sayısı : 2012/15 Karar Sayısı : 2012/105 2 hak boyutuna aykırılık oluşturmaktadır. Çünkü, nihayetinde bu hakkı kullanmak isteyenlere, vatan hizmeti hakkı kullandırılmamış olmaktadır. Öte yandan, Anayasanın 72 nci maddesinde, vatan hizmetinin Silahlı Kuvvetlerde veya kamu kesiminde ne şekilde yerine getirileceği veya getirilmiş sayılacağının kanunla düzenleneceği belirtilmiştir. Bu düzenlemeye göre vatan hizmeti, ya Silahlı Kuvvetlerde ya da kamu kurumlarında yerine getirilecek; Silahlı Kuvvetlerde veya kamu kesiminde ne şekilde yerine getirileceği veya getirilmiş sayılacağı ise kanunla düzenlenecektir. Temel askerlik hizmetine/eğitimine tabi tutulmadan, Silahlı Kuvvetlerde veya kamu kesiminde askerlik hizmeti yerine getirilemeyeceğine ve yerine getirilmiş de sayılamayacağına göre, iptali istenen düzenlemeler, Anayasanın 72 nci maddesine bu açıdan da aykırılık oluşturmaktadır. Ayrıca, Anayasanın 2 nci maddesinde, Türkiye Cumhuriyetinin 'sosyal hukuk devleti' olduğu belirtilmiş; 10 uncu maddesinde ise, kanun önünde eşitlik ilkesine yer verilerek hiçbir kimseye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamayacağı hüküm altına alınmıştır. Sosyal hukuk devleti, fırsat eşitliğine dayanır. Çağdaş demokratik değerlere ve Anayasanın temel yapı ve felsefesine göre, hukuk devletinin amaç edindiği fırsat eşitliği, vatan hizmetinin ekonomik güce dayalı olarak satın alınmamasını gerekli kılar. Vatan hizmeti ödevinin, temel askerlik eğitiminden de geçirilmeden doğrudan satın alınması ve silahaltına alınmadan askerliğin yapılmış sayılması, Anayasanın 2 nci maddesindeki sosyal devlet ve 10 uncu maddesindeki yasa önünde eşitlik ilkeleriyle bağdaşmaz. Yukarıda açıklandığı üzere, 6252 sayılı Askerlik Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 1 inci maddesiyle 21.06.1967 tarihli ve 1111 sayılı Askerlik Kanununun ek 1 inci maddesinin birinci fıkrasındaki '' birinci fıkrasında yer alan 've 21 gün süreli temel askerlik hizmetlerine tabi tutulmaları' ibaresi, '' ve üçüncü fıkrasındaki '' ve aynı fıkrada yer alan 've 21 gün süreli temel askerlik eğitimine tabi tutulmaları' ibaresi '' ifadeleri ile bu ifadelerle sınırlı olmak üzere yürürlüğe ilişkin 5 inci maddesi ve 4 üncü maddesiyle 1111 sayılı Kanuna eklenen geçici 46 ncı maddesinin birinci fıkrasında '' ve 30.000 Türk Lirası parayı ödemeleri şartıyla' ifadesinden sonra gelen '' temel askerlik hizmetine tabi tutulmaksızın '' ibaresi, Anayasanın 2 nci, 10 uncu ve 72 nci maddelerine aykırı olduğundan iptali gerekir. III. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ İptali istenen düzenlemeler, Anayasaya aykırıdır. Yasa maddeleri yürürlükte olduğundan, yasal şartları taşıyanlar, öngörülen bedeli ödeyecek ve vatan hizmeti hakkını kullanmış ve ödevini yerine getirmiş sayılacaklar ve dolayısıyla söz konusu vatan hizmeti hakkını fiilen kullanmak ve bu bağlamda temel askerlik hizmetini/eğitimini almamış olacaklardır. Bu durum, söz konusu vatan hizmeti hakkından yararlanmak isteyenler üzerinde ileride telafisi olmayan psiko sosyal travmalara yol açabilecektir. Öte yandan, Anayasal düzenin hukuka aykırı kural ve düzenlemelerden en kısa sürede arındırılması, hukuk devleti olmanın en önemli gerekleri arasında sayılmaktadır. Anayasaya aykırılıkların sürdürülmesi, özenle korunması gereken hukukun üstünlüğü ilkesini de zedeleyecektir. Hukukun üstünlüğünün sağlanamadığı bir düzende, kişi hak ve özgürlükleri güvence altında sayılamayacağından, bu ilkenin zedelenmesi hukuk devleti yönünden giderilmesi olanaksız durum ve zararlara yol açacaktır.Esas Sayısı : 2012/15 Karar Sayısı : 2012/105 3 Bu zarar ve durumların doğmasını önlemek amacıyla, Anayasaya açıkça aykırı olan ve iptali istenen hükümlerin iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüklerinin de durdurulması istenerek Anayasa Mahkemesine dava açılmıştır. IV. SONUÇ VE İSTEM 15.12.2011 tarihli ve 28143 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan, 30.11.2011 tarihli ve 6252 sayılı Askerlik Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun; 1) 1 inci maddesiyle 21.06.1967 tarihli ve 1111 sayılı Askerlik Kanununun ek 1 nci maddesinin birinci fıkrasındaki '' birinci fıkrasında yer alan 've 21 gün süreli temel askerlik hizmetlerine tabi tutulmaları' ibaresi, '' ve üçüncü fıkrasındaki '' ve aynı fıkrada yer alan 've 21 gün süreli temel askerlik eğitimine tabi tutulmaları' ibaresi '' ifadeleri ile bu ifadelerle sınırlı olmak üzere yürürlüğe ilişkin 5 inci maddesi ve 4 üncü maddesiyle 1111 sayılı Kanuna eklenen geçici 46 ncı maddesinin birinci fıkrasında '' ve 30.000 Türk Lirası parayı ödemeleri şartıyla' ifadesinden sonra gelen '' temel askerlik hizmetine tabi tutulmaksızın '' ibaresi, Anayasanın 2 nci, 10 uncu ve 72 nci maddelerine; aykırı olduklarından iptallerine ve uygulanmaları halinde giderilmesi güç ya da olanaksız zarar ve durumlar doğacağı için, iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüklerinin durdurulmasına karar verilmesine ilişkin istemimizi saygı ile arz ederiz.'"
1,064
Esas Sayısı : 2022/11 Karar Sayısı : 2022/15 1 Davalı vekili 03/09/2021 tarihli dilekçesinde özetle; Davaya konu Konya 5. İcra Müdürlüğünün 2015/4899 esas sayılı icra dosyasından yapılan takip dayanağı ilamın Bayraklı Belediye Başkanlığının müvekkilinin taşınmazına kamulaştırmasız el atması nedeniyle açılmış tazminat alacağına ilişkin ilam olduğunu, davacı Belediyenin iş bu davadaki taleplerinin dayanağı olarak gösterdiği yasal düzenlemelerden birisinin de 2942 sayılı Kamulaştırma Yasasının Geçici 16. maddesi olduğunu, söz konusu geçici maddenin de kamulaştırmasız el atmalardan dolayı açılan davalarda verilen kararların taşınmaz mal ve ilgili ayni haklara ilişkin kararların icrasına ilişkin hükümlere göre yerine getirileceği, bu maddenin yürürlüğü girdiği tarihten önce kesinleşmemiş mahkeme kararlarına dayanılarak başlatılan icra takiplerinin kesinleşmiş mahkeme kararı ibraz edilinceye kadar durdurulacağının düzenlediğini, bu nedenle 2942 sayılı Yasaya Geçici 16. maddesinin de açıkça anayasaya aykırı olduğunu belirterek dilekçesinde açıkladığı nedenlerle ilgili maddenin Anayasaya Aykırılığı konusunda karar verilmek üzere dosyanın Anayasa Mahkemesine gönderilmesini talep etmiştir. Mahkememizin 30/09/2021 tarihli celsesinde verilen ara karar ile dava dosyamız ve ilgili icra dosyası Anayasa Mahkemesine gönderilmiştir. Anayasa Mahkemesi 04/11/2021 tarih 2021/112 Esas 2021/75 karar sayılı ilamında, itiraz yoluna başvuran mahkeme tarafından gerekçeli başvuru kararı olmaksızın sadece başvuruya ilişkin ara kararın yer aldığı duruşma tutanağıyla başvuruda bulunulduğu ve bu tutanağa davalı vekilinin başvuran mahkemeye hitaben yazılmış dilekçesinin eklenmesiyle yetinildiğini, Anayasaya Mahkemesine hitaben Anayasaya aykırılığı ileri sürülen hükmün Anayasanın hangi maddelerine, hangi nedenlerle aykırı olduğunun ayrı ayrı ve gerekçeleriyle birlikte açıkça gösterildiği ve bu hükmün iptalinin talep edildiği bir gerekçeli başvuru kararının bulunmadığı dolayısıyla esas incelemeye geçilmeksizin talebin reddedildiği görülmektedir. Mahkememizce yapılan değerlendirmeye göre 2942 sayılı Yasanın geçici 14. maddesinde kamulaştırmasız el atmalardan dolayı kişiler tarafından açılmış bedel veya tazminata ilişkin davalarda verilen mahkeme kararlarının kesinleşmedikçe icraya konulamayacağı ve halen devam etmekte olan icra takiplerinde ise kesinleşmiş mahkeme kararı ibraz edilinceye kadar durmasını düzenlemiş iken söz konusu geçici 14. madde Yüksek Anayasa Mahkemesinin 04/02/2021 tarih ve 2019/89 Esas 2021/10 karar sayılı ilamı ile iptal edilmiş olup, aynı yasanın geçici 16. maddesi kamulaştırmasız el atmalardan dolayı açılan davalarda verilen kararların taşınmaz mal ile ilgili ayni haklara ilişkin kararların icrasına ilişkin hükümlere göre yerine getirileceği, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce kesinleşmemiş mahkeme kararlarına dayanılarak başlatılan icra takipleri kesinleşmiş mahkeme kararı ibraz edilinceye kadar durdurulacağı düzenlenmiş olup yapılan düzenlemenin iptal edilen geçici 14. madde ile zikredilen geçici 16. madde kısmen farklı cümleler ile aynı husustaki düzenlemeye ilişkin olduğu ve iptal edilen geçici 14. maddedeki doğrudan doğruya icraya konulamayacağı yada devam eden icra takipleri yönünden ise kararın kesinleşene kadar duracağı düzenlemesi geçici 16. maddede ise taşınmaz mal ile ilgili ayni haklara ilişkin kararların icrasın ilişkin hükümlere göre yerine getirileceği düzenlenmiş olup ve ayni haklara ilişkin davaların kesinleşmedikçe icraya konulamayacağına ilişkin hukuki düzenlemenin varlığı göz önüne alındığında iptal edilen geçici 14. madde ile iptal talebine konu geçici 16. maddenin sonuç itibariyle aynı düzenleme olduğu mahkememizce de kabul edilerek geçici 16.maddenin anayasaya aykırılığı yönündeki davalı taraf iddiası mahkememizce ciddi bulunarak Anayasanın Mülkiyet ve Miras Hakkına ilişkin 35. maddesi ile Kamulaştırma ve İrtifak Haklarını ilişkin bedellerin peşin ödeneceğini düzenleyen 46. maddesine aykırılık yönünden zikredilen geçiciEsas Sayısı : 2022/11 Karar Sayısı : 2022/15 2 16. maddenin iptali için Anayasa Mahkemesine gönderilmesine, dava dosyamızın bir örneğinin Anayasa Mahkemesinin 2021/112 Esas 2021/75 karar sayılı dosyasına onaylı olarak gönderildiği ve mahkememize iade edilmediği anlaşıldığından usul ekonomisi yönünden yeniden gönderilmemiş olup ilgili icra dosyalarının ise bu karar ile birlikte tekrar gönderilmesine karar verilmiştir.
547
Esas Sayısı: 1991/2 Karar Sayısı: 1991/30 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ : Yargıtay 4. Ceza Dairesi'nin başvuru kararının gerekçe bölümü aynen şöyledir: "Olayda, cezalandırılan şirketin, Türk Ticaret Yasası'na göre kurulmuş bir tüzel kişi olup başkasının eyleminden dolayı ve hem de kendini yeterince savunamamasına karşın, 26.5.1988 günlü, 3445 sayılı Yasa ile 5680 sayılı Basın Yasası'nın 16. maddesine eklenen son ve Türk Ceza Yasası'nın 481. maddesinin değişik 8. fıkraları uyarınca sorumlu tutulmuştur. Gerçekten davada uygulanmış ve uygulanacak olan bu Yasa kuralları şöyle düzenlenmiştir: 5680 sayılı Basın Yasası'nın 16. maddesine 26.5.1988 günlü, 3445 sayılı Yasa'yla eklenen son fıkrada: "Bu kanun ile diğer kanunların basılı eserin sahip veya yayınlatanını cezai veya hukuki bakımdan sorunlu kıldığı hallerde, sahip veya yayınlatan tüzel kişi ise, temsilen bir gerçek kişi gösterilmiş olsa bile, sorumluluk tüzel kişiye aittir" ve Türk Ceza Yasası'nın aynı Yasa ile değiştirilen 481. maddesinin 8. fıkrasında: "Ayrıca mevkute sahibi veya mevkute olmadığı takdirde yayınlatan hak kanda yirmimilyon liradan yüzmilyon liraya kadar ağır para cezası verilir" denilmektedir. Basın Yasası'na eklenen bu fıkrada sözü edilen "öbür yasalar"dan birinin de Türk Ceza Yasası olduğunda kuşku yoktur. Nitekim inceleme konusu davada, hakaret eylemine Türk Ceza Yasası'nın 480. maddesi aracılığıyla 481/8. maddesi uygulanmıştır. Bu uygulama ise, Ceza Yargılama Yasası'nın ve Türk Ceza Yasası'nın Anayasal düzeydeki ilkeleriyle çatışma durumundadır. ilkin, Türk Ceza Yasası'nın 480. maddesindeki hakaret cürmü, sözle ya da yazıyla işlenebilen bir suçtur. Suçun faili olabilecek kimseler ancak ceza yeterliliği bulunan gerçek kişilerdir. Bu suçun tüzel kişi tarafından işlenmesi olanaksızdır. Oysa, yürürlükteki Yasa hükümlerine göre dava konusu olayda tüzelkişi cezalandırılmıştır. Zira, Türk Ceza Yasası'nın 481. maddesinin değişik 8. fıkrasına göre basın yoluyla işlenen hakaret suçundan dolayı, ayrıca "mevkute sahibi" yada bu olmadığı takdirde "Yayınlatan" cezalandırılmakta. Basın Yasası'nın 16. maddesinin son fıkrasına göre de , sorumluluk tüzelkişiye ilişkin bulunmaktadır. İkinci olarak madde, yalnızca haklarında dava açılmadığı için mevkute sahibiyle yayınlatana ceza sorumluluğu getirmeyen Basın Yasası'nın sistemine; bir olay yükleyerek hakaret cürmünde (Türk Ceza Yasası, md. 480) hukuka uygunluk nedenini yok olması ya da var olmakla birlikte sınırının aşılması durumlarında, sanığın isteği üzerine, iddiayı temsil edenin karşı çıkmaya çağrılması nedeniyle yaratılan "karşılıklı yargılama" sonucu failin cezadan kurtulmasını sağlayan "kanıtlama hakkı" kurumunun (md. 481) mevkute sahibi ve yayınlatan iddia makamında temsil edilmediği için, yüzüne; sanık olarak hakkında dava açılmadığı, sorguya çekilmediği, kendisini savunamadığı, sanığın yokluğunda yargılamayı öngördüğü ve yasal yollara bizzat başvuramadığı nitekim olayımızda tüzelkişi olan şirketin yönetim kurulu başkanı ile yardımcısı temyiz yoluna başvurmuşlardır için Ceza Yargılama Yasası'nın morfolojik yapısına ve temel mantığına (ratio legis) aykırı değil, bununda ötesinde Ana yasa'nın savunma hakkını ve cezanın kişiselliğini vurgulayan 36. ve 38. maddelerine de aykırıdır. Şöyle ki:Esas Sayısı: 1991/2 Karar Sayısı: 1991/30 2 1) Anayasa'nın "hak arama özgürlüğünü" düzenleyen 36. maddesine göre "Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı merciileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma hakkına sahiptir". Buna karşın, mevkute sahibi ya da yayınlatan, kendine hiç savunma hakkı tanınmadığı halde; Basın Yasası'nın 16. maddesine eklenen son fıkrasıyla Türk Ceza Yasası'nın 481. maddesinin değişik sekizinci fıkrası gereğince cezalandırılmaktadır. Olayımızda bir tüzelkişi olan mevkute sahibi şirket, bu hükümlere göre, savunma hakkı tanınmadan cezalandırılmıştır. Oysa savunma hakkı, ceza yargılamasında susmayı bile hukuka uygun ve sanığı nesne ve yüklem olmaktan çıkarıp yargılamanın öznesi kılan, yargılamanın olmazsa olmaz kuralı sayılan ve bu yüzden de evrensel ve uluslararası nitelikteki bir çok insan haklan bildiri ve sözleşmelerinde yer alan, doğal, hatta kutsal bir haktır. O nedenle de, bu hakka ilişkin düzenlemelere yalnızca yargılama yasalarında değil, anayasal düzeyde korunma sağlanması için, Anayasa'nın hakların korunması ile ilgili hükümleri arasında ve "adil ve hakkaniyete uygun" yargılamayı amaçlayan 36. maddesinde de yer verilmiştir. 2) Anayasa'nın, temel haklan düzenleyen ikinci Kısmı'nın yine hakların korunması ile ilgili hükümleri arasında yer alan 38. maddesinin altıncı fıkrasına göre "Ceza sorumluluğu şahsidir" denilmektedir. Buna göre, bir suç nedeniyle ancak suçun faili cezalandırılabilecek; failin dışındaki kimseler cezalandırılmayacaktır. Çağdaş ceza hukuku kusur ilkesine dayanmaktadır. Buna göre, kusursuz suç ve de kusursuz ceza olmaz (nullum crimen sine culpa, nulla poena sine culpa). Failin sorumlu olabilmesi için, suçun işlenmesine katılması ve suçtan doğan sonuç ile failin davranışı arasında maddi ve psişik nedensellik bağının bulunması zorunludur. Bu koşullar gerçekleşmedikçe toptancı yöntemlerle yargılanarak adalet dağıtmak suretiyle bir kimse cezalandırılamaz. Oysa, olayda uygulanan 5680 sayılı Yasa'nın 16. maddesinin son ve Türk Ceza Yasası'nın 481. maddesinin değişik sekizinci fıkralarına göre cezalandırılan fail, yani mevkutenin sahibi olan tüzelkişi, yazıda yer alan küçük düşürücü olayların gerçek olduğunu kanıtlayamayan bir yazarın, hukuksal deyişle, başkasının eylemi nedeniyle sorumlu tutulmaktadır. Üstelik sorumlu tutulan kişi, çağdaş ceza hukukunda ancak ekonomik suçlarda fail olabilecekleri ileri sürülen bir insan olmamaları nedeniyle yapılan gereği sövme suçunu işlemeleri olanaksız bulunan tüzelkişilerdendir. Görülüyor ki, sözü edilen maddeler uyarınca, inceleme konusu olayda gazetenin (mevkutenin) sahibi olan Şirket, Anayasa'nın savunma hakkı ve cezaların kişiselliği ilkelerini düzenleyen 36. ve 38. maddelerine aykırı olarak cezalandırılmıştır.""
776
Esas Sayısı: 1990/20 Karar Sayısı: 1991/17 1 "... I İPTAL İSTEMİNİN GEREKÇESİ : İptal istemini içeren 5.6.1990 günlü başvuruda açıklanan gerekçeler aynen şöyledir : "A Anayasa'nın 2 ve 155 inci Maddelerine Aykırılık ve Gerekçesi : Bilindiği gibi; Resmi Gazete'nin 10 Nisan 1990 Salı günlü ve 20488 sayılı nüshasında yayımlanarak yürürlüğe giren, 22.3.1990 kabul tarihli ve 3619 numaralı Yasa ile 2575 sayılı Danıştay Kanunu'nun bazı maddeleri değiştirilmiş ve bu kanuna bazı ekler yapılmıştır. 3619 sayılı Kanun'un özellikle 1, 3, 5. ve 6 ncı maddeleri ile Danıştay'ın "ilk ve son derece mahkemesi" olarak verdiği kararlarla ilgili olarak yine Danıştay'da, vergi dava dairelerince verilen kararlar Vergi Daireleri Genel Kurulu, İdari dava dairelerince verilen kararlar da İdari Dava Daireleri Genel Kurulları nezdinde temyiz ve itiraz yoluna başvurma esasını getirmiştir. Danıştay'ın ilk ve son derece mahkemesi niteliğini ortadan kaldıran bu düzenlemenin Anayasa'ya aykırılığı nedeniyle iptal edilmesi için Grubumuzca Yüce Mahkemenizde iptal davası açılmıştır. Danıştay Kanunu'nda yapılan bu değişikliğe koşut olarak 2577 sayılı "İdari Yargılama Usulü Kanunu"nda da bu davamıza konu olan 5.4.1990 kabul tarihli, 3622 sayılı ve Resmi Gazete'nin 10 Nisan 1990 tarih ve 20488 sayılı nüshasında yayımlanan Kanun'la DEĞİŞİKLİKLER yapılmıştır. Danıştay'ın ilk ve son derece mahkemesi olarak verdiği kararlan temyiz edilebileceği esasına göre İdari Yargılama Usulü Kanununun Bazı Maddelerinin Değiştirilmesine Dair Kanun'un çeşitli maddelerine yapılan ek ve DEĞİŞİKLİKLER şunlardır : 1. Yasa'nın, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu'nun 4 üncü fıkrasını yeniden düzenleyen 6 ncı maddesindeki: "4. İlk inceleme üzerine DANIŞTAY ve mahkemece verilen kararlara karşı bu maddenin l/c ve l/d bendlerinde yazılı haller dışında temyiz yoluna, tek hakim kararına karşı ise itiraz yoluna başvurulabilir." şeklinde bölümde bulunan "DANIŞTAY" sözcüğü, 2. Yasa'nın, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu'nun 27 nci maddesine 10 uncu maddesi ile eklenmiş bulunan 12 nci fıkrasındaki; "Danıştay dava daireleri tarafından verilmişse konusuna göre İdari veya vergi dava daireleri genel kurullarına" deyimi, 3. Yasa'nın, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu'nun 46 ncı maddesinde 16 ncı madde ile yaptığı değişiklikteki; "Madde 46. Danıştay dava daireleri ile idare ve vergi mahkemelerinin nihai kararlan, başka kanunlarda aksine hüküm bulunsa dahi Danıştay'da temyiz edilebilir." şeklindeki fıkrası, 4. Yasa'nın 17 nci maddesi ile 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu'nun 48 inci maddesindeki değiştirilmiş şeklindeki 2 nci fıkrada bulunan "Danıştay" sözcükleri, 3 üncü fıkradaki "Danıştay" ve "Danıştay'ca" sözcükleri, 4 üncü fıkradaki "veya kurula" sözcükleri, 5Esas Sayısı: 1990/20 Karar Sayısı: 1991/17 2 inci fıkrada bulunan: Danıştayın ilk derece mahkemesi olarak baktığı davalarda, görevli dairece konusuna göre İdari veya vergi dava daireleri genel kuruluna gönderilir." cümlesi ile bu cümlenin devamındaki cümlede bulunan "veya kurul", "veya kurulca" sözcükleri, 6 ncı fıkradaki; "Danıştay daire başkanı", "ilk derece mahkemesi olarak davaya bakan Danıştay dairesi", "veya Danıştay dairesinin" sözcükleri, 5. Yasa'nın 18 inci maddesindeki; "6. Danıştayın ilk derece mahkemesi olarak baktığı davaların temyizen incelenmesinde de bu maddenin 4 üncü fıkrası hariç diğer fıkraları kıyasen uygulanır." şeklindeki fıkrası, 6. Yasa'nın 19 uncu maddesindeki değişik 50 nci maddede bulunan; "veya Danıştay dairesine" ve devamındaki "veya Danıştay dairesine" sözcükleri, 7. Yasa'nın 20 nci maddesindeki değişik 51 inci maddenin birinci fıkrasındaki; "Danıştay'ca ilk derece mahkemesi olarak" ve ikinci fıkrasındaki "veya Danıştay" sözcükleri, 8. Yasa'nın 21 inci maddesi ile değişik 52 nci maddenin birinci fıkrasındaki "veya Danıştay kararlarının" sözcükleri ile devamındaki cümlede bulunan "kurulu" sözcüğü, 9. Yasa'nın 23 üncü maddesi ile değiştirilen 54 üncü maddedeki birinci fıkrada bulunan "İdari veya vergi dava daireleri genel kurullarının" deyimi, aynı maddenin ikinci fıkrasındaki "İdari veya vergi dava daireleri genel kurulları" sözcüğü 10. Yasa'ya eklenen geçici maddenin "Danıştayın ilk derece mahkemesi olarak, bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten sonra, verdiği nihai kararlara karşı temyiz isteminde bulunabilir. Ancak, bu Kanun'un yürürlüğe girdiği tarihten önce ilk derece mahkemesi olarakverilen kararlara karşı yapılmış veya yapılacak karar düzeltme istemleri, ilgili dairede incelenerek sonuçlandırılır." şeklindeki (d) fıkrası, Bu DEĞİŞİKLİKLERle de, Danıştay'ın ilk ve son derece mahkemesi olma niteliğine aykırı bulunduğundan, bunların da iptal edilmeleri gerekir. Bu iptal talebimizin gerekçesi de doğal olarak, Danıştay Kanunu'nda yapılan DEĞİŞİKLİKLERle ilgili olarak sunduğumuz gerekçelerden ibarettir. Bu gerekçelerimizi yeniden ve aynen sunmakta yarar görmekteyiz. 3619 sayılı Kanunla ilgili olarak iptal davası dilekçemizde aynen şöyle demiştik: "B Anayasa'nın 155 inci Maddesine Aykırılık ve Gerekçesi: Anayasa'nın "Danıştay" başlığını taşıyan 155 inci maddesinde; "Danıştay, İdari mahkemelerce verilen ve kanunun başka bir İdari yargı merciine bırakmadığı karar ve hükümlerin son inceleme merciidir. Kanunla gösterilen belli davalara da ilk ve son derece mahkemesi olarak bakar." demektedir. Görülüyor ki, bu madde Danıştay'ın yaklaşık bir asırdan beri sürdürmekte olduğu "ilk ve son derece mahkeme" özelliğini dikkate alarak bu özelliği muhafaza etmek zorunluluğunu duymuştur.Esas Sayısı: 1990/20 Karar Sayısı: 1991/17 3 Danıştay bu özelliği ile Türk idare hukuku ve İdari yargılama usulü hukukunun tüm ilkelerini, idare hukuku anlayışını içtihatları ile, aldığı diğer kararlarla, gelişen toplum koşullarına ve demokrasi ilkelerine uygun biçimde oluşturmuş ve geliştirmiştir. Danıştay bu başarısını kuşkusuz, büyük ölçüde ilgili dairelerin belli dallarda ihtisaslaşmış, uzmanlaşmış olmasına borçludur. Danıştayın ihtisaslaşmış dairelerinin aldığı kararlan ihtisas dışı dairelerin tetkikine sunmak ve onların süzgecinden geçirmek, İdari yargılama ve idare hukuku açısından büyük sakıncalar oluşturacak, idare hukuku alanında sağlanan istikrar, çağdaş ve sağlıklı doğrultu tahrip edilip zaafa uğramakla karşı karşıya kalacaktır. Danıştay dairelerinin günlük işleri olabildiğince yoğundur. Görevli oklukları dallarda inceleme, görüşme ve karara bağlama durumunda bulundukları işler dışında, Hâkim ve Savcılar Yüksek Kurulu, Uyuşmazlık Mahkemesi, Yüksek Seçim Kurulu, Başkanlık Kurulu, İdari İşler Kurulu, içtihatları Birleştirme Kurulu gibi değişik kurul ve kuruluşlarda Danıştay yargıçlarının görevleri vardır. Tüm bu durumlar karşısında ve özellikle uzmanlaşmış dairelerce alınan kararların konuya yabancı kurullar tarafından temyizen incelenmesi yukarıda sunmaya çalıştığımız ve Danıştay tarafından oluşturulan içtihatlarla istikrar ve çağdaşlık kazanan idare hukuku alanımızda tam bir kargaşa yaratılacaktır. Bu durumda içtihat kargaşası oluşacağı gibi, aynı konuda çıkacak farklı kararlar yargıya olan güveni de sarsacaktır. Böylece Danıştay'ın bir içtihat mahkemesi olma niteliği tümüyle zaafa uğrayacak veya ortadan kalkacaktır. Danıştayın kendi gördüğü işler konusunda temyiz mercii haline getirilmesi ay nca, Danıştayın iş yükünü artıracak, dosyaların sonuçlanması yıllarca zaman alabilecektir. Hukukumuzda "ilk ve son derece mahkemesi" tanımı ve anlayışı tartışma götürmez biçimde açık bulunmaktadır. Bütün bu durumlar karşısında Yasa'nın sözü edilen 1, 3, 5 ve 6 ncı maddeleri Anayasa'nın 155 inci maddesine aykırıdır, İPTALİ gerekir. C Anayasa'nın 2 nci Maddesine Aykırılık ve Gerekçesi: Bilindiği gibi Anayasa'nın devletin niteliklerini belirleyen 2 nci maddesi Devletimizin bir "Hukuk devleti" olduğunu belirlemektedir. Hukukun, yazılı olmayan, ama uyulması ve uyulmaması gereken evrensel ilkeleri ve kuralları vardır. Eğer bir devlet, hukuk devleti ise hukukun yazdı olmayan bu ilke ve kurallarına Anayasa'dan ve yasalardan da önce uyulması ve bu kuralların uygulanması gerektiği gibi Anayasa ve yasaların da bu kurallara aykırı olmaması gerekir. Özetle beyan edecek olursak, muhterem Mahkemenizin de almış olduğu kararlarda sık sık belirtildiği gibi; hukuk devleti çatısı altında herşeyin hukuka uygun cereyan etmesi gerekir.Esas Sayısı: 1990/20 Karar Sayısı: 1991/17 4 Yasa'nın l, 3, 5 ve 6 ncı maddelerindeki düzenleme hukukumuzdaki "ilk ve son derece mahkemesi" anlayışına ters düşen ve onu yoz bir biçimde değiştiren hükümler olduğu gibi hukukumuzdaki yerleşmiş İdari yargılama esaslarına da ters düşmektedir. Bu nedenle Yasa'nın bu hükümleri (l, 3, 5 ve 6) Anayasa'nın 2 nci maddesine de aykırıdır, İPTALİ gerekir." Yasa'nın 6, 10, 16, 17, 18, 19, 20, 21, 23 ve GEÇİCİ MADDESİ ve bu maddelerdeki dilekçe metninde belirtilen sözcük ve hükümlerin, sunulan bu gerekçelerle ve Anayasa'nın 2 ve 155 inci maddelerine aykırılıkları nedeniyle iptal edilmelerini talep ediyoruz. D Anayasa'nın 125 ve 138 inci Maddelerine Aykırılık ve Gerekçesi: Yasa'nın 10 uncu maddesinde: Madde 10. 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu'nun 27 inci maddesinin 2 inci ve 8 inci fıkraları aşağıdaki şekilde değiştirilmiş ve maddeye aşağıdaki 12 nci fıkra eklenmiştir. 2. Danıştay veya İdari mahkemeler, İdari işlemin uygulanması halinde telafisi güç veya imkansız zararların doğması ve İdari işlemin açıkça hukuka aykırı olması şartlarının birlikte gerçekleşmesi durumunda gerekçe göstererek yürütmenin durdurulmasına karar verebilirler. Bu iki şartın birlikte gerçekleşmediği durumlarda yürütmenin durdurulması karan verilemez. Yürütmenin durdurulması kararının gerekçesinde bu iki şartın ne suretle gerçekleşmiş olduğunun da açıkça gösterilmesi gerekir. ............................... 12. Yürütmenin durdurulması istemleri hakkında verilen kararlar; Danıştay dava daireleri tarafından verilmişse konusuna göre İdari veya Vergi Dava Daireleri Genel Kurullarına bölge idare mahkemesi kararlarına karşı en yakın bölge idare mahkemesine, idare ve vergi mahkemeleri ile tek hâkim tarafından verilen kararlara karşı bölge idare mahkemesine, çalışmaya ara verme süresi içinde ise idare ve vergi mahkemeleri tarafından verilen kararlara en yakın nöbetçi mahkemeye veya karan veren hâkimin katılmadığı nöbetçi mahkemeye, kararın tebliğini izleyen günden itibaren yedi gün içinde bir defaya mahsus olmak üzere itiraz edilebilir. İtiraz edilen merciler, dosyanın kendisine gelişinden itibaren yedi gün içinde karar vermek zorundadır, itiraz üzerine verilen kararlar kesindir." denilmektedir. Görüldüğü gibi; bu madde 2577 sayılı Yasa'nın ikinci fıkrasını değiştirmekte, bu fıkrada, "İdari işlemin uygulanması halinde telafisi güç veya imkansız zararların doğması" ve "İdari işlemin açıkça hukuka aykırı olması" koşullarının ne suretle gerçekleşmiş olduğunun AÇIKÇA gösterilmesi zorunlu bulunmaktadır. 27 inci maddeye eklenen 12 inci madde hükmü de bu fıkra hükmü ile birlikte düşünüldüğünde; yargı görevi, yargı bağımsızlığı ve her türlü etki dışında hâkimin vicdani kanaatine göre karar verebilmesi bakımından son derece sakıncalı durumlar ortaya çıkabilecektir. Yürütmenin durdurulması kararlan, İdari uyuşmazlığı esastan çözümlemeyen, sadece esas hakkında karar verilinceye kadar uyuşmazlık konusu İdari işlemi askıya alan, onun uygulanmasını durduran kararlardır.Esas Sayısı: 1990/20 Karar Sayısı: 1991/17 5 Yürütmeyi durdurma karan yargılama süreci içinde koşullara göre, gerekli olduğu zaman alınan ve gerektiğinde de kaldırılabilen kararlardır. Bu kararlar, çoğu zaman dosya ikmal edilmeden, taraflar savunmaları, tamamlamadan verilmektedir. Oysa ki, maddenin ikinci fıkrası ile on ikinci fıkrasında yapılan değişiklik yürütmenin durdurulması müessesesinin işleyişini ve mahiyetini değiştirmekte, yargılama devam ederken, yargılamaya bir müdahale ve yargılamayı yapan mahkemeye, yargıca her an gözönünde tutulacak, yargıcı moral olarak etkileyebilecek bir karar, adeta bir ilâm oluşturulmasına yol açabilecek bir sistem meydana getirilmektedir. Anayasa'nın 125 inci maddesi sadece "gerekçe gösterilerek" demesine karşın, yürütmenin durdurulması kararının gerekçesinde, İdari işlemin uygulanması halinde telafisi güç veya imkansız zararların doğması ve İdari işlemin açıkça hukuka aykırı olması koşullarının gerçekleşmiş olduğunun AÇIKÇA gösterilmesi zorunluluğunun getirilmesi yürütmenin durdurulması kararını bir ilâm derecesine yükselttiği gibi, bu kararlara karşı kurullara itiraz edilmesi ve bu itiraz üzerine verilen kararın kesin olması, yürütmeyi durdurma kararının ilâm niteliğini güçlendirecek ve ayrıca itiraz sonucu verilecek karar daha yargılama sürecinin başlangıcından itibaren yargıcı etkileyecek ve yargıcın her an dikkate alması adeta zorunlu hale gelecektir. Bunun yanında, 2 nci fıkranın son cümlesindeki, gerekçenin "açıkça" gösterilmesi koşulu, gerekçenin açık olup olmadığı konusunda tartışma yaratacak, bu nedenle de yürütmenin durdurulması kararının uygulanabilirliği zaafa düşürülebilecektir. Diğer yandan, idare ve vergi mahkemelerinin davanın esasına ilişkin kararlarında temyiz mercii olmayan merciler, örneğin bölge idare mahkemeleri yürütmenin durdurulması istemleri hakkında verilen kararlara yapılacak itirazları incelemekle yetkili kılınmışlardır. Bu durum kuşkusuz tabi hâkim ilkesine aykırı bir durum yaratmaktadır. a) Anayasa'nın 125 inci Maddesine Aykırılık ve Gerekçesi: aa) Anayasa'nın 125 inci maddesinin 5 inci fıkrasında "gerekçe gösterilerek yürütmenin durdurulmasına karar verilebilir." denmesine karşın Yasa'nın 10 uncu maddesi ile değişik 2 inci fıkrada; "bu iki şartın ne suretle gerçekleşmiş olduğunun AÇIKÇA gösterilmesi gerekir." şeklindeki düzenleme Anayasa'nın 125 inci maddesinin 5 inci fıkrasına aykırıdır. Zira, yukarıda sunulduğu gibi "açıkça" sözcüğü hemen her zaman, sübjektif yorum ve değerlendirmelere açık bir anlam içerdiğinden gerekçenin geçerliliği tartışma konusu olabilecek ve yürütmenin durdurulması kararının uygulanıp uygulanmayacağı konusunda idarenin tavır almasına yol açabilecek ve yürütmenin durdurulması kararını geçersiz ve etkisiz bırakabilecektir. Bu nedenle İPTALİ gerekir. bb) Yasa'nın 2 inci fıkrasındaki bu durumla, yasaya eklenen 12 nci fıkra birlikte düşünüldüğünde, itiraz üzerine verilen karar kesinleşerek bir ilâm niteliğine ulaşmaktadır. Böylece, mahkemece alman yürütmenin durdurulması karan itiraz üzerine kaldırılırsa mahkemeye yeni koşullan dikkate alarak yeniden yürütmenin durdurulması karan veremeyecek veya böyle bir karar vermesi son derece zorlaşacaktır.Esas Sayısı: 1990/20 Karar Sayısı: 1991/17 6 itiraz üzerine verilen karar itiraz merciince onaylanırsa, bu defa mahkeme yeni doğacak koşullara göre yürütmenin durdurulması kararım kaldıramayacak veya kaldırması çok zorlaşacaktır. Bu özünde yürütmenin durdurulması karan verme ve onu kaldırma yetkisinin sınırlandırılmasından başka bir anlam taşımamaktadır. Bu nedenle bu hükümler Anayasa'nın; "İdari işlemin uygulanması halinde telafisi güç veya imkansız zararların doğması ve İdari işlemin açıkça hukuka aykırı olması şartlarının birlikte gerçekleşmesi durumunda gerekçe gösterilerek yürütmenin durdurulmasına karar verilebilir. Kanun, olağanüstü hallerde, sıkıyönetim, seferberlik ve savaş halinde ayrıca milli güvenlik, kamu düzeni, genel sağlık nedenleri ile yürütmenin durdurulması karan verilmesini sınırlayabilir." diyen 125 inci madde hükümleri dışında, bu hükümlerin öngörmediği bir sınırlama mahiyetindedir. Bu nedenle İPTALİ gerekir. b) Anayasa'nın 138 inci Maddesine Aykırılık ve Gerekçesi: Yukarıda sunulduğu üzere; yürütmenin durdurulmasına ilişkin kararın kesinlik arzeden bir ilâm seviyesine ulaşması, yargıcın esas hakkında vereceği karar üzerinde etkili olabilecektir. Yargıç bunu her zaman dikkate almak eğiliminde olabilecektir. Bu nedenle hâkimin, vicdani kanaatine göre karar vermesi esası zaafa uğrayacaktır. Bu nedenle, yasa'nın 10 uncu maddesine konulan hükümleri Anayasa'nın; "Hâkimler, görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vidcani kanaatlerine göre hüküm verirler." diyen 138 inci maddesine aykırıdır. İPTALİ gerekir. c) Yasa'nın 6, 10, 16, 17, 18, 19, 20, 21, 23 ve Geçici Maddesi; idare ve vergi mahkemelerince verilen yürütmenin durdurulması kararlarıyla Danıştay'ın ilk ve son derece mahkemesi olarak verdikleri yürütmenin durdurulması kararlan hakkında Danıştay'a veya üst kurula başvurulması esasını getirmektedir. Yürütmenin durdurulması kararlan aleyhine yapılan itirazların GETİRDİĞİ sakıncalar, gerek Danıştay dava daireleri ve gerekse vergi ve idare mahkemelerince verilen yürütmeyi durdurma kararlan için de geçerli bulunmaktadır. Bu nedenle gerek Danıştay'ın dava daireleri ve gerekse vergi ve idare mahkemelerince verilecek yürütmeyi durdurma kararlan aleyhine itiraz müessesesini getiren bu hükümler, yukarıda sunulan sakınca ve nedenlerle de Anayasa'nın 125 ve 138 inci maddelerine aykırıdır. Bu nedenle Yasa'nın 6, 10, 16, 17, 18, 19, 20, 21, 23 üncü maddeleriyle Geçici Maddesi bu açıdan da iptal edilmelidir. Sonuç ve İstem : Resmi Gazete'nin 10 Nisan 1990 günlü ve 20488 sayılı nüshasında yayımlanan 5.4.1990 kabul tarihli ve 3622 sayılı "6.12.1982 tarih ve 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu'nun Bazı Maddelerinin Değiştirilmesine Dair Kanun"un 6, 10, 16, 17, 18, 19, 20, 21, 23 ve Geçici Maddesi ve bu maddelerdeki dilekçe metninde belirtilen sözcük veEsas Sayısı: 1990/20 Karar Sayısı: 1991/17 7 hükümleri Anayasa'nın 2, 125, 138 ve 155 inci maddelerine aykırı olduğundan İPTALİne karar verilmesini Sosyaldemokrat Halkçı Parti (Anamuhalefet Partisi) TBMM Grubu ve Grup Başkanı Erdal İNÖNÜ adına arz ve talep ederim, Saygılarımla.""
2,273
Esas Sayısı:1978/43 Karar Sayısı:1978/61 1 "... I. DAVACININ GEREKÇESİNİN ÖZETİ : Dava dilekçesinde şunlar ileri sürülmüştür : "Bilindiği üzere değişik zaman ve tarihlerde ve çeşitli nedenlerle vatana ve devlete kanı ve canı pahasına hizmet arzeden vatandaşlara veya onların geride kalan dul ve yetimlerine yasama organınca cüz'i miktarda aylık bağlanmış olup, bağlanan bu aylıklar ilgililere bütçenin vatani hizmet tertibinden ödenmektedir. Amaç belirli hizmeti yapanlara güven duygusu aşılamak, gerektiğinde vatandaşların, milli menfaat için, Vatan uğruna her türlü tehlikeye atılmaktan çekinmemelerini sağlamak, teşvikçi olmak ve Milletçe bu gibi hizmette bulunanlara karşı vefa örneği vermektir. Hangi idare altında olursa olsun dünyadaki bütün ülkeler böyle hizmetleri ifâ edenlere bilhassa eski muhariplerine belirli bazı konularda diğer vatandaşlarına nazaran ayrıcalıklar tanımışlar ve onlara Devlet elindeki olanaklarla itibar sağlamaya çalışmışlardır. Bizde son zamanlara kadar bu hizmet kişisel kanunlarla yerine getirilmek istenilmiştir. İlk defa 24/2/1968 günlü ve 1005 sayılı Kanunla istiklâl Madalyası verilmiş olanlara vatani hizmet tertibinden cüz'i bir miktar aylık bağlanmak suretiyle bu hususa kendi ölçüleri içinde "genel" bir nitelik kazandırılmıştır. Daha sonra 24/7/1976 günlü ve 1985 "sayılı Kanun yürürlüğe konularak bütün türk gazileri vatani hizmet tertibinden ayda 1000, lira civarında aylık almak, tren ve denizyollarından ücretsiz yararlanmak, Devlet hastanelerinde muayene ve tedavi olmak hakkına kavuşturulmuşlardır. Böylece yukarıda anılan 1005 sayılı ve bilâhare kabul edilen 1985 sayılı Kanunlarla vatani hizmet tertibinden kimlerin yararlanacağı belirtilerek kanun kapsamı içinde kimlerin bulunacağını saptayan genel bir "ilke kural" getirilmiştir. Ödenen aylığın manevi değeri bir yana, bugünkü hayat koşulları karşısında sembolik miktarda kalışına rağmen, Türk Ordusunda subay sayısının erata oranla % 2 nisbetinde olduğu gözönüne tutulunca, kanunun özellikle erleri kapsamı içine aldığı ve böylece sosyal devlet ilkesine de uygun düştüğü görülmektedir. Ancak, Yasa Koyucu, 1978 yılına ait l Mart 1978 tarihli Resmi Gazete'de yayımlanan 28/2/1978 günlü ve 2143 sayılı Bütçe Kanununun 87. maddesinde "Bu kanuna bağlı (Ç) cetvelinde ismen gösterilmek suretiyle" deyimini kullanarak vatani hizmet tertibinden aylık alanlardan bir kısmına ayrıcalık tanımış ve büyük bir bölümünü mağdur etme pahasına bu vatandaşların aylıklarına zam yapmak suretiyle Anayasa'ya aykırı bir tutum içine girmiştir. ANAYASA'YA AYKIRILIK SEBEPLERİ : 1 (Ç) cetvelinde 240 civarında isim gösterilmiştir. Bunlardan 230 kadarı T.B.M.M. nin ilk üyeleri veya onların geride kalan eş ve çocuklarıdır. Yasama organının meslek tesanüdü ile dahi olsa böyle bir ayrıcalığa başvurması uygun mütalâa edilemez. 2 Hukuk Devletinde kanunların genel olması gerekir. Vatani hizmet tertibinden aylık almayı düzenleyen genel bir kanun varken bunu bir tarafa bırakıp, isim isim saymak suretiyle kişilere bütçenin bu faslında bazı haklar tanınması Anayasa'nın 2 nci maddesindeki hukuk devleti gereklerinden olan "Kanunların genelliği" ilkelerine aykırı düşmektedir.Esas Sayısı:1978/43 Karar Sayısı:1978/61 2 3 Anayasamız "eşitlik ilkesini temel haklardan saymıştır. Anayasa Mahkememiz eşitlik ilkesini aynı statü içinde bulunanlar arasında fark yaratmamak diye birçok kararında belirtmiştir. (Örneğin: 27/12/ 1966 günlü Resmi Gazete'de yayımlanan E. 1966/11, K. 1966/44 sayılı kararı). Bu bakımdan vatanî hizmet tertibinden aylık alanlardan bir kısmına, ötekilere nazaran ayrıcalık tanımak Anayasamızın 12 nci maddesine kesinlikle aykırıdır. 4 Anayasa Mahkememiz, birçok kararında hangi hususların bütçe kanununda bulunacağını, gelir ve gider tahmini dışında kişisel menfaatlere yer verilmeyeceğini hükme bağlamıştır. İptali istenilen metin bu haliyle dahi Anayasa'ya aykırıdır. SONUÇ : Yukarıda arz edilen sebeplerle Yüksek Mahkemenin re'sen saptayacağı esas ve biçim yönünden diğer Anayasa'ya aykırılık nedenleri de gözönünde tutularak taleple bağlı kalınmak suretiyle 2143 numaralı 1978 yılı Bütçe Kanununun 87 nci maddesinde yer alan "Bu kanuna bağlı (Ç) cetvelinde ismen gösterilmek suretiyle" deyiminin iptaline karar verilmesini saygılarımızla dileriz.""
549
Esas Sayısı : 2005/47 Karar Sayısı : 2007/14 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 2004 yılı Adli Yargı Hakim Adaylığı mülakat sınavının sonuçlarının tamamının ve bu mülakat sınavının dayanağı olan Adli ve İdari Yargıda Hakim ve Savcı Adaylığı Yazılı Sınav, Mülakat ve Atama Yönetmeliği'nin 8. maddesindeki .... ve mülakat şeklinde iki kademede ibaresinin, mülakat kurulunun oluşumunu düzenleyen 27. maddesinin, 28. maddesindeki mülakat... Adalet Bakanlığınca yapılır. ibaresinin ve mülakatın değerlendirilmesini düzenleyen 31. maddesinin 1. fıkrasının iptali, ayrıca Hakimler ve Savcılar Kanunu'nun 8. maddesinin (ı) bendindeki mülakatta başarı göstermek ibaresiyle, 9. maddenin son fıkrasında yer alan düzenlemenin Anayasa'ya aykırı olduğunun saptanarak iptaline karar verilmesi için dosyanın Anayasa Mahkemesi'ne gönderilmesi istemiyle açılan davaya ait dosya incelendi: Yazılı yarışma sınavını kazandıktan sonra davalı idarece yapılan mülakatta başarısız bulunan davacının açmış olduğu bu davada, öncelikle Adalet Bakanlığı'nca mülakatla hakim adayı atama uygulamasının Anayasa'ya uygunluğunun irdelenmesi gerekmektedir. 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanunu'nun 8. maddesinde, başta öğrenim olmak üzere diğer şartları taşıyanların yazılı yarışma sınavına katılabilecekleri, bu sınavı kazananlardan yapılacak mülakatta başarılı bulunanların hakim adaylığına atanacağı hükme bağlanmış; aynı Kanun'un 9. maddesinde de, yarışma sınavı, mülakat uygulamasının yönetmelikte düzenlenmesi öngörülmüştür. Anılan Kanun'la düzenleme yetkisi tanınan Adalet Bakanlığı çıkardığı yönetmeliğin 28. maddesinde, yazılı yarışma sınavını kazananların, ifade ve bir konuyu kavrayıp özetleme ve değerlendirme yeteneğini, davranışını, genelde fiziki durumunu tespit için mülakat yapılacağını, 27. maddesinde, mülakat kurulunun, Bakanlık Müsteşarı veya görevlendireceği Müsteşar Yardımcısının başkanlığında Teftiş Kurulu Başkanı, Ceza İşleri, Hukuk İşleri, Personel Genel Müdüründen oluşacağını kararlaştırmıştır. Anayasa Mahkemesi'nin bir kararında belirttiği gibi, hukuk devleti, insan haklarına saygı gösteren ve bu hakları koruyucu adil bir hukuk düzeni kuran ve bunu devam ettirmeye kendini zorunlu sayan ve bütün faaliyetlerinde hukuka ve Anayasa'ya uyan bir devlettir. Adil bir hukuk düzeninin kurulması ise, yargının bağımsızlığı, hakim bağımsızlığı ve teminatının sağlanması ile mümkündür. Hakim bağımsızlığı ve teminatı Anayasa'nın 138 ve 140. maddelerinde düzenlenmiştir. Anayasanın 140. maddesinde, hakim ve savcıların nitelikleri ve atanmalarının mahkemelerin bağımsızlığı ve hakimlik teminatı esaslarına göre kanunla düzenlenmesi öngörülmüştür. Hakimlerin mesleğe ne şekilde kabul edildikleri doğrudan bağımsızlıklarıyla ilgili olması karşısında, mahkemelerin bağımsızlığı ve hakimlik teminatı esaslarının, hakimlerin seçiminin tarafsız, objektif, sadece liyakati ölçmeyi amaçlayan sınavla yapılmasını gerektirdiği açıktır. Nitekim yargı bağımsızlığının temel ilkesini 15.12.1985 günlü, 46/146 sayılı kararı ile onaylayan Birleşmiş Milletler Genel Kurulu Hakimlik mesleğine, yeterli hukuk eğitimi görmüş, yetenekli ve kişilikli bireyler seçilecektir. Seçim yönteminde, amaca aykırı düşüncelerin rol oynamasını engelleyecek tedbirler alınmalıdır. Hakimlerin seçiminde, birEsas Sayısı : 2005/47 Karar Sayısı : 2007/14 2 kişiye karşı ırk, renk, cinsiyet, din, siyasi veya diğer fikirler, milli veya sosyal menşe ve mal varlığı gibi düşüncelerle hiçbir ayırım yapılmayacak; ancak hakim adayının ülke vatandaşı olması şartı, ayrımcılık olarak nitelendirilmeyecektir ilkesini kabul etmiştir. Yine Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi, Hakimlerin Rolü, Etkinliği ve Bağımsızlığı konusunda 13.10.1994 günlü, 518. toplantısında aldığı kararda da Hakimlerin mesleki kariyerlerine ilişkin tüm kararlar objektif kriterlere dayanmalı, hakimlerin seçimi ve kariyerleri; eğitimsel özelliklerini, dürüstlük, yetenek ve etkinliklerini de gözeten liyakat esasına göre olmalıdır. ifadesine yer vermiştir. Sözlük anlamı, davranış ve düşünceleri üstüne bilgi edinmek amacıyla bir kişiyle yapılan sorulu cevaplı görüşme olan mülakat, bilgi ve liyakati ölçmeyi amaçlayan objektif bir yöntem olmaması nedeniyle hakim teminatıyla çelişmektedir. Ayrıca, sübjektif nitelikteki mülakat, yargısal denetime de elverişli olmayıp; yargısal denetim, sınav kurulunun oluşumu, sınavın yöntemi, maddi hata gibi konularla sınırlı biçimde yapılabilmektedir. Bu itibarla hakimlerin seçiminde sübjektif nitelikteki mülakat yöntemini kabul eden, Adalet Bakanlığı'na yönetmelik düzenleme yetkisi tanıyarak, mülakatın Adalet Bakanlığı personelince yapılmasına olanak sağlayan 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanununun 8. ve 9. maddeleri, Anayasa'nın 140. maddesine, mahkemelerin bağımsızlığı ve hakim teminatı esasına, hukuk devleti ve eşitlik ilkesine aykırı düzenlemeler içermektedir. Mülakatla hakim adayı atama uygulamasının Anayasa'ya aykırılığı yanında mülakatı yapan kurulun oluşumu da Anayasa'ya aykırı bulunmaktadır. Yasama ve yürütme organından bağımsız olarak görev yapması gereken hakimlerin daha mesleğe girişte yürütme organı tarafından seçilen mülakat kurulu tarafından mülakata tabi tutulmasının, yargı bağımsızlığı ile bağdaştırılması mümkün değildir. Mülakat kurulunu oluşturan Adalet Bakanlığı personelinin hakim ve savcı kökenli olmaları da statüleri itibariyle Adalet Bakanına bağlılıkları, belli bir hiyerarşi içinde yer almaları nedeniyle yargı bağımsızlığı yönünden ortaya çıkan sakıncaları gidermemektedir. Sonuç olarak hakim adaylığına atanabilmek için yazılı sınavı kazanan kişilerin mülakat sınavına tabi tutulmasının Anayasa'nın 2., 10., 138. ve 140. maddelerine aykırı olduğu kanısına varılmıştır. Açıklanan nedenlerle ve bir davaya bakmakta olan mahkemenin, o dava sebebiyle uygulanacak bir kanunun Anayasa'ya aykırı olduğu kanısına götüren görüşünü açıklayan kararı ile Anayasa Mahkemesi'ne başvurması gerektiğini düzenleyen 2949 sayılı Kanun'un 28. maddesinin 2. fıkrası gereğince, 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanunu'nun 8. maddesinin (ı) bendindeki mülakatta başarı göstermek ibaresiyle, 9. maddesinin son fıkrasında yer alan mülakat ibaresinin Anayasa'nın 2., 10., 138. ve 140. maddelerine aykırı olduğu kanısına ulaşılması nedeniyle Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına, bu kuralın Anayasa'ya aykırılığı ve uygulanması durumunda giderilmesi güç veya olanaksız zararlar doğurabileceği gözetilerek esas hakkında karar verilinceye kadar yürürlüğünün durdurulmasının istenilmesine, dosyada bulunan belgelerin onaylı bir örneğinin Anayasa Mahkemesi Başkanlığı'na gönderilmesine, () 31.3.2005 günü oyçokluğu ile karar verildi."
798
Esas Sayısı : 1997/31 Karar Sayısı : 1997/38 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ İtiraz yoluna başvuran Mahkemenin başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: "Mahkememizce yapılan yargılama sırasında keşif gerektiği için 27.2.1997 gününde keşif yapılmasına karar verilmiş, davacı vekilinden keşif için giderleri yatırması istenmiştir. Davacı vekili keşifte mahkeme üyelerinin yolluğunu belirleyen 3717 sayılı Yasa'nın 2. maddesi, 449 sayılı KHK ile değişik 4 5 6 fıkralarının 1982 Anayasasının 51/1 ve 141/son maddesine aykırı olduğunu iddia etmiştir. 3717 sayılı Yasa'nın 2. maddesi incelendiğinde mahkeme yolluğunun belirlendiği, bu belirlenen miktarın 1/2 sinin %90 nın keşfe gitmeyen diğer adliye personeline, %10 unun ise Adalet Bakanlığına gönderildiği yazılıdır. Yasanın ilgili maddeleri aşağıdadır. "(Değişik 19/8/1991 KHK 449/2 Md) Birinci fıkrada sayılanlardan adli yargı hakim ve savcıları ile adli yargıda görevli yazı işleri müdürü, zabıtkatibi, mübaşir, icra müdürü, icra müdür yardımcısı ile diğer personele tahakkuku müteakip yol tazminatının 1/2 si ödenir. Yol tazminatının kesilen 1/2 si o yerdeki bir kamu bankasında açılan bir hesaba yatırılır. Bu yıl hesaba yatırılan paraların %10 u her ayın ilk haftası içinde Ankara'da bir kamu bankasında açtırılan Adalet Bakanlığı merkez hesabına gönderilir. Mahalli hesapta toplanan paraların arta kalanı o yargı çerçevesinde görevli adli yargı hakim ve savcıları ile adli yargıda görevli Yazı İşleri Müdürü, Zabıtkatibi, Mübaşir, İcra Müdürü, İcra Müdür Yardımcısı ile diğer personeline (ceza infaz kurumu personeli hariç) ayda bir, eşit miktarda ödenir, ancak bu ödemenin yıllık tutarı en yüksek devlet memuru aylığının (ek gösterge dahil) yıllık tutarının yarısını geçemez. (Ek: 19/8/1991 KHK 449/2 md.) Adalet Bakanlığı merkez hesabına gönderilen paralardan Adalet Bakanlığı merkez teşkilatının hakim ve savcı dışındaki personeline, Adalet Bakanınca belirlenen miktar ve esaslar dahilinde üç ayda bir ödeme yapılır, yapılan ödemeler aylık olarak en yüksek Devlet memuru aylığının (ek gösterge dahil) yarısını geçemez. Yıl içersinde toplanan paraların bu ödeme miktarını aşması halinde artan miktarın yıl içinde mahallinden gelen miktar oranı kadar, mahallinden gönderilecek miktardan mahsup yapılır. (EK: 19/8/1991 KHK 449/2 md.) Yukarıdaki iki fıkra gereğince hesapların açılması, kesintilerin bu hesaplara yatırılması, merkez teşkilatındaki personele yapılacak ödeme miktarı ve mahsup işlemleri ile uygulamaya ilişkin diğer esaslar Adalet Bakanınca belirlenir." 1992 Anayasasının 55/1 md. "ücretin emeğin karşılığı" olduğu belirtilmiştir. Gerek keşfe gitmeyen adliye personeli yönünden, gerekse de Adalet Bakanlığı Personeli yönünden bu kurala aykırılık olduğu inancı oluşmuştur. Bu paylaşım keşif ücreti hesaplamasında dava sahipleri yönünden adaletin pahalı gerçekleşmesine neden olmaktadır. Bu da 1982 Anayasasının 141/son maddesine aykırıdır. Bu paylaşım ile ilgili olarak davacı vekilinin aykırılık iddiasının haklı olduğu anlaşılmakla mahkemenizin değerlendirmesine sunmak gerekmiştir. 16.5.1991 tarihinde RGde yayınlanan 3717 sayılı 2 mdsinin 449 sayılı KHKnin 2. md. değişik 5. fıkra ve devamı ek fıkraların 1982 Anayasasının 55/1 ve 141/son maddesine aykırı olduğu ve iptaline karar verilmek üzere takdirlerinize arz olunur. 27.02.1997""Esas Sayısı : 1997/31 Karar Sayısı : 1997/38 2
446
Esas Sayısı : 1991/30 Karar Sayısı : 1992/18 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ : Başvuru kararının gerekçe bölümü aynen şöyledir : "Maliye ve Gümrük Bakanlığı, 31 Mart 1988 günlü ve 19771 sayılı 2. Mükerrer Resmi Gazete'de yayımlanan 3418 sayılı Eğitim, Gençlik, Spor ve Sağlık Hizmetleri vergisinin ihdası ile 3074 sayılı akaryakıt Tüketim Vergisi Kanunu, 197 sayılı Motorlu Taşıtlar Vergisi Kanunu, 1318 sayılı Finansman Kanunu, 193 sayılı Gelir Vergisi Kanunu, 213 saydı Vergi Usul Kanunu, 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsili Usulü Hakkında Kanun ve 492 sayılı Harçlar Kanununda Değişiklikler Yapılması ve Bu Kanunlara Bazı Hükümler Eklenmesine Dair Kanunun 30 uncu maddesiyle, Vergi Usul Kanunun 11 inci maddesine dördüncü fıkrasından sonra gelmek üzere eklenen fıkra ile tanınan yetkiye dayanarak yayımladığı 151, 152, 153 ve 155 seri numaralı Gelir Vergisi Genel Tebliğleri ile, destekleme alımı yapan kamu kurum ve kuruluşlarına gerek çiftçilerden, gerek çiftçi dışındaki kişi ve kuruluşlardan destekleme kapsamına girsin veya girmesin, satın aldıkları tüm zirai ürünlerin alış bedelleri üzerinden gelir vergisi tevkifatı yapma zorunluluğu getirilmiştir. Davacının, bu suretle tevkif edilen verginin yıllık gelir vergisine mahsubu istemiyle yaptığı düzeltme ve şikayet başvurusunun reddi üzerine açtığı davanın görüşülmesinde, 3418 sayılı Kanunun 30 uncu maddesiyle 213 sayılı Vergi Usul Kanunun. 11 inci maddesine dördüncü fıkradan sonra gelmek üzere eklenen fıkra hükmünün Anayasaya aykırı olduğu kanısına varılarak, Anayasa'nın 152 nci maddesi ve 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanunun 28 inci maddesi uyarınca, kanunun Anayasa Mahkemesine sunulması uygun görülmüştür. 213 sayılı Vergi Usul Kanunun 11 inci maddesine 3418 sayılı Kanunun 30 uncu maddesiyle eklenen bu fıkrada, "Maliye ve Gümrük Bakanlığı zirai ürünlerin (işlenmiş olanlar dahil) alım ve satımına aracılık eden kuruluşlar ile Ticaret Borsalarını, bu mahsullerin satın alınması sırasında yapılacak vergi tevkifatından müteselsilen sorumlu tutmaya, söz konusu ürünlerin satışı dolayısıyla yapılacak vergi tevkifatının hangi safhada yapılacağına her bir ürün için ayrı ayrı belirlemeye yetkilidir. Maliye ve Gümrük Bakanlığı tarafından belirlenen safhadan önceki safhalarda tevkif yoluyla alınan vergiler iade edilemez ve süresinde ilgili vergi dairesine yatırılır" denilmektedir. Bu surede idari bir kuruluş olan Maliye ve Gümrük Bakanlığına, ancak Kanunla düzenlenebilecek bir alanda değişiklik yapma, böylece verginin doğuşundan tahsiline kadarki sürelerde uygulanacak çeşidi işlemlerin safhalarını değiştirme, Gelir Vergisi Kanunu hilafına olarak mükelleflere daha önce ödenmiş vergilerin mahsup veya ret ve iade suretiyle geri ödenmesini önleyerek mükerrer vergi alınmasına yol açacak uygulama ve düzenlemeler yapma, mükelleflere ek mali külfetler yükleyecek yani yükümlülükler getirme yetkisi tanınmaktadır. Nitekim Maliye ve Gümrük Bakanlığı bu yetkiye dayanarak yayımlandığı, Gelir Vergisi Genel Tebliğleri ile zirai ürün alım satımı yapan kamu kurum ve kuruluşlarına, Gelir Vergisi Kanununda yer almadığı halde müstahsilden alımı sırasında vergilendirilmiş mahsullerin, ticaret erbabına satışı sırasında da ayrıca vergi kesintisi yapmak zorunluluğu getirmiş ve daha önceki safhalarda tevkifat yoluyla ödenmiş bulunan vergilerin geri ödenmesini veya yeni vergiden mahsubunu, Gelir Vergisi Kanununun emredici hükümlerine rağmen, engelleyici düzenlemeler yapmış, bu surede bir bakıma Kanuna tadil etmiştir.Esas Sayısı : 1991/30 Karar Sayısı : 1992/18 2 İdare, kanunla tanınmış bir yetkiye dayanıyor olsa da , emredici bir başka kanun hükmünü kaldırabiliyor, değiştirebiliyor ya da daraltıp genişletebiliyorsa, yasama organı yerine geçiyor, O'nun yetki ve görevini üstleniyor demektir, oysa Anayasanın 6 ncı maddesinin son fıkrasında "Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisini kullanamaz", 7 nci maddesinde de, "Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez" denilmektedir, bumaddenin gerekçesi ve Anayasanın diğer hükümlerinin incelenmesinden kuralın tek istisnasını "Kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi"nin teşkil ettiği, esasen bu tür yetkilerin ancak Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kuruluna, başka bir ifadeyle yürütme organına, açıkça belirtilmek suretiyle tanındığı anlaşılmaktadır. Nitekim Anayasanın 8 inci maddesinde, "Yürütme yetkisi ve görevi, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından Anayasaya ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir" denilmekle ve madde gerekçesinde de, bu madde ile yürütme organının "gerekli yetkilere sahip ve kanunların kendisine verdiği görevleri yerine getiren" bir kuvvet olarak düzenlendiği belirtilmekle, bu husus ayrıca vurgulanmaktadır. Anayasanın 6., 7. ve 8 inci maddeleri karşısında, idari kuruluşlara yasama yetkisinin devri anlamına gelecek bir yetki ve görevin kanunla da olsa, verilemeyeceği anlaşılmaktadır. Bu durumda idari kuruluşların düzenleyici işlemlerin Anayasanın 124 üncü maddesinde öngörülen "Yönetmelikler"den ibaret kaldığı görülmektedir. Madde gerekçesinde de belirtildiği gibi, idarenin uygulamada değişik isimler taşıyan düzenleyici işlemlerinden kişiler için hukuki sonuç doğuranlarının da yönetmelik bükümlerine tabi tutulması gerekmektedir. O halde kanunlarla idari kuruluşlara tanınan düzenleme yetkisi de Anayasanın 124 üncü maddesinde belirlenen kapsam ve sınırlan aşmayacaktır. 124 üncü maddede aynen, "Başbakanlık, Bakanlıklar ve kamu tüzel kişileri, kendi görev alanlarını ilgilendiren kanunların ve tüzüklerin uygulanmasını sağlamak üzere ve bunlara aykırı olmamak şartıyla, yönetmelikler çıkarabilirler" denilmektedir. Maddede yer alan "kanunların uygulanmasını sağlamak" ibaresini, idarenin yapacağı yönetmelik ya da benzeri düzenlemelerle, bir kanun hükmünü değiştirebilecek ya da onun kapsamını daraltıp genişletebilecek ölçüde geniş bir yetkinin tanınması anlamında nitelemek mümkün değildir. Esasen Kanunla idareye tanınan düzenleme yetkisinin, kanun ve tüzük hükümlerine ve bu hükümlerin bağlayıcı kurallarına aykırı olamayacağı yine Anayasanın bu maddesinde "şart" olarak öngörülmüştür. Öteyandan idare, diğer işlemlerinde olduğu gibi, düzenleyici işlemlerinde de kanunlara uymak ve onun çizdiği sınırlar dışına çıkmamak zorundadır. Buna olanak sağlayan bir kanun hükmünün, Anayasanın sözü edilen 6., 7., 8. ve 124 üncü maddelerine aykırı düşeceği açıktır. Kanunla düzenlenmiş bir alanda yapılacak olan, idari düzenlemenin konusu, ancak bu kanunun uygulanmasını sağlamada gerekli bulunan teknik hususlara ve teferruata ilişkin olabilir. Yürütme organına verilecek olan teferruatı düzenleme yetkisinin, anayasa ile mutlak surette kanun konusu sayılmış hususlara ilişkin olmaması da gerekir. Vergi tarh, tahakkuk ve tahsiline ilişkin idari usulün kanunla düzenlenmiş olması tesadüfi değildir. Vergi Usul Kanununda yer alan hükümler, vergi ve benzeri mali yükümlerle ilgili kanunlardaki hükümler gibi, kişinin temel hak ve ödevleriyle yakından ilgili ve onun sınırlayan ve belirleyen kuralıları ifade etmektedir. Temel hak ve hürriyetlerin kanunla düzenlenip sınırlanabileceğine ilişkin Anayasa kuralı, bu hususların kanun dışında bir düzenlemeye konu edilmelerine engeldir. Vergiyle olan ilişkisi, hatta ondan ayrılamaz nitelikte bulunuşu vergi usulüne ilişkin kuralların, Anayasanın 73 üncü maddesi gereğince, kanunla konulup, kaldırılması ve değiştirilebilmesini zorunlu kılmaktadır. Kaldıki söz konusu madde, 193 sayılı Gelir Vergisi Kanununun 94 üncü maddesinin (A) işaretli paragrafının 13 üncü bendi uyarınca, zirai mahsullerin çiftçilerden alınması sırasında yapılan ödemelerden gelir vergisi tevkifata yapılmış olsa da söz konusu mahsullerin tacir tarafından satışı safhasında da tevkifata tabi tutulabileceğini öngörmekle veEsas Sayısı : 1991/30 Karar Sayısı : 1992/18 3 mahsup olanağı tanımamakla, mükerrer vergilemeyi öngörmekte ve bu suretle maddi anlamda bir vergi kanununda bile yer alamayacak bir hüküm sevk etmekte ayrıca bu mükellefiyetin konulup kaldırılması ve değiştirilmesi konusunda idareyi yetkili kılmaktadır. Bu haliyle söz konusu 3418 sayılı Kanunun 30 uncu maddesi, Anayasanın 73 üncü maddesinin üçüncü fıkrası hükmüne de aylan olmaktadır. Vergi Usul Kanunu, niteliği gereği, emredici ve kısıtlayıcı kuralları içerir. Bu kurallara aykırı hareket yine aynı Kanunda öngörülen cezalara müeyyidelendirilmiştir. Kanunda öngörülmemiş bazı konuların idari kararla kanun kapsamına alınması, yükümlülerin bu kurala aykırı hareketlerinin cezalandırılmasını gerektireceğinden, bu konuda idareyi yetkili kılan kanun maddesinin Anayasanın 38 inci maddesi ile öngörülen "suçun kanunla belirlenmesi" ve "idari kararla suç ihdasının mümkün bulunmadığı" yolundaki Anayasa kuralına aykırı bulunduğu kabul edilmelidir. Anayasanın 38 inci maddesinde yer alan kural kapsamına idari nitelikteki suç ve cezalarında dahil bulunduğu hususu tartışma gerektirmeyecek ölçüde açık olduğundan, burada ayrıca incelenmesine gerek kalmamaktadır. Ancak idarenin düzenleyici işlemleri yaparken, kanun karşısındaki durumun her zaman aynı olmadığının belirtilmesinde yarar görülmüştür. Bu durum kanunların içerdiği kuralıların ve bu kuralların düzenledikleri alanların her zaman birbirine benzemeyeceğinden ileri gelmektedir. Örneğin disiplin suç ve cezalarının, bu Anayasa kuralına rağmen idari kararlarla düzenlenebilmesi, konunun idarenin iç işleyişine ilişkin bulunduğunun bu işleyişle ilgili yaptırımların idare alanına girdiğinin kabulü nedeniyle mümkün görülmüştür. İdarenin iç işleyişine ilişkin bulunduğu kabul edilemeyecek olan ve vergi yükümlüleri hakkında yeni ödevler konulması ve suç ihdası anlamına gelen idari düzenlemelerde bu ilkeye dayanmak mümkün değildir. Bu nedenlerle 213 sayılı Vergi Usul Kanununun 11 inci maddesine dördüncü fıkrasından sonra gelmek üzere 3418 sayılı Kanunun 30 uncu maddesiyle eklenen fıkra hükmünün, Anayasanın 6., 7., 8., 38., 73. ve 124 üncü maddelerine aykırı olduğu görüşüne varıldığından, Anayasanın 152 ve 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanunun 28 inci maddesi uyarınca Anayasa Mahkemesine başvurulmasına. Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davanın geri bırakılmasına, kararla birlikte dosyada bulunan dava dilekçesi ve ekleri ile Danıştay Savcısı düşüncesinin bir örneğinin Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine, 17.5.1991 gününde oybirliği ile karar verildi.""
1,330
Esas Sayısı : 2019/97 Karar Sayısı: 2019/77 ... III. Anayasaya Aykırılık Nedenleri 1 Muratpaşa Belediyesinin 7166 sayılı Kanunun 11 ve 12 nci maddelerinin Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 2 ve 36 ıncı maddelerine aykırı olduğu iddiası ciddi bulunmuştur. Mahkemece, itiraz konusu kuralların aynı zamanda Anayasanın 10 uncu maddesine de aykırı olduğu düşünülmüştür. 2 a) Anayasanın Cumhuriyetin Nitelikleri başlıklı 2 inci maddesi şöyledir. Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir. b) Anayasa Mahkemesi, hukuk devleti bahsinde, bu kavramın ne şekilde anlaşılması gerektiğine dair birçok karar vermiştir. Anayasa Mahkemesinin internet sitesi aracılığıyla erişilen bu kararlarla ortaya konulan görüşler kısaca şöyledir: Hukuk devleti; eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan ve yargı denetimine açık olan devlettir. Hukuk devleti ilkesinin bir başka gereği ise kanunların kamu yararı amacını gerçekleştirmek üzere çıkarılmasıdır. Kanunların ilke olarak genel ve nesnel olmaları gereğini ifade eden kanunların genelliği ilkesi ise hukuk devleti ve kanun önünde eşitlik ilkelerinin bir sonucudur. Kanunların genelliğinden anlaşılan, belli kişileri hedef almayan, özel bir durumu gözetmeyen, önceden saptanıp soyut biçimde herkese uygulanabilecek kurallar içermesidir. Buna göre yasa kurallarının her şeyden önce genel nitelikte olması, herkes için objektif hukuki durumlar yaratması ve aynı hukuki durumda bulunan kişilere ayırım gözetilmeksizin uygulanabilir olması gerekir. Anayasa Mahkemesince kamu yararı konusunda yapılacak inceleme, kanunun kamu yararı amacıyla yapılıp yapılmadığının araştırılmasıyla sınırlıdır. Anayasanın çeşitli hükümlerinde yer alan kamu yararı kavramının Anayasada bir tanımı yapılmamıştır. Ancak Anayasa Mahkemesinin kararlarında da belirtildiği gibi kamu yararı; bireysel, özel çıkarlardan ayrı ve bunlara üstün olan toplumsal yarardır. Kamu yararı düşüncesi olmaksızın yalnız özel çıkarlar için veya yalnız belli kişilerin yararına olarak kanun hükmü konulamaz. Böyle bir durumun açık bir biçimde ve kesin olarak saptanması hâlinde söz konusu kanun hükmü Anayasanın 2. maddesine aykırı düşer. Açıklanan ayrık hâl dışında bir kanun hükmünün ülke gereksinimlerine uygun olup olmadığı, hangi araç ve yöntemlerle kamu yararının sağlanabileceği bir siyasî tercih sorunu olarak kanun koyucunun takdirinde olduğundan bu kapsamda kamu yararı değerlendirmesi yapmak anayasa yargısıyla bağdaşmaz. Hukuk devletinin temel ilkelerinden biri belirliliktir. Belirlilik ilkesi, yalnızca yasal belirliliği değil daha geniş anlamda hukuki belirliliği de ifade etmektedir. Yasal düzenlemeye dayanarak erişilebilir, bilinebilir ve öngörülebilir olma gibi niteliksel gereklilikleri karşılamasıEsas Sayısı : 2019/97 Karar Sayısı: 2019/77 2 koşuluyla mahkeme içtihatları ve yürütmenin düzenleyici işlemleri ile de hukuki belirlilik sağlanabilir. Hukuki belirlilik ilkesinde asıl olan, bir hukuk normunun uygulanmasıyla ortaya çıkacak sonuçların o hukuk düzeninde öngörülebilir olmasıdır. Hukuk devleti ilkesinin önkoşullarından biri kişilerin hukuki güvenliğinin sağlanmasıdır. Hukuk devletinin sağlamakla yükümlü olduğu hukuk güvenliği ilkesi, hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılan ortak değerdir. Kural olarak hukuk güvenliği kanunların geriye yürütülmemesini zorunlu kılar. Kanunların geriye yürümezliği olarak adlandırılan bu ilke uyarınca, kanunlar kamu yararı ve kamu düzeninin gerektirdiği, kazanılmış hakların korunması, mali haklarda iyileştirme gibi kimi ayrıksı durumlar dışında ilke olarak yürürlük tarihinden sonraki olay, işlem ve eylemlere uygulanmak üzere çıkarılır. Geçmiş, yeni çıkarılan bir kanunun etki alanı dışında kalır. Bu nedenle, sonradan yürürlüğe giren kanunların geçmişe ve kesin nitelik kazanmış hukuksal durumlara etkili olmaması hukukun genel ilkelerindendir. c) Hizmet alımı sözleşmeleri ile kamu idarelerinde çalışan işçiler, hizmeti sunan şirketlere bağlıdır. Bu işçilerin istihdamından asıl yararı, karlılık amacıyla faaliyet gösteren bu şirketler elde etmektedir. Kamu idareleri, istihdam edilen işçilerin sunduğu hizmetin karşılığını şirketlere ödemektedir. Şirketler, kamu idarelerinden aldıkları hizmet bedeliyle, istihdam ettikleri işçilerin ücretlerini, kıdem tazminatlarını ve diğer kanuni haklarını ödemek ödevi altındadırlar. 4857 sayılı Kanunun 2 inci maddesinde düzenlenen alt işveren üst işveren kurumları, iş hukukunda egemen olan işçinin korunması, işçi yararına yorum ilke ve amaçlarına matuftur.. Ne ki, itiraz konusu kurallarla, işçi lehine yorum ve işçinin korunması ilke ve amaçlarından, kar elde etmek amacıyla hareket eden, çoğu tacir sıfatına haiz alt işverenler de yararlandırılmış olmaktadır. 11/06/2014'den sonra kurulan hizmet alımı sözleşmelerinde kıdem tazminatının alt işverenlere rücu edileceğine dair bir düzenleme yoksa, kıdem tazminatlarını ödeme yükü sadece kamu idarelerine geçecektir. Oysaki hizmet sunan şirketler birer tacirdirler ve her tacir gibi basiretli davranmak zorundadırlar. Kamu idareleri ile akdettikleri sözleşmelerde, kıdem tazminatı ve diğer işçilik alacaklarının kendilerince karşılanmasına olanak sağlayan düzenlemeleri, en azından müteselsil borçluluk düzenlemesini kendi ticari politikalarına uygun bulmuyorlarsa o sözleşmeleri imzalamayabilirler. Bu sözleşmeleri ve eklerindeki şartnameleri önceden görme imkanına da sahiptirler. Kıdem tazminatlarının kamu idarelerince ödenmesi, işveren şirketlerin bu yasal ödevlerinin onların uhdesinden alınarak kamu idarelerinin uhdesine geçirilmesi sonucunu doğurur. Bu sonucun, hukuk devletinin temelini oluşturan adalet düşüncesiyle, keza kamu yararı amacıyla bağdaştığı söylenemez. Türk Borçlar Kanunu'nun 167 inci maddesi, müteselsil borçlulukta iç ilişkinin öncelikle sözleşmeye göre belirleneceğini öngörmektedir. Müteselsil borçlular bu ilişkiyi diledikleri şekilde düzenleyebilirler. Eğer düzenlememişlerse, o takdirde, yasa hükmü uygulanır ve müteselsil borçlular iç ilişkide yarı yarıya sorumlu olurlar. İşte itiraz konusu kurallarla genel bir kanun olan Türk Borçlar Kanunu'nun 167 inci maddesinin kamu idarelerine bahşettiği yarı yarıya rücu imkanı da ortadan kalkmaktadır. Ama bu imkan, sadece kamu idareleri yönünden ortadan kalkmaktadır. Kamu idareleri dışındaki üst işverenler, sözleşmeye ve yasaya göre önceden olduğu gibi alt işverenlere rücu edebileceklerdir. İtiraz konusu kurallar, bu nitelikleriyle kanunların genelliği ilkesine de aykırıdırlar.Esas Sayısı : 2019/97 Karar Sayısı: 2019/77 3 İtiraz konusu kuralların geçmişe yürütülmeleri, 11/09/2014'den sonra kurulan tüm sözleşmeleri etki alanına almaları, kanunların geriye yürümezliği ve bağlantılı olarak hukuki güvenlik ilkelerine de aykırılık oluşturur. Belirlilik ilkesi de ihlal edilmiştir. Çünkü, 11/09/2014'den itibaren kurulan hizmet alımı sözleşmelerinin kamu idarelerine bahşettiği, en azından yasal yarı yarıya rücu hakkı yaklaşık beş yıl sonra kabul edilen bu kurallarla geçmişe etkili olarak ortadan kaldırılmıştır. Halbuki, geçmiş beş yılda kurulan bu sözleşmeler, yasalara, irade ve sözleşme özgürlüğüne, kısaca hukuk düzenine uygun ve meşrudurlar. 3 Anayasanın Kanun Önünde Eşitlik başlıklı 10 uncu maddesi şöyledir. Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. (Ek cümle: 7/5/2010 5982/1 md.) Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz. Çocuklar, yaşlılar, özürlüler, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmaz . Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar. Anayasa Mahkemesi birçok kararında kanun önünde eşitlik ilkesinin şu şekilde yorumlanması gerektiğine işaret etmektedir. Anayasa'nın 10. maddesinde yer verilen eşitlik ilkesi ile eylemli değil hukuksal eşitlik öngörülmektedir. Eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan kişilerin kanunla aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak ve kişilere kanunlar karşısında ayırım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir. Bu ilkeyle, aynı durumda bulunan kimi kişi ve topluluklara ayrı kurallar uygulanarak kanun karşısında eşitliğin ihlâli yasaklanmıştır. Kanun önünde eşitlik ilkesi herkesin her yönden aynı kurallara bağlı tutulacağı anlamına gelmez. Durum ve konumlardaki özellikler, kimi kişiler ya da topluluklar için değişik kuralları gerekli kılabilir. Aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumlar farklı kurallara bağlı tutulursa Anayasa'nın öngördüğü eşitlik ilkesi ihlâl edilmiş olmaz. Kamu idareleri dışındaki üst işverenler Türk Borçlar Kanunu'nun 167 inci maddesiyle bahşedilen yar yarıya rücu hakkından şartsız ve kısıtlamasız yararlanabilirken, kamu idarelerinin bu haktan yoksun kalması, kanun önünde eşitlik ilkesine aykırı olur. Çünkü, örneğin, alt işverenlerden temizlik hizmeti satın alan bir özel sağlık kuruluşu ile, Sağlık Bakanlığına bağlı bir kamu sağlık kuruluşu arasında hukuki konum açısından hiçbir fark yoktur. İkisi de bedelini ödeyerek hizmet satın almaktadırlar. Keza, özel sağlık kuruluşlarının kıdem tazminatını alt işverenlere rücu için sözleşmede açık bir düzenlenme bulunması aranmazken, kamu sağlık kuruluşları için aranması da, aynı şekilde kanun önünde eşitlik ilkesini ihlal eder.Esas Sayısı : 2019/97 Karar Sayısı: 2019/77 4 4 Anayasanın Hak Arama Hürriyeti başlıklı 36 ncı maddesi ise şöyledir. Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir Hiçbir mahkeme, görev ve yetkisi içindeki davaya bakmaktan kaçınamaz. 11/09/2014'den, itiraz konusu kuralların yürürlüğe girdiği 22/02/2019'a kadar bakanlıklar, üniversiteler, belediyeler ve diğer birçok kamu kurum ve kuruluşu çeşitli şirketlerle hizmet alım sözleşmeleri akdetmişlerdir. Bu sözleşmelerin bazılarında kıdem tazminatının alt işverenlere rücu için özel bir düzenleme yer almasa da, kamu idareleri yasa gereği yarı yarıya rücu hakkına sahiptir. Halihazırda ülkemizdeki asliye hukuk mahkemelerinde, 11/09/2014'den sonra kurulan sözleşmeler sebebiyle kamu idarelerinin açtığı ve devam eden çok sayıda rücu davası bulunmaktadır. İtiraz konusu geçici madde 9, bu davalarda, ihtilafın esası hakkında karar verilmesine yer olmadığına şeklinde kararlar verilmesini buyurmaktadır. Oysaki kamu idareleri bu davaları meşru yasal ve yargısal ilkelere dayanarak açmışlardır. İtiraz konusu kural geçmişe yürütülmeyecek olsa, bu davalar önceden olduğu gibi kamu idareleri lehine sonuçlanacak ve idareler alt işverenlerin yasal borcu olan kıdem tazminatını onların yerine ödemek yükünden kurtulacaklardır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, yürürlükteki kurallara uygun olarak açılmış bir dava devam ederken, yasamanın yeni düzenleme yaparak davayı etkisizleştirmesinin mahkemeye başvurma hakkını zedeleyebileceğini benimsemektedir. (İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi ve Anayasa Mahkemesine Bireysel Başvuru Kapsamında Bir inceleme. Prof. Dr. Sibel İNCEOĞLU. Avrupa Konseyi. 2013. 1. baskı. ) İtiraz konusu kurallarla Anayasanın 36 ncı maddesinin de ihlal edildiği belirgindir. III. Sonuç ve İstek Açıklanan nedenlerle, 22 Şubat 2019 tarihli Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren 21 Şubat 2019 kabul tarihli ve 7166 sayılı Sosyal Hizmetler Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 11 ve 12 nci maddelerinin T.C Anayasası'nın 2., 10. ve 36 ıncı maddelerine aykırı olmaları nedeniyle iptalleri, yüksek takdirlerinize saygıyla arz olunur.
1,549
Esas sayısı:1979/39 Karar sayısı:1980/3 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ : İtiraz yoluna başvuran İstanbul Asliye 12. Hukuk Mahkemesinin Anayasa'ya aykırılık gerekçesi özetle şöyledir; 2186 sayılı Yasa Bütçe Yasasıdır. Bu yasanın 9. maddesi, 2762 sayılı Yasada öngörülen taviz bedellerinin beyannamedeki değerlere göre hesaplanacağını buyurmaktadır. Oysa Anayasanın 126/3. maddesi, bütçe yasalarına bütçe ile ilgili hükümler dışında hiçbir hüküm konulamayacağını emretmektedir. 2186 sayılı Yasanın 9. Maddesinin ise bütçe ile ilgili yönü yoktur. Bu nedenle sözkonusu hüküm Anayasanın 126/3. maddesine aykırıdır. Bundan başka bütçe yasalarının görüşülmesi, kabulü ve yasalaşması yöntemi öteki yasalardan ayrı olduğu için, Anayasanın 126. maddesine aykırı olarak bütçe yasalarında başka konulara yer verilmesi, aynı zamanda Anayasanın 94. maddesine de aykırı düşer."
110
Esas Sayısı : 2000/27 Karar Sayısı : 2000/24 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Mahkeme'nin başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: "Anayasa'nın 91. maddesi uyarınca yetki Yasası'na dayalı olarak çıkarılan KHK'lerin Anayasa'ya uygunluk denetimleri, Anayasa Mahkemesi'nin yerleşik içtihatlarında, yasaların denetiminden farklı değerlendirilmektedir. Buna göre Anayasa'nın 11. maddesinin "Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz" buyurucu kuralı nedeniyle, yasaların denetimi yalnızca Anayasa kurallarına uygun olup olmadığı biçiminde yapılırken, KHK'lerin ise, konu, amaç, kapsam ve ilkeleri yönünden hem dayandıkları yetki yasasına hem Anayasa'ya uygunluğu yönlerinden irdelenmektedir. Anayasa Mahkemesi, KHK'nin Anayasa'ya uygun bir yetki yasasına dayanmasına, geçerliliğinin ön koşulu kabul ederek, bir yetki yasasına dayanmadan çıkartılan veya dayandığı yetki yasası iptal edilen bir KHK'nin kuralları, içerikleri yönünden Anayasa'ya aykırılık oluşturmasalar bile, Anayasa'ya uygunluğundan söz edilemeyeceği görüşündedir. Uyuşmazlığa konu olayda uygulanacak sözcüğü içeren 527 sayılı Kanun Hükmünde Kararname 3990 sayılı Yetki Yasası'na dayanılarak çıkartılmıştır. KHK'nin dayanağını oluşturan 3990 sayılı Yetki Yasası'na Anayasa Mahkemesi'nin 5.7.1994 günlü, E: 1994/50, K: 1994/44 2 sayılı kararı ile iptal edilmiştir. Buna göre, Mahkememizce bakılmakta olan davada uygulanacak olan 527 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin 3. maddesiyle 657 sayılı Yasa'nın 43. maddesinin (B) fıkrasına eklenen I sayılı Cetvelin II Teknik Hizmetler Sınıfı (b) bendinde yer alan "...Fizikçi..." sözcüğü, dayanak olan yetki yasasının iptal edilmesiyle Anayasal dayanaktan yoksun kaldığından, Anayasa'nın Başlangıç, 2., 6. ve 91. maddelerine aykırı bulunduğu kanaatine ulaşılmıştır. Açıklanan nedenlerle; Anayasa'nın 152. maddesinin birinci, 2949 sayılı Yasa'nın 28. maddesinin ikinci fıkraları uyarınca, bir davaya bakmakta olan Mahkeme'nin, taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, tarafların bu konudaki iddia ve savunmalarını ve kendisini bu kanıya götüren görüşünü açıklayan kararı ile Anayasa Mahkemesi'ne itirazen başvurması öngörüldüğünden, 527 sayılı KHK'nin 3. maddesiyle 657 sayılı Yasa'nın 43. maddesinin (B) fıkrasına eklenen I SAYILI CETVEL'in, II TEKNİK HİZMETLER SINIFI (b) bendinde yer alan "...Fizikçi..." sözcüğü yönünden iptali için itirazen Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına, konu ile ilgili belgelerin onaylı örneklerinin, karar ile birlikte Anayasa Mahkemesi Başkanlığı'na gönderilmesine ve Anayasa Mahkemesi'nin bu konuda vereceği karara kadar davanın geri bırakılmasına, 31.3.2000 gününde oybirliğiyle karar verildi.""
324
Esas Sayısı : 2004/15 Karar Sayısı : 2008/98 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir. "506 sayılı SSK Kanununun 10. ve 26. maddesi hükümlerine göre davacı idare, daha önce açılıp kesinleşen ve kesin hüküm oluşturan mahkeme kararlarına ek olarak tazminat talebinde bulunabilmektedir. İşçilerin sağlığı ve bunlara ilişkin ödemelerin yapılması (için) rücuen tazminat alınması hukuka uygun olsa bile mahkemelerin verdikleri ve kesinleşen kararların tekrar yargı mercilerinin önüne getirilebilmesi hukukun genel ilkelerine ve Anayasamızdaki hukuk devleti ilkesine aykırıdır. SSK kurum olarak aldığı aidatları değerlendirerek kendi kapsamındaki işçilerin çalıştıkları anda ve emekli oldukları zamandaki maddi manevi ve sosyal kişiliklerini koruyup geliştiren ve devam ettiren bir kuruluştur. Buna göre tazminat taleplerinin bu kapsamda gelecekte oluşacak durumların değerlendirilerek tek seferde talep edilmesi gerekir. İleriki yıllarda oluşan değişiklikler nedeni ile davalılara tekrar tekrar dava açılması hukuk devleti ve sosyal devlet ilkeleri ile bağdaşmamaktadır. Herkes kusurlu veya kusursuz olduğu ya da ne kadar kusurlu olduğu mahkeme tarafından belirlendikten ve bu kusuru oranında tazminat hesaplandıktan ve bu duruma ilişkin mahkeme kararı kesinleştikten sonra aynı konu hakkında yargılanmama hakkına sahip olmalıdır. Kanuni düzenlemelerde işçiyi güvence altına alacak hükümler hukukun genel kuralları ile çelişmeden oluşturulmadır. Davamızda uygulama alanı bulan 506 sayılı SSK Kanununun 10. ve 26. maddelerinin Anayasamızın 2. maddesindeki sosyal hukuk devleti, 11. maddesindeki anayasanın bağlayıcılığı ve üstünlüğü ilkelerine aykırı hükümlerinin iptal edilmesi gerektiği kanaati hasıl olmuştur. ""
222
Esas Sayısı : 2017/84 Karar Sayısı : 2017/74 1 ANAYASA MAHKEMESİNE BAŞVURU ŞEKLİ VE NEDENİ: Anayasanın 152/1. maddesinde Bir davaya bakmakta olan Mahkeme, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır hükmü düzenlenmektedir. Bakılan davada, davacının Adana İli, Çukurova İlçesi, 6357 ada, 3 parsel numaralı taşınmazına davalı idare tarafından kamulaştırmasız el atıldığından bahisle, 5.500.000,00 TL. tazminat ödenmesi ile ilgili dava konusu uyuşmazlığa 2942 sayılı Kamulaştırma Yasasına eklenen geçici 11. maddesinde belirtilen cümlesi uygulanacak yasal hüküm durumunda bulunmaktadır. Anayasanın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyetinin bir hukuk devleti olduğu belirtilmiştir. Hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, insan haklarına saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçman, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan ve yargı denetimine açık olan devlettir. Hukuk devletinde kişilerin temel hak ve özgürlüklerinin sağlanması ve korunması esas olduğundan, kişilere etkili hak arama olanağı sağlayan güvencelerin de tanınması gerekmektedir. Bu çerçevede Anayasanın Hak arama hürriyeti başlıklı 36. maddesinin 1. fıkrasında, Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunda ile adil yargılanma hakkına sahiptir. denilerek, herkese, adaleti bulma, hakkı olanı elde etme ve haksızlığı giderme olanağı sağlanmıştır. Böylece kişilerin hukuki güvenlikleri etkin bir korunma mekanizmasına kavuşturulmuştur. Bir uyuşmazlığı Mahkeme Önüne götürme, Mahkemece verilen kararın uygulanmasını isteme, yargılamanın sonuç doğurmasını sağlayan hak arama hürriyetinin olmazsa olmaz koşuludur. Hak arama özgürlüğünün bir gereği olan Mahkemeye erişim hakkı, yargılama sonunda verilen kararın etkili bir şekilde aynen ve gecikmeksizin uygulanmasını da gerektirmektedir. Kişilerin, Devlete güven duymaları, maddi ve manevi varlıklarım geliştirebilmeleri, temel hak ve özgürlüklerden yararlanabilmeleri ancak hukuk güvenliği ve üstünlüğünün sağlandığı bir hukuk düzeninde gerçekleşebilir. Hukuk güvenliğinin ve hukukun üstünlüğünün sağlanması için Devletin işlem ve eylemlerine karşı yargı yolunun açık tutulması yeterli olmayıp yargı mercileri tarafından verilen kararların gecikmeksizin uygulanması da gerekir. Mahkeme kararlarının bağlayıcılığını ve gecikmeksizin uygulanmasını sağlayacak etkili tedbirlerin alınması hukuk devletinin asgari gereklerindendir. Bu nedenle, davaya taraf olan kişinin Anayasal güvencelerinin etkin olarak korunması ve hukuka uygunluğunun sağlanması için, idarenin kendisi hakkında karar verebileceği konuyu yargı mercileri önüne uyuşmazlık şeklinde getirebilmesiyle olanaklıdır. İLGİLİ ANAYASA MADDELERİ 1 CUMHURİYETİN TEMEL NİTELİKLERİ BaşlıklıEsas Sayısı : 2017/84 Karar Sayısı : 2017/74 2 ANAYASANIN 2. MADDESİ; Anayasanın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyeti toplumun huzuru Milli Dayanışma ve adalet anlayışı içinde insan haklarına saygılı Atatürk Milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir hükmüne yer verilmiştir. Anayasanın 2. maddesinde tanımlandığı üzere Devletimiz bir hukuk devletidir. Hukuk devleti ilkesinin öğeleri arasında yasaların kamu yararına dayanması ilkesi vardır. Bu ilkenin anlamı kamu yaran düşüncesi olmaksızın başka bir deyimle yalnızca özel çıkar veya yalnızca belli kişilerin yararına olarak herhangi bir yasa kuralının konulamıyacağıdır. Buna göre çıkarılması için kamu yaran bulunmayan bir yasa kuralı Anayasanın 2. maddesine aykırı olur ve dava açıldığında iptali gerekir. (Any.Mah. 22.6.1972, Es.1972/14, K. 1972/34; R.G.11.1.1973). Hukuk devletinin temel unsuru bütün Devlet faaliyetlerinin hukuk kurallarına uygun olmasıdır. Hukuk devleti, insan haklarına saygı gösteren ve bu hakları koruyucu, adil bir hukuk düzeni kuran ve bunu devam ettirmeye kendini zorunlu sayan ve bütün faaliyetlerinde hukuka ve Anayasaya uyan bir devlet olmak gerekir. Hukuk devletinde kanun koyucu da dahil olmak üzere devletin bütün organları üstünde hukukun mutlak bir hakimiyeti olması, kanun koyucunun yasama faaliyetlerinde kendisini her zaman Anayasa ve hukukun üstün kuralları ile bağlı tutması lazımdır. Zira kanunun da üstünde Kanun Koyucunun bozamıyacağı temel hukuk prensipleri ve Anayasa vardır. (Any.Mah. 11.10.1963, Es.1963/124. Ka.1963/243, AMKD.sy.l,sh.429; aynı yönde: Any.Mah.3.7.1986, Es.1963/3, Ka. 1986/15, R.G.10.12.1986 Sayı:19307). Hukuk devleti, kişiye tüm hak ve özgürlükleri tanıyıp bunlara saygı gösteren ve bu hakları koruyucu adil bir hukuk düzeni kuran, bunları devam ettirmeye kendini zorunlu sayan ve bütün faaliyetlerinde hukuka ve Anayasaya uyan, başka bir deyimle devlet organlarının tüm işlemlerinin bağımsız yargı denetiminden geçirilmesini ve böylece hukuka ve Anayasaya uygun olmalarını sağlayan devlet dermektir. (Any.Mah. 13.1.1977, Es. 1976/45, Ka. 1977/1; AMKD.sy.15.sy.44; R;G.28.3.1978 Sayı: 16242) Anayasa Mahkemesinin kimi kararlarında da açıklandığı üzere, hukuk devleti demek, insan haklarına saygılı ve bu hakları koruyan toplum yaşamında adalete ve eşitliğe uygun bir hukuk düzeni kuran ve bu düzeni sürdürmekle kendini yükümlü sayan, bütün davranışlarında hukuk kurallarına ve Anayasaya uyan işlem ve eylemleri yargı denetimine bağlı olan devlet demektir. Aslında yargı denetimi, hukuk devleti ilkesinin öteki öğelerinin de güvencesini oluşturan temel öğedir. Çünkü insan haklarına saygılı olmayan ve davranışlarında hukuka ve Anayasaya uymayan bir yönetimi, bu tutumundan caydıran ve onu meşruluk ve hukukilik sının içinde kalmak zorunda bırakan güç, yargı denetimi gücü ve yetkisidir. (Any. Mah. 27.1.1977, Es. 1976/43,Ka. 1977/14, AMKD.sy. l5,sh.ll7; R.G.21.4.1977 Sayı: 15916). Yasaların üstünde yasa koyucunun uymak zorunda bulunduğu Anayasa ve temel hukuk ilkeleri vardır. Anayasada öngörülen devletin amacı ve varlığıyla bağdaşmayan, hukukun ana ilkelerine dayanmayan yasalar kamu vicdanında olumsuz tepkiler yaratır... Hukuk devletinin amaç edindiği kişinin korunması, toplumda sosyal güvenliğin ve sosyal adaletin sağlanması yoluyla gerçekleştirilebilir. (Any.Mah. 20.10.1988, Es. 1988/19, Ka. 1988/33; R.G. 11.12.1988, Sayı 20016) tespit ve yorumları bulunmaktadır. Anayasa 2. madde içeriğindeki Hukuk Devlet kavramı açısından bilimsel görüş;Esas Sayısı : 2017/84 Karar Sayısı : 2017/74 3 Yürütme işlemlerinin yargısal denetimi, hukuk devletinin temel ilkelerinden biri olmakla birlikte, tek başına hukukun üstünlüğünü ve vatandaşların hukuki güvenliğini sağlamaya yeterli değildir. Çünkü bu denetim, nihayet yürütme işlemlerinin kanunlara uygunluğunu sağlayabilecektir. Oysa kanunların kendisi Anayasaya aykırı olduğu takdirde, vatandaşların Anayasal haklarının çiğnenmesi yine önlenemeyecektir. Şu halde hukuk devletinin tam anlamıyla gerçekleşebilmiş sayılabilmesi için, sadece yürütme organının işlemlerinin kanunlara uygunluğunun değil, yasama işlemlerinin de Anayasa uygunluğunun yargı organlarınca denetlenebilmesi gerekir... Hukuk devleti denilince, ilk olarak yürütmenin hukuka bağlılığı ve yürütme işlemlerinin yargı denetimi altında bulunması akla gelmektedir. Hukuk devleti bakımından önemli olan nokta, yürütmenin eylem ve işlemlerinin bağımsız yargı organlarınca denetlenip denetlenememesidir. Bu denetim sağlandıktan sonra, denetimi yapan Mahkemenin genel Mahkeme veya İdare Mahkemesi oluşu, hukuk devleti açısından önem taşımaz. Nitekim hukuk devleti, adli idareyi benimseyen Anglo Sakson ülkelerinde olduğu kadar, idari yargıyı benimseyen Kara Avrupası ülkelerinde de mevcuttur. (Özbudun, sh.96 ve) şeklindedir. 2 DEVLETİN TEMEL AMAÇ VE GÖREVLERİ Başlıklı 5. MADDESİ; Anayasanın 5. maddesinde Devletin temel amaç ve görevleri, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır. hükmünü içermektedir. Anayasanın 5. maddesinin gerekçesinde: ...Devletin... milletin huzurunu sağlamak ve fertlerini mutlu kılmak görevi ile de yükümlüdür. Devlet, ferdin hayat mücadelesini kolaylaştıracaktır. Ferdin insan haysiyetine uygun bir ortam içinde yaşamasını gerçekleştirecektir. Bu sosyal devletin görevidir... olarak belirtilmektedir. Anayasa 5. madde içeriğindeki kavramlar açısından bilimsel görüş; 1982 Anayasası, 5. madde ile, devletin amaç ve görevlerini açık ve anlaşılır bir şekilde ortaya koymuştur. Bu maddede devletin görevleri üç grupta toplanmıştır. 1 Türk milletinin bağımsızlığını ye bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, 2 Kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak, 3 Kişi hak ve hürriyetleri için sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleri ile bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasi, sosyal ve ekonomik engelleri kaldırmak, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartlan hazırlamaya çalışmak. (Dal,sh. 141) şeklindedir. 3 YARGI YETKİSİ Başlıklı 9. MADDESİ; Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız Mahkemelerce kullanılır. Gerekçe: Yargı yetkisi, fert, hak ve hürriyetleri sorununun ortaya çıktığı günden beri kabul edildiği üzere bağımsız organlar tarafından bağımsız Mahkemelerce yerine getirilecektir.Esas Sayısı : 2017/84 Karar Sayısı : 2017/74 4 Anayasanın 2. Maddesinde yer alan hukuk devleti ilkesi, insan haklarına saygılı ve bu haklan koruyucu adil bir hukuk düzeni kuran ve bunu devam ettirmekle kendini yükümlü sayan, bütün davranışlarında hukuk kurallarına ve Anayasaya uygun işlem ve eylemleri yargı denetimine bağlı olan devlet demektir. Aslında yargı denetimi unsuru, hukuk devleti ilkesinin diğer öğelerinin güvencesini oluşturan temel öğedir. Çünkü, insan haklarına saygılı olmayan ve davranışlarında hukuka ve Anayasaya uymayan bir yönetimi bu tutumundan caydıran ve onu meşruluk ve hukukilik sının içinde kalmak zorunda bırakan güç, yargı denetimi gücü ve yetkisidir. (Any. Mah 2.5.1976, Es. 1976/1, Ka. 1976/8; E.G. 16.8.1976) 4 MÜLKİYET HAKKI Başlıklı 35. MADDESİNDE; Herkes, mülkiyet ve miras hakkına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yaran amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz. Gerekçe: Madde, birbirine yakın ve birbiriyle ilgili iki temel hakkı, mülkiyet ve miras haklarını birlikte düzenlemiştir. Bu birlikte düzenleme 18 inci yüzyıldan beri geleneğin sonucudur. Anayasa hem mülkiyet hakkını hem miras hakkını Anayasal bir müessese olarak teminat altına almaktadır. Maddede mülkiyet ve miras haklarının, diğer temel haklan gibi ve onlar derecesinde düzenlenmiş ve Anayasa güvencesine bağlamıştır. Madde bundan sonra mülkiyet ve miras haklarının kamu yararı amacı ile sınırlandırabileceğine işaret etmiş; daha sonra mülkiyet hakkının kullanılmasının toplum yararına aykırı olamayacağını hükme bağlamıştır. Mülkiyet hakkı Devletten önce de var olan bir gerçek olması itibariyle (Maunz Durig Herzog Scholz, Gmudgesetz, Kommentar, Art. 14, N.5) ekonomik ve sosyal haklar arasında değil de, kişinin temel hakları arasında düzenlenmesi düşünebilirse de, Komisyon şimdiki düzenlemenin yerinde olduğu sonucuna varmıştır. Mülkiyetin Anayasa güvencesi altına alınması, yine Anayasanın komünizmi, faşizmi ve din temeline dayanan Devlet kurmayı yasaklayan hükümleriyle birlikte karşılaştırılınca, mülkiyetin bu şekilde himayesinin bir ölçüde ekonomik sistem tercihi bakımından da bir gösterge teşkil etmektedir. Kısaca, özel mülkiyetin özellikle üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin yok edilmesi, inkar edilmesi de önlenmiştir. Kamu yararına bulunduğu hallerde büyümenin gerçekleşmesi suretiyle toplumunun refahını arttıracağı genellikle kabul edilmektedir. (Maunz Durig Herzog Scholz,. Art. 14. No.7) Mülkiyeti Anayasa teminatı altına alan bu madde doğrudan devlete hitabetmektedir. Mülkiyetin şahıslara karşı korunması Medeni Kanun ve 5917 sayılı Gayri Menkule Tecavüzün Meni Hakkında Kanun gibi mevzuatla sağlanmaktadır. Mülkiyetin münferit himayesini fert Mahkemelerden ve idareden talep etmektedir. Mülkiyetin müessese olarak güvence altına alınması ise kanun koyucu, başka açıdan Devlet, Anayasaya uygunluk denetimini yapacak olan Anayasa yargısı, tarafından sağlanacaktır. (MangoIdt Klein I, S. 422)Esas Sayısı : 2017/84 Karar Sayısı : 2017/74 5 Mülkiyetin Anayasa teminatı altına alınması kimlerin yararlanacağı ise bir problem doğurmaz. Malik sıfatım taşıyan gerçek ve tüzelkişiler, bu Anayasal güvenceden yararlanırlar ve onu dermeyan edebilirler. Gerçek kişilerin fiil ehliyetlerinin farklı olması sebebiyle bu temel hakkın sahipliği bakımından bir ayırım yapılamaz. Başka deyişle mülkiyete sahip olmak bakımından hiçbir ehliyet ayrımı gözetilemez. Kişinin, şahsiyetini geliştirebilmesinde mülkiyetin, Anayasaca güvence altına alınmasının azımsanmayacak rolü vardır. Çünkü klasikleşmiş bir kabule göre, insan şahsiyetinin bir parçası ekonomik şahsiyet olarak adlandırılmaktadır. Anayasanın Herkes yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir diyen 16 ncı maddesinin 1 inci fıkrası ile mülkiyet güvencesi getiren 43 üncü madde arasında bu açıdan irtibat vardır. Başka deyişle, mülkiyet hakkım Anayasa teminatı altında tutan 43 üncü madde, 16 ncı maddenin 1 inci fıkrasına nazaran özel hüküm niteliğindedir. Mülkiyetin korunması, hürriyeti de güvence altına alır. (Maunz Durig Herzog Scholz,. Art. 14. No. 15/16) Mülkiyetin, güvencesi ile ilgili 43 üncü madde, konut dokunulmazlığını güvence altına alan 21 inci madde birlikte uygulanır. 48 inci maddede düzenlenen devletleştirmenin mülkiyetin Anayasa güvencesi altına alınması ile çelişir bir yanı yoktur. Bu noktaya yukarıda temas edilmemiştir. Mülkiyetin anayasal güvencesi ile 13 üncü maddedeki temel hakları kötüye kullananların o haklan kaybedecekleri hükmü arasında bir uyumsuzluk bulunmamaktadır. Türk Ceza Kanunundaki müsadere hükümleri ile Anayasanın 30 uncu maddesindeki müsadere hükümleri 13 üncü madde anlamında o hakkın kaybedilmesi değildir. Kanun koyucu 13 üncü maddedeki şartlarda mülkiyet hakkının kaybedilmesinin şartları ve karar verecek mercileri özel bir kanunla düzenleyebilir. Mülkiyet Anayasal güvence altına alınması tek tek menkul ve taşınmaz mallan, para ile değerlendirebilen hakları ve mal varlığını toplu olarak ve tabii olarak üretim araçlarını içeren bir teminattır. Bu teminat, hukuk devletinin gereğidir. Bu teminat, mülkiyetin kamu yaran amacıyla sınırlanmasına engel değildir. Ağır vergilendirme, peşin olmayan ödemelerle kamulaştırma ve devletleştirmelerin, mülkiyet güvencesine aykırı düşer. Miras hakkı, mülkiyet hakkının bir devamıdır, özel bir şekildir. Bu nedenle mülkiyet ve miras aynı maddede ardarda düzenlenerek Anayasal güvence altına alınmıştır. Miras hakkının ağır vergilendirme yolu ile muhtevasız hale getirilmesi, mira hakkının ortadan kaldırılması önlenmek istenmiştir. M.G.K. ANY. KOM. DEĞİŞİKLİK GEREKÇESİ: Danışma Meclisince kabul edilen 43 üncü maddenin birinci fıkrasında yer alan Bu haklar, diğer temel haklar gibi AnayasanınEsas Sayısı : 2017/84 Karar Sayısı : 2017/74 6 güvencesi altındadır. cümlesi maddeden çıkarılmış ve madde redaksiyona tabi tutulmuştur. Anılan hükmün maddeden çıkarılmasının nedeni, Anayasada sayılan tüm temel hak ve hürriyetler gibi mülkiyet ve miras hakkının da herhangi bir açıklamaya gerek olmaksızın Anayasanın güvencesi altında olmasıdır. Kaldı ki, diğer temel hak ve hürriyetler için ilgili maddelerinde bu kurala yer verilmemiştir. Mülkiyet ve miras haklarının önemi ve Türk toplumunun köklü gelenekleri göz önünde tutularak bu haklar ancak kamu yaran amacıyla, kanunla sınırlanabilir hükmü aynen korunmuştur. Metindeki bu ancak ibaresi sınırlayıcı nitelikte görülmemiş, temel hak ve hürriyetlerin sınırlanmasına ilişkin 13 üncü maddede belirtilen genel sınırlama sebeplerinin tümü anılan 13üncü maddenin son fıkrasında yer alan açık hükümlere göre, bu haklar bakımından da geçerli olduğundan, maddede yer alan bu hüküm, sınırlama sebepleri arasında öncelikle uygulanabilecek bir sebebi belirtir nitelikte kabul edilmiştir. Anayasa Mahkemesinin değişik kararlarında çağımızda mülkiyet hakkı temel bir hak olmakla birlikte kullanılmasının toplum yararına aykırı olamayacağı belirtilmiştir. Toplum yaran ise, yerine göre mülkiyet hakkının tümüyle kişinin elinden alınmasını gerektirmektedir. Bu nedenle, Anayasada kamulaştırma ve devletleştirme kurumlan düzenlenmiştir. (Any.Mah.19.2.1985, Es.1984/15, ka.1985/5, R.G. 11.6.1985 Sayı:18781) Anayasa, 1961 Anayasasından farklı olarak, mülkiyet hakkına, ekonomik haklar arasında değil, kişi haklan arasında yer vermiştir. Bu değişiklik, Anayasanın Milli Güvenlik Konseyinde yapılan görüşmesi sırasında oluşmuştur. Mülkiyet hakkı, devletten önce var olan, devlete karşı da korunması gereken, kişi haklan ağır basan haklardan sayılmıştır. (Gözübüyük, sy.156) 1961 Anayasası mülkiyet hakkım sosyal ve ekonomik haklar arasında düzenlemişti. Bu bir yerde mülkiyete değişik yorumlarla, mahiyetinden değişik yaklaşmalara neden olabiliyordu. 1982 Anayasası mülkiyet hakkını kişinin haklan bakımından değeri olan bir hak değil, ferdi niteliği ve tabii haklar arasında oluşu yeniden vurgulanmıştır... Anayasa mülkiyet hakkını özel mülkiyet olarak düşünmüştür. Bu mülkiyet anlayışı, teşebbüs serbestisini üretim vasıtaları üzerindeki özel mülkiyeti de ihtiva etmektedir. Bu nedenle faşişt, komünist veya dini esaslara dayanan bir sistem tercihi Anayasanın diğer hükümleri ile olduğu kadar mülkiyet hakkındaki hükümleri ile de mümkün değildir. 5 HAK ARAMA HÜRRİYETİ başlıklı 36. MADDESİNDE; Herkes meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünden davacı ve davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir ANAYASA MADDELERİ ÇERÇEVESİNDE DAVA KONUSUNUN VE UYGULAMASI BULUNAN YASA MADDESİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ: Anayasanın 2. maddesi yönünden Yasanın uygulanması açısından 2942 sayılı Kamulaştırma Yasasının 6745 sayılı Yasanın 34. maddesiyle 20/08/2016 günü kabul edilen maddesinin birinci fıkrası kapsamında kalan tasarrufu hukuken kısıtlanan taşınmazlar hakkında yürürlüğe girdiği tarihten itibaren başlar. Bu süre içerisinde belirtilen işlemlerin yapılmaması halinde taşınmazların malikleri tarafından, bu Kanunun geçici 6 ncı maddesindeki uzlaşma sürecini ve 3194 sayılı İmar Kanununda öngörülen idari başvuru ve işlemleri tamamlandıktan sonra taşınmazın kamulaştırmasından sorumlu idare aleyhine idari yargıda dava açılabilir. yasalEsas Sayısı : 2017/84 Karar Sayısı : 2017/74 7 hükmünün bu kısmının süre belirtmek gerekirse uyuşmazlığımızı da etkileyecek şekilde 2021 yılma kadar dava açılmasının Önlenmesine yol açtığı, bu nedenle dava konusuna uygulanacak Yasanın değerlendirilmesi devletin yükümlülükleriyle bağdaşmamaktadır. Anayasa 5. madde yönünden; yasal düzenlemelerin hukuk devletinde adaletli ve adaletin yerine getirilmesi açısından başvuru yollarını sınırlayıcı düzenlemelerde Yasa koyucu tarafından kaçınılması gerekliliğini öngörmektedir. Anayasa 9. madde yönünden; yargı yetkisinin kullanılamaması genel hukuk ilkelerine göre uygun olmayan sınırlamalar dışındaki bir uygulamanın kabul edilmediği sonucu bulunmaktadır. Anayasa 35. madde yönünden; Açık bir biçimde mülkiyet hakkının özüne dokunulması ve bu hususta denge gözetilmeden kişi haklarına aykırılığın oluşturulmaması gerektiği vurgulanmaktadır. Anayasa 36. maddesi yönünden; idari itiraz veya dava yolu tanımadan önlenmesine yol açıcı yasal düzenleme getirilmesi nedeniyle Anayasanın bu hükmüne aykırılık mevcuttur. Anayasanın 90. maddesi uyarınca uygun bulunan ve iç hukukun bir parçası halini alan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 1 nolu Ek Protokolünün Mülkiyetin korunması başlıklı 1. maddesinde, Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir. düzenlemesi yer almıştır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİHM), mülkiyet hakkı ihlali iddialarıyla açılmış olan, Hakan Arı Türkiye, Hüseyin Kaplan Türkiye davalarında Mahkeme, imar planında kamusal kullanıma ayrılan ve kullanımı kısıtlanan taşınmazların yukarıda sözü edilen hukuki düzenlemeler sonucunda, kamu yararının gerekleri ile temel haklarının korunması arasında hüküm sürmesi gereken adil dengenin gözetilip gözetilmediğini irdelemiştir. Kararlarda, ilgililerin imara açık taşınmazlarında inşaat ruhsatı elde etme haklarının meşru haklan olduğu, oysa bu nitelikteki taşınmazların imar yasağına tabi tutulması sonucunda mülkiyet hakkının akıbeti konusunda bir belirsizliğe itildiği ve mülkiyet hakkından yararlanmanın engellendiği sonucuna ulaşmıştır. SONUÇ : Dava konusu kamulaştırmama nedeniyle tazminat isteminin; uzun yıllar sonuç alamamasına neden olan yasal düzenlemeyle mülkiyet hakkının kullanımının kısıtlanmasıyla beraber tamamiyle kurumların insiyatifıne bağlı olarak bir gelişme gösterdiği Anayasaya aykırılık yönündeki itiraz konusu kısımla beraber 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununda 20/08/2016 gün 6745 sayılı Yasayla satınalma usulü başlıklı 8. maddesi ek madde 1 (... yapılacak ödemelerin toplam tutarının idari olarak ayrılan ödeneğinin toplamını aşması halinde, ödemeler, en fazla 10 yıl da ve geçici 6. maddenin 8. fıkrasına göre yapılır, kamulaştırılmaksızın kamu hizmetine ayrılan taşınmazların bedel tespiti başlıklı geçici 6. maddesindeki hükümler özellikle son fıkra Bu madde uyarınca ödenecek bedelin tahsili sebebiyle idarelerin mal, hak ve alacakları haczedilemez beraber değerlendirildiğinde taşınmazın kısıtlılığı hatta kullanılamaz hale getirdiği açıktır.Esas Sayısı : 2017/84 Karar Sayısı : 2017/74 8 Kamu hizmetinin yürütülmesi toplum yararı ile kişilerin maddi ve manevi menfaatleri arasındaki dengenin gözetilmesinde kamu hizmetinin verimliliğinin ön planda tutulması mutlak olmakla beraber bu dengenin tamamiyle bir taraf yönünde gözetilmemesi sonucunu doğurmaması gerekliliği kamu vicdanı ve adalet açısından zorunluluktur. Bu bağlamda kurumların kamu hizmeti nedeniyle imar planlarında bir kısım taşınmazları kısıtlaması gerekliliği kişilerin toplum yararına bu menfaatlerinden vazgeçmesinde toplum düzeninin oluşmasındaki mülkiyet hakkının kullanılmasının engellenmesinin mülkiyet sahipleri açısından da en azından tazmini gerekeceği tabi olmakla bu dengeyi gözeten ve hak arama özgürlüğünü yıllara yayılı olarak ortadan kaldırmayan mevzuat hükümleri getirilmesi kurumların sonuç itibariyle de taşınmazın mülkiyetini uhdelerine de aldığı düşünüldüğünde Anayasaya aykırılık teşkil ettiği görüşüyle Anayasa Mahkemesine başvuruda bulunulması gerektiği sonucuna varılmıştır. HÜKÜM : Açıklanan nedenlerle, 2942 sayılı Kamulaştırma Yasanın geçici madde 11in Bu Kanunun Ek 1 inci maddesinin birinci fıkrası kapsamında kalan ve bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce tasarrufu hukuken kısıtlanan taşınmazlar hakkında aynı fıkrada belirtilen süre, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren başlar. Bu Kanunun Ek 1 inci maddesinin üçüncü fıkrası hükmü, bu madde kapsamında kalan taşınmazlara ilişkin dava ve takipler hakkında da uygulanır. ibaresinin Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 5 9 35 ve 36. maddelerine aykırı olduğu düşüncesi ile iptali istemi ilgili Anayasa Mahkemesine gidilmesine, dava dosyasının tüm belgeleri ile onaylı suretlerinin dosya oluşturularak karar aslı ile birlikte, Anayasa Mahkemesine sunulmasına bu karar ile dosya suretinin Yüksek Mahkemeye ulaşmasından itibaren 5 ay süre ile karar verilinceye kadar davanın bekletilmesine karardan bir suretinin taraflara tebliğine 29/11/2016 günü karar verildi.
3,023
Esas Sayısı : 2013/63 Karar Sayısı: 2013/163 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: Davacı tarafından 02.11.2011 tarih ve 28103 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanan Kamu Görevlilerinin Mali Haklarının Düzenlenmesi Amacıyla Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair 666 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye ekli II sayılı cetvel oluşturulurken unvanlı kadroların esas alındığı, Bakanlıkların ve bazı kurumların taşradaki Bakanlık veya genel müdürlüklerin il müdürlerinin II sayılı cetvelde sayıldığı, ancak il nüfus ve vatandaşlık müdürlerinin Bakanlık il müdürü olmasına rağmen II sayılı cetvele alınmayarak söz konusu Kanun Hükmünde Kararname'nin I sayılı cetvelinde sayıldığı, I sayılı cetvelde yer alan ve Bakanlık il müdürü olmayan şube müdürü, ilçe nüfus müdürü ve ilçe müftüsü gibi kadrolarla eş değer kabul edilerek aynı cetvelde yer almaları nedeniyle mağdur edildiği gerekçesiyle davalı idareye yaptığı başvurunun zımnen (cevap verilmeyerek) reddine ilişkin işlemin iptali ile söz konusu düzenleme ile oluşturulan eşitsizliğin Anayasa'nın 10. maddesinde yer alan eşitlik ilkesine ve Anayasanın 55. maddesinde belirtilen ücrette adalet ilkesine 666 sayılı KHK'ya ekli özlük haklarını (maaşlarını) belirleyen I sayılı cetvelde yer alan aykırı olduğu ileri sürülerek iptali için Anayasa Mahkemesi'ne gönderilmesi istemiyle İçişleri Bakanlığı'na karşı açılan davada işin gereği görüşüldü. Davacı tarafından: 02.11.2011 tarih ve 28103 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan Kamu Görevlilerinin Mali Haklarının Düzenlenmesi Amacıyla Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair 666 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'de yapılan düzenleme nedeniyle her yönüyle zarara uğradığı, bu anlamda maddi haklarında azalmaya sebep olunduğu ve statü kaybının ortaya çıktığı, il nüfus ve vatandaşlık müdürlerinin söz konusu Kararnameye ekli I sayılı cetvelin (g) bendinde; İl nüfus ve vatandaşlık müdürü, il yazı işleri müdürü, il idare kurulu müdürü, il mahalli idare müdürü, il planlama ve koordinasyon müdürü, dernekler il müdürü, il afet ve acil durum müdürü, hukuk müşaviri, fakülte ve yüksekokul sekreteri, basın ve halkla ilişkiler müşaviri, basın müşaviri, müşavir, müdür, şube müdürü, ilçe müftüsü, başkan, daire başkan yardımcısı, kurum sekreteri, merkez sekreteri, enstitü sekreteri, genel sekreter yardımcısı, birlik sekreteri, müze başkanı, KİT'lerde başuzman, diğer belediye başkan yardımcıları ve (f) sırasında sayılanların yardımcıları kadroları ile eşdeğer tutularak sadece ek ödeme göstergesi verildiği, diğer Bakanlık ve Genel Müdürlük İl Müdürlerine ücret ve tazminat göstergesi verildiği, bu durumun İl Nüfus ve Vatandaşlık Müdürleriyle diğer Bakanlık veya Genel Müdürlük İl Müdürleri arasında yaklaşık 1.250,00 TL tutarında maaş farkına neden olduğu ve 1.250,00 TL daha maaş aldığı, söz konusu 666 sayılı Kararnamenin 1. maddesinin Ek Madde 9'un birinci bendinde yer alan; ...mali haklar kapsamında yapılan her türlü ödemeler dahil almakta oldukları toplam ödeme tutarı dikkate alınmak suretiyle aynı veya benzer kadro ve görevlerde bulunan personel arasındaki ücret dengesini sağlamak amacıyla... hükmüne göre söz konusu düzenlemelerin yapıldığının belirtildiği, oysa Bakanlık İl Müdürü olan İl Nüfus ve Vatandaşlık Müdürünün diğer Bakanlık ve Genel Müdürlük İl Müdürlerinden ayrı tutularak 666 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin özü olan ve yukarıda yer verilen hükme uygun düzenleme yapılmadığı, bu durumun anılan Kanun Hükmünde Kararnamenin kendi içerisinde tutarsızlık göstererek Anayasa'nın eşitlik ilkesine aykırı olarak ücret dengesizliği yarattığı, 190 sayılı Genel Kadro Usulü Hakkında Kanun Hükmünde Kararname'ye bağlı cetvellerde yapılan değişiklikle İl Müdürlerinin İl Vatandaşlık Müdürleri unvanı ile belirtildiği, İçişleri Bakanlığı Nüfus ve Vatandaşlık İşleriEsas Sayısı : 2013/63 Karar Sayısı: 2013/163 2 Genel Müdürlüğünün 03.07.1997 tarih ve 109/1102 sayılı, 1997/15 sayılı genelgesinde İçişleri Bakanlığı İl Müdürlerinin kendilerine kanun, tüzük ve yönetmeliklerle verilen görevleri İçişleri Bakanlığı adına taşrada re'sen yürüttükleri ve bu hizmetleri il düzeyinde deruhte ettikleri gerekçesiyle Bakanlık il müdürü statüsünde olduklarına karar verildiği, ayrıca Maliye Bakanlığı'nın 10.11.1998 tarih ve BÜMKO 23190 23 sayılı yazısı ile de İçişleri Bakanlığı'na bağlı taşrada görev yapan il müdürlerinin Bakanlık İl Müdürleri olarak kabul edilmesi gerektiğinin belirtildiği, İçişler Bakanlığı Personeli Yer Değiştirme ve Atama Yönetmeliği'nin 10. maddesinin 2 (a) bendinde unvanların yeniden kazanılması ve kaybedilmesi ile ilgili bölümde; il nüfus ve vatandaşlık müdürlüğünün kaybedilmesi halinde ataması valiliklerde olan Bakanlık kadrolarına ait il müdürlüklerine veya Bakanlıkta boş olan uzman kadrolarına atanabilirler denildiği, yani il ve vatandaşlık il müdürlüğünü kaybedenlerin il yazı işleri müdürü, il idare kurulu müdürü, il mahalli idareler müdürü, il basın ve halkla ilişkiler müdürü kadrolarına atanabilecekleri, bu kapsamda uygulamada örneklerin de yer aldığı, 666 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile bahsi geçen ve bir alt görev olarak nitelendirilebilecek görevler ile il nüfus ve vatandaşlık müdürleriyle aynı statüde değerlendirilerek I sayılı cetvelde gösterildiği, bahsi geçen görevlerin il genelinde teşkilatlanma, görev, sorumluluk, denetim ve atama teklifi yetkilerinin bulunmadığı, bu müdürlerin Bakanlık il müdürü olmadığı, ek göstergelerinin 2200 il nüfus ve vatandaşlık müdürlerinin ek göstergesinin ise 3000 olduğu, Bakanlık il müdürü olan il nüfus ve vatandaşlık müdürleri ile il yazı işleri müdürü, il idare müdürü, il mahalli idareler müdürü, il dernekler müdürü, il planlama müdürleri ile şube müdürü ilçe müftüsü gibi kadrolarla eşit değerlendirilmesinin Anayasa'nın eşitlik ilkesine ters olduğu, nüfus ve vatandaşlık hizmetlerinin kamu hizmetlerinin temelini oluşturduğu, e devlet projesinin temelini oluşturan MERNİS Projesi, Türkiye Cumhuriyeti Kimlik Numarası Projesi, nüfus kayıtlarını kamu kurumlarının hizmetine sunan Kimlik Paylaşım Sistemi (KPS) Projesi, Medeni Hukuk, Borçlar Hukuku ve kamu hizmetlerinde hizmet sunumunda esas alınan Adres Kayıt Sistemi (AKS) Projesi ve nüfus sayımlarının, seçmen listelerinin elektronik olarak MERNİS Projesi üzerinden yürütülmesi gibi önemli hizmetlerin nüfus hizmetleri içerisinde yerine getirildiği, İçişleri Bakanlığı Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğünün taşra kuruluşu olan il nüfus ve vatandaşlık müdürlüğünün kanunlar, yönetmelikler ve yönergelerde tanımlanan teşkilat yapısı, yürütülen hizmetin önemi ve yoğunluğu, il nüfus ve vatandaşlık müdürlüğüne verilen görev, yetki ve sorumluluk değerlendirildiğinde; il nüfus ve vatandaşlık müdürlüğünün Bakanlık il müdürlüğü ve müdürünün de Bakanlık il müdürü olduğunun açık olduğu ve 02.11.2011 tarih ve 28103 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan Kamu Görevlilerinin Mali Haklarının Düzenlenmesi Amacıyla Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair 666 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'de II sayılı cetvelde sayılması gerektiği, söz konusu Kanun Hükmünde Kararname ile mağdur edildiği, söz konusu mağduriyetinin giderilmesi istemiyle 08.12.2011 tarihli dilekçesi ile yapılan bu eşitsizliğin düzeltilerek bahsi geçen Kararnamenin 1. maddesinin EK 10 madde bölümüne göre düzenlenen ücret göstergesi ve tazminat göstergesi olan II sayılı cetvele il nüfus ve vatandaşlık müdürü ibaresinin de eklenmesi istemiyle yaptığı başvurunun cevap verilmeyerek reddi üzerine zımnen red işleminin iptali ile İl Nüfus ve Vatandaşlık Müdürünün mali haklarının Bakanlık il müdürü olarak yeniden düzenlenmesi için 02.11.2011 tarih ve 28103 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan Kamu Görevlilerinin Mali Haklarının Düzenlenmesi Amacıyla Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair 666 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin I sayılı cetvelinde yer alan İl Nüfus ve Vatandaşlık Müdürü ibaresinin Anayasa'ya aykırı olduğu ve yürürlük tarihinden itibaren iptali için Anayasa Mahkemesi'ne götürülmesi gerektiği ileri sürülmüştür. Davalı İçişleri Bakanlığı'nca; uyuşmazlık konusu 02.11.2011 tarih ve 28103 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan Kamu Görevlilerinin Mali Haklarının Düzenlenmesi AmacıylaEsas Sayısı : 2013/63 Karar Sayısı: 2013/163 3 Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair 666 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'de yapılan düzenlemenin 06.04.2011 tarih ve 6223 sayılı Kanun'un verdiği yetkiye dayanılarak Bakanlar Kurulu'nca 11.10.2011 tarihinde kararlaştırıldığı ve 27.06.1989 tarih ve 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye eklendiği, yapılan düzenlemeye ilişkin uygulama birliğinin sağlanması ve oluşabilecek tereddütlerin giderilmesi amacıyla da Maliye Bakanlığı'nca 01.01.2012 tarih ve 28160 sayılı Resmi Gazete'de 161 nolu Devlet Memurları Genel Tebliği'nin yayınlandığı, konuya ilişkin 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun 43/B maddesine göre ek göstergelerin belirlenmesinde; bu Kanun'a tabi kurumların kadrolarında bulunan personelin aylıkları, hizmet sınıfları, görev türleri ve aylık alınan dereceler dikkate alınarak bu Kanun'a ekli I ve II sayılı cetvellerde gösterilen ek gösterge rakamlarının eklenmesi suretiyle hesaplanacağı, II sayılı cetvelde yer alan unvanlarda değişiklik yapmaya ve yeni unvanlar ilave etmeye Bakanlar Kurulu'nun yetkili olduğu, İçişleri Bakanlığı'nın bu konuda belirleyici konumda olmadığı, İçişleri Bakanlığı il müdürlerinin mali haklarının düzeltilmesi hususu ile ilgili olarak Başbakanlığa 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun ekli (II) sayılı ek gösterge cetvelinde değişiklik yapılmasına ilişkin teklifte bulunulduğu, Başbakanlığın 25.12.2003 tarih ve 5732 sayılı cevabi yazının ekinde gönderilen Maliye Bakanlığı'nın 31.12.2002 tarih ve 41271 sayılı yazısında; 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun ekli (I) sayılı ek gösterge cetvelinin 1) Genel İdare Hizmetleri Sınıfı Bölümünün (i) sırasında 2200 ek göstergeden yararlanmaları gerektiği belirtilerek istemlerinin reddedildiği, İçişleri Bakanlığı'nca da 09.11.1991 tarih ve 21046 sayılı Resmi Gazete'de (mükerrer) yayımlanan 91/2344 sayılı Bakanlar Kurulu Kararına istinaden İl Müdürü unvanını alan il nüfus ve vatandaşlık müdürlerinin, 666 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin II sayılı cetveline eklenmeleri durumunda, illerde benzer görevleri yürüten diğer Bakanlıkların il müdürleri ile mali haklar yönünden eşitliğin sağlanacağı, uygulama birliğinin oluşturulacağı ve bahsi geçen İçişleri Bakanlığı İl Müdürlerinin gerek yazılı, gerekse sözlü olarak ifade etmeye çalıştıkları mağduriyetlerinin giderilmiş olacağı değerlendirilmekte olup, Maliye Bakanlığı'na konu ile ilgili değişiklik yapılmasına dair, teklif çalışmalarının devem ettiği ileri sürülerek işlemin hukuka uygun olduğu ve davanın reddi gerektiği savunulmuştur. 2709 Kanun numaralı 1982 Anayasası'nın 152 nci maddesinde: Bir davaya bakmakta olan mahkeme, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır. Mahkeme, Anayasaya aykırılık iddiasını ciddi görmezse bu iddia temyiz merciince esas hükümle birlikte karara bağlanır. Anayasa Mahkemesi, işin kendisine gelişinden başlamak üzere beş ay içinde kararını verir ve açıklar. Bu süre içinde karar verilmezse mahkeme davayı yürürlükteki kanun hükümlerine göre sonuçlandırır. Ancak, Anayasa Mahkemesinin kararı, esas hakkındaki karar kesinleşinceye kadar gelirse, mahkeme buna uymak zorundadır. Anayasa Mahkemesinin işin esasına girerek verdiği red kararının Resmi Gazetede yayımlanmasından sonra on yıl geçmedikçe aynı kanun hükmünün Anayasaya aykırılığı iddiasıyla tekrar başvuruda bulunulamaz... hükümlerine yer verilmiş, belirtilen hükümlere paralel düzenlemeler 03/04/2011 tarih ve 27894 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un Anayasaya aykırılığın Mahkemelerce ileri sürülmesi başlıklı 40. maddesinde; (1) Bir davaya bakmaktaEsas Sayısı : 2013/63 Karar Sayısı: 2013/163 4 olan mahkeme, bu davada uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa; a) İptali istenen kuralların Anayasanın hangi maddelerine aykırı olduklarını açıklayan gerekçeli başvuru kararının aslını, b) Başvuru kararına ilişkin tutanağın onaylı örneğini, c) Dava dilekçesi, iddianame veya davayı açan belgeler ile dosyanın ilgili bölümlerinin onaylı örneklerini, dizi listesine bağlayarak Anayasa Mahkemesine gönderir. (2) Taraflarca ileri sürülen Anayasaya aykırılık iddiası davaya bakan mahkemece ciddi görülmezse bu konudaki talep, gerekçeleri de gösterilmek suretiyle reddedilir. Bu husus esas hükümle birlikte temyiz konusu yapılabilir. (3) Genel Sekreterlik gelen evrakı kaleme havale eder ve keyfiyeti başvuran mahkemeye bir yazı ile bildirir. (4) Evrakın kayda girişinden itibaren on gün içinde başvurunun yöntemine uygun olup olmadığı incelenir. Açık bir şekilde dayanaktan yoksun veya yöntemine uygun olmayan itiraz başvuruları, Mahkeme tarafından esas incelemeye geçilmeksizin gerekçeleriyle reddedilir. (5) Anayasa Mahkemesi, işin kendisine noksansız olarak gelişinden başlamak üzere beş ay içinde kararını verir ve açıklar. Bu süre içinde karar verilmezse ilgili mahkeme davayı yürürlükteki hükümlere göre sonuçlandırır. Ancak, Anayasa Mahkemesinin kararı, esas hakkındaki karar kesinleşinceye kadar gelirse mahkeme buna uymak zorundadır. şeklinde belirlenmiştir. Öte yandan, Anayasa'nın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk Milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir hükmüne yer verilmektedir. Hukuk devleti, insan haklarına saygılı ve bu hakları koruyucu, adaletli bir hukuk düzeni kuran ve bunu sürdürmekle kendini yükümlü sayan, bütün eylem ve işlemleri ile eşitlik ve hakkaniyeti gözeten devlettir. Bu bağlamda, yasa koyucunun yasal düzenlemeler yaparken takdiri, sınırsız ve keyfî olmayıp hukuk devleti ilkeleriyle sınırlıdır. Bunun yanında hukuk devleti kavramı, kuralların ve müeyyidelerinin net olarak önceden belli olduğu dolayısıyla uyulmayan kararların müeyyidelerinin ne olduğunu insanların önceden bilmesini de ifade eder. Anayasa'nın 10. maddesinde Herkes dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar hükmüne, Ücrette adaletin sağlanması başlıklı 55. maddesinde ise; Ücret emeğin karşılığıdır. Devlet, çalışanların yaptıkları işe uygun adaletli bir ücret elde etmeleri ve diğer sosyal yardımlardan yararlanmaları için gerekli tedbirleri alır.Esas Sayısı : 2013/63 Karar Sayısı: 2013/163 5 (Değişik fıkra: 03/10/2001 4709 S.K./21. md.) Asgari ücretin tespitinde çalışanların geçim şartları ile ülkenin ekonomik durumu da gözönünde bulundurulur. düzenlemesine yer verilmiştir. Anayasa Mahkemesi kararlarında belirtildiği üzere, Anayasa'nın 10. maddesine göre yasaların uygulanmasında ayrım gözetilmeyecek ve eşitsizliğe yol açılmayacaktır. Maddede düzenlenen Eşitlik ilkesiyle, birbirinin aynı durumda olanlara aynı kuralların uygulanması ve ayrıcalıklı kişi ve toplulukların yaratılması engellenmektedir. Yasa önünde eşitlik, herkesin her yönden aynı kurallara bağlı olacağı anlamına gelmez. Durum ve konumlarındaki özellikler, kimi kişiler ya da topluluklar için değişik kuralları ve değişik uygulamaları gerektirebilir. Aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumlar ayrı kurallara bağlı tutulursa Anayasalda öngörülen eşitlik ilkesi zedelenmez. Yine Anayasa Mahkemesi'nin çeşitli kararlarında eşitlik ilkesi, aynı durumda bulunanlar için haklarda ve ödevlerde, yasalarda ve yükümlülüklerde, yetkilerde ve sorumluluklarda, fırsatlarda, hizmetlerde eşitliğin sağlanmasını gerektiren eşit davranma ve ayrım yapmama ilkesi olarak yorumlanmıştır. Anayasa'ya aykırı olduğu ileri sürülen 02.11.2011 tarih ve 28103 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan Kamu Görevlilerinin Mali Haklarının Düzenlenmesi Amacıyla Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair 666 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin ek ödeme oranlarının belirlendiği (I) sayılı cetvelde A Aylıklarını 657 sayılı Devlet Memurları Kanununa Göre Alanlar üst başlığı altında 1 Kadroları Genel İdare Hizmetleri Sınıfında yer alan personel ile Teknik Hizmetler, Sağlık ve Yardımcı Sağlık Hizmetleri ile Avukatlık Hizmetleri sınıflarında bulunan personelden ek ödeme oranları ilgili gruplarında düzenlenmeyen ve kadro unvanları bu bölümde yer alan personelden ek ödeme oranı % 170 olarak tesbit edilenler arasında kadro ve görev unvanı; g) İl nüfus ve vatandaşlık müdürü, il yazı işleri müdürü, il idare kurulu müdürü, il mahalli idare müdürü, il planlama ve koordinasyon müdürü, dernekler il müdürü, il afet ve acil durum müdürü, hukuk müşaviri, fakülte ve yüksekokul sekreteri, basın ve halkla ilişkiler müşaviri, basın müşaviri, müşavir, müdür, şube müdürü, ilçe müftüsü, başkan, daire başkan yardımcısı, kurum sekreteri, merkez sekreteri, enstitü sekreteri, genel sekreter yardımcısı, birlik sekreteri, müze başkanı, KİT'lerde başuzman, diğer belediye başkan yardımcıları ve (f) sırasında sayılanların yardımcıları belirlemesine yer verilmiştir. Mevzuatın incelenmesinden, 09.11.1991 tarih ve 21046 sayılı Mükerrer Resmi Gazete'de yayımlanan 91/2344 sayılı Bakanlar Kurulu kararı ile Genel İdare Hizmetleri Sınıfında mevcut kadro unvanı Nüfus ve Vatandaşlık müdürü olanların kadroları yapılması uygun görülen değişiklikle yine Genel İdare Hizmetleri Sınıfında kadro unvanı İl nüfus ve vatandaşlık müdürü olarak değiştirildiği, bu şekilde nüfus ve vatandaşlık müdürlerinin il müdürü unvanını kazandığı, bu unvan ile İçişleri Bakanlığı'nın nüfus hizmetlerinin yürütülmesine ilişkin olarak ildeki temsilcisi ve Bakanlığa ait birimlerin amiri konumunda bulunduğu, uyuşmazlık konusu 666 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 2 sayılı cetvelin 9. Bölümünde ise; Aile ve Sosyal Politikalar, Bilim, Sanayi ve Teknoloji, Çevre ve Şehircilik, Ekonomi, Gıda, Tarım ve Hayvancılık, Gümrük ve Ticaret, Kültür ve Turizm, Milli Eğitim, Orman ve Su İşleri, Sağlık, Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlıklarının bakanlık il müdürü ve bakanlık bölge müdürü, Defterdar, İl Emniyet Müdürü, İl Müftüsü, Vergi Dairesi Başkanı, Türkiye İstatistik Kurumu ve Türkiye Yazma Eserler Başkanlıkları, Devlet Su İşleri, Karayolları, Maden Tetkik ve Arama, Meteoroloji, Orman, Tapu ve Kadastro, Vakıflar ve Yükseköğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu Genel Müdürlüklerinin bölge müdürü, SosyalEsas Sayısı : 2013/63 Karar Sayısı: 2013/163 6 Güvenlik Kurumu Başkanlığı, Basın Yayın ve Enformasyon, Spor, Türkiye İş Kurumu Genel Müdürlüklerinin il müdürü, Kamu İktisadi Teşebbüslerinin bölge müdürü kadrolarında bulunanlardan; a) Ankara, İstanbul ve İzmir illerinde görev yapanların ücret göstergesinin 50.750, tazminat göstergesinin ise; 27.950, b) Büyükşehir belediyesi bulunan illerde görev yapanların ücret göstergesinin 46.850 tazminat göstergesinin ise; 25.775, c) Diğer illerde görev yapanlar ücret göstergesinin 45.800 tazminat göstergesinin ise; 25.200 olarak belirlendiği, bu belirleme ile il müdürü unvanına sahip nüfus ve vatandaşlık il müdürleri ile, yukarıda bahsi geçen ve 666 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin II sayılı cetvelinde sayılan diğer bakanlıkların ildeki temsilcisi konumunda bulunan il müdürleri ile aralarında mali olarak nüfus ve vatandaşlık il müdürleri aleyhine farklılıklar yaratıldığı, her şeyden önce kanun ve kanun hükmünde kararnameler ile yapılan düzenlemelerde Anayasa'nın kanun önünde eşitlik ve hukuk devleti ilkesine uygun hareket edilmesi ve eşit statüde bulunanlar arasında farklılıklar yaratılmaması gerekir. Nitekim, Anayasa Mahkemesi'nin 27.05.1999 tarih ve E. 1998/58, K.1999/19 sayılı kararında ...Hukuk devletinde, yasama organını da kapsayacak biçimde devletin bütün organları üzerinde hukukun ve Anayasa'nın mutlak egemenliği vardır. Yasa koyucu her zaman hukukun ve Anayasa'nın üstün kuralları ile bağlıdır. hükmüne yer vermek suretiyle hukuka bağlılığın Yasama organını da içerdiğini vurgulamış bulunmaktadır. Bütün bu açıklamalardan sonra Anayasa'mızın 10 ncu maddesinde ifadesini bulan hukuk devletinin en temel öğelerinden biri olan; Herkes dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar. ilkesi gereğince il müdürü unvanına sahip ve İçişleri Bakanlığı'nın nüfus hizmetlerinin yürütülmesinden sorumlu ildeki temsilcisi konumunda bulunan nüfus vatandaşlık il müdürleri ile 666 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin II sayılı cetvelinde sayılan diğer bakanlıkların ildeki temsilcisi konumunda bulunan il müdürleri arasında mali haklarının düzenlenmesi açısından eşitsizlik yaratılmaması gerektiği, il nüfus ve vatandaşlık işleri müdürünün 02.11.2011 tarih ve 28103 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan Kamu Görevlilerinin Mali Haklarının Düzenlenmesi Amacıyla Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair 666 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin ek ödeme oranlarının belirlendiği (I) sayılı cetvelde düzenlenmesinin Anayasa'nın 10 ncu maddesindeki eşitlik ilkesine ve Anayasa'nın 55. maddesindeki ücrette adaletin sağlanması ilkesine aykırılık teşkil ettiği iddiasının ciddi bir iddia olduğu yargısına varılmıştır. Açıklanan nedenlerle, Anayasamızın 152 nci maddesinin birinci fıkrasında ifadesini bulan Bir davaya bakmakta olan mahkeme, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır. hükmü ile 03/04/2011 tarih ve 27894 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un Anayasaya aykırılığın Mahkemelerce ileri sürülmesi başlıklı 40. maddesi gereğince 02.11.2011 tarih ve 28103 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan Kamu GörevlilerininEsas Sayısı : 2013/63 Karar Sayısı: 2013/163 7 Mali Haklarının Düzenlenmesi Amacıyla Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair 666 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin ek ödeme oranlarının belirlendiği (I) sayılı cetvelin (g) bendinde yer alan İl nüfus ve vatandaşlık müdürü ibaresinin iptali için konunun ilgili belgelerin birer örneği ile birlikte itiraz yoluyla Anayasa Mahkemesine gönderilmesine, 6216 sayılı Kanun'un 40. maddesinin beşinci fıkrası hükmü uyarınca Anayasa Mahkemesi'nin bu konuda vereceği karara kadar dosyanın geri bırakılmasına 20/02/2013 tarihinde oybirliğiyle karar verildi."
2,964
Esas No:1972/52 Karar No.:1973/5 1 "... II MAHKEMENİN ANAYASA'YA AYKIRILIK GEREKÇESi : Adana Asliye 4. üncü Hukuk Mahkemesinin itiraza ilişkin olarak 8/5/1972 günlü 1971/499 sayılı yazısında açıkladığı gerekçe özet olarak şöyledir. Resmi Gazetenin 15/2/1970 günlü, 13695 sayılı müshasında yayımlanan ve 2613 sayılı, Yasanın 22 nci maddesinin (H) bendinin iptaline ilişkin bulunan Anayasa Mahkemesinin 10/2/1970 günlü 1969/60 1970/8 sayılı kararının ışığı altında, davacının Hazineye karşı açtığı tapu sicilinin iptali ve tescil davasında uygulanması gereken Tapulama Kanununun 31 inci madesinin ikinci fıkrasının, hak sahibinin, tesbit ve tescil sırasında seyyahat, hastalık ve benzeri nedenlerle olayı zamanında öğrenememiş veya geç öğrenmiş olması ve böylece fıkra hükmünün öngördüğü on yıllık hak düşürücü süreyi geçirmiş bulunması yüzünden hakkın düşmesine, yol açması nedeniyle sosyal hukuk devleti ilkesini erek edinen Anayasanın genel olarak özüne ve sözüne ve özellikle Cumhuriyetin niteliklerini belirten 2 nci madesine, kanunların Anayasa'ya aykırı olamıyacağına ilişkin, 8., temel hak ve hürriyetleri ve eşitlik ilkesini düzenleyen 11. ve 12, ayrıca mülkiyet esaslarını belirliyen 36. nci maddelerine aykırı bulunduğu kanısına varıldığından davacının taşınmaz üzerinde miras bırakanından dolayı hak iddia etmiş olması karşısında itirazı ciddi görülmüş ve "Bu sicillerde belirtilen haklara tescilleri tarihinden itibaren on sene geçtikten sonra, tapulamaya tekaddüm eden sebeplere dayanılarak itiraz olunamaz ve dava açılamaz" yolundaki kuralın Anavasa'ya aykırı olduğu sonucuna varılmıştır. Şu duruma göre Tapulama Kanununun hak düşüren süreye ilişkin 31 inci maddesinin ikinci fıkrası kuralı Anayasanın 2., 8., 11., 12., 36., ve 53 üncü maddelerine aykırı bulunduğundan iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulmalıdır."
239
Esas Sayısı : 2004/66 Karar Sayısı : 2008/99 1 "... II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: "27.6.1984 tarih ve 3030 sayılı Büyükşehir Belediyelerinin Yönetimi Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulü Hakkında Kanunun 18. maddesinin 4916 sayılı Kanunla değiştirilen son fıkrasında, 'Bu payın % 40'ı doğrudan ilgili belediye hesabına yatırılır, kalan % 60'ı ise büyükşehir belediyelerine nüfuslarına göre dağıtılır. Hesaplama ve dağıtım işlemleri Maliye Bakanlığı'nca yapılır.' kuralı düzenlenmiştir. Anayasanın 127. maddesinin son fıkrasının son tümcesine göre yerel yönetimlere görevleri ile orantılı gelir kaynakları sağlanması gerekmektedir. Gelir kaynaklarının sınırlı olması nedeniyle Büyükşehirlere tahsis edilen genel bütçe vergi payının belediyeler arasında dağıtımı önem taşımaktadır. Büyükşehir belediyelerinin görevleri yasalarda belirlenirken herhangi bir ayrım gözetilmemişse de, her Büyükşehir belediyesinin yerine getirmek durumunda olduğu hizmetlerin nitelik ve nicelik itibariyle farklılık göstereceği kuşkusuzdur. Herhangi bir Büyükşehir belediyesinin nüfusu yanında yöredeki sanayi yoğunluğu, eğitim kurumlarının sayısı, gelişme hızı, üretim ve tüketim kapasitesi, kültür ve eğitim seviyesi ile ekonomik faktörler mahalli hizmetlerin niteliğini ve maliyetini doğrudan etkileyen unsurlardır. Bu etkenler gözetildiğinde belediyelerin hizmet maliyetlerinin her zaman nüfusla doğru orantılı olarak artmadığı bir gerçektir. Büyükşehir belediyelerinin il merkezlerinde toplanan genel bütçe gelirlerinden ayrılan %60'lık payın 3030 sayılı Kanunun 18. maddesinin son fıkrasının son tümcesinde olduğu gibi nüfus baz alınarak Anayasanın 127. maddesinde öngörülen biçimde belediyelere görevleriyle orantılı adil bir dağıtımın sağlanamayacağı açık olduğundan söz konusu tümcede Anayasaya aykırılık görülmüştür. Açıklanan nedenlerle Anayasa'nın 152. maddesi ve 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluş ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 28. maddesi uyarınca Mahkememizce bakılmakta olan dava sebebiyle uygulanacak olan 19.7.2003 tarih 4925 sayılı Kanunla değişiklik yapılan 3030 sayılı Kanunun 18. maddesinin son fıkrasının 2. cümlesinin Anayasa'nın 127. maddesine aykırı olduğu kanaatine ulaşıldığından dava dilekçesi ve eklerinin onaylı örneği ile söz konusu ibarenin iptali istemiyle itiraz yoluyla Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına, 17.6.2004 tarihinde oybirliği ile karar verildi.""
293